Lena kendisini uçuran güçlü rüzgârın onu nereye doğru götürdüğünü kestiremiyordu. Ağır gelen göz kapaklarını yavaşça aralamaya çalıştı. Gözüne aniden çarpan keskin beyaz ışık yüzünden bir anlığına kör olduğunu sandı. Başını boşluktan diğer tarafa doğru zorla da olsa yaslamayı başardığında tekrar gözlerini açmayı denedi. Gri renkteki kirli tavanı ve belli aralıklarla uzayıp giden floresan lambaları seçebildi. İleride ise hayal meyal koşan bir kadın görmüştü. Etrafı incelemeyi bıraktığı an dizlerinin altından geçip sıkıca kavramış olan elin sahibine bakmak için başını kaldırdı. Onu taşıyan adamı gördüğü an az önce aralamakta bile zorlandığı gözleri elinde olmadan sonuna kadar açıldı.
Onun ayıldığını fark eden
adam beklemeden konuştu. “İyi misin?” Sesi nefes nefese dahası endişe dolu
çıkmıştı.
“Ba-Bay…” Adamın bu kadar
yakınında olmak, ne yakını onun kucağında olmak. “Bay Anders…” başı hızla geriye
doğru düştü.
Marc kollarında bir kez
daha kendinden geçen kızı biraz daha kendine çekti ve önünde kendilerini acil
müdahale odasına götüren hemşireyi takip etti. Genç adam hemşirenin peşinden
onun girdiği odaya daldı ve kızı yavaşça sedyeden bozma yatağa bıraktı.
Arkasından iki doktor da telaşla odaya giriş yaptı. Marc hala baygın olan genç
kızın başına üşüşmüş iki adamı seyrederken hemşire kolunu tutup ona dışarı
çıkmasını işaret etti. “Bayım, lütfen dışarı!”
Kadının dediğini yapıp çaresizce
koridora çıktı. Gece yarısı olmasına karşın hastane fazlasıyla kalabalıktı. Ne
kadar insan yaralanıyor, sakatlanıyor ya da ölüyordu. Ölüm diye
geçirdi içinden ve devam etti, aynı senin
gibi sebep olan ahmaklar yüzünden…
Sophia’nın uzaktan hızlı
adımlarla ona doğru geldiğini seçebildi. Her şey o kadar ani gelişmişti ki,
öfkesi o kadar körelmiş ve beklemeye tahammülü o kadar azalmıştı ki hiç
düşünmeden onu duvara çarpmıştı. Onu çevirmeden, yüzüne bakıp kim olduğunu
görmeden! Ve ancak yığılan o zayıf bedeni kendine çevirdiğinde ayılmasını
sağlayan o ilk şoku yaşamıştı. Kızın alnından sızan kana ve dağılmış saçlarına
rağmen onu ilk saniyede tanımıştı. Kollarındaki hareketsiz bedenin sahibi Bayan
Hebert’in asistanı olan genç kızdı. Özgeçmişini bizzat kendisinin araştırdığı
bu kızın hatırladığı kadarıyla sıradan bir hayatı vardı.
“Kız nasıl?” Marc
Sophia’nın sesiyle başını çevirip onun yüzüne baktı.“Bilmiyorum,” dedi. Zaten kendini hiçbir bok bilmeyen biri gibi hissediyordu.
“Ah Marc! O kadar sert
vurmak zorunda mıydın?” Genç adam az önce kendisine sorduğu bu lanet soruyu
tekrardan üstelik başkasından duymaktan iki kat daha fazla rahatsız oldu.
“Kontrolümü kaybettim,” dedikten sonra ise duvar kenarına çöktü. Sophia’nın ona
doğru uzattığı elindeki kırık gözlüğe ve üzerinde kendi adının yazılı olduğu
karta baktı. Onu kıza kendisinin verdiğini hatırlıyordu. “Bunları düşürmüş,”
diyen genç kadın elindekileri saklaması gereken sanki genç adammış gibi ona
uzattı ve Marc’ı kırık bir gözlük ve ucu kanlı bir kartla bakışarak işkence
dolu saatler geçirmesi için yalnız bıraktı…
Genç adamın baktığı yerde
bir gözlük ve kâğıt parçasından daha fazlasını gördüğü dakikalarda bir el
hafifçe omuza dokundu. “Beni duyuyor musunuz Bayım?” Marc daldığı o karanlık
kuyudan çıkıp kendisine seslenen kadına baktı. Bu onu odadan neredeyse kovacak
olan hemşireydi. Hızlıca doğruldu ve kendisini toparladı. Hemşire şimdi onu hiç
de düşman sayılamayacak olan bakışlarla süzüyordu. “Sonunda kendine geldi.
Durumu oldukça iyi, beyninde herhangi bir hasar da yok, sadece açılan alnına
birkaç dikiş attık.” Adamın elinde tutmakta olduğu gözlüğü işaret etti. “Tanrı’ya
şükür çatlarken gözlerine zarar vermediği gibi burnunu da korumuş. Doktor bey
size detaylı bilgiyi verecek zaten, buyurun…”Marc içindeki tüm havayı boşaltan derin bir nefes verdi. Kadının gösterdiği yerin aksine önünde beklediği odayı işaret etti ve “Önce onu görebilir miyim?” dedi. Hemşire muzip bir gülüşle süslediği başını onayladığını gösterircesine hafifçe aşağı doğru salladığında Marc bir saniye bile beklemeden odadan içeriye daldı.
Lena onu kapıda gördüğü an
doğrulmaya çalıştı. Güçsüz bedeni içindeki bu güçlü heyecanla birleşince eli
ayağına dolaşıyor adeta hiçbir organı söz dinlemez oluyordu. Her biri bağımsız
ve tam bir serseri gibi başına buyruk davranıyordu. Tıpkı az önce olduğu gibi… Bacaklarını
oynatmak isterken bir anda elleri savrulmuştu. Gelgitler yaşayan deliler
gibiydi. Yapmak istediği mesleği düşününce insanın aklına tek gelen ‘böyle
yarım akıllı biri başkalarına nasıl psikolojik yardımda bulunabilir’ oluyordu. Marc
kızın kolunu hızlıca çekmesiyle havalanan başucundaki serum şişesini son anda
yakaladı. “Tanrı aşkına ufaklık senin sorunun ne?”
Genç kız iki saniyede inşa
ettiği hayal kırıklığı duvarının altından ufaklık
diye fısıldadı ama adam onu duymamıştı bile, büyük bir ciddiyetle şişeyi
yerine takmakla meşguldü. İşi bittiğinde aynı ifade ile kendisine dönüp
doğrulmaya çalışmasına yardım etti. Lena ayaklarını sarkıtır vaziyette otururken
adam hala elini sırtından çekmemişti.
“Neden beni takip ediyordun?”
dedi aniden. İyi olup olmadığını sormaması genç kızın içini yaksa da belli
etmemeye çalıştı, çaresizce teslim oldu. “Ben sizinle konuşmak istemiştim,”
dedi ve başını önüne eğdi. Eline takılmış olan iğnenin ucundan uzanan kordonla
oynamaya başladı.
“Bayan Bennett, benimle ne
konuşacaktınız?” Adamın sesi boğuktu ya da Lena kulakları uğuldamaya başladığı
için öyle duyuyordu. “Bana eğer herhangi bir şey olursa arayın demiştiniz,”
Başını kaldırıp bu defa adamın yüzüne baktı.“Oldu mu?” diyen kararlı ve sert yüzü ne kadar da yakınındaydı. Gözlükleri olmadığı için karşısındaki yüze çekinerek baktı. Gözlüklerinin ardından insanlara bakmak her zaman daha kolaydı. O dar çerçevelerin arasındaki iki küçük cam parçası ona her zaman tuhaf bir güven duygusu verirdi. Sanki kimse gözlerine şimdi olduğu gibi dik dik bakmaz ve yüzünü böyle belirgin bir şekilde incelemezdi.
“Olmadı,” dedi bir solukta
ve gözlerini hızlıca devirdi. Konuşmaya burada –elini incelerken- devam
edecekti. “Fakat aklıma bir şey geldi. Bilmiyorum belki önemsiz bir detay ama...”
“Başın iyi mi?” Adamın eli
alnındaki bandaja doğru gidince eş zamanlı olarak kızın da aklındaki bütün
detaylar uçup gitmiş oldu. Kafasına sürdükleri ilacın yoğun kokusuna rağmen kendisine
hiçbir ilacın böylesine güçlü bir etki yaratamayacağını bildiği adamın baştan
çıkarıcı kokusunu almıştı. Koku sadece bir an bile olsa ürkek ve korkak
karakterini cesaretlendirmişti. Biliyordu, onun gibi sıradan kızlar asla böyle
adamlarla yan yana olamazdı. Ama şimdi yan yanalardı. Yan yana bile az kalırdı. Onun başını tutan sıcak eli altındaki bütün hücrelerini eritmeye devam ederken Lena hayatında yaptığı en çılgınca şeyi yapmaya hazırlandı. Adamın ceketine uzanan elinden aldığı destekle poposunu hafifçe kaldırdı ve ulaşmak istediği zirveye başarılı bir dağcı gibi tırmandı. Marc daha ne olduğunu anlamadan Lena yoğun bir muhtaçlıkla onun dudaklarına kapandı. Dudaklarından taşan acemi fakat tutku dolu bir öpücük verdi. Adam hazırlıksız yakalanmanın da şaşkınlığı ile elini kızın incecik beline doladı. Bu bir davet miydi? Lena öyle olmasını diledi. İlk kez bir adamı öpmüştü dahası reddedilmemişti. Ondan aldığı bu güçle ceketi sıkıca tutan elini bıraktı. Eli yolu bilen bir kelebek gibi adamın omzunda boynuna yakın bir yere kondu. Marc kıpırdamadan dikilirken kızın onu ikinci kez öpüşünün keyfini çıkardı. Onu öpmüyordu ama geri de çekilmiyordu. Çok gençti, çok masum ve çok tecrübesiz ama hepsinin toplamı muhteşemdi.
“Marc,” Ses bütün büyüyü
bir saniyede bozmaya yetti. Lena gözlerini açıp kolları arasındaki adama
sonrada sesin sahibi olan kadına baktı. Akşam Marc’ın yanında gördüğü o genç
kadın kapıya yaslanmış şaşkın gözlerle onlara bakıyordu. Lena büyük bir utançla
başını diğer tarafa çevirirken hızla elini adamın omzundan çekti. Bunu o kadar
hızlı yapmıştı ki hala eline bağlı olan serum şişesi onu tutan ayaklıkla
birlikte devrildi. Tüm sakarlıkları da dâhil hayatının hiçbir anında bu kadar
yerin dibine girdiğini hissetmiyordu. Marc ise gayet rahat bir tavırla kızı
sedyeye bıraktıktan sonra Sophia’ya dönüp “Geliyorum,” dedi. Sophia kapıda
gözden kaybolunca Marc derin bir nefes alıp ellerini beline yerleştirdi.
“Bayan Bennett, bu
yaptığınızı gençliğinize veriyorum. Şimdi bana söylemek istediğiniz gerçek bir
şey var mı?”
Genç kız yüzünü çevirmeden
olumsuz anlamda başını salladıktan iki saniye sonra Marc da olumlu anlamda
salladı. “Pekâlâ, hoşçakalın.” Ardından hızla odayı terk etti.
Lena’yı kırık bir serum
şişesi ve gözyaşlarıyla baş başa bıraktı...
✔✔✔
Elleri, tutmayan dizleri ve
zonklayan alnı arasında adeta bir destek görevi görüyordu. Ayakta daha fazla
direnemeyen bedenini güçlükle tekrar merdivenlere bırakmıştı ki ormanın
girişinden çıkan onu seçebildi. Bay Parker için endişelenmişti ama şükür
yaşıyordu ve ona doğru yaklaşıyordu. Dimdik omuzları geniş bedeninin üzerinde
iki dağ gibi yükseliyordu. Yüzündeki ifadeyi net olarak göremiyordu ama
yürüyüşünden öfke saçtığı belli oluyordu. Kolunun altındaki çelimsiz bedene
bakarken belli belirsiz çenesi oynuyordu. Katille mi konuşuyordu? Emily tam
olarak adama sokulmuş karaltıya baktı bu defa. Yüzü başlığının altında kaldığı
için herifi seçemiyordu, biraz sıskaydı, neredeyse bir kadın vücudu gibi
incecikti. Belki de yanındaki adamın iri cüssesi onu böyle gösteriyordu. Emily
yanında bende mi böyle duruyorum diye düşünmeden edemedi.
Aralarında bir kaç metre
kaldığında karaltı başlığına uzanıp gülümseyen güzel yüzünü ortaya çıkardı.
Genç kadın aklının ona en büyük oyunu oynamak üzere olduğunun farkındaydı. Bu
nasıl mümkün olabilirdi? Anlayamayan gözlerle yanına doğru gelen ikiliye baktı.
Dilinin ağzının içinde büyüdüğünü hissetti. Konuşamıyordu, kesinlikle.
Bakışları o şeytan kadının adamın koluna girmiş eline kaydı. Ko-koluna
girmişti!
Adını söylemek için ağzını
açtı ama arkasından gelen daha güçlü bir ses işitti. Babası ondan önce
davranmıştı. “Bayan Bouchard burada ne işiniz var?” Emily bilinçsizce hala o
ele takılıp kalmıştı. Daha öncede hayatındaki adamdan onu koparan o ele.
“Üzgünüm Bay Hebert,
mülkünüze izinsiz girmek istemezdim.” dedi. Kadının yüzüne bakarken Emily
kendini hala tam olarak toparlayamamıştı. Ama konuşmayı başardı. Tabi buna
konuşmak denirse. “Jasmine,” diye tısladı. Ses tonu bu isimden ne kadar
iğrendiğini açıkça belli ediyordu.
John “İçeri geçelim
yaralandı,” dediğinde Emily ona ölümcül bir bakış attı. Jasmine kıkırdadı ve
biçimli küçük dudaklarını sahte bir acıyla kıvırdı. “Bay Parker, altınızda
hangi kadın kalsa eminim bir yeri kırılır,” Devam etmeden önce bir kez daha
samimiyetten uzak kıkırdadı. “En azından kalbi,”
Son cümleyi direkt olarak
Emily’nin gözlerinin içine bakarak söylemişti. Emily dişlerini birbirine
bastırırken onun için ne kadar zor da olsa sessizliğini korumayı başardı.
Babasının onlara kütüphaneye geçmelerini buyuran sesini işitti ve lanet kadın
adamın kolundan bir an bile çıkmadan merdivenlerde gözden kayboldu.
Emily orada öylece
dikilmeye devam ederken kendi kendine söylendi. “Beni kıskandırmaya mı
çalışıyorsun aptal sürtük. Harika devam et, nasıl olsa umurumda değil. ” Ve bir
saniye sonra söylediklerine tezat bir hızla merdivenleri tırmanıp peşlerinden
koşturdu. Neler olduğunu öğrenmezse aklını kaybedebilirdi!
Girişteki kalabalığı o da
yararcasına geçti. Büyükannesi ve amcasının bir sis perdesinin arkasına
gizlenmiş gibi görünen merak dolu yüzlerine baktı. Üst katın merdivenlerden fırtına
gibi inen Matthew ve arkasındaki Hailey’in dediklerini işitmiyordu bile.
Babası, John ve sürtüğün ardından kütüphaneye daldı ve kapıyı büyük bir gürültü
ile kapattı. Bu içerideki herkesin dönüp ona bakmasına sebep oldu. Arkasındaki
kapı iki saniye sonra ablası tarafından yumruklanırken tüm gücüyle yaslandı.
Dylan Hebert masanın
arkasındaki koltuğuna geçerken tok sesi ile kükredi. “Biri bana burada neler
olduğunu anlatsın hemen!” Emily yana kaydı ve kapı Hailey tarafından büyük bir
gürültü ile açıldı. Aslında çenesi kapıdan önce açılmıştı. “O duyduğumuz silah
sesi miydi?” dedi odaya merakla dalarken. Gözleri silahtan sonra ikinci merak
ettiği şeye kaydı. “Jasmine, senin burada ne işin var?”
Emily oyunlarının ortaya
çıkmasından deli gibi endişe duysa da neler olduğunu ne pahasına olursa olsun
öğrenmeliydi. Kapıdan giren büyükannesi ve amcasına korkuyla baktı. Yaşlı kadın üzerindeki çirkin geceliği ve
tuhaf bir şekilde sarılmış saçları ile felaket bir görüntü sergiliyordu. “Dylan,
oğlum neler oluyor,” dedi.
Koltuğa kurulan Jasmine büyük bir
rahatlıkla konuşmaya başladı. “Bay Hebert, izin verirseniz ben anlatmak
isterim. Durum tam olarak şöyle. Geceki kalabalıktan dolayı biraz başım
ağrıyordu ve dolaşmaya çıkmıştım. Aslında yalnız dolaşmam hataydı. Ne zaman bu
kadar uzaklaşmışım bilmiyorum. Ormanın girişinde kızınız ve Bay Parker’ı
görünce onlara herhangi bir rahatsızlık vermeden uzaklaşmak istedim. Ne de olsa
öpüşüyorlardı ve ben aşka saygısı olan bir kadınım.”
Hailey dehşetle inledi. “Tanrı
aşkına öpüşüyor muydunuz?” Sorusuna hiç kimseden bir cevap alamayınca sustu.
John karşısında oturan kadına bir
kaç adım yaklaştı. “Neden size seslendiğim halde benden kaçmaya devam ettiniz?”
Kadın elini zarif bir hareketle
kalbine götürüp “Panik oldum, sonuçta hoş olmayan bir durumdu.” dedi. Emily çıldırabilirdi.
Köşesinden çıkıp odanın ortasına kadar ilerledi ve Jasmine’nin alay dolu yüzüne
baktı. “O paltoyu yeni mi aldın?”
“Bu da ne demek?”
Emily ateş saçan gözlerini kıstı.
“Bir kaç gün önce o paltodan giyen biri beni öldürmeye çalıştı.” Büyükannesinin
ellerini ağzına götürüp kapattığını gördü. Kahretsin, bunu bilmemeleri
gerekiyordu.
Jasmine karşılık olarak uzun
kirpiklerini ustalıkla kırpıştırdı. “Burası Kanada. Burada herkes on iki ay
boyunca palto giyer. Bu bir suç sayılır mı Ajan Parker. Ah! Doğru değil mi? Tüm
gece herkes sadece bunu konuştu. Sizin federal bir ajan olduğunuzu,”
Parker’ın kasılan çenesinden tek
bir kelime çıktı. “Doğru.” dedi. Öfkesi daha çok yanında dikilen boş boğaz
kadınaydı.
Jasmine bir kez daha Emily’e
baktı. “Fazla korku filmi izliyorsun sanırım tatlım, böyle şeyler yalnızca o
aptal korku filmlerinde olur. Dizim fazlasıyla acıyor, şimdi izin verirseniz
evime gitmek istiyorum,”
“Unutma, o korku filmlerinde ilk
önce iri göğüslü aptal sarışınlar ölür,” Herkes dönüp bunu söyleyen Hailey’e
bakınca genç kadın umursamazca omuz silkti. Emily inledi. Jasmine ise oklarını
bu sefer büyük cadı dediği Hailey için hazırladı. “Bay Patel size
zahmet olmazsa beni evime kadar bırakmanızı...”
“Asla, Matthew asla seni evine
bırakmayacak, neden geldiğin yoldan defolup gitmiyorsun,” Dylan Hebert’ın
masaya büyük bir gürültü ile vurmasıyla herkes bir anda sesini kesti. “Matthew
karını al ve odanıza çıkın,”
“Ama baba bu kadın,”
“Hemen dedim,”
Hailey şimdilik yenilgiyi kabul
ettiğini gösterir bir ifade takınıp hışımla odadan çıktı. Matthew de karısının peşinden
kütüphaneden ayrıldığında Dylan Hebert az da olsa sakinleşmişti. Kapıda dikilip
olanları sessizce izleyen ağabeyine döndü. “Christian Bayan Bouchard’ı
evine
bırak lütfen ve güvende olduğundan emin ol,” Sesini bari bunu yap der gibi
ayarlamıştı. Jasmine bir ihtiyarın refakatinde eve dönecek olmanın hayal
kırıklığı ile odadakilere kibarca iyi geceler diledi ve yaşlı centilmenin ona uzattığı
koluna girdi.
“Anne, Emily. Bizi Bay Parker ile
baş başa bırakın,”
Lanet olsun tehlike geçmemişti
işte. “Bende kalayım,” diye atıldı bir anda.
“Hayır kalamazsın, erkek erkeğe
konuşmak istiyorum,”
Kahretsin o paltoyu neden
sormuştu ki, bu babasını şüphelendirmiş olmalıydı. “Ama baba!” dedi son kez.
“Hadi tatlım onlara izin
verelim,” Buğulu gözlerle büyükannesine döndü. Yaşlı kadın oldukça yorgun
görünüyordu. “Pekâlâ,” dedi ve onu takip ederek çıkışa doğru ilerledi. Kapıya
tutunduğunda arkasını dönüp odada baş başa bırakmak üzere olduğu iki adama
baktı. Önce John ile buluştu gözleri. Sakın ağzından bir şey kaçırma, der gibi keskin
ve tehditkâr bir bakış attı. Adam da aynı ifade ile onun yüzüne baktı. Kaçırmam,
der gibi. Bakışları masasına kurulmuş oturan babasına kaydı sonra...
“Ne hakkında konuşacaksınız
baba?” dedi ima dolu bir sesle.
Dylan Hebert koltuğunun arkasına
yaslandı ve ellerini çenesinin altında birleştirdi. Sakin tavrı fena halde
sinir bozucuydu.
“Aşkınız hakkında, senin için
nelerden vazgeçebileceği hakkında.”
Emily yutkundu. İşi bitmişti.
Sahte bir sevgili onun için neden vazgeçebilirdi?
Zoraki gülümsemeye çabaladı ve cevabı
kendine kütüphanenin büyük ahşap kapısını kapattıktan sonra verdi.
Hiçbir şeyden...
✔✔✔
Marc, Sophia ile birlikte
katilin son kurbanı olan kadının otopsi raporunu okuyan federal uzmanı
dinliyordu. Gözleri ise masada kadından kalanlardaydı. Her ne kadar inceleme
tamamlanmış ve ön rapor çıkmış olsa da katilin onlara ceset üzerinden bir
şeyler anlatmak istediğinden artık emindi. Bu izler basit cinayet
vakalarındakiler gibi değildi. Daha çok incelikle işlenmiş hasta bir ruhun
elinden çıkan sanat eseri gibiydi. Nasıl bir kaçıkla karşı karşıya olduklarını
anlamak için cesede göz ucuyla bile bakmak yeterdi. Marc zaten fazlasıyla soğuk
olan odada iliklerine kadar donduğunu hissetti. Kokuya aldırış etmeden
ağzındaki maskeyi çıkardı ve cesedin yatırıldığı masanın etrafında gezinmeye
başladı. Her açıdan ve her şekilden görüntüyü zihnine kazımak istiyordu.
Kadının bulunduğu yeri,
kimlik bilgilerini ve kesin ölüm saatini okumayı bitiren deneyimli uzman
kendisi gibi odada bulunan diğer iki federal uzmanla birlikte yaptıkları
incelemelerinin sonucunda vardıkları sayfalar dolusu değerlendirmelerinin
başladığı kısmı okumaya geçti. Marc’ın yarısını bile anlamayacağı tıbbi
terimlerle dolu olan saçmalıkları dinleyecek sabrı ne yazık ki yoktu.
“Bakın harika bir rapor
yazmışsınız. Gerçekten,” Sophia ile kendisini odadakilere göstererek “Artık
şunu anlayacağımız dilde anlatır mısınız?” dedi. Genç uzman hiç bozuntuya
vermeden kendisinden istenileni yaptı.
“Pekâlâ, öyle olsun.”
Eldivenlerini takıp
Marc’ın yanına –cesedin başına- geldi. Otopsi sebebiyle iki yana açtıkları göğüs
kafesini elleriyle toparladı. Bu esnada artık bir uzmandan çok çocuklara masal
anlatan bir ihtiyar gibi konuşmaya başlamıştı.
“İlk darbe ile hayati kayıp arasında geçen süre on bir dakika ile on üç
dakika arasında. Ölüm sebebi vücuda ilk saldırı bölgesi olan sağ göğüs kafesinin
içinde 697 gram ağırlığındaki akciğerin tek lopuna isabet edip buradaki yumuşak
dokuya giren mermi sebebiyle oluşan solunum yetmezliğidir. İşte tam şurası,”
Marc için eğilip gösterdiği yere bakmak hiç kolay olmamıştı.
“Olay yeri incelemeden gelen
kâğıda göz attım. Yüz metrelik bir mesafeden ve otuz kalibrelik bir silahtan
ateşlendiği tespit edilmiş. Bedende oluşan hasar da bunu kanıtlıyor. Katil, insan
anatomisi hakkında fazlasıyla bilgi sahibi. Kalbin olduğu tarafa dokunmuyor ve
sağ akciğeri kısmen parçalıyor.”
Sophia da görmek için
yanlarına geldi. “Yani bir nevi akciğeri yavaş yavaş mı boşaltıyor?”
“Aynen öyle Bayan
Campbell, kurbanı ona karşı koymak ya da bağırmak yerine nefes almaya
çalışıyor. Bir diğer husus ise kesici materyaller hariç fiziksel bir güç söz
konusu değil, vurma, itme, çekme gibi hasar oluşturacak bulgulara rastlamadık. Özellikle
dikkat edildiği kesin. Ayrıca son yirmi dört saat içerisinde de cinsel ilişkiye
girmemiş olduğunu da belirtmek isterim.”
Marc adam konuştukça öfkeden
kudurmaya devam ediyordu. “Piç, tertemiz bir vücutta resmen ustalıkla
çalışmış.” Ceset üzerindeki kesikleri gösterdi. Daha önce öldürülen kadınlarda da tıpatıp aynı kesikler vardı. Boynun hemen altındaki tek noktadan iyi yana doğru başlayan kesikler göbek hizasında karnın iki yanına kadar kesintisiz devam ediyor ve buradan ise aynı açı ile genital bölgede birleşiyordu. Dirsekten kesilmiş kolları ise cesedin en dehşet verici kısımlarıydı. Tüm bu şekillerin bir anlamı olmalıydı. “Peki ya bunları? Bunları ne kadar zamanda yapmış?” dedi.
Uzman derin bir nefes aldıktan
sonra karşısındaki iki ajana baktı. “Üzgünüm, hepsini kadın nefes almaya
çalışırken yapmış.”
✔✔✔
Vazgeçmek ona göre
değildi. Hem de aynı hafta içinde ikinci kez. Ama bir kez daha vazgeçti. Buna
mecburdu. Tek fark bu sefer mesleki sebeplerden ötürü vazgeçmiyor oluşuydu.
Elbette burada Kanada’da iş için bulunuyordu ama John bunu Emily için
yapacaktı. Onu yarı yolda bırakamazdı. Kimseyi yarı yolda bırakamazdı. Yarı
yolda kalmamış birisi bunu anlayamazdı.
“Cevabınız nedir Bay
Parker?”
John karşısındaki koltukta
tüm azameti ile oturan adamın gözlerinin içine baktı. Yaşına göre bir hayli
dinç vücudunun üzerinde zehir gibi işleyen bir kafa taşıdığı su götürmez bir
gerçekti. Kızı ile olmasından duyduğu rahatsızlık gün gibi ortadaydı fakat
kendisine temkinli yaklaşacak kadar da akıllıydı. Adam kızı ile aralarında var
olduğunu sandığı o aşka bir tekneymiş gibi küçük delikler açmaya çalışıyordu.
John’un bastırdığı öfkesinin altından hiçbir zaman kızıyla evlenmeyeceğini
yüzüne vurmak geçtiyse de yapmadı. Masanın kenarında hafif bir tempo tutan
parmaklarını sıkıp elini gevşek bir yumruk haline getirdi. Ardından son derece
kibar bir şekilde oturduğu koltuktan kalktı. Kütüphane de bu adam gibi
boğucuydu. Ceketinin altından belindeki silahına uzandı ve namluyu kendine
çevirdikten sonra gülümseyerek değersiz bir eşya gibi önündeki büyük ahşap
masaya bıraktı. Dylan Hebert kendince kazandığı bu zaferden ötürü belli
belirsiz gülümsedi. John omuzları hizasında açtığı güçlü kollarını masaya
dayadı ve iri gövdesini yaşlı adama doğru hafifçe eğdi.
Aynı belirsiz gülümseme
ile karşılık verirken her kelimenin altını çizerek konuştu. “Emily için her
şeyden vazgeçerim Bay Hebert, şimdi izninizle,” dedi. Adamın şaşkın ifadesini
görmesi yetmişti, vereceği cevabı beklemeden kararlı adımlarla ilerleyip her
anlamda boğucu olan o ortamdan ayrıldı...
Emily kütüphanenin
karşısındaki geniş salonda turlamaya devam ediyordu. Odanın ortasındaki çift
kanatlı kapının hizasından her geçişinde kütüphanenin bir kale girişinden
farksız görünen ağır ve zırhlı kapısına meraklı bakışlar atıyordu. Ellerini
ovuşturdu, uyuşturucu müptelalarına benziyordu. Belki de bu gece bu evdeki son
gecesi olacaktı. Babasını tanıyordu, bu oyunu öğrendiğinde yapacağı ilk şey
onları kapıya koymak olurdu. Kapının önünden bir kez daha geçerken elini ağzına
götürüp tırnağını dişledi.
“Belki de böylesi daha
iyi, bu saçmalığı iki hafta daha sürdürmek zorunda kalmayacağım,”
Büyük antika aynanın önüne
bir kez daha geldiğinde geri dönüp yürüdü işte tekrar içeride ölüm fermanı
imzalanan odaya doğru bakıyordu. “Kim bilir içeride neler yumurtluyorsun seni
ajan bozuntusu,” Odanın sol kanadına doğru yürümeye devam etti. “Tanrım beni
söylediğim yalanlar için affet,” dedi.
“Seni ilk gördüğüm gün bir
kaçık olduğunu anlamıştım.” Emily korkuyla olduğu yerde sıçrarken kendi
etrafında döndü. Tıpkı Manhattan’da dairesine izinsiz girdiği o gecede olduğu
gibi. Adam da o geceyi hatırlamış gibi imayla karışık gülümsedi. Onu hazırlıksız
yakalamaktan zevk alan bir manyaktı. Şüphesiz yine ona hazırlıksız
yakalanmıştı.
“Ne?” dedi.
“Kendi kendine mi
konuşuyorsun sen?”“Ne münasebet, ben Tanrı’ya yalvarıyorum.”
“Tanrı bugünlerde kolay
insan affetmiyor,” dedi ve elleri ile yeni imajını gösterdi. “Benim cezam devam
ediyor,”
Emily iki yanına düşen
ellerini yumruk yaptı. “Bu senin için ceza değil ödül olmalı. Şuna baksana ilk
kez gerçek bir centilmene benzemişsin.”
Karşısındaki adam cevap
vermek yerine ellerini pantolonun ceplerine sokup öylece kendisine bakmaya
devam ettiğinde genç kadın var olan asıl sorunlarını hatırladı.
“Ne konuştunuz? Senden
neden vazgeçmeni istedi. Ah! Yoksa benden mi?”
“Onu zaten istiyor,”
Emily ellerini iki yana
açtı. “Peki, o halde senden ne istiyor?”
“Kendi mülkünde bulunan
insanları sadece kendisi korurmuş. Baban benden silahımı bırakmamı istedi,” duruşunu
hala bozmamıştı.
Emily konuşmak yerine ona
gözleriyle sorduğunda John bekletmeden “Bıraktım,” dedi.
Genç kadının gözleri
hayretle açıldı. “Benim için silahını mı bıraktın?”
“Önemli değil yarın bir
tane daha alırım,” Muzipçe göz kırpıp salonun girişine doğru ilerledi.
Duyduğu ‘Aşağılık herifin
tekisin.’ cümlesini önemsemeden yüksek merdivenleri hızla tırmanıp akşam
hizmetçinin gösterdiği kendisine ayrılan ikinci kattaki odasına doğru ilerledi.
Önemsemesi gerekmezdi çünkü tam olarak öyleydi. Aşağılık bir herifti.
Arkasından koşuşturan kişinin ayak seslerini işitince dudakları arsızca
kıvrıldı. Onun yakınlarında olmasına alışmıştı. Alışkanlık mı? Hayır! Alışmak
beter bir şeydi. “Bensiz yapamıyorsun değil mi?” dedi. Sataşmak! İşte mükemmel
olan buydu. Onunla didişmekten tuhaf bir zevk aldığını bu sefer kendine bile inkâr
etmeyecekti.
Tahmin ettiği kişi soluk
soluğa cevapladı. “Sadece odama gidiyorum,” Genç kadın onun önünde dikildiği
odayı geçip hemen yanındaki odasının kapısına uzandı. “Odalarımızın yan yana
olması ne tesadüf, sence de öyle değil mi?” dedi küstahlığından bir doz bile
azaltmadan.
Emily ona dönük omzunu
silkti. “Bu da benim cezam,” dedi.
Güzel. Demek onu kendi
cümleleri ile vurmaya karar vermişti. İşte bu gerçekten hoşuna gitmişti. John
hiç düşünmeden sordu. “O kadınla, Jasmine miydi adı?” Onun hiçbir tepki
vermemesini fırsata çevirip devam etti. “Aranızda ne var?”
“Seni hiç ilgilendirmez,
benimle ilgili hiç bir şey seni ilgilendirmez,” Öfke, intikam ve nefret.
Hepsinin kokusu adamın burnuna doldu.
“İki kadının arasındaki bu
denli büyük yangının tek bir sebebi olabilir,”
Emily “Şimdi de başımıza
psikolog kesildi,” diye söylendi. Kapıyı sertçe açtı fakat odaya bir adım bile
atamadı.
“Bir erkek,” dediğini
işitmişti. Emily cevap vermek yerine tekrar hareketsiz kaldı.
“İkinize bakılırsa kimi
tercih ettiği belli,” diye devam etti lanet olası. Bu kadar küstahlık yeter de
artardı. Emily yıldırım hızıyla ona döndü ve son derece yerinde sert bir tokat
atmak için elini keskin bir hareketle havaya kaldırdı. Bileği tam ortalarında
adamın güçlü eli tarafından engellendi.
Tokat atmaya cesaret
etmişti ama yatak odalarının olduğu kattaydılar ve bu halde onları birisinin
görmesine dayanamazdı. Emily fısıltıyla konuştu. “Beni zorlama, bırak kolumu”
dedi. Tehditkâr görünmek istemişti ama karşısındaki biraz bile etkilenmemişti.
Aksine bileğini hala kuvvetli bir şekilde tutmaya devam ediyordu. Kendi evinde
ona hükmediyordu. John Emily’i biraz daha kendine çekti. Gözleri kadının kırık
yeşil gözlerinin en derinlerine kadar indi. Aradığı şey en derinlerdeydi.
Hırıltı dolu bir sesle “Senin içinde nasıl bir yangın var?” dedi. Sesi genç
kadının daha önce işitmediği derecede boğuktu. Emily sert ve ani bir hareketle
elini çekip kurtardı. Bir kaç adım geriledikten sonra durakladı. Şuan arkasını
dönüp odasına girebilirdi ama yapmadı. İçindeki yangını keşfeden birinin olması
canını fena yakmıştı. Her zaman hislerini büyük bir ustalıkla saklamayı başarmıştı,
ne de olsa bunun eğitimini almıştı. En acısı Jack’in bile hiçbir zaman
anlamamış olmasıydı. Ama bu adam onu sadece bir haftadır tanıyan bu adam onu
anlamıştı. İçinde bastırdığı o kocaman acı yumağının ucuna ulaşmıştı. Çözülmek
istemiyordu, o bundan güç alıyordu. Hayal kırıklıklarından toplanmış acısını
birisinin daha doğrusu bir adamın ve en doğrusu bu küstah adamın görmesine
dayanamazdı. Öfkeden tutuşan bedenini durduramadı ve John’un hiç beklemediği
bir anda atılıp dev cüssesini adamın arkasındaki iki odayı ayıran duvara sertçe
yasladı. Kaçık kimdi ona gösterecekti.
Bunu hemen şimdi, şu anda
yapacaktı.
Emily bir elini onun
yüksek sol omzunun hemen yanına diğer elini de ondan aşağı kalmayan sağ omzunun
yanındaki soğuk duvara dayadı. John ilk kez köşeye sıkışmaktan memnun ve tarif
edemediği o garip hazla kıpırdamadan kaskatı durdu. Kadının yaptığı ona erkeksi
görünen bu hareket karşısında afallamıştı. Hayatında hiçbir kadın ona bu
şekilde davranmaya cesaret edemezdi. Düne kadar da edemeyeceğini sanırdı.
Yanılmış olmalıydı çünkü sahnenin devamını getirmekte kararlı olan bu kaçık
kadın yüzüne doğru yaklaştığında soluğu hızlanmıştı. Kendisini baştan
çıkarıyordu ve kahretsin ki bunu başarıyordu. Onun irileşmiş gözbebeklerini
takip etti. Kendi omuzlarında, çenesinde, dudaklarında ve en son gözlerinde son
bulan o yolculuğunu uslu bir çocuk gibi izledi.
Emily hafifçe başını yana
eğdiğinde gözleri kadının boynuna kilitlenmişti. Engel olamadı ve sesli bir
şekilde yutkundu. Kadın dudaklarını hafifçe araladığında John nefesini
tutmuştu. “İçimde bir yangın olduğu doğru...” dedi, kısık dahası davetkâr bir
sesle.
“Biliyorum tatlım,”
Tatlım mı? Emily başını
yere eğdi. Küçük omuzları dev dalgalara maruz kalmış gibi titriyordu. Başını
kaldırdığında yüzünde davetin zerresi yoktu. Alay dolu bir ifade ile pis pis
sırıtıyordu.
“Dikkat et federal, o
içimdeki yangın etrafı sarmasın.”
Kollarını hızlıca çekti ve
John’u içine düştüğü yangının ortasında öylece bırakıp gitti. Yaslandığı
duvarın yanındaki kapıdan gelen arka arkaya üç kilit sesi
adamın şahsına adeta bir küfür gibiydi...
✔✔✔
Lena rahatsız bir gecenin
sonunda ancak sabaha karşı uykuya dalabilmişti. Buna dalabilmek denirse... Her
saat bir öncekinden daha olan kötü kâbus dolu uykulardan uyanıyordu. Evine
gitmek için onca dil dökmesine rağmen hemşirenin doktorun bir gece geçirmeden
onu taburcu etmeyeceğini inadına yapar gibi güler bir yüzle söylemesinin üzerinden
sekiz saat geçmişti. Yüzüne vuran sabah güneşi gözlerini kamaştırdı. Gece onu
yatırdıkları oda şimdi gün ışığında en azından daha iç açıcı gözüküyordu.
Dirsekleri üzerinde doğrulup pencereye değen ağacın dalları arasından görünen
manzaraya baktı. Pek bir şey görünmüyordu ama asla uyumayan bu şehrin
gürültüsünü duyabiliyordu. Lena gece her uyandığında yaptığı gibi başucundaki
küçük komodinde duran telefonuna uzandı bir kez daha. Ne bir çağrı ne de bir
mesaj vardı. Dün gece telesekretere Chloe için mesaj bırakmış, hangi hastanede
olduğunu ona söylemişti. Ama duruma bakılırsa dalgın ev arkadaşı mesajını fark
etmemişti bile, yoksa mutlaka yanına gelir onu bu hastane odasında yalnız
bırakmazdı. Genç kız bir kez daha ev ve cep telefonundan ev arkadaşına ulaşmayı
denediyse de sonuç aynıydı. Telefonlar sonuna kadar çalıyor fakat Chloe
tarafından cevaplandırılmıyordu.
Hemşire yüzüne yerleşmiş
gülümseme ve elindeki tepsi ile odaya girdiğinde Lena telefonunu komodine henüz
bırakmıştı.
“Günaydın, iyi uyudunuz mu?”
“Pek değil, ama kendimi
daha iyi hissediyorum,”
“Bunlardan yedikten sonra
çok daha iyi hissedeceksiniz.” Lena’nın yatakta doğrulup, arkasını yaslanmasını
bekledikten sonra elindeki tepsiyi genç kızın kucağına bıraktı.
“Teşekkür ederim,”
Hemşire yatağın etrafını
dönüp pencereye ulaştı ve içeriye temiz hava girmesi için araladı. “Harika bir
gün değil mi?”
Lena güneşli günleri her
zaman severdi. Güneş ona oldum olası mutluluk verirdi, fakat bugün mutlu olması
için güneş bile yeterli gelmiyordu. Yine de hafifçe tebessüm etmeyi başardı.
“Evet öyle,” dedi.
“Doktor bey sizi ancak
öğleden sonra muayene edebilecek. Sabah kendisinin iki ameliyatı var,”
“Anlıyorum,” Genç kız
başını tepsiye eğip peynirden bir çatal aldı. Tatsız tuzsuz olmasını
önemsemedi, gerçekten acıkmıştı. Bütün gece serumdan sonra bir şeyler çiğnediği
için sadece şükretti.
“Erkek arkadaşınız bugün
ziyaretinize gelecek mi?”
Lena başı önünde ilk
lokmasını yuttu. “Hayır, o benim erkek arkadaşım değil,” dedi.
“Ah öyle mi! Affedersiniz,
sizin için o kadar çok endişelenmişti ki, sevgiliniz olduğunu düşündüm.”
Lena plastik bardakla
oynarken kederle dolu gülümsedi. Başını kaldırıp telefonunun hemen yanında
duran kırık gözlüğüne ve onun kendisine verdiği karta baktı. Düşünceleri
geceden beri sayısız kez olduğu gibi bir kez daha öpüştükleri o büyülü ana
kaydı. Kayan tek şey düşünceleri olmamıştı. Sakarlığına bir kez daha yenildi.
Elinde tuttuğu dumanı tüten bardağı kısmen üzerine devirdi ve yanmanın acısıyla
tiz bir çığlık attı.
Yanıyordu, her anlamda
yanıyor ve acı çekiyordu.
Lena Bennett ömründe ilk
kez âşık olmuştu.
✔✔✔
John büyük bir yenilgi ile
bitirdiği gecenin sabahında sakinleşmişti. Sebebini uzun zamandır bir kadının
yakınlığından mahrum kalmasına bağlamış ve kendini aklamıştı. Ne de olsa o
sağlıklı bir erkekti ve bir süredir ihmal ettiği ihtiyaçları vardı. Yoksa Emily
Hebert asla onun dönüp bakacağı bir kadın değildi. O tam bir baş belasıydı. Her
ne kadar güzel ve alımlı olsa da kendi kriterlerine çok uzaktı. Kendini
erkeklerden üstün gören, çenesi düşük kadınlarla hiçbir zaman işi olmazdı. O
sakin kadınları severdi, sorun çıkarmayanlarını ve Bayan İlişkibilir’in yarısı
kadar bile konuşmayanlarını. Bu davayı çözüp Amerika’ya döndüğünde en kısa
sürede bu durumunun icabına bakacaktı. Şimdilik mükemmel sevgiliyi oynamaya
devam etmek zorundaydı. Yeni satın aldığı kıyafetlerinden günlük bir şeyler
seçip hızlıca giyindi. Aynadaki yeni görüntüsüne hala alışamamıştı ama fena
sayılmazdı. Kahverengi pantolonunun üzerine beyaz bir gömlek geçirip odadan
çıktı. Aşağıya indiğinde ailenin çoğunu kahvaltı masasının başında buldu. Hailey
odaya girer girmez ona içten bir gülümseme sundu. Bu kadından ve yanında oturan
eşinden ilk görüşte hoşlanmıştı. Kardeşine nazaran Hailey Hebert sıcakkanlı bir
kadındı.
"Günaydın Bay Parker,”
“Günaydın,” dedi aynı
içtenlikle.
Masanın başında oturan
büyükanne Kaitly ve Bayan Hebert da küçük sohbetlerine ara verip ona güzel bir
gün dilediler.
Matthew tabağı ile
oynarken “İyi uyuyabildiniz mi Bay Parker?” dedi. John boş servis olan bir yere
geçerken “Lütfen bana John deyin, biz artık bir aile sayılırız,” diye
yanıtladı. Sözü masadaki herkeseydi.
Sarah Hebert’ın yeni damadı olan kendisini hayranlık dolu bakışlarla
süzdüğü gözünden kaçmadı. Karşısındaki kadın tam anlamıyla ışıl ışıl gözleriyle
kendisine bakmayı sürdürüyordu.
“Tabi ki öyle sayılırız.
John çay mı kahve mi alırsın?”
Bayan Hebert’ın bir
saniyede aile olma fikrini bu kadar benimsemesinin şaşkınlığı ile “Kahve,
teşekkürler,” diyerek yanıtladı. Zarif bir hareketle servis yapan kadın
anneleri değil ablaları kadar genç gösteriyordu. Yeşil gözleri Emily’nin
gözlerinin rengi ile neredeyse aynı iken saçları büyük kızınınkiler gibi sarı
tonlarındaydı. Matthew’in sorusunu
yerine oturduktan sonra cevapladı. “Yorucu bir geceydi, ama aranızda
bulunmaktan büyük keyif aldım.”
Hailey aşk dolu gözlerle
kocasına baktı. “Biz de öyle, değil mi hayatım,”
“Kesinlikle, Emily ile
harika bir çift oldunuz.” Genç adam da bunu karısının yanağını okşarken
söylemişti. Ah! Aşktan gözü dönmüş bir çift daha. Dün gece bunlardan yeterince
görmüştü. Ama tuhaf olan dün gece flörtleşenlerden öte Hailey ve Matthew’in
evliliklerinin üçüncü yılında bile birbirlerine böyle bakıyor olmalarıydı. John
kendisine de üç yıl sonra aşkla bakacak bir kadın hayal etti. İster miydi
bilmiyordu. Bunu daha önce hiç düşünmemişti. Üç yılı aynı kadınla geçirecek
kadar kimseyi sevmemişti.
John, Dylan Hebert’in
kahvaltı masasında olmamasından ötürü rahatlamıştı. Adamın küçümser tavrı ve
iğneleyici sözlerine maruz kalmak için oldukça erken bir saatti. Emily’nin
olmaması ise aklını kurcalamıştı. Uzatılan fincanı kabul ederken bunu annesine
sordu.
Sarah Hebert “Babasıyla
yürüyüşe çıktılar,” dediğinde huzursuzluğu geri geldi. Anlaşılan yaşlı kurt
taktik değiştirmeye karar vermişti. Neyse ki Emily bununla baş edebilirdi.
Kendisine âşık olduğunu babasına inandırması onun sorunuydu.
“Dün akşam hiçbir şey
duymadığıma inanamıyorum. Günün yorgunluğundan olmalı. Umarım bir sorun yoktur,
Jasmine Bouchard ile ilgili demek istiyorum.” John Bayan Hebert’a cevap
veremeden araya büyük kızı girdi. “Anne o kadın başlı başına bir sorun zaten.”
“Hayır hiçbir sorun yok
efendim. Bayan Bouchard gece dolaşmaya çıkmış. Ne kadar uzaklaştığının da
farkına varmamış. Hepsi bu.”
“Ah iyi! Yeniden sorun
çıkarmasında, Emily’nin bir kez daha canını yakmasına müsaade etmem.”
“Yakmayacak” dedi kararlı
bir ses. Kaitly Hebert sonunda koruduğu sessizliğini bozmuştu. “Yakamayacak
çünkü Michael Wilson denilen o ahmağı John ile kıyaslamam bile.”
John yaşlı kadının attığı
pası havada karşıladı. Emily’nin kurnaz zekâsını babasının soyundan aldığı
apaçık belliydi. Kaitly Hebert ona düşmanının adını açıkça söylemişti. Kime
dikkat etmesi gerektiğini... John kadına minnet dolu bir ifade ile başını
salladı.
Kaitly Hebert oturduğu
sandalyesinden genç adamı dikkatle süzmeye devam etti. Torunun ne kadar doğru bir
adamı seçmiş olmasının haklı gururunu yaşıyordu. Birbirlerine inanılmaz
yakışıyorlardı. Çekici, saygılı ve kültürlü bir gençti. Dün akşam bunu herkese
göstermişti. Amerikalı olmasının dahası bir ajan olmasının önemi yoktu. Emily
için bunları bırakıp bambaşka bir dünyaya girmeyi korkusuzca göze almıştı.
Üstelik karşısındaki adamın inkâr edilemeyecek bir zekâsı vardı. Evet, Emily ve
John kesinlikle bir şansı hak ediyorlardı. Bugün olmasa bile Dylan da bunu
yakın bir zamanda anlayacaktı...
✔✔✔
Dylan Hebert kesinlikle
zeki bir adamdı. Fakat bilmediği karşısındaki adamın da ondan aşağı
olmadığıydı. John’u bölgenin bir kaç zengin toprak sahibi ile tanıştırdıktan
sonra Michael Wilson denilen herifle karşı karşıya getirmişti. John kendisiyle
ilgilenmesinin altından çıkacak şeye hazırlıklıydı ve hiç şaşırmamıştı. Fakat
Bay Hebert’in kızını ne kadar yaralayacağını bilmesine rağmen böyle bir
harekette bulunması canını fena halde sıkmıştı. Salonun köşesindeki masalardan
birinde büyükannesi ile dikilen genç kadının onları yan yana gördüğü an
nefesini tuttuğunu fark etti. İrileşen göz bebeklerini buradan bile
seçebilmişti. Karşısında olduğu yerde kabarmış duran adama sakince gülümsedi.
“Bu Bay Wilson. Kendisi
Alberta’nın en değerli ailelerinden geliyor. Bu da Bay Parker, Emily’nin
Amerika’dan bir arkadaşı.” John Dylan Hebert’ın tarafını net olarak belli
ettiği bu tanıştırma törenini sessizce dinledi. Neredeyse kahkahalarla
gülecekti. Kaitly Hebert’ın yanlarına geldiğini fark ettiğinde onu Emily’nin
göndermiş olduğunu düşündü.
“Dylan, Bay Grute da seni
arıyordu, neden gidip ona selam vermiyorsun?”
“Gece uzun anne, mutlaka
karşılaşırız.” Yaşlı kadın oğluna öyle öfke dolu bir bakış attı ki John bir an
onu bastonu ile kovalayacağını sandı.
“Memnun oldum Bay Parker,”
Elini uzatan Michael pis pis sırıtıyordu. John onun havada asılı duran elini
tutup sıktı. “Bay Hebert söyleme gereği duymadı ama başkasından duymanızı
istemem. Ben Emily’nin eski erkek arkadaşıyım.” Kaitly Hebert’in yüzü
gerilirken oğlunun yüzünden anlık bir keyif geçti.
John tuttuğu eli biraz
daha kavradı. “Biliyorum Emily bahsetmişti. Bu kadını bu yüzden seviyorum,
yaptığı yanlışlardan sonra sonunda hep doğruyu buluyor.”
Yaşlı kadın bir kahkaha
savurdu. John şimdi kaskatı olmuş bedene ait olan eli serbest bıraktı. Bay
Wilson’un az önce kabaran cüssesinden artık eser yoktu.
“Bu hiç de yerinde bir
hareket olmadı Bay Parker,” Dylan Hebert’ın açık tehdit içeren cümlesine
gülümseyerek karşılık verdi. “Bence gayet yerinde.” Konuşma bitmişti.
Kolunu eşlik etmek için yanında
duran yaşlı kadına uzattı. Kaitly buna nasıl hayır diyebilirdi ki! Koluna
girdiği adama büyük bir hayranlıkla bakarken salonun karşı tarafına doğru
ilerlemeye devam ettiler. Masaya vardıklarında Emily babasının az önce
ayrıldığı yerde Michael’ın yanına yeni gelen Jasmine’e bakıyordu. Kadın her
zamanki gibi neşe saçıyordu. John onun bakış açısını bilerek kapatmak için tam
önünde durdu. Genç kadın bu yaptığından hiç hoşnut olmadığını ona kıstığı gözleri
ile anlatmaya çalışırken John da altta kalmaya hiç niyeti olmadığını
gösterircesine tek kaşını kaldırıp ona uyarısını verdi.
Kaitly’nin John ve torunu
arasında gidip gelen bakışları genç adamın tek kaşı havada kalmış olan yüzünde
son buldu. “Çocuklar, neden bu geceki dansı siz açmıyorsunuz?”
Emily neşeyle bu anı
bekleyen büyükannesine söyleyecek mantıklı bir mazeret düşünürken John da
konuşmaya dâhil oldu. Dahası o da büyükannesinden yanaydı. “Evet neden geceyi
biz açmıyoruz.”
“Bence bu çok gereksiz,
kendimizi öne atmamıza gerek yok değil mi hayatım,”
“Bence var,”“Bence yok,”
“Şu anda saçmalıyorsun John.”
“Şu anda bakman gereken
arkası değil benim Emily.” Kahretsin bunu neden söylemişti ki. Bunu yaptığına
inanamıyordu. Kadın ona ilgisi olduğunu düşünecekti. İlgisi falan yoktu. Bunu
ona ispat edecekti. Ne kadar yakın olsalar bile ondan etkilenmediğini ona
gösterecekti. Karşısındaki kararlı yüze bakmayı bırakıp hızla arkasını döndü ve
salonun ortasındaki geniş piste doğru ilerledi.
“Sak-” Emily sakın
diyecekti ‘sakın yapma’ ama ukala herif ondan önce davranmış ve orkestraya
işareti çoktan vermişti…
Müzik başlamıştı.
Şimdi herkes merakla
gecenin çiftini alkışlıyordu…