“Uyumsuzu
görmek ister misin hayatım?”
Kaçık
adam bunu söyledikten hemen sonra kendini salonun ortasına atmıştı. Açıkça onu
düelloya davet etmişti. Her ne kadar adı dans olsa da aslında yapacakları şey
tam olarak bir savaştı. Hatta bu ölümle soluk soluğa yapılacak bir dans
olacaktı. Alkole alışık olmayan bedeni ufak adımlar atarak ilerlemeye devam
ederken kendisini güç bir sınavdan geçiriyordu. Pistin ortasında ise –çoğu
zaman sinir bozucu bulduğu- o kendinden emin görüntüsüyle dikilen adam işleri
hiç kolaylaştırmıyordu. Dansın hemen bitiminde olacaklardan haberi bile
olmadığı için şu an gayet rahat görünüyordu. Bir de bilse diye düşündü.
Muhtemelen salonu koşarak terk ederdi. Emily kafasında çizdiği hayali bir
çizgide düz şekilde yürümeye çabalarken göz ucuyla ona baktığında orkestradaki
genç bir kıza doğru bir şeyler fısıldadığını fark etti. Michael’i ilk gördüğü
akşam yaptığı gibi arkasını dönüp uzaklaşmak istediyse de bu sefer pek hoş
karşılanmayacağının farkındaydı. Herkes, özellikle de büyükannesinin onlara
taktığı tuhaf lakapla ‘Shoebill sürüsü’ adlı elli yaş üstü yaklaşık yirmi
kişilik bu kadın topluluğu onların ilk dansını ayrı bir sabırsızlıkla
bekliyordu.* Piyanodan gelen müzik salondaki uğultuyu sustururken pistin
ortasına henüz varmış olan Emily’i de aniden durdurmuştu.
“Bu
notaları…”
Kafasındaki
soru kelimelerle birlikte yüzündeki ifadeye de yansıdı. Anlamlandıramadığı şey
bu parçayı, Tanrım onun her notasını ezbere bildiği bu şarkıyı seçtiğine
inanamıyordu. Bu parça onun için özeldi. İlk romanındaki kahramanları Anthony
ve Lizzy için, gerekirse ki kendi öykülerinde hep gerekirdi, ölüme bile meydan
okuyan aşklar için de seçtiği şarkıydı bu.** Sahi bu günlerde hangi aşk ölüme meydan
okurdu? Yok olup giden değerli her şey gibi artık aşkta ölümsüzdü. Bu duygu
yoksunu adamın aşk romanlarının kapağını bile kaldırmayacağını bilmese
neredeyse bunu bilerek yaptığını düşünecekti. Ne aptallık ama (?) Işıkların altında kendisine
doğru ilerlerken adamın ceketinin düğmelerini büyük bir ustalıkla çözmesini
olduğu yerden seyretti. Yanına geldiğinde fısıltıyla konuşan yine o olmuştu. “Rahatla
biraz, büyükannen sadece dans etmemizi istedi, sevişmemizi değil,”
Genç
kadından cevap alay dolu gülümseme ile birlikte geldi. “Bu çok rahatlattı,
gerçekten.” Onu cevaplarken elini uzattığı avucuna bırakmıştı. Diğer elini ise belini
saran kolu hissettikten hemen sonra adamın omuz bitimine doğru gergince koydu.
Bakışları yere kaydı. Eli ayağına dolaşmış dahası hangi adımla başlaması
gerektiğini unutmuştu. Adamın ukala sesi kulağının hemen dibinde bitti. “Dansın
ilk kuralı Bayan Hebert. Yere değil yüzüme bakmalısınız. Yoksa adımları karıştıracaksınız.”
İçki
ve bu parçanın üstüne bir yabancı ile bu kadar yakın durmak zaten yeterince
zorken bir de üstüne yüz yüze bakmak gerçekten katlanılmaz olacaktı. Emily yine
de denedi. Yavaşça çenesini kaldırıp adamın yüzüne baktı. Çenesini ve
dudaklarını bir nefeste geçip gözlerine kadar erişti. Koyu laciverte dönmüş
gözleri onun gözlerini adeta bir süredir hazır olarak bekler gibi bakıyordu. Beklediği
gelen adam dansı başlatan ilk adımı atınca Emily de farkında olmadan ona uyum
sağlamayı başardı. Anlaşamasalar hatta ondan her ne kadar hoşlanmasa da gerçek
olan bir şey vardı. Bunu en azından kendi kendine itiraf etmezse cehennemde
geberip gideceğini biliyordu. İtiraf etmesi gereken gerçek ise John Parker’ın
oldukça etkileyici göründüğüydü. Daha buraya geldiği ilk akşam salondaki sürünün
tamamının aklını başından aldığını biliyordu. Onu Anthony sandığına göre kendi
aklını bile başından almıştı. Michael ya da Jack gibi değildi. Belli bir kalıba
konmuş gibi değildi. Gizemli ve tuhaftı ama bilmediği bir sebeple de olsa ona
güveniyordu. Belki başka şartlarda karşılaşmış olsalardı… Belki… Emily alışmaya başladığı yüze biraz daha
dikkatle baktı. Onun hafifçe gülümsediğini fark edince de yüzünü buruşturdu.
“Hey,
ne? Neden gülümsüyorsun?”
John
ona biraz daha yaklaştı. “Ne düşündüğünü biliyorum, yani aklından geçenleri.”
Hafifçe
sırıttı. “Hiç sanmıyorum.”
“Ben
bir ajanım unuttun mu? İşim bu. Çözmek.”
“Öyle
mi Bay Parker. Peki, neymiş o aklımdan geçenler.”
“Ben.
Sadece ben…” Aldığı cevabın uğrattığı şok Emily’nin bir an için attığı adımı
karıştırmasına sebep oldu. Yaptıkları dönüş sırasında hafifçe tökezlediyse de
onu sıkıca tutup tamamen kendine çeken adam durumu ustalıkla kimseye fark
ettirmedi. “Sanırım şimdi aklından geçenleri bildiğim için hak ettiğim takdirin
yanı sıra dansı berbat etmeni önlediğim için de ayrı bir teşekkür borçlusun.”
“Nasıl
bu kadar kendinden emin ve küstah olabiliyorsun? Doğuştan gelen mi yoksa
sonradan kazanılan bir… Kahretsin!”
“Yetenek
mi diyecektin?”
Emily
öfkeyle bakışlarını ondan çekti. Salona, duvarlara, orkestraya baktı. En
sevdiği parçada ve hayatında bundan daha berbat bir dans etmemişti. Bir süre
ikisi de konuşmadılar. Başarılı bir dönüş daha yaptılar. Emily onun dansa bu
kadar hâkim olmasından ötürü hala şaşkındı. Dans etmeyi biliyor dahası birlikte
Fokstrot yapıyorlardı.*** Üstelik her şeye rağmen bunu gayet de iyi
yapıyorlardı. Emily parçayı söyleyen kızın sesini de sevmişti. İnce bir sese
sahipti ve duygulu söylüyordu. Başını kaldırıp tekrar onun yüzüne baktı.
Durdurduğu yerde kalan bir film karesi gibiydi.
“Seni
düşündüğüm doğru. Dans etmeyi bilmediğini düşünüyordum.” dedi.
“Hakkımda
hiçbir şey bilmiyorsun.”
“O
halde hakkında öğrenmem gereken şeyleri neden anlatmıyorsun?”
John başını
kaldırıp salona kaçamak bir bakış attıktan sonra çenesinin altında duran
meraklı yüze döndü. “Mesela? Ne bilmek istersin? Hakkımda ne bilmek seni mutlu
eder?”
“Aklımdan geçenleri okuyabildiğini söylemiştin.”
John hafif bir kahkaha attı. “Doğru, çoğu zaman.”
“Hadi ama. Engin bilgilerini öğrenmek için can
atıyorum.”
“Bir bakalım, neyi bilmek istersin? Ah! Tabi. Sen meşhur İlişkibilirsin. Kesinlikle
kadınlar hakkında düşündüklerimi bilmek istersin. Bilmek ister misin?”
Emily tek kaşını kaldırıp ona ciddiyetle bakmakla
yetindi.
“Pekâlâ. Kimsenin umurunda değildim ve kimsede
benim umurumda değildi. Siz kadınlar diyor ya ait olmak. Kimseye ait olmadım.
Kendimi kimseye ait hissetmedim. Spontane ilişkiler bana en iyi geleniydi. Bu
yüzden kimsenin sorumluluğunu taşımadım.” Emily tek kelime etmeden dinlemeye
devam etti.
“Ama en çok sarışınları severim, onlar erkekleri en
çok heyecanlandıran kadınlardır. Güzellikleri zihinlere kazınmıştır. Marilyn
Monroe mesela. Bunu kim inkâr edebilir? Her erkeğin hayatında iz
bırakmış bir sarışın mutlaka vardır.” Göz kırptı ve kollarındaki kadının büyük
bir başarı ile sessizliğini koruduğunu görünce devam etti. Emily’nin sessizliği
Jasmine’i ima etmek istediğini anlamasındandı. “Esmerleri de severim, hepsi tarihe adını zekâları
ile yazdırmış kadınlardır. Kleopatra mesela. Sezar’ı Sezar yapmadı mı?”
Emily güçlükle yutkundu. “Devam et lütfen,”
“Ama bir kızıl? Sen hiç unutulmaz bir kızıl
hatırlıyor musun? Ne bileyim…” Yüzünü buruşturdu. “Bana sadece masallardaki
cadıları hatırlatıyor.” Emily onun kolunun üzerinde duran elini var gücüyle sıktı.
Adamın yüzünde acıdan eser yoktu. İyi bir tekme savurmalıydı ya da suratına
güçlü bir tokat patlatmalıydı ama kimseye belli etmeden onun canını
yakabilmesinin şimdilik tek yolu bu gibi gözüküyordu. Öfkeyle ve sinirle
birbirine bastırdığı dişlerinin arasından fısıltıyla karışık konuştu. “Kazana
atılma pahasına bunu söylediğin için cesaretine hayranım.”
“Bana hayran olduğunu biliyorum.”
Fazlaydı. Hepsi fazlaydı. Onu küçük görmesi,
hakkında söyledikleri, kendini üstün bir varlık gibi göstermesi dahası onu
dansa zorlaması. Aptalın dansın sonunda olacak olandan haberi bile yoktu. Ne
sanıyordu ki kendini. Emily aklında bu düşünceler dönerken kendini tutamadı ve
yakınlarındaki diğer insanların duyabileceklerini önemsemeden bağırdı.“Bir bok
bildiğin yok senin!”
John olduğu yerde durdu. Şanslıydı çünkü kaçık kadın
ağzını müzik bitmeden üç saniye önce açmıştı. Etrafa göz attıktan sonra onu
bedenine doğru biraz daha bastırdı. Kadının elini bıraktı ve bir nefes uzağında
duran küçük çenesine götürdü. “Güzel güzel konuşurken ağzını bozmak oldu mu
hiç!”
“Hemen beni bırak,”
“Eğer istediğin buysa,”
“Bu,”
“Pekâlâ,” Adamın elini belinden çektiğini
hissettiyse de gözlerini bir an olsun ondan ayırmadı. Yükselen alkış seslerini duyduğunda ise
kendisini bırakmadığını sadece müziğin bittiğini fark etti. Onun dün gecenin
intikamını aldığını biliyordu. Almıştı da, canını yakmıştı, kalbini kırmıştı.
Gururdan bahsetmek istemiyordu bile. Bunu ilk dansında yapmıştı. Onu oyuna
getirmişti. Farkında değildi ama her şeyi mahvetmişti. Onları alkışlayan
topluluğa gülümsemeye çabaladı. İçinden yükselen ses ise sadece o aptalın kendisi olduğunu haykırıyordu. Gülümseyerek
kendisine bakan büyükannesini ve yanında duran babasını gördü. Aynı bakışlar...
Asla onaylamayan bakışlar... Yapamayacaktı. Ağlamasına çok az kalmıştı.
Shoebill sürüsünde elebaşı olan kadınlardan biri eteklerini düzelterek ayağa
kalktı ve gür sesiyle tüm salona haykırdı. “Haydi Bay Parker, duymak için can
atıyoruz.”
Emily
korktuğu şeyin başına gelmek üzere olduğunu biliyordu. Kaçınılmaz son, süratle
gelen bir tren gibi hızlıydı. Raydan çıkmasına ve üzerlerine devrilmesine artık
dakikalar kalmıştı. John “Ne duymak istiyorlar?” diye fısıldadı. Emily cevap
vermeyince ona döndü ve ağlamak üzere olduğunu fark etti. Ya da bayılacaktı pekte
emin değildi. “Neler oluyor Emily?” dedi bu defa, onun yanına sokulup etrafa
gülümsemeye çabaladı.
“Eğer
bir çift gecede ilk dansı açarsa bu aşk itirafı anlamına gelir ve dansın
sonunda erkek sevdiği kadına aşkını sunar. Bu bir nevi aidiyettir. Kalbinin
kime ait olduğunun bilinmesini isteyen çiftler bu yolu seçerler. Büyükannemi
dinlemekle hata ettiniz Bay Parker. O sadece bizi gerçekten âşık sanıyordu
hepsi bu. Ama sizi bu durumdan kurtarabilirim. Sanırım yapabilirim…”
John
onu hafifçe belinden yakaladı ve kulağına doğru fısıldadı. “Planın ne? Ne yapacaksın?
Neden bana tekrar siz demeye başladın?”
“Plan
yok. Her şeyi itiraf edeceğim. Hataydı.”
Emily
onun gövdesinden kurtulmaya çalışınca John onun belini harekete geçmesini
engelleyecek kadar sardı.“Hayır, katili bulana kadar olmaz. Sorun değil. Gevelerim
bir şeyler. Daha öncede inanmadığım birçok şey söylemişliğim var.”
“Sorun
da bu. Gevelemek. İnancınıza ters düşen şeyler yapmanızı istemem, aşkta bir
inanç, insanlara bunu anlatıyorum ben. Onlara akıl verip duruyorum. Devam
edemeyiz, artık olmaz. Lütfen şimdi izninle…”
John
onu serbest bırakınca birkaç adım atıp salonun ortasında ölüm fermanını
açıklayacak güzel bir yer seçti. Bu işi bu gece bitirmeliydi, her şeyi şu anda
tüm bu saçmalığın ortasında itiraf etmeliydi. Emily yutkundu ve hangi yalandan
başlaması gerektiğini düşündü. Muhtemelen Jack’in kendisini Kanada’ya
gelmelerine üç gün kala terk ettiği ile başlaması gerekirdi. Ya da konuya direkt
John ile çarpıştıkları günden de girebilirdi. “En iyisi bu diye” fısıldadı
kendine.
“Herkese
tekrar iyi geceler, eğleniyor muyuz?” Saçmaladığının farkındaydı. Kendisine
bakan bütün yüzlerden bunu görebiliyordu. Son kez ailesinin durduğu masaya
baktı. Büyükannesi, annesi, babası, amcası, Hailey, Matthew hepsi onu ilgiyle
izliyordu.“Pekâlâ, bu gece ben ve John, yani biz…”
“Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor
Emily. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya
cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.” Genç kadın olduğu yerde dönüp
arkasında konuşan kişiye hayretle baktı. Hayret içindeki bir diğer kişide bunu
yapabildiğine inanamadan konuşmaya devam ediyordu.
“Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk
için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, bir aptal gibi görünme
riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum. Ay´ın etrafında hangi
gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup
dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı
korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum. Saklamaya, azaltmaya ya da
düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek
istiyorum.” Emily bakışlarını onun dudaklarından ayıramazken John sadece bir
saniye durup Dylan Hebert ile göz göze geldi.
“Benim
ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını
hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans
edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini
bilmek istiyorum. Bana anlattığın hikâyenin doğru olup olmaması beni
ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal
kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi
ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir
olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp
göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp
yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup gümüş Ay´a Evet! diye bağırıp
bağırmayacağını bilmek istiyorum.”
Emily
artık tutmakta zorlandığı gözyaşlarının yanaklarından süzüldüğünü hissetti. O
kadar hissederek konuşuyordu ki tam aksi düşüncelerini bilmese ona inanabilir
dahası kapılabilirdi. Salondaki Shoebill sürüsünden bir kaç kadında Emily’e ayak uydurmak
istercesine gözyaşlarını bırakmıştı.
“Nerede
yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor Emily. Keder ve
umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için
yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum. Kim olduğun, buraya
nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor.”
John,
Hebert’ların oturduğu köşeye doğru baktı. Hepsinin yüzündeki ifade görülmeye
değerdi ama onu geriye kalan her şeyden tek bir görüntü çıkardı. Dylan Hebert’in
buğulanmış gözlükleri kendisini saklayamıyordu. Emily ile aralarındaki mesafeyi
birkaç adımda kapadı. Bu delilikti biliyordu fakat bilmediği bir şeylerden aldığı
cesaretle düşünmeden sonunu getirdi. Bakışları karşısındaki yüze kaydı. İri
yeşil gözleri parlak, yanakları sırılsıklamdı ve dudakları belli belirsiz
titriyordu. John ona biraz daha sokuldu. Yüzünü ellerinin arasına aldığında
onunda kollarına tutunduğunu hissetti.
“Çekinmeden
benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum. Ben duracağıma
söz veriyorum Emily. Seni seviyorum.”
Başardığını
genç kadının yüzünde beliren küçük bir tebessümle yakaladı. İçinden onu kendine
çekip öpmek geçse de söylediği bütün o şeylerden sonra bunu yapamazdı. Emily
boynuna sarılıp ona sessizce teşekkür ederken tek yapabildiği aşk diye bir şey
olmadığına kendini inandırmaya çalışmaktı…
❁❁❁
Marc yol kenarına çektiği
aracından indiğinde haberi alalı henüz yarım saat olmuştu. Sophia ile otopside
geçirdikleri berbat saatlerden sonra gelen haber akıl almazdı. Hemen arkasına park eden kadını beklerken
kaskatı kesilmiş kollarını araca yaslayıp uzun, güçlü bir soluk aldı. Gerçekten
olanlar inanılır gibi değildi. Günlerdir onları deliye çeviren seri katil
sonunda kendini haklamıştı. Olay yeri incelemenin vardığı ilk kanı durumun
kesinlikle intihar olduğunu gösteriyordu. Telefonda ona söylenen bilgiler bu
yönde olsa da Marc gözleriyle görmeden buna inanmayacaktı. Her şeyin bir anda
kendiliğinden sona erdiği gerçeğini başka türlü kabul etmeyecekti.
“Girelim
mi?”
Marc
yanına gelen Sophia’yı onayladığını belirtti. “Hadi şu işi bitirelim.”
FBI’ın
dar sokak boyunca çevrelediği araçların arasından geçip eve doğru ilerlediler.
Marc bahçenin girişindeki güvenlik şeridini geçmeleri için havaya kaldırdı.
Teşkilattan tanımadığı bir sürü görevli bahçenin içinde toplanmıştı. Anlaşılan
sadece ev değil tüm bahçede de detaylı bir araştırma başlatılmıştı. Mason’un bu
sefer işi sıkı tutmasına içten içe sevindi.
Yaşlı
adam uzaktan kendilerine işaret edince Marc çaresizce Sophia ile birlikte onun
olduğu tarafa doğru yöneldi. Mason Carter her zaman olduğu gibi beklemeden
konuya girdi. “Cesedi ev arkadaşı, Bayan Hebert’ın asistanı olan Bayan Bennett
yaklaşık bir saat önce bulmuş. En yakın ekibi hemen buraya yönlendirdim.
İncelenecek ama ilk izlenimlere göre vaka intihar.”
“Nasıl
olmuş,”
Mason
Sophia’nın sorusunu cevaplarken Marc bahçenin köşesinde yanındaki ajanla
birlikte sessizce oturan genç kıza göz ucuyla baktı. Şoka girmiş gibi
görünüyordu.
“Kendini
evin yüksek tesisat borularından birine asmış, kızın adı neydi,” Elindeki not
defterini açıp göz attı. “Chloe Dorge. Üniversite öğrencisi. Sıkı durun
çaylaklar aynı zamanda New York Halk kütüphanesinde görevli. Tam zamanlı değil
ama zaten bu önemli bir ayrıntı değil.”
“Ne!”
Marc ilgisini tekrardan Mason Carter’e yöneltti.
“Ev
arkadaşı ifadesinde itiraf etti. Araştırdım maalesef doğru, kadroda değil ama
üniversiteden gelen grupta adı var.”
“Bunu
söylemek için geldi,”
Marc
sesli düşündüğünü fark etti. Artık Carter’a söylemesi gerekiyordu.
Saklayamazdı. “Bayan Bennett geçen gece bana gelmişti. Plaza’dan çıkarken
Sophia ile birlikte onu yakaladık, sebebini o zaman anlamamıştım ama şimdi
eminim. Bana söyleyecekti.”
“Belki
de niyeti arkadaşı yeni bir cinayet daha işlerken seni oyalamaktı,”
“Hayır
şef, o öyle biri değil. Haline bir baksana,”
“Chloe
Dorge’de öyle biri gibi gözükmüyordu. Ama şu an sadece bildiğimiz sayı ile beş
kişinin katili olabilir, belki de bu işi sırayla yapıyorlardı, bilemiyorum...”
Mason Carter ilgisini Sophia Campbell’e yöneltti. “Peki sen ne düşünüyorsun?”
Sophia
kararsızlıkla etrafına bakındı. “Yani şef o kızı ben de gördüm. Gölgesinden
bile korkan bir tip. Marc haklı olabilir, yani...”
“Evden
bir silah çıktı. Ray Allen’in öldürüldüğü silah bile olabilir.” Mason, iki
ajanının da bu saf hallerine daha fazla katlanamadığını belli eden bir ses tonu
ile konuşmuştu. Sophia ve Marc göz göze geldiler.
“Jack
Peterson’un resimleri Chloe Dorge’nin çantasından çıktı. Dolapta şu kütüphanede
gece görevli adamın gördüğünü iddia ettiğine benzeyen siyah bir palto var. Ve
bu üç isimde Bayan Hebert’in çevresinde toplanıyor. Tanrı aşkına sizin neyiniz
var. John başından beri haklıydı. Katil bir kadındı. Ray’in cesedindeki taşıma
izlerinin sebepleri de buydu.” Derin bir nefes aldı. “Sahi John nerede? Ne
cebini ne de evini aradım ama ulaşamadım.”
Mason
karşısındaki iki yüze de dikkatle baktı. “Ah! Sakın bana hala Bayan Hebert’in
peşinde olduğunu söylemeyin. Kadının Kanada’ya geçiş yaptığını biliyorum,”
Marc
onun John’a söverek uzaklaşmasını seyretti.
“Sanırım
Carter haklı. Daha fazla insan ölmeden belki de her şey bitti.”
Marc
Sophia’yı başıyla onayladı. “Belki de,”
Sophia
bahçede perişan halde oturan kızı işaret etti. “Sen kızla ilgilen, berbat
görünüyor. Ben içeri geçiyorum,”
“Tamam,”
Marc
banka çökmüş olan kıza doğru ilerledi. Solgun yüzü şimdi her zamankinden daha
beyazdı. Kızın başında nöbet tutan adamdan kibarca izin istedi. Adam
duyamayacakları mesafeye ulaşınca da onun kalktığı yere yavaşça oturdu.
“Lena
iyi misin?” Geldiğini o ana kadar fark etmemiş olan genç kız olduğu yerde
korkuyla sıçradı. Marc onun gözlerine baktığında sarsıldı. Korunmasız ve
yapayalnız kaldığı gün gibi açıktı.
“İyi
olmak bugünlerde bana çok uzak,” Hastanede olduğu gibi ellerine bakarak
konuşuyordu. “O öldü. Öldü. Chloe öldü.”
“Biliyorum,”
Marc boğazında düğümlenen her ne ise yutkunarak geçmeyeceğini fark etti.
“Üzgünüm, çok üzgünüm, elimden bir şey gelmemesi...”
“Benim
gelebilirdi ama. Ben ne yaptım sadece sustum, sana anlatsaydım,” Genç kız
ellerini çaresizce birbirine kenetledi. “Benim yüzümden öldü. Benim aptallığım,
benim korkaklığım yüzünden öldü.”
“Ne
zamandır biliyordun?”
“İki
gün önce fark ettim, kütüphaneye yardıma çok gitmezdi, benim aklıma gelmemişti,
bana inanıyor musun?”
“Tabi
ki,”
“O
inanmıyor ama,” Marc Lena’nın gözleriyle evin önünde ekiple konuşan Mason
Carter’i gösterdiğini fark etti.
“Ben
sana inanıyorum Lena.” dedi elinden gelen en açık ifade ile.
Lena
başını çevirip onun kararlı yüzüne baktı. Kelimelerle değil gözleriyle dahası
kalbiyle söylediğini hissetti. “Teşekkür ederim, benim için yaptığın her şey
için. Siz iyi birisiniz ajan Anderson. Ama artık başımın çaresine bakabilirim.
Bakmak zorundayım.”
Gözyaşları
yanaklarından süzülürken usulca ayağa kalktı ve Carter’in ona eşlik etmesi için
görevlendirdiği ajanın kendisini yönlendirdiği koyu renk araca bindi. Marc
oturduğu yerde ayağa kalktı. Adım atamadı. Olduğu yerde sanki çakılı kalmıştı.
Nedenini bilmiyordu ama sarsılmıştı. Her şeyin sona ermiş olması değil bu kız
onu sarsmıştı. Kızın aracın camından kendisine bakan büyük ihtimalle yaş dolu
gözlerine baktı. Başı tekrar önüne düşmüştü. Ellerine bakıyor olmalı diye
düşündü.
Kök
salmış bir ağaç gibi olduğu yerde dikilmeye devam ederken araç hareket edip
gözden kaybolana dek gözlerini baktığı yerden ayırmadı...
❁❁❁
Ne kadar zaman geçtiğini
tam olarak kestiremiyordu. Yarım saat, belki biraz daha fazla. Tüm o işlemler,
kimlik tespitleri, kan örneği ve parmak izi alındıktan hemen sonra soğuk bir
asansörle iki kişi eşliğinde getirilmişti bu odaya. Sadece filmlerde izlediği
şu ‘sorgu odası’ olarak gösterilen yerlere birebir benziyordu burası. Lena
önündeki uzun ahşap masanın üzerinde var olan izlere baktı. Bazıları tırnak
izleri gibiydi. Bazıları ise daha güçlü darbeler sonucu meydana gelmiş gibi
duruyordu. Birkaç anlamsız kelime de kazınmıştı. Bir tanesinde ‘zafer’
yazdığına emindi. Genç kız başını hafifçe yana eğip karşısındaki büyük cam
bölmenin iki köşesine yerleştirilmiş küçük optik kameralara baktı. Harika,
sorgulanacaktı. Kısa cevaplar vermesi gerektiğini biliyordu. Emin olduğu şey ‘onların’
kendisinin her zaman kurduğu birçok anlatım bozukluğu içeren üç virgüllü
cümlelerinden hoşlanmayacak olduklarıydı. Federallere onlar mı diyordu? Bay
Anderson’a da o mu demeliydi?
O.
Onu bir daha asla
göremeyecekti.
Kapının açıldığını fark
ettiği an oturduğu metal sandalyesinde kıpırdandı. Dik durmalıydı. Ezik, korkak
ve yolunu bilmeyen Lena olarak uzun süre ayakta kalamazdı. İçeriye giren adam
hızlı adımlarla ilerlerken vakit kaybetmeden işe kendini tanıtmakla başladı.
“İyi günler Bayan Bennett, ben Federal Soruşturma Bürosu’ndan Sorumlu Özel Ajan
Billy Wagner.”
Bir yandan da elindekileri
masaya yerleştiriyordu. İnce bir dosyayı boş olan sandalyenin önüne, pet
şişedeki suyu ise genç kızın uzanabileceği mesafeye bıraktı. “Sorgunuzu ben
yapacağım. Hazır olduğunuzda başlayalım.” Ajan Wagner masanın diğer ucuna geçip
oturduğunda Lena dudaklarını kıpırdatmayı başardı. “Ben hazırım.”
“Pekâlâ, başlıyoruz.”
Cebinden çıkardığı ses kayıt cihazını masanın ortasına doğru bıraktı ve
düğmesine bastı.
“Ben Sorumlu Özel Ajan
Billy Wagner.” Eliyle Lena’ya konuşmasını işaret etti. “Ben Lena Bennett.” Lena
gözlerini birkaç saniye için yumdu ve kendini olabildiğince sakinleştirmeye
çabaladı.
“Tarih 14 Temmuz 2013, Yer
Amerika Birleşik Devletleri, 26.Federal Plaza. Ray Allen cinayeti ile bağlantılı
olarak ortak yürütülen Melissa Salinger, Kate Bartha, Carmine Robb ve Barbara
Menzel cinayetlerine yönelik devam eden soruşturma ile ilgili avukatsız olarak sorgulaya
alınmaktasınız.”
“Adınızı tekrar edin
lütfen.”
“Lena Bennett”
“Yaşınız ve uyruğunuz?”
“Yirmi iki, Amerika
Birleşik Devletleri.”
“Mesleğiniz nedir?”
“New York Üniversitesi öğrencisiyim. Psikoloji ve Dil Bilimi
çift ana dalında okuyorum. Aynı zamanda danışmanlık ofisinde asistanlık
yapıyorum.”
“Psikolog olmayı mı
hedefliyorsunuz Bayan Bennett?” Adam gözlerini bir saniye bile kızın üzerinden
çekmeden sorular sormaya devam ediyordu.
“Evet,” Bu kadar uzun
süreli göz teması kurmak onu şimdiden yormuştu.
“Neden?”
Lena ilk kez adamın
gözlerine kendinden emin bakarak cevap verdi. “İnsanlara yardım etmeyi
seviyorum.”
“Hiç birisine psikolojik
yardımda bulundunuz mu?”
“Hayır,” Elinden geldiği
kadar kendini telkin etmeye çalıştı. Ezik değilim ben…
“Chloe Dorge’ye psikolojik
yardımda bulundunuz mu?”
“Hayır” Korkak değilim
ben…
“Chloe Dorge’ye psikolojik
yardım etme teklifinde bulundunuz mu?”
“Hayır,” Yolumu biliyorum
ben…
“Neden?”
Başını kaldırıp adamın
yüzüne baktı. “Çünkü bir yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmedim. Yardıma ihtiyacı
olan biri gibi değildi.”
“Chloe Dorge’nin
şüphelendiğiniz bir davranışı oldu mu? Herhangi bir şey.”
“Hayır olmadı.”
“Cinayet işlemiş biri ile
aynı evde yaşıyorsunuz, psikoloji öğrencisisiniz ve dikkatinizi çeken hiç bir
şey olmadı. Öyle mi?” Ajan Wagner arkasına yaslanıp alayla karışık sırıttı.
Düz bir ses tonu ile cevabını tekrarladı.
“Olmadı.”
Adam masadaki suyu işaret
edince Lena istemediğini başıyla belirtti.
“Emily Hebert ile
tanışıklığınızdan bahsedin.”
“Kendisini üç yıldır tanıyorum.
Çalışanıyım, danışmanlık ofisinde onun asistanlığını yapıyorum.”
“Asistanlık kapsamında
yaptığınız işleri açıklar mısınız Bayan Bennett.”
“Pekâlâ. Günlük programını
yönlendiriyorum. Danışanlarının randevularını ya da katılacağı organizasyonları
ayarlıyorum. Yayınevi prosedürlerini yürütüyorum.”
“Başka?”
Elini alnına bastırdıktan
sonra derin bir nefes aldı. “Ofisini düzenliyorum, bazen temizlemeden kıyafetlerini
alıyorum. Keyifliyse kahve eğer sinirli ise ona çay hazırlıyorum.”
“Kimseye psikolojik
yardımda bulunmadığınızı söylemiştiniz.”
Lena omuzlarını silkti. “Bulunmuyorum.”
“Ama keyifli ya da sinirli
ise ona içecekler hazırlıyorsunuz.”
“Tanrım, lütfen... Sadece
iyi bir asistan olmaya çalışıyorum. Yaptığım şey sadece bu.”
“Emily Hebert’i seviyor
musunuz?”
“Tabi ki bu sorular çok
saçma.”
“Peki, Jack Peterson’u
seviyor musunuz?”
“Bu da ne demek?”
“Burada soruları yalnızca ben
sorarım Bayan Bennett. Jack Peterson’u seviyor musunuz?”
Lena pet şişeye uzanıp
eline aldı. “Bay Peterson, saygı duyduğum bir insan. Kibar, iyi eğitimli,
saygın bir adam.” Kapağını açtı ve büyük bir yudum aldı.
“Seviyor musunuz?”
“Hayır!” Bir an sonra
gözyaşlarının tekrardan harekete geçtiğini fark etti. “Hayrandım sadece.
İkisine de. Onlar mükemmel bir çiftti. Onlara bakar ve bir gün öyle bir
hayatımın olmasını arzulardım.”
“Bu yüzden ikisini
ayırmaya mı çalıştınız?”
“Ben kimseyi ayırmaya
çalışmadım. Beni böyle şeylerle nasıl suçlarsınız? Avukatım olmadan sorguya
alınmayı kabul etmiş olabilirim ama bu saçmalıklara cevap vermeyi kabul
etmiyorum.”
“Lütfen sakin olun Bayan
Bennett. Her detayı sizin ağzınızdan duymak zorundayız. Jack Peterson’un nerede
olduğunu biliyor musunuz?”
“Hayır tabi ki!”
“Jack Peterson ile en son
ne zaman görüştünüz?”
“Bilemiyorum.”
“Hatırlamaya çalışın
lütfen,”
“3 Temmuz sabahıydı
sanırım. Aynı tarihte Bayan Hebert’ın katılacağı bir televizyon programı vardı.
Evet o zaman olmalı. Bayan Hebert ve Bay Peterson sabah ofise birlikte
gelmişlerdi.”
“Peki, Chloe Dorge ve Jack
Peterson arasındaki ilişkiden bahsedin biraz.”
“Aralarında bir ilişki
olduğunu sanmıyorum.”
“Chloe Dorge’nin
çantasından çıkan fotoğraflara ne diyeceksiniz?”
“Anlam veremiyorum.”
“Onları oraya bir başkası
koymuş olabilir mi?”
Lena suyu yavaşça masanın
üzerine koydu. Özünde kesinlikle saf biri olabilirdi ama Ajan Wagner’in ima
ettiği şeyi anlamayacak kadar aptal değildi. “Sadece benim koymadığımı
biliyorum.” dedi.
“Onları hiç bir arada
gördünüz mü?” Lena başını olumsuz anlamında salladığında adam ses kayıt
cihazını işaret etti. “Sesli olarak yanıtlayın lütfen.”
“Hayır. Onları hiç bir
arada görmedim.”
Önünde duran dosyayı genç
kıza doğru uzattı. “O dosyadaki fotoğraflara iyi bakın lütfen. O fotoğraflardakilerden
tanıdığınız var mı?” Lena dört kadın fotoğrafına da tek tek baktı. “Hiç birini
tanımıyorum, daha önce görmedim.”
“Ajan Marc Anderson ile
konuşmak için bir girişimde bulundunuz mu?”
“Evet”
“Ajan Marc Anderson ile
konuştunuz mu?”
“Hayır”
“Neden?”
“Konuşmak için uygun
zamanı bekliyordum. Uygun zamanı yaratamadan beni fark ettiklerini gördüm.
Korktuğumu hatırlıyorum, silahını çıkarmıştı. Kaçmaya başladım.”
“Neden kaçtınız?”
“İçgüdü olmalı. Kaçmak
aklıma ilk gelen şey oldu.”
“Sizi etkisiz hale
getirdiğinde onunla konuştunuz mu?”
“Hayır.” Sıcak bir anı
genç kızın zihninden hızlıca geçip gitti. Bir an için karşısındaki camın
arkasında olup soruşturmayı dinliyor olabileceğini düşündü.
“Ajan Marc Anderson’a
söylemek istediğiniz o şeyi şu anda açıklar mısınız?”
Seni seviyorum demeyi ve
karşısındaki adamın suratına bakarak gülmeyi düşündüyse de cesur Lena olarak
ilk gününde bu kadarı sınırı zorlamak olurdu. “Chloe’nin üniversite tarafından
seçilmiş New York Halk Kütüphanesi’ne yardım eden bir öğrenci grubunda
çalıştığını söyleyecektim. Aslında düzenli olarak oraya gitmezdi ama bir
herhangi bir şeyden şüphelenirsem kendisini aramamı söylemişti.”
Ajan Wagner ilk kez
yorulmuş bir ifade ile yüzüne baktığında Lena onun kırklı yaşlarının sonlarında
görünmesine rağmen kendini yetmişinde hissettiğine bahse girebilirdi.
“Şimdilik bu kadar. Avukatınız
olmadan bizi cevapladığınız için teşekkürler Bayan Bennett. Manhattan bölge sınırından
çıkış yapmamaya çalışın. Yapmanız gerekirse de size bir arkadaşım eşlik edecek ve
gideceğiniz adres bilgimiz dâhilinde olacak. Bilirsiniz yasal prosedürler,
sorun çıksın istemiyoruz. Tekrar bilginize başvurmamız gerekebilir. İyi
günler.”
Adam ses kayıt cihazını
açtığı gibi tek tuşla kapattıktan sonra cebine attı. Sorgu odasından çıkarken
kapıyı arkasından açık bırakmıştı. Lena kapıda dikilen genç görevliyi fark
etti. “Galiba bilgileri dâhilinde özgürüm.”
Ajan Wagner kattaki
asansöre ulaşamadan Lena ona yetişmeyi başardı. Genç kadının yüzündeki ifadeden
dolayı adam beklemeden atıldı. “Bayan Bennet, herhangi bir şey mi
hatırladınız?”
“Üzgünüm hayır hayır. Ben…
Sanırım Manhattan dışına çıkacağım, gideceğim adresi nereye bildirmem gerek
demiştiniz?”
“Bir problem yok değil
mi?”
“Hayır hayır yok. O evde
kalmak istemiyorum. En azından bir süre…”
“Anlıyorum. Benimle gelin,
sizi ilgili birime götüreyim.”
“Teşekkürler.” Lena iki
adamla birlikte buraya getirilirken bindiği asansöre bindi. Artık o kadar da
soğuk gelmiyordu. Aynadaki görüntüsü ezik, korkak ve yol bilmeyen birine
benzemiyordu.
Wagner görevliye beşinci
katı işaret ederken yanındaki genç kadına nereye gideceğini sordu. “Peki,
yolculuk nereye?”
Asansörün kapısı
kapanmadan hemen önce Lena gülümseyerek Ajan Wagner’i yanıtladı.
“Kanada’ya…”
❁❁❁
John; evde, merdivenlerde
ve bahçede olduğu gibi çantayı aracın bagajına tıkarken de homurdanmaya devam
etti. “Bizi onaylamıyormuş ama hiç değilse bize inanıyormuş. Şimdi içim çok
rahatladı.”
Emily kapıyı kapatıp neşeli
bir ifadeyle merdivenlerden indi. Muhteşem bir sabahtı. Güneş az da olsa
kendini belli ediyordu. Hala söylenmeye devam eden adama bakıp muzipçe
gülümsedi. “Bir de iyi tarafından bak. Dylan Hebert dün gece bize bir şans
verdiğini söyledi.” Yanına gelip elindeki çantayı ona doğru uzatırken aynı
canlı ses tonu ile konuşmaya devam etti. “Aslında sana kızmam gerekir ama dün
gece babamı bile inandırdın, gerçekten iyi iş çıkardın. Okuduğun şeyin bir
Kanada Kızılderili’sine ait olduğunu biliyor muydun?”**** Cevap beklemeden heyecanla devam etti. “Ah!
Tabi ki biliyordun.”
John bagaja yerleştirecekleri bitince kapağı
kapadı ve kolunu aracın arka camına dayadı. “Bunu yapmak zorunda mıyız? Yani bu
yolculuğu,”
“Kesinlikle yapmak
zorundayız. Önce Bay ve Bayan Fortin’i bulmalı, sonra da o ağaçları
kurtarmalıyız. Bu görevi bize verdi. Ve unutmayın federal, Dylan Hebert
şiirlerden çok arazisi ile ilgilenir.”
“Unutur muyum hiç.” Aynı anda gülümsediler.
John onun tek omzundan
sarkan saç örgüsüne baktı. İlk kez makyaj yapmamıştı. Kaygan kumaşlardan
yapılmış tuhaf kıyafetlerinden de kurtulmuştu. Altında jean üzerinde ise komik
bir kazak vardı. Topuklu ayakkabıları yerine ise kalın botlar giymişti. Arabaya
yerleştiklerinde ona takılmadan edemedi. “First Lady kıyafetlerinden
kurtulmuşsun.”
Elindeki harita ile
ilgilenen Emily sadece “Öyle oldu” demekle yetindi. John belindeki silahı
çıkarıp aracın gözüne yerleştirdi. Gözlerini haritadan ayırmayan Emily “Onu
tekrar aldığını bilmiyordum.” dediğinde adam çaktırmadan gülümsedi. “Baban
yolculuk için verdi sonrasında geri alacağını söyledi. Belki yolda silah satan
bir dükkân da buluruz?”
Dikiz aynasını kontrol
ettikten sonra gözlüklerini taktı ve arabayı çalıştırdı. “Pekâlâ, yol sende,
müzikler de bende.” Emily onun yerleştirdiği CD’deki grubun ismine dehşetle
baktı.*****
“Ah! Olamaz,” Ellerini
kulaklarına bastırdı. John aracı küçük havuzun etrafından çevirdi ve ana giriş
kapısına doğru sürmeye devam etti. Bir yandan da müziğin sesini iyice açıp
direksiyonda hafifçe ritim tutmaya başlamıştı. Emily başını koltuğa yasladı ve
bas sesini alt etmek için tüm gücüyle bağırdı. “Önce Alaska otoyoluna
çıkacağız. Gideceğimiz ilk durak işte burada, Sikanni Chief.”
John eliyle anladığını
işaret ettiğinde Emily söylemeden edemedi. “Tanrım, bu arada berbat müzik anlayışın
var!”
Genç kadın kulaklarını
sağır eden gürültüden cevabın tek kelimesini duyabildi.
“… Seveceksin.”
Araç malikânenin giriş
kapısından yola çıkarken Kaitly Hebert kütüphaneden içeri girdi. Oğlunun büyük
bir dikkatle dışarıyı seyrettiği pencerenin önüne kadar geldi. “Dylan neler
oluyor?“ Gözden kaybolmak üzere olan araca baktı. “Emily ve John mu onlar?
Nereye gidiyorlar?”
Dylan Hebert annesine
döndü ve onun omuzlarına sevgiyle dokundu. “Kendileri için bir şans yaratmaya.”
Ardından yaşlı kadının
alnına hafif bir öpücük kondurdu…
❁❁❁
Marc elindeki balistik
raporla öylece dikilmeye devam ediyordu. Elindeki rapor açık bir şekilde evde
buldukları silahın Ray Allen cinayetinde işlenen silah olduğunu doğruluyordu.
Mason bir kez daha haklı çıkmıştı. Ray Allen’in katili Chloe Dorge’ydi. Asıl
soru bunu neden yaptığı ve kızın kimler adına çalıştığıydı. Belki de onunla
işleri bitmişti. Ölümü onlar tarafından intihar olarak gösterilmiş sıkı bir tezgâh
da olabilirdi. Marc koridorda kendisine doğru gelen Sophia ve Mason’u fark
edince raporu gelişi güzel masaya fırlattı. Yine sıkı bir nutuk dinleyecekleri
kesindi. Ne var ki Marc’ın beklediği gibi olmadı ve Sophia söze başladı.
“Boston’dan haberler var.
Mezarların açılması bu sabah gerçekleşmiş. Yerel güvenlik birimleri eşliğinde
adli tıp tarafından yapılan incelemeye göre kadın cesedinin Pelipa Torres olduğu doğrulandı. Erkek ceset ise
William Torres ile uyuşmuyor. Yani William Torres o kazadan sağ kurtulmuş.”
Sözü Mason Carter
devraldı. “Bizim bildiğimiz adı ile Jack Peterson olarak kimlik değiştirmiş.
Ona kimlerin neden yardım ettiğini bilmiyoruz ama bildiğimiz şey geçtiğimiz
Şubat ayında yeni kimliği ile New York’a ilk girişini yapmış. Bundan sonraki
belirli tarihlerde de giriş çıkışları var. Resmi olmayan kayıtları saymıyorum
bile.”
Marc elini hafifçe masaya
vurdu “Cinayetlerin işlenmeye başladığı tarihlerle uyuyor.”
“Aynen öyle,”
Mason durumu net olarak
özetleme yoluna gitti. “Adamımız bu ve tüm cevaplar onda. Onu en kısa sürede
yakalamalıyız. Fotoğraflarını ve kimliğini artık medya kanalına ulaştırma vakti
geldi. Yarın bir basın toplantısı ayarlayacağım, artık saklayamayız. Ray Allen’in
katilini veya ona yardım edeni bulduk. Kızı bir şekilde kullanmış da olabilir
ardından da kayıplara karıştı. Genç, yakışıklı ve kibar bir adam.”
Sophia elindeki sorgu
çıktısına göz attı. “Kaldı ki Lena Bennett da Jack Peterson için ifadesinde
benzer bir tanımlama yapmış,” Marc hızla başını kaldırıp Sophia’ya baktı. “Lena
Bennett ifade mi verdi?”
“Evet sabah avukatsız
olarak ifade vermeyi kabul etti. Ajan Wagne bu sabah sorgusunu gerçekleştirdi.”
“Benim neden haberim yok!”
“Açıkçası bunu
önemsemeyeceğini düşündüm.” Marc tekrar Sophia’ya baktı. Onları öpüşürken
görmüştü ama Mason’a bir şey söylemediği açıktı. Bir ara teşekkür etmeliydi.
“Ben basın toplantısında
yapacağım konuşmayı hazırlamaya gidiyorum,” Mason Carter yanlarından
uzaklaşırken Marc da çalan telefonunu cevapladı. “Dinliyorum Gaby. Harikasın
dostum. Bir saniye bekle not alıyorum,” Marc duyduklarını kâğıda not alırken
Sophia’ya beklemesini işaret etti.
“Nerede dedin? Kahretsin...”
İşi bitince telefonu kapattı ve hayret dolu bir ifade eşliğinde genç kadına
döndü. “Ray’in gizli ofisindeki diğer kadının kimliğine ulaştık. Adı Margaret
Gray. İnanmayacaksın ama yazarmış.”
“Ne?”
“Evet,”
“Ama kendisi ile
konuşabileceğimizi sanmıyorum.”
“Neden?”
Marc ellerini saçlarına
götürüp hafifçe çekti. “Kadın yıllardır Kanada’daki Toronto Doğu Hastanesi’nde tedavi görüyormuş.
Anladığım kadarıyla nasıl derler, o akıl hastası.”
Sophia yakınındaki koltuğa çökerken Marc elinden
gelen tek şeyi yaptı. Umutsuzca masayı bir kez daha yumrukladı…
❁❁❁
*Shoebill: Pabuç gagalı
bir kuş türü.
**Evanescence, ABD’li müzik grubu, My ımmortal (ölümsüzüm), 2000
***Fokstrot
tilki yürüyüşü de denilen Amerika kökenli sakin salon dans türü, vals benzeri
****Oriah
Mountain Dreamer (Kanadalı bir Kızılderili)
*****System
of a Down/ Chop Suey/ 2001