13 Nisan 2015 Pazartesi

Aşk Çarpar Gönül Kayar 18.Bölüm


 

 Gökyüzünde asılı kalmak, belki de böyle uçsuz bir duyguydu.
Karşı koymadan rüzgârına teslim olmak, nereye çekerse o tarafa gönüllü savrulmak…

Lena kendisini uçuran güçlü rüzgârın onu nereye doğru götürdüğünü kestiremiyordu.  Ağır gelen göz kapaklarını yavaşça aralamaya çalıştı. Gözüne aniden çarpan keskin beyaz ışık yüzünden bir anlığına kör olduğunu sandı. Başını boşluktan diğer tarafa doğru zorla da olsa yaslamayı başardığında tekrar gözlerini açmayı denedi. Gri renkteki kirli tavanı ve belli aralıklarla uzayıp giden floresan lambaları seçebildi. İleride ise hayal meyal koşan bir kadın görmüştü. Etrafı incelemeyi bıraktığı an dizlerinin altından geçip sıkıca kavramış olan elin sahibine bakmak için başını kaldırdı. Onu taşıyan adamı gördüğü an az önce aralamakta bile zorlandığı gözleri elinde olmadan sonuna kadar açıldı.

Onun ayıldığını fark eden adam beklemeden konuştu. “İyi misin?” Sesi nefes nefese dahası endişe dolu çıkmıştı.
“Ba-Bay…” Adamın bu kadar yakınında olmak, ne yakını onun kucağında olmak. “Bay Anders…” başı hızla geriye doğru düştü.

Marc kollarında bir kez daha kendinden geçen kızı biraz daha kendine çekti ve önünde kendilerini acil müdahale odasına götüren hemşireyi takip etti. Genç adam hemşirenin peşinden onun girdiği odaya daldı ve kızı yavaşça sedyeden bozma yatağa bıraktı. Arkasından iki doktor da telaşla odaya giriş yaptı. Marc hala baygın olan genç kızın başına üşüşmüş iki adamı seyrederken hemşire kolunu tutup ona dışarı çıkmasını işaret etti. “Bayım, lütfen dışarı!”
Kadının dediğini yapıp çaresizce koridora çıktı. Gece yarısı olmasına karşın hastane fazlasıyla kalabalıktı. Ne kadar insan yaralanıyor, sakatlanıyor ya da ölüyordu.  Ölüm diye geçirdi içinden ve devam etti, aynı senin gibi sebep olan ahmaklar yüzünden…

Sophia’nın uzaktan hızlı adımlarla ona doğru geldiğini seçebildi. Her şey o kadar ani gelişmişti ki, öfkesi o kadar körelmiş ve beklemeye tahammülü o kadar azalmıştı ki hiç düşünmeden onu duvara çarpmıştı. Onu çevirmeden, yüzüne bakıp kim olduğunu görmeden! Ve ancak yığılan o zayıf bedeni kendine çevirdiğinde ayılmasını sağlayan o ilk şoku yaşamıştı. Kızın alnından sızan kana ve dağılmış saçlarına rağmen onu ilk saniyede tanımıştı. Kollarındaki hareketsiz bedenin sahibi Bayan Hebert’in asistanı olan genç kızdı. Özgeçmişini bizzat kendisinin araştırdığı bu kızın hatırladığı kadarıyla sıradan bir hayatı vardı.
“Kız nasıl?” Marc Sophia’nın sesiyle başını çevirip onun yüzüne baktı.
“Bilmiyorum,” dedi. Zaten kendini hiçbir bok bilmeyen biri gibi hissediyordu.

“Ah Marc! O kadar sert vurmak zorunda mıydın?” Genç adam az önce kendisine sorduğu bu lanet soruyu tekrardan üstelik başkasından duymaktan iki kat daha fazla rahatsız oldu. “Kontrolümü kaybettim,” dedikten sonra ise duvar kenarına çöktü. Sophia’nın ona doğru uzattığı elindeki kırık gözlüğe ve üzerinde kendi adının yazılı olduğu karta baktı. Onu kıza kendisinin verdiğini hatırlıyordu. “Bunları düşürmüş,” diyen genç kadın elindekileri saklaması gereken sanki genç adammış gibi ona uzattı ve Marc’ı kırık bir gözlük ve ucu kanlı bir kartla bakışarak işkence dolu saatler geçirmesi için yalnız bıraktı…
Genç adamın baktığı yerde bir gözlük ve kâğıt parçasından daha fazlasını gördüğü dakikalarda bir el hafifçe omuza dokundu. “Beni duyuyor musunuz Bayım?” Marc daldığı o karanlık kuyudan çıkıp kendisine seslenen kadına baktı. Bu onu odadan neredeyse kovacak olan hemşireydi. Hızlıca doğruldu ve kendisini toparladı. Hemşire şimdi onu hiç de düşman sayılamayacak olan bakışlarla süzüyordu. “Sonunda kendine geldi. Durumu oldukça iyi, beyninde herhangi bir hasar da yok, sadece açılan alnına birkaç dikiş attık.” Adamın elinde tutmakta olduğu gözlüğü işaret etti. “Tanrı’ya şükür çatlarken gözlerine zarar vermediği gibi burnunu da korumuş. Doktor bey size detaylı bilgiyi verecek zaten, buyurun…”
Marc içindeki tüm havayı boşaltan derin bir nefes verdi. Kadının gösterdiği yerin aksine önünde beklediği odayı işaret etti ve “Önce onu görebilir miyim?” dedi. Hemşire muzip bir gülüşle süslediği başını onayladığını gösterircesine hafifçe aşağı doğru salladığında Marc bir saniye bile beklemeden odadan içeriye daldı.

Lena onu kapıda gördüğü an doğrulmaya çalıştı. Güçsüz bedeni içindeki bu güçlü heyecanla birleşince eli ayağına dolaşıyor adeta hiçbir organı söz dinlemez oluyordu. Her biri bağımsız ve tam bir serseri gibi başına buyruk davranıyordu. Tıpkı az önce olduğu gibi… Bacaklarını oynatmak isterken bir anda elleri savrulmuştu. Gelgitler yaşayan deliler gibiydi. Yapmak istediği mesleği düşününce insanın aklına tek gelen ‘böyle yarım akıllı biri başkalarına nasıl psikolojik yardımda bulunabilir’ oluyordu. Marc kızın kolunu hızlıca çekmesiyle havalanan başucundaki serum şişesini son anda yakaladı. “Tanrı aşkına ufaklık senin sorunun ne?”
Genç kız iki saniyede inşa ettiği hayal kırıklığı duvarının altından ufaklık diye fısıldadı ama adam onu duymamıştı bile, büyük bir ciddiyetle şişeyi yerine takmakla meşguldü. İşi bittiğinde aynı ifade ile kendisine dönüp doğrulmaya çalışmasına yardım etti. Lena ayaklarını sarkıtır vaziyette otururken adam hala elini sırtından çekmemişti.

“Neden beni takip ediyordun?” dedi aniden. İyi olup olmadığını sormaması genç kızın içini yaksa da belli etmemeye çalıştı, çaresizce teslim oldu. “Ben sizinle konuşmak istemiştim,” dedi ve başını önüne eğdi. Eline takılmış olan iğnenin ucundan uzanan kordonla oynamaya başladı.
“Bayan Bennett, benimle ne konuşacaktınız?” Adamın sesi boğuktu ya da Lena kulakları uğuldamaya başladığı için öyle duyuyordu. “Bana eğer herhangi bir şey olursa arayın demiştiniz,” Başını kaldırıp bu defa adamın yüzüne baktı.
“Oldu mu?” diyen kararlı ve sert yüzü ne kadar da yakınındaydı. Gözlükleri olmadığı için karşısındaki yüze çekinerek baktı. Gözlüklerinin ardından insanlara bakmak her zaman daha kolaydı. O dar çerçevelerin arasındaki iki küçük cam parçası ona her zaman tuhaf bir güven duygusu verirdi. Sanki kimse gözlerine şimdi olduğu gibi dik dik bakmaz ve yüzünü böyle belirgin bir şekilde incelemezdi.

“Olmadı,” dedi bir solukta ve gözlerini hızlıca devirdi. Konuşmaya burada –elini incelerken- devam edecekti. “Fakat aklıma bir şey geldi. Bilmiyorum belki önemsiz bir detay ama...”
“Başın iyi mi?” Adamın eli alnındaki bandaja doğru gidince eş zamanlı olarak kızın da aklındaki bütün detaylar uçup gitmiş oldu. Kafasına sürdükleri ilacın yoğun kokusuna rağmen kendisine hiçbir ilacın böylesine güçlü bir etki yaratamayacağını bildiği adamın baştan çıkarıcı kokusunu almıştı. Koku sadece bir an bile olsa ürkek ve korkak karakterini cesaretlendirmişti. Biliyordu, onun gibi sıradan kızlar asla böyle adamlarla yan yana olamazdı.
Ama şimdi yan yanalardı. Yan yana bile az kalırdı. Onun başını tutan sıcak eli altındaki bütün hücrelerini eritmeye devam ederken Lena hayatında yaptığı en çılgınca şeyi yapmaya hazırlandı. Adamın ceketine uzanan elinden aldığı destekle poposunu hafifçe kaldırdı ve ulaşmak istediği zirveye başarılı bir dağcı gibi tırmandı. Marc daha ne olduğunu anlamadan Lena yoğun bir muhtaçlıkla onun dudaklarına kapandı. Dudaklarından taşan acemi fakat tutku dolu bir öpücük verdi. Adam hazırlıksız yakalanmanın da şaşkınlığı ile elini kızın incecik beline doladı. Bu bir davet miydi? Lena öyle olmasını diledi. İlk kez bir adamı öpmüştü dahası reddedilmemişti. Ondan aldığı bu güçle ceketi sıkıca tutan elini bıraktı. Eli yolu bilen bir kelebek gibi adamın omzunda boynuna yakın bir yere kondu. Marc kıpırdamadan dikilirken kızın onu ikinci kez öpüşünün keyfini çıkardı. Onu öpmüyordu ama geri de çekilmiyordu. Çok gençti, çok masum ve çok tecrübesiz ama hepsinin toplamı muhteşemdi.

“Marc,” Ses bütün büyüyü bir saniyede bozmaya yetti. Lena gözlerini açıp kolları arasındaki adama sonrada sesin sahibi olan kadına baktı. Akşam Marc’ın yanında gördüğü o genç kadın kapıya yaslanmış şaşkın gözlerle onlara bakıyordu. Lena büyük bir utançla başını diğer tarafa çevirirken hızla elini adamın omzundan çekti. Bunu o kadar hızlı yapmıştı ki hala eline bağlı olan serum şişesi onu tutan ayaklıkla birlikte devrildi. Tüm sakarlıkları da dâhil hayatının hiçbir anında bu kadar yerin dibine girdiğini hissetmiyordu. Marc ise gayet rahat bir tavırla kızı sedyeye bıraktıktan sonra Sophia’ya dönüp “Geliyorum,” dedi. Sophia kapıda gözden kaybolunca Marc derin bir nefes alıp ellerini beline yerleştirdi.
“Bayan Bennett, bu yaptığınızı gençliğinize veriyorum. Şimdi bana söylemek istediğiniz gerçek bir şey var mı?”

Genç kız yüzünü çevirmeden olumsuz anlamda başını salladıktan iki saniye sonra Marc da olumlu anlamda salladı. “Pekâlâ, hoşçakalın.” Ardından hızla odayı terk etti.

Lena’yı kırık bir serum şişesi ve gözyaşlarıyla baş başa bıraktı...
✔✔✔

Elleri, tutmayan dizleri ve zonklayan alnı arasında adeta bir destek görevi görüyordu. Ayakta daha fazla direnemeyen bedenini güçlükle tekrar merdivenlere bırakmıştı ki ormanın girişinden çıkan onu seçebildi. Bay Parker için endişelenmişti ama şükür yaşıyordu ve ona doğru yaklaşıyordu. Dimdik omuzları geniş bedeninin üzerinde iki dağ gibi yükseliyordu. Yüzündeki ifadeyi net olarak göremiyordu ama yürüyüşünden öfke saçtığı belli oluyordu. Kolunun altındaki çelimsiz bedene bakarken belli belirsiz çenesi oynuyordu. Katille mi konuşuyordu? Emily tam olarak adama sokulmuş karaltıya baktı bu defa. Yüzü başlığının altında kaldığı için herifi seçemiyordu, biraz sıskaydı, neredeyse bir kadın vücudu gibi incecikti. Belki de yanındaki adamın iri cüssesi onu böyle gösteriyordu. Emily yanında bende mi böyle duruyorum diye düşünmeden edemedi.
Aralarında bir kaç metre kaldığında karaltı başlığına uzanıp gülümseyen güzel yüzünü ortaya çıkardı. Genç kadın aklının ona en büyük oyunu oynamak üzere olduğunun farkındaydı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Anlayamayan gözlerle yanına doğru gelen ikiliye baktı. Dilinin ağzının içinde büyüdüğünü hissetti. Konuşamıyordu, kesinlikle. Bakışları o şeytan kadının adamın koluna girmiş eline kaydı. Ko-koluna girmişti!

Adını söylemek için ağzını açtı ama arkasından gelen daha güçlü bir ses işitti. Babası ondan önce davranmıştı. “Bayan Bouchard burada ne işiniz var?” Emily bilinçsizce hala o ele takılıp kalmıştı. Daha öncede hayatındaki adamdan onu koparan o ele.
“Üzgünüm Bay Hebert, mülkünüze izinsiz girmek istemezdim.” dedi. Kadının yüzüne bakarken Emily kendini hala tam olarak toparlayamamıştı. Ama konuşmayı başardı. Tabi buna konuşmak denirse. “Jasmine,” diye tısladı. Ses tonu bu isimden ne kadar iğrendiğini açıkça belli ediyordu.

John “İçeri geçelim yaralandı,” dediğinde Emily ona ölümcül bir bakış attı. Jasmine kıkırdadı ve biçimli küçük dudaklarını sahte bir acıyla kıvırdı. “Bay Parker, altınızda hangi kadın kalsa eminim bir yeri kırılır,” Devam etmeden önce bir kez daha samimiyetten uzak kıkırdadı. “En azından kalbi,”
Son cümleyi direkt olarak Emily’nin gözlerinin içine bakarak söylemişti. Emily dişlerini birbirine bastırırken onun için ne kadar zor da olsa sessizliğini korumayı başardı. Babasının onlara kütüphaneye geçmelerini buyuran sesini işitti ve lanet kadın adamın kolundan bir an bile çıkmadan merdivenlerde gözden kayboldu.

Emily orada öylece dikilmeye devam ederken kendi kendine söylendi. “Beni kıskandırmaya mı çalışıyorsun aptal sürtük. Harika devam et, nasıl olsa umurumda değil. ” Ve bir saniye sonra söylediklerine tezat bir hızla merdivenleri tırmanıp peşlerinden koşturdu. Neler olduğunu öğrenmezse aklını kaybedebilirdi!
Girişteki kalabalığı o da yararcasına geçti. Büyükannesi ve amcasının bir sis perdesinin arkasına gizlenmiş gibi görünen merak dolu yüzlerine baktı. Üst katın merdivenlerden fırtına gibi inen Matthew ve arkasındaki Hailey’in dediklerini işitmiyordu bile. Babası, John ve sürtüğün ardından kütüphaneye daldı ve kapıyı büyük bir gürültü ile kapattı. Bu içerideki herkesin dönüp ona bakmasına sebep oldu. Arkasındaki kapı iki saniye sonra ablası tarafından yumruklanırken tüm gücüyle yaslandı.

Dylan Hebert masanın arkasındaki koltuğuna geçerken tok sesi ile kükredi. “Biri bana burada neler olduğunu anlatsın hemen!” Emily yana kaydı ve kapı Hailey tarafından büyük bir gürültü ile açıldı. Aslında çenesi kapıdan önce açılmıştı. “O duyduğumuz silah sesi miydi?” dedi odaya merakla dalarken. Gözleri silahtan sonra ikinci merak ettiği şeye kaydı. “Jasmine, senin burada ne işin var?”
Emily oyunlarının ortaya çıkmasından deli gibi endişe duysa da neler olduğunu ne pahasına olursa olsun öğrenmeliydi. Kapıdan giren büyükannesi ve amcasına korkuyla baktı.  Yaşlı kadın üzerindeki çirkin geceliği ve tuhaf bir şekilde sarılmış saçları ile felaket bir görüntü sergiliyordu. “Dylan, oğlum neler oluyor,” dedi.

Koltuğa kurulan Jasmine büyük bir rahatlıkla konuşmaya başladı. “Bay Hebert, izin verirseniz ben anlatmak isterim. Durum tam olarak şöyle. Geceki kalabalıktan dolayı biraz başım ağrıyordu ve dolaşmaya çıkmıştım. Aslında yalnız dolaşmam hataydı. Ne zaman bu kadar uzaklaşmışım bilmiyorum. Ormanın girişinde kızınız ve Bay Parker’ı görünce onlara herhangi bir rahatsızlık vermeden uzaklaşmak istedim. Ne de olsa öpüşüyorlardı ve ben aşka saygısı olan bir kadınım.”

Hailey dehşetle inledi. “Tanrı aşkına öpüşüyor muydunuz?” Sorusuna hiç kimseden bir cevap alamayınca sustu.
John karşısında oturan kadına bir kaç adım yaklaştı. “Neden size seslendiğim halde benden kaçmaya devam ettiniz?”

Kadın elini zarif bir hareketle kalbine götürüp “Panik oldum, sonuçta hoş olmayan bir durumdu.” dedi. Emily çıldırabilirdi. Köşesinden çıkıp odanın ortasına kadar ilerledi ve Jasmine’nin alay dolu yüzüne baktı. “O paltoyu yeni mi aldın?”
“Bu da ne demek?”

Emily ateş saçan gözlerini kıstı. “Bir kaç gün önce o paltodan giyen biri beni öldürmeye çalıştı.” Büyükannesinin ellerini ağzına götürüp kapattığını gördü. Kahretsin, bunu bilmemeleri gerekiyordu.
Jasmine karşılık olarak uzun kirpiklerini ustalıkla kırpıştırdı. “Burası Kanada. Burada herkes on iki ay boyunca palto giyer. Bu bir suç sayılır mı Ajan Parker. Ah! Doğru değil mi? Tüm gece herkes sadece bunu konuştu. Sizin federal bir ajan olduğunuzu,”

Parker’ın kasılan çenesinden tek bir kelime çıktı. “Doğru.” dedi. Öfkesi daha çok yanında dikilen boş boğaz kadınaydı.
Jasmine bir kez daha Emily’e baktı. “Fazla korku filmi izliyorsun sanırım tatlım, böyle şeyler yalnızca o aptal korku filmlerinde olur. Dizim fazlasıyla acıyor, şimdi izin verirseniz evime gitmek istiyorum,”

“Unutma, o korku filmlerinde ilk önce iri göğüslü aptal sarışınlar ölür,” Herkes dönüp bunu söyleyen Hailey’e bakınca genç kadın umursamazca omuz silkti. Emily inledi. Jasmine ise oklarını bu sefer büyük cadı dediği Hailey için hazırladı. “Bay Patel size zahmet olmazsa beni evime kadar bırakmanızı...”

“Asla, Matthew asla seni evine bırakmayacak, neden geldiğin yoldan defolup gitmiyorsun,” Dylan Hebert’ın masaya büyük bir gürültü ile vurmasıyla herkes bir anda sesini kesti. “Matthew karını al ve odanıza çıkın,”
“Ama baba bu kadın,”

“Hemen dedim,”
Hailey şimdilik yenilgiyi kabul ettiğini gösterir bir ifade takınıp hışımla odadan çıktı. Matthew de karısının peşinden kütüphaneden ayrıldığında Dylan Hebert az da olsa sakinleşmişti. Kapıda dikilip olanları sessizce izleyen ağabeyine döndü. “Christian Bayan Bouchard’ı evine bırak lütfen ve güvende olduğundan emin ol,” Sesini bari bunu yap der gibi ayarlamıştı. Jasmine bir ihtiyarın refakatinde eve dönecek olmanın hayal kırıklığı ile odadakilere kibarca iyi geceler diledi ve yaşlı centilmenin ona uzattığı koluna girdi.

“Anne, Emily. Bizi Bay Parker ile baş başa bırakın,”
Lanet olsun tehlike geçmemişti işte. “Bende kalayım,” diye atıldı bir anda.

“Hayır kalamazsın, erkek erkeğe konuşmak istiyorum,”
Kahretsin o paltoyu neden sormuştu ki, bu babasını şüphelendirmiş olmalıydı. “Ama baba!” dedi son kez.

“Hadi tatlım onlara izin verelim,” Buğulu gözlerle büyükannesine döndü. Yaşlı kadın oldukça yorgun görünüyordu. “Pekâlâ,” dedi ve onu takip ederek çıkışa doğru ilerledi. Kapıya tutunduğunda arkasını dönüp odada baş başa bırakmak üzere olduğu iki adama baktı. Önce John ile buluştu gözleri. Sakın ağzından bir şey kaçırma, der gibi keskin ve tehditkâr bir bakış attı. Adam da aynı ifade ile onun yüzüne baktı. Kaçırmam, der gibi. Bakışları masasına kurulmuş oturan babasına kaydı sonra...
“Ne hakkında konuşacaksınız baba?” dedi ima dolu bir sesle.

Dylan Hebert koltuğunun arkasına yaslandı ve ellerini çenesinin altında birleştirdi. Sakin tavrı fena halde sinir bozucuydu.
“Aşkınız hakkında, senin için nelerden vazgeçebileceği hakkında.”

Emily yutkundu. İşi bitmişti. Sahte bir sevgili onun için neden vazgeçebilirdi?
Zoraki gülümsemeye çabaladı ve cevabı kendine kütüphanenin büyük ahşap kapısını kapattıktan sonra verdi.

Hiçbir şeyden...
✔✔✔

Marc, Sophia ile birlikte katilin son kurbanı olan kadının otopsi raporunu okuyan federal uzmanı dinliyordu. Gözleri ise masada kadından kalanlardaydı. Her ne kadar inceleme tamamlanmış ve ön rapor çıkmış olsa da katilin onlara ceset üzerinden bir şeyler anlatmak istediğinden artık emindi. Bu izler basit cinayet vakalarındakiler gibi değildi. Daha çok incelikle işlenmiş hasta bir ruhun elinden çıkan sanat eseri gibiydi. Nasıl bir kaçıkla karşı karşıya olduklarını anlamak için cesede göz ucuyla bile bakmak yeterdi. Marc zaten fazlasıyla soğuk olan odada iliklerine kadar donduğunu hissetti. Kokuya aldırış etmeden ağzındaki maskeyi çıkardı ve cesedin yatırıldığı masanın etrafında gezinmeye başladı. Her açıdan ve her şekilden görüntüyü zihnine kazımak istiyordu.
Kadının bulunduğu yeri, kimlik bilgilerini ve kesin ölüm saatini okumayı bitiren deneyimli uzman kendisi gibi odada bulunan diğer iki federal uzmanla birlikte yaptıkları incelemelerinin sonucunda vardıkları sayfalar dolusu değerlendirmelerinin başladığı kısmı okumaya geçti. Marc’ın yarısını bile anlamayacağı tıbbi terimlerle dolu olan saçmalıkları dinleyecek sabrı ne yazık ki yoktu.

“Bakın harika bir rapor yazmışsınız. Gerçekten,” Sophia ile kendisini odadakilere göstererek “Artık şunu anlayacağımız dilde anlatır mısınız?” dedi. Genç uzman hiç bozuntuya vermeden kendisinden istenileni yaptı.
“Pekâlâ, öyle olsun.”

Eldivenlerini takıp Marc’ın yanına –cesedin başına- geldi. Otopsi sebebiyle iki yana açtıkları göğüs kafesini elleriyle toparladı. Bu esnada artık bir uzmandan çok çocuklara masal anlatan bir ihtiyar gibi konuşmaya başlamıştı.  “İlk darbe ile hayati kayıp arasında geçen süre on bir dakika ile on üç dakika arasında. Ölüm sebebi vücuda ilk saldırı bölgesi olan sağ göğüs kafesinin içinde 697 gram ağırlığındaki akciğerin tek lopuna isabet edip buradaki yumuşak dokuya giren mermi sebebiyle oluşan solunum yetmezliğidir. İşte tam şurası,” Marc için eğilip gösterdiği yere bakmak hiç kolay olmamıştı.

“Olay yeri incelemeden gelen kâğıda göz attım. Yüz metrelik bir mesafeden ve otuz kalibrelik bir silahtan ateşlendiği tespit edilmiş. Bedende oluşan hasar da bunu kanıtlıyor. Katil, insan anatomisi hakkında fazlasıyla bilgi sahibi. Kalbin olduğu tarafa dokunmuyor ve sağ akciğeri kısmen parçalıyor.”
Sophia da görmek için yanlarına geldi. “Yani bir nevi akciğeri yavaş yavaş mı boşaltıyor?”

“Aynen öyle Bayan Campbell, kurbanı ona karşı koymak ya da bağırmak yerine nefes almaya çalışıyor. Bir diğer husus ise kesici materyaller hariç fiziksel bir güç söz konusu değil, vurma, itme, çekme gibi hasar oluşturacak bulgulara rastlamadık. Özellikle dikkat edildiği kesin. Ayrıca son yirmi dört saat içerisinde de cinsel ilişkiye girmemiş olduğunu da belirtmek isterim.”
Marc adam konuştukça öfkeden kudurmaya devam ediyordu. “Piç, tertemiz bir vücutta resmen ustalıkla çalışmış.”
Ceset üzerindeki kesikleri gösterdi. Daha önce öldürülen kadınlarda da tıpatıp aynı kesikler vardı. Boynun hemen altındaki tek noktadan iyi yana doğru başlayan kesikler göbek hizasında karnın iki yanına kadar kesintisiz devam ediyor ve buradan ise aynı açı ile genital bölgede birleşiyordu. Dirsekten kesilmiş kolları ise cesedin en dehşet verici kısımlarıydı. Tüm bu şekillerin bir anlamı olmalıydı. “Peki ya bunları? Bunları ne kadar zamanda yapmış?” dedi.

Uzman derin bir nefes aldıktan sonra karşısındaki iki ajana baktı. “Üzgünüm, hepsini kadın nefes almaya çalışırken yapmış.”
✔✔✔

Vazgeçmek ona göre değildi. Hem de aynı hafta içinde ikinci kez. Ama bir kez daha vazgeçti. Buna mecburdu. Tek fark bu sefer mesleki sebeplerden ötürü vazgeçmiyor oluşuydu. Elbette burada Kanada’da iş için bulunuyordu ama John bunu Emily için yapacaktı. Onu yarı yolda bırakamazdı. Kimseyi yarı yolda bırakamazdı. Yarı yolda kalmamış birisi bunu anlayamazdı.
“Cevabınız nedir Bay Parker?”

John karşısındaki koltukta tüm azameti ile oturan adamın gözlerinin içine baktı. Yaşına göre bir hayli dinç vücudunun üzerinde zehir gibi işleyen bir kafa taşıdığı su götürmez bir gerçekti. Kızı ile olmasından duyduğu rahatsızlık gün gibi ortadaydı fakat kendisine temkinli yaklaşacak kadar da akıllıydı. Adam kızı ile aralarında var olduğunu sandığı o aşka bir tekneymiş gibi küçük delikler açmaya çalışıyordu. John’un bastırdığı öfkesinin altından hiçbir zaman kızıyla evlenmeyeceğini yüzüne vurmak geçtiyse de yapmadı. Masanın kenarında hafif bir tempo tutan parmaklarını sıkıp elini gevşek bir yumruk haline getirdi. Ardından son derece kibar bir şekilde oturduğu koltuktan kalktı. Kütüphane de bu adam gibi boğucuydu. Ceketinin altından belindeki silahına uzandı ve namluyu kendine çevirdikten sonra gülümseyerek değersiz bir eşya gibi önündeki büyük ahşap masaya bıraktı. Dylan Hebert kendince kazandığı bu zaferden ötürü belli belirsiz gülümsedi. John omuzları hizasında açtığı güçlü kollarını masaya dayadı ve iri gövdesini yaşlı adama doğru hafifçe eğdi.
Aynı belirsiz gülümseme ile karşılık verirken her kelimenin altını çizerek konuştu. “Emily için her şeyden vazgeçerim Bay Hebert, şimdi izninizle,” dedi. Adamın şaşkın ifadesini görmesi yetmişti, vereceği cevabı beklemeden kararlı adımlarla ilerleyip her anlamda boğucu olan o ortamdan ayrıldı...

Emily kütüphanenin karşısındaki geniş salonda turlamaya devam ediyordu. Odanın ortasındaki çift kanatlı kapının hizasından her geçişinde kütüphanenin bir kale girişinden farksız görünen ağır ve zırhlı kapısına meraklı bakışlar atıyordu. Ellerini ovuşturdu, uyuşturucu müptelalarına benziyordu. Belki de bu gece bu evdeki son gecesi olacaktı. Babasını tanıyordu, bu oyunu öğrendiğinde yapacağı ilk şey onları kapıya koymak olurdu. Kapının önünden bir kez daha geçerken elini ağzına götürüp tırnağını dişledi.
“Belki de böylesi daha iyi, bu saçmalığı iki hafta daha sürdürmek zorunda kalmayacağım,”

Büyük antika aynanın önüne bir kez daha geldiğinde geri dönüp yürüdü işte tekrar içeride ölüm fermanı imzalanan odaya doğru bakıyordu. “Kim bilir içeride neler yumurtluyorsun seni ajan bozuntusu,” Odanın sol kanadına doğru yürümeye devam etti. “Tanrım beni söylediğim yalanlar için affet,” dedi.
“Seni ilk gördüğüm gün bir kaçık olduğunu anlamıştım.” Emily korkuyla olduğu yerde sıçrarken kendi etrafında döndü. Tıpkı Manhattan’da dairesine izinsiz girdiği o gecede olduğu gibi. Adam da o geceyi hatırlamış gibi imayla karışık gülümsedi. Onu hazırlıksız yakalamaktan zevk alan bir manyaktı. Şüphesiz yine ona hazırlıksız yakalanmıştı.

“Ne?” dedi.
“Kendi kendine mi konuşuyorsun sen?”
“Ne münasebet, ben Tanrı’ya yalvarıyorum.”

“Tanrı bugünlerde kolay insan affetmiyor,” dedi ve elleri ile yeni imajını gösterdi. “Benim cezam devam ediyor,”
Emily iki yanına düşen ellerini yumruk yaptı. “Bu senin için ceza değil ödül olmalı. Şuna baksana ilk kez gerçek bir centilmene benzemişsin.”

Karşısındaki adam cevap vermek yerine ellerini pantolonun ceplerine sokup öylece kendisine bakmaya devam ettiğinde genç kadın var olan asıl sorunlarını hatırladı.
“Ne konuştunuz? Senden neden vazgeçmeni istedi. Ah! Yoksa benden mi?”

“Onu zaten istiyor,”
Emily ellerini iki yana açtı. “Peki, o halde senden ne istiyor?”

“Kendi mülkünde bulunan insanları sadece kendisi korurmuş. Baban benden silahımı bırakmamı istedi,” duruşunu hala bozmamıştı.
Emily konuşmak yerine ona gözleriyle sorduğunda John bekletmeden “Bıraktım,” dedi.

Genç kadının gözleri hayretle açıldı. “Benim için silahını mı bıraktın?”
“Önemli değil yarın bir tane daha alırım,” Muzipçe göz kırpıp salonun girişine doğru ilerledi.

Duyduğu ‘Aşağılık herifin tekisin.’ cümlesini önemsemeden yüksek merdivenleri hızla tırmanıp akşam hizmetçinin gösterdiği kendisine ayrılan ikinci kattaki odasına doğru ilerledi. Önemsemesi gerekmezdi çünkü tam olarak öyleydi. Aşağılık bir herifti. Arkasından koşuşturan kişinin ayak seslerini işitince dudakları arsızca kıvrıldı. Onun yakınlarında olmasına alışmıştı. Alışkanlık mı? Hayır! Alışmak beter bir şeydi. “Bensiz yapamıyorsun değil mi?” dedi. Sataşmak! İşte mükemmel olan buydu. Onunla didişmekten tuhaf bir zevk aldığını bu sefer kendine bile inkâr etmeyecekti.
Tahmin ettiği kişi soluk soluğa cevapladı. “Sadece odama gidiyorum,” Genç kadın onun önünde dikildiği odayı geçip hemen yanındaki odasının kapısına uzandı. “Odalarımızın yan yana olması ne tesadüf, sence de öyle değil mi?” dedi küstahlığından bir doz bile azaltmadan.

Emily ona dönük omzunu silkti. “Bu da benim cezam,” dedi.
Güzel. Demek onu kendi cümleleri ile vurmaya karar vermişti. İşte bu gerçekten hoşuna gitmişti. John hiç düşünmeden sordu. “O kadınla, Jasmine miydi adı?” Onun hiçbir tepki vermemesini fırsata çevirip devam etti. “Aranızda ne var?”

“Seni hiç ilgilendirmez, benimle ilgili hiç bir şey seni ilgilendirmez,” Öfke, intikam ve nefret. Hepsinin kokusu adamın burnuna doldu.
“İki kadının arasındaki bu denli büyük yangının tek bir sebebi olabilir,”

Emily “Şimdi de başımıza psikolog kesildi,” diye söylendi. Kapıyı sertçe açtı fakat odaya bir adım bile atamadı.
“Bir erkek,” dediğini işitmişti. Emily cevap vermek yerine tekrar hareketsiz kaldı.

“İkinize bakılırsa kimi tercih ettiği belli,” diye devam etti lanet olası. Bu kadar küstahlık yeter de artardı. Emily yıldırım hızıyla ona döndü ve son derece yerinde sert bir tokat atmak için elini keskin bir hareketle havaya kaldırdı. Bileği tam ortalarında adamın güçlü eli tarafından engellendi.
Tokat atmaya cesaret etmişti ama yatak odalarının olduğu kattaydılar ve bu halde onları birisinin görmesine dayanamazdı. Emily fısıltıyla konuştu. “Beni zorlama, bırak kolumu” dedi. Tehditkâr görünmek istemişti ama karşısındaki biraz bile etkilenmemişti. Aksine bileğini hala kuvvetli bir şekilde tutmaya devam ediyordu. Kendi evinde ona hükmediyordu. John Emily’i biraz daha kendine çekti. Gözleri kadının kırık yeşil gözlerinin en derinlerine kadar indi. Aradığı şey en derinlerdeydi. Hırıltı dolu bir sesle “Senin içinde nasıl bir yangın var?” dedi. Sesi genç kadının daha önce işitmediği derecede boğuktu. Emily sert ve ani bir hareketle elini çekip kurtardı. Bir kaç adım geriledikten sonra durakladı. Şuan arkasını dönüp odasına girebilirdi ama yapmadı. İçindeki yangını keşfeden birinin olması canını fena yakmıştı. Her zaman hislerini büyük bir ustalıkla saklamayı başarmıştı, ne de olsa bunun eğitimini almıştı. En acısı Jack’in bile hiçbir zaman anlamamış olmasıydı. Ama bu adam onu sadece bir haftadır tanıyan bu adam onu anlamıştı. İçinde bastırdığı o kocaman acı yumağının ucuna ulaşmıştı. Çözülmek istemiyordu, o bundan güç alıyordu. Hayal kırıklıklarından toplanmış acısını birisinin daha doğrusu bir adamın ve en doğrusu bu küstah adamın görmesine dayanamazdı. Öfkeden tutuşan bedenini durduramadı ve John’un hiç beklemediği bir anda atılıp dev cüssesini adamın arkasındaki iki odayı ayıran duvara sertçe yasladı. Kaçık kimdi ona gösterecekti.

Bunu hemen şimdi, şu anda yapacaktı.
Emily bir elini onun yüksek sol omzunun hemen yanına diğer elini de ondan aşağı kalmayan sağ omzunun yanındaki soğuk duvara dayadı. John ilk kez köşeye sıkışmaktan memnun ve tarif edemediği o garip hazla kıpırdamadan kaskatı durdu. Kadının yaptığı ona erkeksi görünen bu hareket karşısında afallamıştı. Hayatında hiçbir kadın ona bu şekilde davranmaya cesaret edemezdi. Düne kadar da edemeyeceğini sanırdı. Yanılmış olmalıydı çünkü sahnenin devamını getirmekte kararlı olan bu kaçık kadın yüzüne doğru yaklaştığında soluğu hızlanmıştı. Kendisini baştan çıkarıyordu ve kahretsin ki bunu başarıyordu. Onun irileşmiş gözbebeklerini takip etti. Kendi omuzlarında, çenesinde, dudaklarında ve en son gözlerinde son bulan o yolculuğunu uslu bir çocuk gibi izledi.

Emily hafifçe başını yana eğdiğinde gözleri kadının boynuna kilitlenmişti. Engel olamadı ve sesli bir şekilde yutkundu. Kadın dudaklarını hafifçe araladığında John nefesini tutmuştu. “İçimde bir yangın olduğu doğru...” dedi, kısık dahası davetkâr bir sesle.
“Biliyorum tatlım,”

Tatlım mı? Emily başını yere eğdi. Küçük omuzları dev dalgalara maruz kalmış gibi titriyordu. Başını kaldırdığında yüzünde davetin zerresi yoktu. Alay dolu bir ifade ile pis pis sırıtıyordu.
“Dikkat et federal, o içimdeki yangın etrafı sarmasın.”

Kollarını hızlıca çekti ve John’u içine düştüğü yangının ortasında öylece bırakıp gitti. Yaslandığı duvarın yanındaki kapıdan gelen arka arkaya üç kilit sesi adamın şahsına adeta bir küfür gibiydi...
✔✔✔

Lena rahatsız bir gecenin sonunda ancak sabaha karşı uykuya dalabilmişti. Buna dalabilmek denirse... Her saat bir öncekinden daha olan kötü kâbus dolu uykulardan uyanıyordu. Evine gitmek için onca dil dökmesine rağmen hemşirenin doktorun bir gece geçirmeden onu taburcu etmeyeceğini inadına yapar gibi güler bir yüzle söylemesinin üzerinden sekiz saat geçmişti. Yüzüne vuran sabah güneşi gözlerini kamaştırdı. Gece onu yatırdıkları oda şimdi gün ışığında en azından daha iç açıcı gözüküyordu. Dirsekleri üzerinde doğrulup pencereye değen ağacın dalları arasından görünen manzaraya baktı. Pek bir şey görünmüyordu ama asla uyumayan bu şehrin gürültüsünü duyabiliyordu. Lena gece her uyandığında yaptığı gibi başucundaki küçük komodinde duran telefonuna uzandı bir kez daha. Ne bir çağrı ne de bir mesaj vardı. Dün gece telesekretere Chloe için mesaj bırakmış, hangi hastanede olduğunu ona söylemişti. Ama duruma bakılırsa dalgın ev arkadaşı mesajını fark etmemişti bile, yoksa mutlaka yanına gelir onu bu hastane odasında yalnız bırakmazdı. Genç kız bir kez daha ev ve cep telefonundan ev arkadaşına ulaşmayı denediyse de sonuç aynıydı. Telefonlar sonuna kadar çalıyor fakat Chloe tarafından cevaplandırılmıyordu.
Hemşire yüzüne yerleşmiş gülümseme ve elindeki tepsi ile odaya girdiğinde Lena telefonunu komodine henüz bırakmıştı.

“Günaydın, iyi uyudunuz mu?”
“Pek değil, ama kendimi daha iyi hissediyorum,”

“Bunlardan yedikten sonra çok daha iyi hissedeceksiniz.” Lena’nın yatakta doğrulup, arkasını yaslanmasını bekledikten sonra elindeki tepsiyi genç kızın kucağına bıraktı.
“Teşekkür ederim,”

Hemşire yatağın etrafını dönüp pencereye ulaştı ve içeriye temiz hava girmesi için araladı. “Harika bir gün değil mi?”
Lena güneşli günleri her zaman severdi. Güneş ona oldum olası mutluluk verirdi, fakat bugün mutlu olması için güneş bile yeterli gelmiyordu. Yine de hafifçe tebessüm etmeyi başardı. “Evet öyle,” dedi.

“Doktor bey sizi ancak öğleden sonra muayene edebilecek. Sabah kendisinin iki ameliyatı var,”
“Anlıyorum,” Genç kız başını tepsiye eğip peynirden bir çatal aldı. Tatsız tuzsuz olmasını önemsemedi, gerçekten acıkmıştı. Bütün gece serumdan sonra bir şeyler çiğnediği için sadece şükretti.

“Erkek arkadaşınız bugün ziyaretinize gelecek mi?”
Lena başı önünde ilk lokmasını yuttu. “Hayır, o benim erkek arkadaşım değil,” dedi.

“Ah öyle mi! Affedersiniz, sizin için o kadar çok endişelenmişti ki, sevgiliniz olduğunu düşündüm.”
Lena plastik bardakla oynarken kederle dolu gülümsedi. Başını kaldırıp telefonunun hemen yanında duran kırık gözlüğüne ve onun kendisine verdiği karta baktı. Düşünceleri geceden beri sayısız kez olduğu gibi bir kez daha öpüştükleri o büyülü ana kaydı. Kayan tek şey düşünceleri olmamıştı. Sakarlığına bir kez daha yenildi. Elinde tuttuğu dumanı tüten bardağı kısmen üzerine devirdi ve yanmanın acısıyla tiz bir çığlık attı.

Yanıyordu, her anlamda yanıyor ve acı çekiyordu.
Lena Bennett ömründe ilk kez âşık olmuştu.

✔✔✔
John büyük bir yenilgi ile bitirdiği gecenin sabahında sakinleşmişti. Sebebini uzun zamandır bir kadının yakınlığından mahrum kalmasına bağlamış ve kendini aklamıştı. Ne de olsa o sağlıklı bir erkekti ve bir süredir ihmal ettiği ihtiyaçları vardı. Yoksa Emily Hebert asla onun dönüp bakacağı bir kadın değildi. O tam bir baş belasıydı. Her ne kadar güzel ve alımlı olsa da kendi kriterlerine çok uzaktı. Kendini erkeklerden üstün gören, çenesi düşük kadınlarla hiçbir zaman işi olmazdı. O sakin kadınları severdi, sorun çıkarmayanlarını ve Bayan İlişkibilir’in yarısı kadar bile konuşmayanlarını. Bu davayı çözüp Amerika’ya döndüğünde en kısa sürede bu durumunun icabına bakacaktı. Şimdilik mükemmel sevgiliyi oynamaya devam etmek zorundaydı. Yeni satın aldığı kıyafetlerinden günlük bir şeyler seçip hızlıca giyindi. Aynadaki yeni görüntüsüne hala alışamamıştı ama fena sayılmazdı. Kahverengi pantolonunun üzerine beyaz bir gömlek geçirip odadan çıktı. Aşağıya indiğinde ailenin çoğunu kahvaltı masasının başında buldu. Hailey odaya girer girmez ona içten bir gülümseme sundu. Bu kadından ve yanında oturan eşinden ilk görüşte hoşlanmıştı. Kardeşine nazaran Hailey Hebert sıcakkanlı bir kadındı.

"Günaydın Bay Parker,”
“Günaydın,” dedi aynı içtenlikle.

Masanın başında oturan büyükanne Kaitly ve Bayan Hebert da küçük sohbetlerine ara verip ona güzel bir gün dilediler.
Matthew tabağı ile oynarken “İyi uyuyabildiniz mi Bay Parker?” dedi. John boş servis olan bir yere geçerken “Lütfen bana John deyin, biz artık bir aile sayılırız,” diye yanıtladı. Sözü masadaki herkeseydi.  Sarah Hebert’ın yeni damadı olan kendisini hayranlık dolu bakışlarla süzdüğü gözünden kaçmadı. Karşısındaki kadın tam anlamıyla ışıl ışıl gözleriyle kendisine bakmayı sürdürüyordu.

“Tabi ki öyle sayılırız. John çay mı kahve mi alırsın?”
Bayan Hebert’ın bir saniyede aile olma fikrini bu kadar benimsemesinin şaşkınlığı ile “Kahve, teşekkürler,” diyerek yanıtladı. Zarif bir hareketle servis yapan kadın anneleri değil ablaları kadar genç gösteriyordu. Yeşil gözleri Emily’nin gözlerinin rengi ile neredeyse aynı iken saçları büyük kızınınkiler gibi sarı tonlarındaydı.  Matthew’in sorusunu yerine oturduktan sonra cevapladı. “Yorucu bir geceydi, ama aranızda bulunmaktan büyük keyif aldım.”

Hailey aşk dolu gözlerle kocasına baktı. “Biz de öyle, değil mi hayatım,”
“Kesinlikle, Emily ile harika bir çift oldunuz.” Genç adam da bunu karısının yanağını okşarken söylemişti. Ah! Aşktan gözü dönmüş bir çift daha. Dün gece bunlardan yeterince görmüştü. Ama tuhaf olan dün gece flörtleşenlerden öte Hailey ve Matthew’in evliliklerinin üçüncü yılında bile birbirlerine böyle bakıyor olmalarıydı. John kendisine de üç yıl sonra aşkla bakacak bir kadın hayal etti. İster miydi bilmiyordu. Bunu daha önce hiç düşünmemişti. Üç yılı aynı kadınla geçirecek kadar kimseyi sevmemişti.

John, Dylan Hebert’in kahvaltı masasında olmamasından ötürü rahatlamıştı. Adamın küçümser tavrı ve iğneleyici sözlerine maruz kalmak için oldukça erken bir saatti. Emily’nin olmaması ise aklını kurcalamıştı. Uzatılan fincanı kabul ederken bunu annesine sordu.
Sarah Hebert “Babasıyla yürüyüşe çıktılar,” dediğinde huzursuzluğu geri geldi. Anlaşılan yaşlı kurt taktik değiştirmeye karar vermişti. Neyse ki Emily bununla baş edebilirdi. Kendisine âşık olduğunu babasına inandırması onun sorunuydu.

“Dün akşam hiçbir şey duymadığıma inanamıyorum. Günün yorgunluğundan olmalı. Umarım bir sorun yoktur, Jasmine Bouchard ile ilgili demek istiyorum.” John Bayan Hebert’a cevap veremeden araya büyük kızı girdi. “Anne o kadın başlı başına bir sorun zaten.”
“Hayır hiçbir sorun yok efendim. Bayan Bouchard gece dolaşmaya çıkmış. Ne kadar uzaklaştığının da farkına varmamış. Hepsi bu.”

“Ah iyi! Yeniden sorun çıkarmasında, Emily’nin bir kez daha canını yakmasına müsaade etmem.”
“Yakmayacak” dedi kararlı bir ses. Kaitly Hebert sonunda koruduğu sessizliğini bozmuştu. “Yakamayacak çünkü Michael Wilson denilen o ahmağı John ile kıyaslamam bile.”

John yaşlı kadının attığı pası havada karşıladı. Emily’nin kurnaz zekâsını babasının soyundan aldığı apaçık belliydi. Kaitly Hebert ona düşmanının adını açıkça söylemişti. Kime dikkat etmesi gerektiğini... John kadına minnet dolu bir ifade ile başını salladı.
Kaitly Hebert oturduğu sandalyesinden genç adamı dikkatle süzmeye devam etti. Torunun ne kadar doğru bir adamı seçmiş olmasının haklı gururunu yaşıyordu. Birbirlerine inanılmaz yakışıyorlardı. Çekici, saygılı ve kültürlü bir gençti. Dün akşam bunu herkese göstermişti. Amerikalı olmasının dahası bir ajan olmasının önemi yoktu. Emily için bunları bırakıp bambaşka bir dünyaya girmeyi korkusuzca göze almıştı. Üstelik karşısındaki adamın inkâr edilemeyecek bir zekâsı vardı. Evet, Emily ve John kesinlikle bir şansı hak ediyorlardı. Bugün olmasa bile Dylan da bunu yakın bir zamanda anlayacaktı...

✔✔✔
Dylan Hebert kesinlikle zeki bir adamdı. Fakat bilmediği karşısındaki adamın da ondan aşağı olmadığıydı. John’u bölgenin bir kaç zengin toprak sahibi ile tanıştırdıktan sonra Michael Wilson denilen herifle karşı karşıya getirmişti. John kendisiyle ilgilenmesinin altından çıkacak şeye hazırlıklıydı ve hiç şaşırmamıştı. Fakat Bay Hebert’in kızını ne kadar yaralayacağını bilmesine rağmen böyle bir harekette bulunması canını fena halde sıkmıştı. Salonun köşesindeki masalardan birinde büyükannesi ile dikilen genç kadının onları yan yana gördüğü an nefesini tuttuğunu fark etti. İrileşen göz bebeklerini buradan bile seçebilmişti. Karşısında olduğu yerde kabarmış duran adama sakince gülümsedi.

“Bu Bay Wilson. Kendisi Alberta’nın en değerli ailelerinden geliyor. Bu da Bay Parker, Emily’nin Amerika’dan bir arkadaşı.” John Dylan Hebert’ın tarafını net olarak belli ettiği bu tanıştırma törenini sessizce dinledi. Neredeyse kahkahalarla gülecekti. Kaitly Hebert’ın yanlarına geldiğini fark ettiğinde onu Emily’nin göndermiş olduğunu düşündü.
“Dylan, Bay Grute da seni arıyordu, neden gidip ona selam vermiyorsun?”

“Gece uzun anne, mutlaka karşılaşırız.” Yaşlı kadın oğluna öyle öfke dolu bir bakış attı ki John bir an onu bastonu ile kovalayacağını sandı.
“Memnun oldum Bay Parker,” Elini uzatan Michael pis pis sırıtıyordu. John onun havada asılı duran elini tutup sıktı. “Bay Hebert söyleme gereği duymadı ama başkasından duymanızı istemem. Ben Emily’nin eski erkek arkadaşıyım.” Kaitly Hebert’in yüzü gerilirken oğlunun yüzünden anlık bir keyif geçti.

John tuttuğu eli biraz daha kavradı. “Biliyorum Emily bahsetmişti. Bu kadını bu yüzden seviyorum, yaptığı yanlışlardan sonra sonunda hep doğruyu buluyor.”
Yaşlı kadın bir kahkaha savurdu. John şimdi kaskatı olmuş bedene ait olan eli serbest bıraktı. Bay Wilson’un az önce kabaran cüssesinden artık eser yoktu.

“Bu hiç de yerinde bir hareket olmadı Bay Parker,” Dylan Hebert’ın açık tehdit içeren cümlesine gülümseyerek karşılık verdi. “Bence gayet yerinde.” Konuşma bitmişti.
Kolunu eşlik etmek için yanında duran yaşlı kadına uzattı. Kaitly buna nasıl hayır diyebilirdi ki! Koluna girdiği adama büyük bir hayranlıkla bakarken salonun karşı tarafına doğru ilerlemeye devam ettiler. Masaya vardıklarında Emily babasının az önce ayrıldığı yerde Michael’ın yanına yeni gelen Jasmine’e bakıyordu. Kadın her zamanki gibi neşe saçıyordu. John onun bakış açısını bilerek kapatmak için tam önünde durdu. Genç kadın bu yaptığından hiç hoşnut olmadığını ona kıstığı gözleri ile anlatmaya çalışırken John da altta kalmaya hiç niyeti olmadığını gösterircesine tek kaşını kaldırıp ona uyarısını verdi.

Kaitly’nin John ve torunu arasında gidip gelen bakışları genç adamın tek kaşı havada kalmış olan yüzünde son buldu. “Çocuklar, neden bu geceki dansı siz açmıyorsunuz?”
Emily neşeyle bu anı bekleyen büyükannesine söyleyecek mantıklı bir mazeret düşünürken John da konuşmaya dâhil oldu. Dahası o da büyükannesinden yanaydı. “Evet neden geceyi biz açmıyoruz.”

“Bence bu çok gereksiz, kendimizi öne atmamıza gerek yok değil mi hayatım,”
“Bence var,”
“Bence yok,”
“Şu anda saçmalıyorsun John.”

“Şu anda bakman gereken arkası değil benim Emily.” Kahretsin bunu neden söylemişti ki. Bunu yaptığına inanamıyordu. Kadın ona ilgisi olduğunu düşünecekti. İlgisi falan yoktu. Bunu ona ispat edecekti. Ne kadar yakın olsalar bile ondan etkilenmediğini ona gösterecekti. Karşısındaki kararlı yüze bakmayı bırakıp hızla arkasını döndü ve salonun ortasındaki geniş piste doğru ilerledi.
“Sak-” Emily sakın diyecekti ‘sakın yapma’ ama ukala herif ondan önce davranmış ve orkestraya işareti çoktan vermişti…

Müzik başlamıştı.
Şimdi herkes merakla gecenin çiftini alkışlıyordu…