26 Mayıs 2015 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 19. Bölüm


 


“Uyumsuzu görmek ister misin hayatım?”

Kaçık adam bunu söyledikten hemen sonra kendini salonun ortasına atmıştı. Açıkça onu düelloya davet etmişti. Her ne kadar adı dans olsa da aslında yapacakları şey tam olarak bir savaştı. Hatta bu ölümle soluk soluğa yapılacak bir dans olacaktı. Alkole alışık olmayan bedeni ufak adımlar atarak ilerlemeye devam ederken kendisini güç bir sınavdan geçiriyordu. Pistin ortasında ise –çoğu zaman sinir bozucu bulduğu- o kendinden emin görüntüsüyle dikilen adam işleri hiç kolaylaştırmıyordu. Dansın hemen bitiminde olacaklardan haberi bile olmadığı için şu an gayet rahat görünüyordu. Bir de bilse diye düşündü. Muhtemelen salonu koşarak terk ederdi. Emily kafasında çizdiği hayali bir çizgide düz şekilde yürümeye çabalarken göz ucuyla ona baktığında orkestradaki genç bir kıza doğru bir şeyler fısıldadığını fark etti. Michael’i ilk gördüğü akşam yaptığı gibi arkasını dönüp uzaklaşmak istediyse de bu sefer pek hoş karşılanmayacağının farkındaydı. Herkes, özellikle de büyükannesinin onlara taktığı tuhaf lakapla ‘Shoebill sürüsü’ adlı elli yaş üstü yaklaşık yirmi kişilik bu kadın topluluğu onların ilk dansını ayrı bir sabırsızlıkla bekliyordu.* Piyanodan gelen müzik salondaki uğultuyu sustururken pistin ortasına henüz varmış olan Emily’i de aniden durdurmuştu.

“Bu notaları…”

Kafasındaki soru kelimelerle birlikte yüzündeki ifadeye de yansıdı. Anlamlandıramadığı şey bu parçayı, Tanrım onun her notasını ezbere bildiği bu şarkıyı seçtiğine inanamıyordu. Bu parça onun için özeldi. İlk romanındaki kahramanları Anthony ve Lizzy için, gerekirse ki kendi öykülerinde hep gerekirdi, ölüme bile meydan okuyan aşklar için de seçtiği şarkıydı bu.**  Sahi bu günlerde hangi aşk ölüme meydan okurdu? Yok olup giden değerli her şey gibi artık aşkta ölümsüzdü. Bu duygu yoksunu adamın aşk romanlarının kapağını bile kaldırmayacağını bilmese neredeyse bunu bilerek yaptığını düşünecekti. Ne aptallık ama (?) Işıkların altında kendisine doğru ilerlerken adamın ceketinin düğmelerini büyük bir ustalıkla çözmesini olduğu yerden seyretti. Yanına geldiğinde fısıltıyla konuşan yine o olmuştu. “Rahatla biraz, büyükannen sadece dans etmemizi istedi, sevişmemizi değil,”

Genç kadından cevap alay dolu gülümseme ile birlikte geldi. “Bu çok rahatlattı, gerçekten.” Onu cevaplarken elini uzattığı avucuna bırakmıştı. Diğer elini ise belini saran kolu hissettikten hemen sonra adamın omuz bitimine doğru gergince koydu. Bakışları yere kaydı. Eli ayağına dolaşmış dahası hangi adımla başlaması gerektiğini unutmuştu. Adamın ukala sesi kulağının hemen dibinde bitti. “Dansın ilk kuralı Bayan Hebert. Yere değil yüzüme bakmalısınız. Yoksa adımları karıştıracaksınız.”

İçki ve bu parçanın üstüne bir yabancı ile bu kadar yakın durmak zaten yeterince zorken bir de üstüne yüz yüze bakmak gerçekten katlanılmaz olacaktı. Emily yine de denedi. Yavaşça çenesini kaldırıp adamın yüzüne baktı. Çenesini ve dudaklarını bir nefeste geçip gözlerine kadar erişti. Koyu laciverte dönmüş gözleri onun gözlerini adeta bir süredir hazır olarak bekler gibi bakıyordu. Beklediği gelen adam dansı başlatan ilk adımı atınca Emily de farkında olmadan ona uyum sağlamayı başardı. Anlaşamasalar hatta ondan her ne kadar hoşlanmasa da gerçek olan bir şey vardı. Bunu en azından kendi kendine itiraf etmezse cehennemde geberip gideceğini biliyordu. İtiraf etmesi gereken gerçek ise John Parker’ın oldukça etkileyici göründüğüydü. Daha buraya geldiği ilk akşam salondaki sürünün tamamının aklını başından aldığını biliyordu. Onu Anthony sandığına göre kendi aklını bile başından almıştı. Michael ya da Jack gibi değildi. Belli bir kalıba konmuş gibi değildi. Gizemli ve tuhaftı ama bilmediği bir sebeple de olsa ona güveniyordu. Belki başka şartlarda karşılaşmış olsalardı… Belki…  Emily alışmaya başladığı yüze biraz daha dikkatle baktı. Onun hafifçe gülümsediğini fark edince de yüzünü buruşturdu.

“Hey, ne? Neden gülümsüyorsun?”

John ona biraz daha yaklaştı. “Ne düşündüğünü biliyorum, yani aklından geçenleri.”

Hafifçe sırıttı. “Hiç sanmıyorum.”

“Ben bir ajanım unuttun mu? İşim bu. Çözmek.”

“Öyle mi Bay Parker. Peki, neymiş o aklımdan geçenler.”

“Ben. Sadece ben…” Aldığı cevabın uğrattığı şok Emily’nin bir an için attığı adımı karıştırmasına sebep oldu. Yaptıkları dönüş sırasında hafifçe tökezlediyse de onu sıkıca tutup tamamen kendine çeken adam durumu ustalıkla kimseye fark ettirmedi. “Sanırım şimdi aklından geçenleri bildiğim için hak ettiğim takdirin yanı sıra dansı berbat etmeni önlediğim için de ayrı bir teşekkür borçlusun.”

“Nasıl bu kadar kendinden emin ve küstah olabiliyorsun? Doğuştan gelen mi yoksa sonradan kazanılan bir… Kahretsin!”

“Yetenek mi diyecektin?”

Emily öfkeyle bakışlarını ondan çekti. Salona, duvarlara, orkestraya baktı. En sevdiği parçada ve hayatında bundan daha berbat bir dans etmemişti. Bir süre ikisi de konuşmadılar. Başarılı bir dönüş daha yaptılar. Emily onun dansa bu kadar hâkim olmasından ötürü hala şaşkındı. Dans etmeyi biliyor dahası birlikte Fokstrot yapıyorlardı.*** Üstelik her şeye rağmen bunu gayet de iyi yapıyorlardı. Emily parçayı söyleyen kızın sesini de sevmişti. İnce bir sese sahipti ve duygulu söylüyordu. Başını kaldırıp tekrar onun yüzüne baktı. Durdurduğu yerde kalan bir film karesi gibiydi.

“Seni düşündüğüm doğru. Dans etmeyi bilmediğini düşünüyordum.” dedi.

“Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.”

“O halde hakkında öğrenmem gereken şeyleri neden anlatmıyorsun?”

 John başını kaldırıp salona kaçamak bir bakış attıktan sonra çenesinin altında duran meraklı yüze döndü. “Mesela? Ne bilmek istersin? Hakkımda ne bilmek seni mutlu eder?”

“Aklımdan geçenleri okuyabildiğini söylemiştin.”

John hafif bir kahkaha attı. “Doğru, çoğu zaman.”

“Hadi ama. Engin bilgilerini öğrenmek için can atıyorum.”

“Bir bakalım, neyi bilmek istersin?  Ah! Tabi. Sen meşhur İlişkibilirsin. Kesinlikle kadınlar hakkında düşündüklerimi bilmek istersin. Bilmek ister misin?”

Emily tek kaşını kaldırıp ona ciddiyetle bakmakla yetindi.

“Pekâlâ. Kimsenin umurunda değildim ve kimsede benim umurumda değildi. Siz kadınlar diyor ya ait olmak. Kimseye ait olmadım. Kendimi kimseye ait hissetmedim. Spontane ilişkiler bana en iyi geleniydi. Bu yüzden kimsenin sorumluluğunu taşımadım.” Emily tek kelime etmeden dinlemeye devam etti.

“Ama en çok sarışınları severim, onlar erkekleri en çok heyecanlandıran kadınlardır. Güzellikleri zihinlere kazınmıştır. Marilyn Monroe mesela. Bunu kim inkâr edebilir? Her erkeğin hayatında iz bırakmış bir sarışın mutlaka vardır.” Göz kırptı ve kollarındaki kadının büyük bir başarı ile sessizliğini koruduğunu görünce devam etti. Emily’nin sessizliği Jasmine’i ima etmek istediğini anlamasındandı.  “Esmerleri de severim, hepsi tarihe adını zekâları ile yazdırmış kadınlardır. Kleopatra mesela. Sezar’ı Sezar yapmadı mı?”

Emily güçlükle yutkundu. “Devam et lütfen,”

“Ama bir kızıl? Sen hiç unutulmaz bir kızıl hatırlıyor musun? Ne bileyim…” Yüzünü buruşturdu. “Bana sadece masallardaki cadıları hatırlatıyor.” Emily onun kolunun üzerinde duran elini var gücüyle sıktı. Adamın yüzünde acıdan eser yoktu. İyi bir tekme savurmalıydı ya da suratına güçlü bir tokat patlatmalıydı ama kimseye belli etmeden onun canını yakabilmesinin şimdilik tek yolu bu gibi gözüküyordu. Öfkeyle ve sinirle birbirine bastırdığı dişlerinin arasından fısıltıyla karışık konuştu. “Kazana atılma pahasına bunu söylediğin için cesaretine hayranım.”

“Bana hayran olduğunu biliyorum.”

Fazlaydı. Hepsi fazlaydı. Onu küçük görmesi, hakkında söyledikleri, kendini üstün bir varlık gibi göstermesi dahası onu dansa zorlaması. Aptalın dansın sonunda olacak olandan haberi bile yoktu. Ne sanıyordu ki kendini. Emily aklında bu düşünceler dönerken kendini tutamadı ve yakınlarındaki diğer insanların duyabileceklerini önemsemeden bağırdı.“Bir bok bildiğin yok senin!”

John olduğu yerde durdu. Şanslıydı çünkü kaçık kadın ağzını müzik bitmeden üç saniye önce açmıştı. Etrafa göz attıktan sonra onu bedenine doğru biraz daha bastırdı. Kadının elini bıraktı ve bir nefes uzağında duran küçük çenesine götürdü. “Güzel güzel konuşurken ağzını bozmak oldu mu hiç!”

“Hemen beni bırak,”

“Eğer istediğin buysa,”

“Bu,”

“Pekâlâ,” Adamın elini belinden çektiğini hissettiyse de gözlerini bir an olsun ondan ayırmadı. Yükselen alkış seslerini duyduğunda ise kendisini bırakmadığını sadece müziğin bittiğini fark etti. Onun dün gecenin intikamını aldığını biliyordu. Almıştı da, canını yakmıştı, kalbini kırmıştı. Gururdan bahsetmek istemiyordu bile. Bunu ilk dansında yapmıştı. Onu oyuna getirmişti. Farkında değildi ama her şeyi mahvetmişti. Onları alkışlayan topluluğa gülümsemeye çabaladı. İçinden yükselen ses ise sadece o  aptalın kendisi olduğunu haykırıyordu. Gülümseyerek kendisine bakan büyükannesini ve yanında duran babasını gördü. Aynı bakışlar... Asla onaylamayan bakışlar... Yapamayacaktı. Ağlamasına çok az kalmıştı. Shoebill sürüsünde elebaşı olan kadınlardan biri eteklerini düzelterek ayağa kalktı ve gür sesiyle tüm salona haykırdı. “Haydi Bay Parker, duymak için can atıyoruz.”

Emily korktuğu şeyin başına gelmek üzere olduğunu biliyordu. Kaçınılmaz son, süratle gelen bir tren gibi hızlıydı. Raydan çıkmasına ve üzerlerine devrilmesine artık dakikalar kalmıştı. John “Ne duymak istiyorlar?” diye fısıldadı. Emily cevap vermeyince ona döndü ve ağlamak üzere olduğunu fark etti. Ya da bayılacaktı pekte emin değildi. “Neler oluyor Emily?” dedi bu defa, onun yanına sokulup etrafa gülümsemeye çabaladı.

“Eğer bir çift gecede ilk dansı açarsa bu aşk itirafı anlamına gelir ve dansın sonunda erkek sevdiği kadına aşkını sunar. Bu bir nevi aidiyettir. Kalbinin kime ait olduğunun bilinmesini isteyen çiftler bu yolu seçerler. Büyükannemi dinlemekle hata ettiniz Bay Parker. O sadece bizi gerçekten âşık sanıyordu hepsi bu. Ama sizi bu durumdan kurtarabilirim. Sanırım yapabilirim…”

John onu hafifçe belinden yakaladı ve kulağına doğru fısıldadı. “Planın ne? Ne yapacaksın? Neden bana tekrar siz demeye başladın?”

“Plan yok. Her şeyi itiraf edeceğim. Hataydı.”

Emily onun gövdesinden kurtulmaya çalışınca John onun belini harekete geçmesini engelleyecek kadar sardı.“Hayır, katili bulana kadar olmaz. Sorun değil. Gevelerim bir şeyler. Daha öncede inanmadığım birçok şey söylemişliğim var.”

“Sorun da bu. Gevelemek. İnancınıza ters düşen şeyler yapmanızı istemem, aşkta bir inanç, insanlara bunu anlatıyorum ben. Onlara akıl verip duruyorum. Devam edemeyiz, artık olmaz. Lütfen şimdi izninle…”

John onu serbest bırakınca birkaç adım atıp salonun ortasında ölüm fermanını açıklayacak güzel bir yer seçti. Bu işi bu gece bitirmeliydi, her şeyi şu anda tüm bu saçmalığın ortasında itiraf etmeliydi. Emily yutkundu ve hangi yalandan başlaması gerektiğini düşündü. Muhtemelen Jack’in kendisini Kanada’ya gelmelerine üç gün kala terk ettiği ile başlaması gerekirdi. Ya da konuya direkt John ile çarpıştıkları günden de girebilirdi. “En iyisi bu diye” fısıldadı kendine.

“Herkese tekrar iyi geceler, eğleniyor muyuz?” Saçmaladığının farkındaydı. Kendisine bakan bütün yüzlerden bunu görebiliyordu. Son kez ailesinin durduğu masaya baktı. Büyükannesi, annesi, babası, amcası, Hailey, Matthew hepsi onu ilgiyle izliyordu.“Pekâlâ, bu gece ben ve John, yani biz…”

“Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor Emily. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.” Genç kadın olduğu yerde dönüp arkasında konuşan kişiye hayretle baktı. Hayret içindeki bir diğer kişide bunu yapabildiğine inanamadan konuşmaya devam ediyordu.

“Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum. Ay´ın etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum. Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum.” Emily bakışlarını onun dudaklarından ayıramazken John sadece bir saniye durup Dylan Hebert ile göz göze geldi.

“Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum. Bana anlattığın hikâyenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup gümüş Ay´a Evet! diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.”

Emily artık tutmakta zorlandığı gözyaşlarının yanaklarından süzüldüğünü hissetti. O kadar hissederek konuşuyordu ki tam aksi düşüncelerini bilmese ona inanabilir dahası kapılabilirdi. Salondaki Shoebill sürüsünden bir kaç kadında Emily’e ayak uydurmak istercesine gözyaşlarını bırakmıştı.

“Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor Emily. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum. Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor.”

John, Hebert’ların oturduğu köşeye doğru baktı. Hepsinin yüzündeki ifade görülmeye değerdi ama onu geriye kalan her şeyden tek bir görüntü çıkardı. Dylan Hebert’in buğulanmış gözlükleri kendisini saklayamıyordu. Emily ile aralarındaki mesafeyi birkaç adımda kapadı. Bu delilikti biliyordu fakat bilmediği bir şeylerden aldığı cesaretle düşünmeden sonunu getirdi. Bakışları karşısındaki yüze kaydı. İri yeşil gözleri parlak, yanakları sırılsıklamdı ve dudakları belli belirsiz titriyordu. John ona biraz daha sokuldu. Yüzünü ellerinin arasına aldığında onunda kollarına tutunduğunu hissetti.

“Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum. Ben duracağıma söz veriyorum Emily. Seni seviyorum.”

Başardığını genç kadının yüzünde beliren küçük bir tebessümle yakaladı. İçinden onu kendine çekip öpmek geçse de söylediği bütün o şeylerden sonra bunu yapamazdı. Emily boynuna sarılıp ona sessizce teşekkür ederken tek yapabildiği aşk diye bir şey olmadığına kendini inandırmaya çalışmaktı…

❁❁❁

Marc yol kenarına çektiği aracından indiğinde haberi alalı henüz yarım saat olmuştu. Sophia ile otopside geçirdikleri berbat saatlerden sonra gelen haber akıl almazdı.  Hemen arkasına park eden kadını beklerken kaskatı kesilmiş kollarını araca yaslayıp uzun, güçlü bir soluk aldı. Gerçekten olanlar inanılır gibi değildi. Günlerdir onları deliye çeviren seri katil sonunda kendini haklamıştı. Olay yeri incelemenin vardığı ilk kanı durumun kesinlikle intihar olduğunu gösteriyordu. Telefonda ona söylenen bilgiler bu yönde olsa da Marc gözleriyle görmeden buna inanmayacaktı. Her şeyin bir anda kendiliğinden sona erdiği gerçeğini başka türlü kabul etmeyecekti.

“Girelim mi?”

Marc yanına gelen Sophia’yı onayladığını belirtti. “Hadi şu işi bitirelim.”

FBI’ın dar sokak boyunca çevrelediği araçların arasından geçip eve doğru ilerlediler. Marc bahçenin girişindeki güvenlik şeridini geçmeleri için havaya kaldırdı. Teşkilattan tanımadığı bir sürü görevli bahçenin içinde toplanmıştı. Anlaşılan sadece ev değil tüm bahçede de detaylı bir araştırma başlatılmıştı. Mason’un bu sefer işi sıkı tutmasına içten içe sevindi.

Yaşlı adam uzaktan kendilerine işaret edince Marc çaresizce Sophia ile birlikte onun olduğu tarafa doğru yöneldi. Mason Carter her zaman olduğu gibi beklemeden konuya girdi. “Cesedi ev arkadaşı, Bayan Hebert’ın asistanı olan Bayan Bennett yaklaşık bir saat önce bulmuş. En yakın ekibi hemen buraya yönlendirdim. İncelenecek ama ilk izlenimlere göre vaka intihar.”

“Nasıl olmuş,”

Mason Sophia’nın sorusunu cevaplarken Marc bahçenin köşesinde yanındaki ajanla birlikte sessizce oturan genç kıza göz ucuyla baktı. Şoka girmiş gibi görünüyordu.

“Kendini evin yüksek tesisat borularından birine asmış, kızın adı neydi,” Elindeki not defterini açıp göz attı. “Chloe Dorge. Üniversite öğrencisi. Sıkı durun çaylaklar aynı zamanda New York Halk kütüphanesinde görevli. Tam zamanlı değil ama zaten bu önemli bir ayrıntı değil.”

“Ne!” Marc ilgisini tekrardan Mason Carter’e yöneltti.

“Ev arkadaşı ifadesinde itiraf etti. Araştırdım maalesef doğru, kadroda değil ama üniversiteden gelen grupta adı var.”

“Bunu söylemek için geldi,”

Marc sesli düşündüğünü fark etti. Artık Carter’a söylemesi gerekiyordu. Saklayamazdı. “Bayan Bennett geçen gece bana gelmişti. Plaza’dan çıkarken Sophia ile birlikte onu yakaladık, sebebini o zaman anlamamıştım ama şimdi eminim. Bana söyleyecekti.”

“Belki de niyeti arkadaşı yeni bir cinayet daha işlerken seni oyalamaktı,”

“Hayır şef, o öyle biri değil. Haline bir baksana,”

“Chloe Dorge’de öyle biri gibi gözükmüyordu. Ama şu an sadece bildiğimiz sayı ile beş kişinin katili olabilir, belki de bu işi sırayla yapıyorlardı, bilemiyorum...” Mason Carter ilgisini Sophia Campbell’e yöneltti. “Peki sen ne düşünüyorsun?”

Sophia kararsızlıkla etrafına bakındı. “Yani şef o kızı ben de gördüm. Gölgesinden bile korkan bir tip. Marc haklı olabilir, yani...”

“Evden bir silah çıktı. Ray Allen’in öldürüldüğü silah bile olabilir.” Mason, iki ajanının da bu saf hallerine daha fazla katlanamadığını belli eden bir ses tonu ile konuşmuştu. Sophia ve Marc göz göze geldiler.

“Jack Peterson’un resimleri Chloe Dorge’nin çantasından çıktı. Dolapta şu kütüphanede gece görevli adamın gördüğünü iddia ettiğine benzeyen siyah bir palto var. Ve bu üç isimde Bayan Hebert’in çevresinde toplanıyor. Tanrı aşkına sizin neyiniz var. John başından beri haklıydı. Katil bir kadındı. Ray’in cesedindeki taşıma izlerinin sebepleri de buydu.” Derin bir nefes aldı. “Sahi John nerede? Ne cebini ne de evini aradım ama ulaşamadım.”

Mason karşısındaki iki yüze de dikkatle baktı. “Ah! Sakın bana hala Bayan Hebert’in peşinde olduğunu söylemeyin. Kadının Kanada’ya geçiş yaptığını biliyorum,”

Marc onun John’a söverek uzaklaşmasını seyretti.

“Sanırım Carter haklı. Daha fazla insan ölmeden belki de her şey bitti.”

Marc Sophia’yı başıyla onayladı. “Belki de,”

Sophia bahçede perişan halde oturan kızı işaret etti. “Sen kızla ilgilen, berbat görünüyor. Ben içeri geçiyorum,”

“Tamam,”

Marc banka çökmüş olan kıza doğru ilerledi. Solgun yüzü şimdi her zamankinden daha beyazdı. Kızın başında nöbet tutan adamdan kibarca izin istedi. Adam duyamayacakları mesafeye ulaşınca da onun kalktığı yere yavaşça oturdu.

“Lena iyi misin?” Geldiğini o ana kadar fark etmemiş olan genç kız olduğu yerde korkuyla sıçradı. Marc onun gözlerine baktığında sarsıldı. Korunmasız ve yapayalnız kaldığı gün gibi açıktı.

“İyi olmak bugünlerde bana çok uzak,” Hastanede olduğu gibi ellerine bakarak konuşuyordu. “O öldü. Öldü. Chloe öldü.”

“Biliyorum,” Marc boğazında düğümlenen her ne ise yutkunarak geçmeyeceğini fark etti. “Üzgünüm, çok üzgünüm, elimden bir şey gelmemesi...”

“Benim gelebilirdi ama. Ben ne yaptım sadece sustum, sana anlatsaydım,” Genç kız ellerini çaresizce birbirine kenetledi. “Benim yüzümden öldü. Benim aptallığım, benim korkaklığım yüzünden öldü.”

“Ne zamandır biliyordun?”

“İki gün önce fark ettim, kütüphaneye yardıma çok gitmezdi, benim aklıma gelmemişti, bana inanıyor musun?”

“Tabi ki,”

“O inanmıyor ama,” Marc Lena’nın gözleriyle evin önünde ekiple konuşan Mason Carter’i gösterdiğini fark etti.

“Ben sana inanıyorum Lena.” dedi elinden gelen en açık ifade ile.

Lena başını çevirip onun kararlı yüzüne baktı. Kelimelerle değil gözleriyle dahası kalbiyle söylediğini hissetti. “Teşekkür ederim, benim için yaptığın her şey için. Siz iyi birisiniz ajan Anderson. Ama artık başımın çaresine bakabilirim. Bakmak zorundayım.”

Gözyaşları yanaklarından süzülürken usulca ayağa kalktı ve Carter’in ona eşlik etmesi için görevlendirdiği ajanın kendisini yönlendirdiği koyu renk araca bindi. Marc oturduğu yerde ayağa kalktı. Adım atamadı. Olduğu yerde sanki çakılı kalmıştı. Nedenini bilmiyordu ama sarsılmıştı. Her şeyin sona ermiş olması değil bu kız onu sarsmıştı. Kızın aracın camından kendisine bakan büyük ihtimalle yaş dolu gözlerine baktı. Başı tekrar önüne düşmüştü. Ellerine bakıyor olmalı diye düşündü.

Kök salmış bir ağaç gibi olduğu yerde dikilmeye devam ederken araç hareket edip gözden kaybolana dek gözlerini baktığı yerden ayırmadı...

❁❁❁

Ne kadar zaman geçtiğini tam olarak kestiremiyordu. Yarım saat, belki biraz daha fazla. Tüm o işlemler, kimlik tespitleri, kan örneği ve parmak izi alındıktan hemen sonra soğuk bir asansörle iki kişi eşliğinde getirilmişti bu odaya. Sadece filmlerde izlediği şu ‘sorgu odası’ olarak gösterilen yerlere birebir benziyordu burası. Lena önündeki uzun ahşap masanın üzerinde var olan izlere baktı. Bazıları tırnak izleri gibiydi. Bazıları ise daha güçlü darbeler sonucu meydana gelmiş gibi duruyordu. Birkaç anlamsız kelime de kazınmıştı. Bir tanesinde ‘zafer’ yazdığına emindi. Genç kız başını hafifçe yana eğip karşısındaki büyük cam bölmenin iki köşesine yerleştirilmiş küçük optik kameralara baktı. Harika, sorgulanacaktı. Kısa cevaplar vermesi gerektiğini biliyordu. Emin olduğu şey ‘onların’ kendisinin her zaman kurduğu birçok anlatım bozukluğu içeren üç virgüllü cümlelerinden hoşlanmayacak olduklarıydı. Federallere onlar mı diyordu? Bay Anderson’a da o mu demeliydi?

O.

Onu bir daha asla göremeyecekti.

Kapının açıldığını fark ettiği an oturduğu metal sandalyesinde kıpırdandı. Dik durmalıydı. Ezik, korkak ve yolunu bilmeyen Lena olarak uzun süre ayakta kalamazdı. İçeriye giren adam hızlı adımlarla ilerlerken vakit kaybetmeden işe kendini tanıtmakla başladı. “İyi günler Bayan Bennett, ben Federal Soruşturma Bürosu’ndan Sorumlu Özel Ajan Billy Wagner.”

Bir yandan da elindekileri masaya yerleştiriyordu. İnce bir dosyayı boş olan sandalyenin önüne, pet şişedeki suyu ise genç kızın uzanabileceği mesafeye bıraktı. “Sorgunuzu ben yapacağım. Hazır olduğunuzda başlayalım.” Ajan Wagner masanın diğer ucuna geçip oturduğunda Lena dudaklarını kıpırdatmayı başardı. “Ben hazırım.”

“Pekâlâ, başlıyoruz.” Cebinden çıkardığı ses kayıt cihazını masanın ortasına doğru bıraktı ve düğmesine bastı.

“Ben Sorumlu Özel Ajan Billy Wagner.” Eliyle Lena’ya konuşmasını işaret etti. “Ben Lena Bennett.” Lena gözlerini birkaç saniye için yumdu ve kendini olabildiğince sakinleştirmeye çabaladı.

“Tarih 14 Temmuz 2013, Yer Amerika Birleşik Devletleri, 26.Federal Plaza. Ray Allen cinayeti ile bağlantılı olarak ortak yürütülen Melissa Salinger, Kate Bartha, Carmine Robb ve Barbara Menzel cinayetlerine yönelik devam eden soruşturma ile ilgili avukatsız olarak sorgulaya alınmaktasınız.”

“Adınızı tekrar edin lütfen.”

“Lena Bennett”

“Yaşınız ve uyruğunuz?”

“Yirmi iki, Amerika Birleşik Devletleri.”

“Mesleğiniz nedir?”

“New York Üniversitesi öğrencisiyim. Psikoloji ve Dil Bilimi çift ana dalında okuyorum. Aynı zamanda danışmanlık ofisinde asistanlık yapıyorum.”

“Psikolog olmayı mı hedefliyorsunuz Bayan Bennett?” Adam gözlerini bir saniye bile kızın üzerinden çekmeden sorular sormaya devam ediyordu.

“Evet,” Bu kadar uzun süreli göz teması kurmak onu şimdiden yormuştu.

“Neden?”

Lena ilk kez adamın gözlerine kendinden emin bakarak cevap verdi. “İnsanlara yardım etmeyi seviyorum.”

“Hiç birisine psikolojik yardımda bulundunuz mu?”

“Hayır,” Elinden geldiği kadar kendini telkin etmeye çalıştı. Ezik değilim ben…

“Chloe Dorge’ye psikolojik yardımda bulundunuz mu?”

“Hayır” Korkak değilim ben…

“Chloe Dorge’ye psikolojik yardım etme teklifinde bulundunuz mu?”

“Hayır,” Yolumu biliyorum ben…

“Neden?”

Başını kaldırıp adamın yüzüne baktı. “Çünkü bir yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmedim. Yardıma ihtiyacı olan biri gibi değildi.”

“Chloe Dorge’nin şüphelendiğiniz bir davranışı oldu mu? Herhangi bir şey.”

“Hayır olmadı.”

“Cinayet işlemiş biri ile aynı evde yaşıyorsunuz, psikoloji öğrencisisiniz ve dikkatinizi çeken hiç bir şey olmadı. Öyle mi?” Ajan Wagner arkasına yaslanıp alayla karışık sırıttı.

 Düz bir ses tonu ile cevabını tekrarladı. “Olmadı.”

Adam masadaki suyu işaret edince Lena istemediğini başıyla belirtti.

“Emily Hebert ile tanışıklığınızdan bahsedin.”

“Kendisini üç yıldır tanıyorum. Çalışanıyım, danışmanlık ofisinde onun asistanlığını yapıyorum.”

“Asistanlık kapsamında yaptığınız işleri açıklar mısınız Bayan Bennett.”

“Pekâlâ. Günlük programını yönlendiriyorum. Danışanlarının randevularını ya da katılacağı organizasyonları ayarlıyorum. Yayınevi prosedürlerini yürütüyorum.”

“Başka?”

Elini alnına bastırdıktan sonra derin bir nefes aldı. “Ofisini düzenliyorum, bazen temizlemeden kıyafetlerini alıyorum. Keyifliyse kahve eğer sinirli ise ona çay hazırlıyorum.”

“Kimseye psikolojik yardımda bulunmadığınızı söylemiştiniz.”

Lena omuzlarını silkti. “Bulunmuyorum.”

“Ama keyifli ya da sinirli ise ona içecekler hazırlıyorsunuz.”

“Tanrım, lütfen... Sadece iyi bir asistan olmaya çalışıyorum. Yaptığım şey sadece bu.”

“Emily Hebert’i seviyor musunuz?”

“Tabi ki bu sorular çok saçma.”

“Peki, Jack Peterson’u seviyor musunuz?”

“Bu da ne demek?”

“Burada soruları yalnızca ben sorarım Bayan Bennett. Jack Peterson’u seviyor musunuz?”

Lena pet şişeye uzanıp eline aldı. “Bay Peterson, saygı duyduğum bir insan. Kibar, iyi eğitimli, saygın bir adam.” Kapağını açtı ve büyük bir yudum aldı.

“Seviyor musunuz?”

“Hayır!” Bir an sonra gözyaşlarının tekrardan harekete geçtiğini fark etti. “Hayrandım sadece. İkisine de. Onlar mükemmel bir çiftti. Onlara bakar ve bir gün öyle bir hayatımın olmasını arzulardım.”

“Bu yüzden ikisini ayırmaya mı çalıştınız?”

“Ben kimseyi ayırmaya çalışmadım. Beni böyle şeylerle nasıl suçlarsınız? Avukatım olmadan sorguya alınmayı kabul etmiş olabilirim ama bu saçmalıklara cevap vermeyi kabul etmiyorum.”

“Lütfen sakin olun Bayan Bennett. Her detayı sizin ağzınızdan duymak zorundayız. Jack Peterson’un nerede olduğunu biliyor musunuz?”

“Hayır tabi ki!”

“Jack Peterson ile en son ne zaman görüştünüz?”

“Bilemiyorum.”

“Hatırlamaya çalışın lütfen,”

“3 Temmuz sabahıydı sanırım. Aynı tarihte Bayan Hebert’ın katılacağı bir televizyon programı vardı. Evet o zaman olmalı. Bayan Hebert ve Bay Peterson sabah ofise birlikte gelmişlerdi.”

“Peki, Chloe Dorge ve Jack Peterson arasındaki ilişkiden bahsedin biraz.”

“Aralarında bir ilişki olduğunu sanmıyorum.”

“Chloe Dorge’nin çantasından çıkan fotoğraflara ne diyeceksiniz?”

“Anlam veremiyorum.”

“Onları oraya bir başkası koymuş olabilir mi?”

Lena suyu yavaşça masanın üzerine koydu. Özünde kesinlikle saf biri olabilirdi ama Ajan Wagner’in ima ettiği şeyi anlamayacak kadar aptal değildi. “Sadece benim koymadığımı biliyorum.” dedi.

“Onları hiç bir arada gördünüz mü?” Lena başını olumsuz anlamında salladığında adam ses kayıt cihazını işaret etti. “Sesli olarak yanıtlayın lütfen.”

“Hayır. Onları hiç bir arada görmedim.”

Önünde duran dosyayı genç kıza doğru uzattı. “O dosyadaki fotoğraflara iyi bakın lütfen. O fotoğraflardakilerden tanıdığınız var mı?” Lena dört kadın fotoğrafına da tek tek baktı. “Hiç birini tanımıyorum, daha önce görmedim.”

“Ajan Marc Anderson ile konuşmak için bir girişimde bulundunuz mu?”

“Evet”

“Ajan Marc Anderson ile konuştunuz mu?”

“Hayır”

“Neden?”

“Konuşmak için uygun zamanı bekliyordum. Uygun zamanı yaratamadan beni fark ettiklerini gördüm. Korktuğumu hatırlıyorum, silahını çıkarmıştı. Kaçmaya başladım.”

“Neden kaçtınız?”

“İçgüdü olmalı. Kaçmak aklıma ilk gelen şey oldu.”

“Sizi etkisiz hale getirdiğinde onunla konuştunuz mu?”

“Hayır.” Sıcak bir anı genç kızın zihninden hızlıca geçip gitti. Bir an için karşısındaki camın arkasında olup soruşturmayı dinliyor olabileceğini düşündü.

“Ajan Marc Anderson’a söylemek istediğiniz o şeyi şu anda açıklar mısınız?”

Seni seviyorum demeyi ve karşısındaki adamın suratına bakarak gülmeyi düşündüyse de cesur Lena olarak ilk gününde bu kadarı sınırı zorlamak olurdu. “Chloe’nin üniversite tarafından seçilmiş New York Halk Kütüphanesi’ne yardım eden bir öğrenci grubunda çalıştığını söyleyecektim. Aslında düzenli olarak oraya gitmezdi ama bir herhangi bir şeyden şüphelenirsem kendisini aramamı söylemişti.”

Ajan Wagner ilk kez yorulmuş bir ifade ile yüzüne baktığında Lena onun kırklı yaşlarının sonlarında görünmesine rağmen kendini yetmişinde hissettiğine bahse girebilirdi.

“Şimdilik bu kadar. Avukatınız olmadan bizi cevapladığınız için teşekkürler Bayan Bennett. Manhattan bölge sınırından çıkış yapmamaya çalışın. Yapmanız gerekirse de size bir arkadaşım eşlik edecek ve gideceğiniz adres bilgimiz dâhilinde olacak. Bilirsiniz yasal prosedürler, sorun çıksın istemiyoruz. Tekrar bilginize başvurmamız gerekebilir. İyi günler.”

Adam ses kayıt cihazını açtığı gibi tek tuşla kapattıktan sonra cebine attı. Sorgu odasından çıkarken kapıyı arkasından açık bırakmıştı. Lena kapıda dikilen genç görevliyi fark etti. “Galiba bilgileri dâhilinde özgürüm.”

Ajan Wagner kattaki asansöre ulaşamadan Lena ona yetişmeyi başardı. Genç kadının yüzündeki ifadeden dolayı adam beklemeden atıldı. “Bayan Bennet, herhangi bir şey mi hatırladınız?”

“Üzgünüm hayır hayır. Ben… Sanırım Manhattan dışına çıkacağım, gideceğim adresi nereye bildirmem gerek demiştiniz?”

“Bir problem yok değil mi?”

“Hayır hayır yok. O evde kalmak istemiyorum. En azından bir süre…”

“Anlıyorum. Benimle gelin, sizi ilgili birime götüreyim.”

“Teşekkürler.” Lena iki adamla birlikte buraya getirilirken bindiği asansöre bindi. Artık o kadar da soğuk gelmiyordu. Aynadaki görüntüsü ezik, korkak ve yol bilmeyen birine benzemiyordu.

Wagner görevliye beşinci katı işaret ederken yanındaki genç kadına nereye gideceğini sordu. “Peki, yolculuk nereye?”

Asansörün kapısı kapanmadan hemen önce Lena gülümseyerek Ajan Wagner’i yanıtladı.

“Kanada’ya…”

❁❁❁

John; evde, merdivenlerde ve bahçede olduğu gibi çantayı aracın bagajına tıkarken de homurdanmaya devam etti. “Bizi onaylamıyormuş ama hiç değilse bize inanıyormuş. Şimdi içim çok rahatladı.”

Emily kapıyı kapatıp neşeli bir ifadeyle merdivenlerden indi. Muhteşem bir sabahtı. Güneş az da olsa kendini belli ediyordu. Hala söylenmeye devam eden adama bakıp muzipçe gülümsedi. “Bir de iyi tarafından bak. Dylan Hebert dün gece bize bir şans verdiğini söyledi.” Yanına gelip elindeki çantayı ona doğru uzatırken aynı canlı ses tonu ile konuşmaya devam etti. “Aslında sana kızmam gerekir ama dün gece babamı bile inandırdın, gerçekten iyi iş çıkardın. Okuduğun şeyin bir Kanada Kızılderili’sine ait olduğunu biliyor muydun?”****  Cevap beklemeden heyecanla devam etti. “Ah! Tabi ki biliyordun.”

 John bagaja yerleştirecekleri bitince kapağı kapadı ve kolunu aracın arka camına dayadı. “Bunu yapmak zorunda mıyız? Yani bu yolculuğu,”

“Kesinlikle yapmak zorundayız. Önce Bay ve Bayan Fortin’i bulmalı, sonra da o ağaçları kurtarmalıyız. Bu görevi bize verdi. Ve unutmayın federal, Dylan Hebert şiirlerden çok arazisi ile ilgilenir.”

“Unutur muyum hiç.”  Aynı anda gülümsediler.

John onun tek omzundan sarkan saç örgüsüne baktı. İlk kez makyaj yapmamıştı. Kaygan kumaşlardan yapılmış tuhaf kıyafetlerinden de kurtulmuştu. Altında jean üzerinde ise komik bir kazak vardı. Topuklu ayakkabıları yerine ise kalın botlar giymişti. Arabaya yerleştiklerinde ona takılmadan edemedi. “First Lady kıyafetlerinden kurtulmuşsun.”

Elindeki harita ile ilgilenen Emily sadece “Öyle oldu” demekle yetindi. John belindeki silahı çıkarıp aracın gözüne yerleştirdi. Gözlerini haritadan ayırmayan Emily “Onu tekrar aldığını bilmiyordum.” dediğinde adam çaktırmadan gülümsedi. “Baban yolculuk için verdi sonrasında geri alacağını söyledi. Belki yolda silah satan bir dükkân da buluruz?”

Dikiz aynasını kontrol ettikten sonra gözlüklerini taktı ve arabayı çalıştırdı. “Pekâlâ, yol sende, müzikler de bende.” Emily onun yerleştirdiği CD’deki grubun ismine dehşetle baktı.*****

“Ah! Olamaz,” Ellerini kulaklarına bastırdı. John aracı küçük havuzun etrafından çevirdi ve ana giriş kapısına doğru sürmeye devam etti. Bir yandan da müziğin sesini iyice açıp direksiyonda hafifçe ritim tutmaya başlamıştı. Emily başını koltuğa yasladı ve bas sesini alt etmek için tüm gücüyle bağırdı. “Önce Alaska otoyoluna çıkacağız. Gideceğimiz ilk durak işte burada, Sikanni Chief.”

John eliyle anladığını işaret ettiğinde Emily söylemeden edemedi. “Tanrım, bu arada berbat müzik anlayışın var!”

Genç kadın kulaklarını sağır eden gürültüden cevabın tek kelimesini duyabildi.

“… Seveceksin.”

Araç malikânenin giriş kapısından yola çıkarken Kaitly Hebert kütüphaneden içeri girdi. Oğlunun büyük bir dikkatle dışarıyı seyrettiği pencerenin önüne kadar geldi. “Dylan neler oluyor?“ Gözden kaybolmak üzere olan araca baktı. “Emily ve John mu onlar? Nereye gidiyorlar?”

Dylan Hebert annesine döndü ve onun omuzlarına sevgiyle dokundu. “Kendileri için bir şans yaratmaya.”

Ardından yaşlı kadının alnına hafif bir öpücük kondurdu…

❁❁❁

Marc elindeki balistik raporla öylece dikilmeye devam ediyordu. Elindeki rapor açık bir şekilde evde buldukları silahın Ray Allen cinayetinde işlenen silah olduğunu doğruluyordu. Mason bir kez daha haklı çıkmıştı. Ray Allen’in katili Chloe Dorge’ydi. Asıl soru bunu neden yaptığı ve kızın kimler adına çalıştığıydı. Belki de onunla işleri bitmişti. Ölümü onlar tarafından intihar olarak gösterilmiş sıkı bir tezgâh da olabilirdi. Marc koridorda kendisine doğru gelen Sophia ve Mason’u fark edince raporu gelişi güzel masaya fırlattı. Yine sıkı bir nutuk dinleyecekleri kesindi. Ne var ki Marc’ın beklediği gibi olmadı ve Sophia söze başladı.

“Boston’dan haberler var. Mezarların açılması bu sabah gerçekleşmiş. Yerel güvenlik birimleri eşliğinde adli tıp tarafından yapılan incelemeye göre kadın cesedinin Pelipa Torres olduğu doğrulandı. Erkek ceset ise William Torres ile uyuşmuyor. Yani William Torres o kazadan sağ kurtulmuş.”

Sözü Mason Carter devraldı. “Bizim bildiğimiz adı ile Jack Peterson olarak kimlik değiştirmiş. Ona kimlerin neden yardım ettiğini bilmiyoruz ama bildiğimiz şey geçtiğimiz Şubat ayında yeni kimliği ile New York’a ilk girişini yapmış. Bundan sonraki belirli tarihlerde de giriş çıkışları var. Resmi olmayan kayıtları saymıyorum bile.”

Marc elini hafifçe masaya vurdu “Cinayetlerin işlenmeye başladığı tarihlerle uyuyor.”

“Aynen öyle,”

Mason durumu net olarak özetleme yoluna gitti. “Adamımız bu ve tüm cevaplar onda. Onu en kısa sürede yakalamalıyız. Fotoğraflarını ve kimliğini artık medya kanalına ulaştırma vakti geldi. Yarın bir basın toplantısı ayarlayacağım, artık saklayamayız. Ray Allen’in katilini veya ona yardım edeni bulduk. Kızı bir şekilde kullanmış da olabilir ardından da kayıplara karıştı. Genç, yakışıklı ve kibar bir adam.”

Sophia elindeki sorgu çıktısına göz attı. “Kaldı ki Lena Bennett da Jack Peterson için ifadesinde benzer bir tanımlama yapmış,” Marc hızla başını kaldırıp Sophia’ya baktı. “Lena Bennett ifade mi verdi?”

“Evet sabah avukatsız olarak ifade vermeyi kabul etti. Ajan Wagne bu sabah sorgusunu gerçekleştirdi.”

“Benim neden haberim yok!”

“Açıkçası bunu önemsemeyeceğini düşündüm.” Marc tekrar Sophia’ya baktı. Onları öpüşürken görmüştü ama Mason’a bir şey söylemediği açıktı. Bir ara teşekkür etmeliydi.

“Ben basın toplantısında yapacağım konuşmayı hazırlamaya gidiyorum,” Mason Carter yanlarından uzaklaşırken Marc da çalan telefonunu cevapladı. “Dinliyorum Gaby. Harikasın dostum. Bir saniye bekle not alıyorum,” Marc duyduklarını kâğıda not alırken Sophia’ya beklemesini işaret etti.

“Nerede dedin? Kahretsin...” İşi bitince telefonu kapattı ve hayret dolu bir ifade eşliğinde genç kadına döndü. “Ray’in gizli ofisindeki diğer kadının kimliğine ulaştık. Adı Margaret Gray. İnanmayacaksın ama yazarmış.”

“Ne?”

“Evet,”

“Ama kendisi ile konuşabileceğimizi sanmıyorum.”

“Neden?”

Marc ellerini saçlarına götürüp hafifçe çekti. “Kadın yıllardır Kanada’daki Toronto Doğu Hastanesi’nde tedavi görüyormuş. Anladığım kadarıyla nasıl derler, o akıl hastası.”

Sophia yakınındaki koltuğa çökerken Marc elinden gelen tek şeyi yaptı. Umutsuzca masayı bir kez daha yumrukladı…

❁❁❁

*Shoebill: Pabuç gagalı bir kuş türü.

**Evanescence, ABD’li müzik grubu, My ımmortal (ölümsüzüm), 2000

***Fokstrot tilki yürüyüşü de denilen Amerika kökenli sakin salon dans türü, vals benzerifokstrotfokstrot

****Oriah Mountain Dreamer (Kanadalı bir Kızılderili)

*****System of a Down/ Chop Suey/ 2001