21 Temmuz 2015 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 20. Bölüm

Kuzeye doğru ilerledikleri her geçen dakika düşen hava sıcaklığı kendini hissettirmeye devam ediyordu. Tabi bunda aracı terk etmek zorunda kalmaları ve yarım saattir yürüyor olmalarının da oldukça büyük bir payı vardı. John ayağına dolanan sarmaşık türündeki otları gelişi güzel tekmelerken öfkeyle söylendi.


“Son model bir arazi aracın var ama bir bidon yedek benzinin yok. Aman ne güzel!”
Emily elindeki haritadan başını kaldırıp tam olarak önlerinde olması gereken yol ayrımını aradı. Arkasında büyük bir gürültü çıkararak kendisini takip eden adamın homurtularını işitse de işin aslı duyduklarını pek de umursamadı. Şimdi çok daha önemli sorunları vardı. Genç kadın yavaşladıktan sonra pili biten bir oyuncak gibi olduğu yerde kalakaldı. Bunu söylemek arkasından fırtına gibi yaklaşan sinir küpü nedeniyle oldukça güç olsa da görünürde yol ayrımı falan yoktu. Yön bulma becerisinden taviz vermeden konuştu. “Haritaya göre Buckinghorse River’a çıkan sapağın tam olarak burada olması gerekiyordu.”
John onun yanına vardığında elindeki iki çantayı da sertçe toprak yola bıraktı ve genç kadının kafasındaki o komik şapkanın çevrelediği yüzüne bakarken fısıldadı. “O haritayı parçalayacağım!”
Emily ise ona karşı geliştirdiği yeni ifadesine devam ederken çevreye biraz daha bakındı. Bunu yaparken bir yandan da sesli düşünmeye devam ediyordu. “Belki biraz daha ilerde olabilir ama çok yaklaştığımıza eminim.”
John ellerini başının üzerine koyup sakinleşmeyi denedi. Saçları gergin parmaklarının arasını doldururken durup onları yolmamak için kendisiyle savaştı. Ellerini iki yanına indirip boğazını temizledi ve tekrar ilerlemeye başlayan kadınla konuşmaya çabaladı. “Acaba neden arabada yedek benzin yok? Bu bir arazi aracı öyle değil mi ve yedek bir benzini yok. Bu hayatımda duyduğum en saçma şey.”
Emily durup arkasını döndü ve kendi bile anlam veremese de mantıklı bir açıklama bulmaya çalıştı. Ellerini hırsla bacaklarına vurdu. “Bende anlamıyorum arabada her zaman yedek bir bidon olurdu.”
“Yani bu bizim talihsizliğimiz öyle mi?”
“Sen ne demek istiyorsun? Yedek benzini ben mi almadım?”
Adamdan yüzüne bakmak dışında bir cevap gelmeyince ona karşı umursamaz davranmaya verdiği söz de aklından uçmuştu.
“Yani bilerek mi yaptım? Suçlu ben miyim? İnanamıyorum. Neden biraz sakin olmayı denemiyorsun? Belki şu durumda bize bir yardımı olur.”
John içten gelen alay dolu bir kahkaha attı. Hem bedeninin hem de sözlerinin ileri gittiğinin farkında bile değildi. “Yardım mı? Biliyor musun? Sen yanımdayken bana hiç kimse yardım edemez.”
Emily de ona karşı ses tonunu çekinmeden yükseltti. Kaba bir adamla elinden geldiğince kaba konuşmalıydı. Üstelik kendisine yönelttiği kesinlikle asılsız olan suçlamalara bu ton bile azdı. “Hah! Yanımda kalmayı sen kendin tercih ettin. Hafızanı yoklayacaksan eğer çok geriye gitmene gerek yok aslında. Daha dün gece. Söylesene unuttun mu?”
John dün gece herkesin içinde yaptığı seremoniyi hatırladı ve bu sadece öfkesinin artmasına sebep oldu. Dün gece, evet lanet olası dün gece bu kadına aşkını itiraf etmişti. Ne aşk ama! Mecburdu, işi çözmek için bu aşk oyununa bir süre daha ihtiyacı vardı. Zaten söyledikleri hiçbir anlam içermiyordu ki! Duygu yoktu aşk yoktu. Sadece sevdiği gruba ait sözleri basit bir şarkıymış gibi ezberlemiş ve karşısına geçip söylemişti. Emily’nin çılgınca her şeyi itiraf etmesinden hemen önce dudaklarından kendiliğinden dökülüvermişti. Tamam, tüm yükü genç kadının omuzlarına da yıkmamalıydı. Bunu da düşünmüştü. Sonuçta bu kendi hatasıydı. O dansı hiç teklif etmemeliydim diye düşündü ardından. İtiraf etmeliydi ki son derece yanlış ve fevri bir hareketti. Karşındaki kadının tekrardan büyük bir ciddiyetle haritayı incelemeye başladığını gördüğünde uzandı ve elinden kibarlıktan uzak bir hareketle çekip aldı. Kendisine başka çare bırakmamıştı.
“Hey, ne yapıyorsun? Ver onu bana.” Emily onun havaya kaldırdığı elinde adeta bir bayrak gibi sallanan haritaya uzanmaya çabaladı. Kolunu çekiştirdi, birkaç kez zıpladı hatta göğsüne bir iki yumruk attıysa da başarılı olamadı.
“Senin planını uyguladık tatlım. Gördüğün gibi ormanın ortasında olmayan bir sapağı arıyoruz. Şimdi sıra benim planımda. Yani aramızdaki tek kafası çalışan kişinin planında!”
Emily bir yumruk daha attı. “Ver o haritayı. Ahmak! Goril! Doğal ortamına getirdim seni, daha ne istiyorsun,”
“Geriye dönüp otoyoldan geçen birilerini bekleyeceğiz ve onlardan benzin isteyeceğiz. Tamam mı tatlım?”
“Tatlım deme bana. Ver şunu fena olacak bak.”
“Sahi mi? Bir düşünelim ne yapabilirsin acaba? Beni yere yatırıp üzerime mi çıkacaksın?” Haritayı ona verirse kafasının dikine gideceğini biliyordu ki buna asla izin vermeyecekti. Birleştirilemeyecek kadar küçük parçalara ayırmayı hatta ağzına atıp çiğnemeyi bile düşündü. Son anda aklına gelen arsız bir planın ise çılgınca hoşuna gittiğini fark etti. Geri dönebilmeleri için aklına gelen bu planı uygulamaya karar verdi. Onun güçsüz yumruklarının arasında haritayı tek avucunun içinde buruşturdu ve kendisine başarısız hamlelerde bulunan kadına göz kırparken pantolonunun içine soktu. İşe yaramıştı. Bu hareket sonrasında onu bırakmış hatta iki adım uzaklaşmıştı.
“Çıkar o soktuğun şeyi oradan. Sana diyorum!” Havanın gittikçe soğuması nefesini görebilmesine sebep oluyordu.
“Gel de al.”
“Ahlaksız!”
“Yemin ederim sana engel olmayacağım.” Ellerini başının iki yanına kaldırıp teslim olacağını açıkça gösterdi.
Kulağının dibinde tiz bir çığlık attığında John bu küçük oyunu bitirdi. Genç kadın hala inanamayan gözlerle kendisine bakmayı sürdürürken eğilip yerden çantaları aldı ve geldikleri yoldan geriye doğru yürümeye başladı.
Emily sinirle tek bacağını savurdu ve ona doğru bir miktar toprak fırlattı. Yetinemeyen genç kadın yerde bulduğu birkaç ufak taşı da arkasından attı. Fakat karşılığında ne harita ne de tek bir cevap alamamıştı...
❁❁❁
John F. Kennedy Havaalanında kendisine tahsis edilen adam ile bekleyen genç kız yorgun gözlerle terminaldeki kalabalığı seyrediyordu. Yüzleri gülen birçok insan önünden geçip giderken Lena tekrar boğucu düşüncelere daldı. Aklında sadece Bayan Hebert’a söyleyecekleri vardı. Bu olanlara kendisi bile inanamazken onu nasıl inandıracağını ise hiç bilmiyordu. Belki de hayatından çekip gitmesini isteyecekti. Haklıydı! Ne de olsa işler onun asistanı olduğu için bu noktaya gelmişti. Onun asistanı olmasaydı Chloe asla onunla bir ev tutmazdı. Tüm bu korkunç cinayetler işlenmez, öldürülen o memur hatta Chloe bile bu duruma gelip kendisini asmazdı. Lena birkaç dakika daha insafsızca kendini suçlamaya devam etti. Ta ki yanındaki adam gitme vaktinin geldiğini bildirene kadar.
“Uçuş için anons verildi Bayan Bennett.”
Kendisine bu adamla ilgili sadece ulusal güvenlik biriminde görevli Tom Adams olduğu bilgisi verilmişti. Otuzlu yaşlarının ortalarında gözüken tuhaf bir adamdı. İnsan konuşurken ağzını kıpırdattığından emin olamıyordu. Lena Havaalanına gelirken uğrayıp evden aldığı -birkaç parça eşyasını tıkıştırdığı- el valizine uzandı ve gözü üzerinde olan adamın bakışları altında uçağa doğru yol aldı. Uçak saatinde ve rahat bir kalkışla havalandıktan bir süre sonra genç kız pencereden arkasında kalan New York’a baktı ve dindiğini sandığı gözyaşlarından birkaç inci daha aktı. Dudaklarını kıpırdatmadan fısıldamakta hiçbir zaman başarılı değildi hele ki aklı ve kalbi şimdi geride kalmışken…
Yanında oturan ve bu işlerde usta olan adam ise genç kızın dudaklarını net olarak okuyabilmişti.
Kanada’ya götürmesi istenen bu kız belli belirsiz “Elveda Marc” demişti...
❁❁❁
Marc öğleden sonra binadan çıkar çıkmaz telefonuna sarıldı. Sophia’dan Edmonton yerel polisine durumu bildirmesi ve uçuş için gerekli izinleri almasını istemişti. Yasal prosedürlerle uğraşacak vakti yoktu. Olay en geç yarın sabah, tüm ulusal kanallarda yayınlanmadan önce, olanları John ile paylaşmalıydı. Marc aracına doğru ilerlerken arka arkaya aramaya devam etti. İki seferinde çalma sesi gelmeyen telefon üçüncü aramada ise telesekretere düştü. Parker hangi cehennemdeydi dahası ne haltlar çeviriyordu? Konuşmadıkları bu iki günlük sürede başını belaya sokmamış olmasını diledi. En azından kendisi yetişene kadar. Marc kısaca onu geri aramasını bildiren bir not bırakıp telefonu kapattı ve aracının kapısını açıp koltuğa yerleşti. İçeride nefes almak gerçekten güçtü. Temmuz’un en sıcak günlerinden biri olmalıydı. İkinci bir arama yapmak için telefonunu kurcalarken önce aracın camını açtı sonra da dikiz aynasıyla oynadı. “Gaby senden bir adres daha öğrenmeni isteyeceğim. Dinle, Kanada’nın batı bölgesinde bir ev adresi. Hebert’lara ait. Evet. Acele et lütfen ben de yola çıkıyorum.” Telefonla işi bitince yandaki koltuğa attı ve arabayı çalıştırdı. Bayan Hebert’i bulursa John’u da buldu demekti. Caddeye çıkıp Broadway yolu üzerinden ortalama hızla devam etti. Uçak veya aktarmalarla gitmek yerine helikopteri tercih etmek en akıllıcasıydı. Mason kuduracak olsa da John’u riske atmayacağını biliyordu. Kanada’ya gitmeden önce aklına takılan bir şey daha vardı. Daha doğrusu birisi. Bunun Lena Bennett olduğunu kendine itiraf etti. Kızın nasıl sorgulandığını dahası iyi olup olmadığını bilmek istiyordu. Dünkü hali gözünün önünden bir an olsun gitmiyordu. Sözleri, her an paramparça olacak bir mermer gibi duran güzel yüzü, her şeye boğun eğen bir ifade ile araca binmesi, usulca uzaklaşması… Tanrım! Onu görmek istiyordu. Evin FBI tarafından hala kapalı olduğunu bildiği için evine gitmiş olamazdı. Muhtemelen bir süre için ailesinin yanına dönmüştü. Acaba ailesi nerede yaşıyordu? Kızın son sözleri bir kez daha aklında dönmeye başladı.
Başımın çaresine bakmak zorundayım…
❁❁❁
Emily kahrolası adamın gözden kayboluşunu seyrederken ayağının ucu ile küçük daireler çizmeye devam ediyordu. Ağaçlar artık onu görmesini imkânsız kılıyordu. Ne yani; onu ormanın ortasında bırakıp bir kez bile arkasına bakmadan öylece çekip gitmiş miydi? Peşinden geleceğine, onun emirlerine koşulsuz itaat edeceğine bu kadar emin miydi? Tanrım bir adam nasıl bu kadar kendini beğenmiş olabilirdi? Üst mevkiden insanları tanımanın en kötü yanı şüphesiz karşınıza yerin yedi kat altından gelmiş bir yabani çıktığında sizi ne yapacağınızı bilmez bir hale düşürmesiydi. Şimdi olduğu gibi. Emily geriye dönüp birkaç adım attıysa da gururuna yediremeyip ilerlemeyi seçti. Hayvanlar tarafından parçalanacak olsa bile geri dönmeyecekti. İki yanında salınan kolları ve yumruk yaptığı elleri hızını arttırmasını sağlamıştı. Toprak yoldan çıktı uzun ve sık ağaçların arasına daldı. Bir süre ormanın içinden yürümeye devam etti. Belli bir yere kadar takip ettiği toprak yolu ise artık kaybetmişti. Fortin’lerin çiftliğine az bir yolu kaldığına emindi, tek sorun çiftliğin ne tarafta kaldığıydı. Durup hafızasını zorladı. Neredeyse tüm çocukluğunun geçtiği arazide ilk kez kendini bir yabancı gibi hissetti. Birçok şey değişmişti. Genç ve sağlıklı ağaçlar etrafında toplanmıştı. Hepsinin birkaç yıl içinde dikilmiş oldukları belliydi. Elini alnına koyup gözlerini kıstı. İleride hatırladığı o uzun ve kalın orman ağaçlarını görebiliyordu. Emily o an da sapağı neden bulamadığını fark etti. Toprak yolun yeri değişmişti. Muhtemelen Fortin’ler Sikanni Chief’e çıkan kısa bir yol bulmuşlardı ve genç olan ağaçlar ona göre dikilmişti. Şimdi kafasında her şey yerli yerine oturuyor…
“Ellerini başının üzerine koy ve kıpırdama,” Emily bir an John’un peşinden geldiğini sandı ama işittiği sesin yabancı birine ait olduğunu hemen algıladı. Sesin dediğini yapıp ellerini yavaşça kaldırdı.
“Arkanı dön, acele et.” Emily olduğu yerde dönerken ayakların altındaki yaprakların çıkardığı ses namlunun ucuna sürülen mermi sesi ile karışmıştı. “Ne arıyorsun burada?”
Emily cılız görünümlü çocuğa baktı. On sekizinde olup olmadığından bile emin değildi ve elindeki tüfek kolundan kalındı. “Bakın ben sadece Fortin’leri arıyorum.” dedi.
“Fortin’ler?”
“Evet. Dylan Hebert çiftlikteki hasta ağaçlarla ilgilenmemiz için bizi yolladı.”
“Bizi?” Genç çocuk bir an için afalladı yakınlarda başka birilerinin olabileceği telaşı ile düşüncesizce tüfeği çevirip dürbünüyle etrafı taradı. Ardından aldığı sert darbe ile yere yığılıp kaldı.
“Bizi seni velet!” Emily bu sefer ağacın arkasından uzanan ve oğlanın suratına beş kiloluk çantayı indiren sesin sahibini tanımıştı.
“Neden o kadar sert vurdun? O sadece bir çocuk.”
“Çocuklar etrafta tüfekle gezmezler Emily.” John genç kadına cevap verirken eğilip tüfeği yerden aldı. “Yalnız sağlam makine, kendime silah ararken tüfek buldum iyi mi!”
Emily başını sallayarak onu onaylamadığı açıkça ifade ettikten sonra oflayarak yanından geçti ve az ileride hala kıpırdamadan boylu boyunca yatan çocuğun yanına vardı. Göğsünden tutup onu yavaşça sırt üstü çevirdikten sonra elini başının altına koydu.
“İyi misin? Beni duyabiliyor musun?”
Oğlanın sağ yanağında uzun fakat derin olmadığı belirgin bir çizik vardı ve gözleri rüyanın ortasında sadece birkaç saniye uyanan birinin baygın bakışlarıyla doluydu. Emily yarayı yakından incelerken onun yüzüne doğru giden elini havada tuttu. “Dokunmamalısın, mikrop kapabilir.”
Elini çaresizce indirdikten hemen sonra yüzünü acı içerisinde buruşturdu. “Bana ne yapacaksınız?”
“Bu göreceli bir durum ufaklık. Bize yardım edip etmemene bağlı.” Oğlan başını çevirince elinde tüfeği ile dikilen iri yarı adamı fark etti. Korkuyordu ama son yaşananlardan sonra çiftliği daha fazla riske atamazdı.
“Bay Hebert her zaman kendisi gelirdi. Sizi onun gönderdiğini nereden bileceğim?”
Emily oğlanın doğrulması için yardım ederken ona güvende olduğu hissini vermeye çalıştı. “Adım Emily Hebert, Dylan Hebert’ın küçük kızıyım. Bizi çiftliğe götürürsen Bayan Fortin eminim beni tanıyacaktır.”
“Haklısınız efendim, annem bir gördüğü yüzü bir daha unutmaz.” dedi. Toprak olmuş elini pantolonuna sildikten sonra Emily’e doğru uzattı. Genç kadın şaşkın bir ifadeyle kendisine uzatılan eli sıktı. “Andrew Fortin, emrinizdeyim.”
Ardından göz ucuyla tepelerinde dikilen adama baktı. John bu kaçamak bakışı elbette kaçırmadı. Tüfeği oğlanın burnunun dibine kadar soktu. Ona yaptığı yanlışı göstermek istiyordu. “Çiftliğinize girenleri tüfekle mi karşılıyorsun evlat.”
“Sandığınız gibi değil. Bir süredir haydutlarla boğuşuyoruz. Çiftliğe giren ve sahip olduğumuz tek şeye zarar verenler.”
“Kimler?”
“Kim olduklarını bilmiyoruz. Bu yüzden bir ipucu bulmak adına gün boyu arazi çevresinde dolanıp duruyoruz.”
John tüfeği onun yüzünden indirdi ve çantaları omzundan yere attı. Tehlikenin büyüklüğünü her zaman anlardı ve bu oğlanın yüzünde de tehlikenin ne denli büyük olduğunun bütün belirtileri fazlasıyla vardı. Çocuk koluyla sulanan gözlerini gelişi güzel sildi ve kızaran yüzüne rağmen konuşmaya çabaladı.
“İlk zamanlar ağaçlara yanlış sulama ya da ilaçlama ile biz sebep olduğumuzu sanmıştık. Ama daha sonra babamla günlerce oturup yaptığımız araştırmalarda bambaşka sonuçlar bulduk.”
John’un oğlanın yüzünden çektiği bakışları Emily ile buluştu. Genç kadın da can kulağı ile anlatılanları dinliyordu. Bakışmaları Andrew’in sözleri ile son buldu.
“Ağaçlar kendiliğinden hastalanmamıştı. Biri diktiği fungallar ile onların köklerini zehirlemişti. Bize zarar vermek isteyen birileri olabilirdi ya da belki çiftliği kurup arazilerini işlettiğimiz Hebert’lere zarar vermek isteyen birileri. Bilisiniz zenginlerin düşmanları fakirlere göre her zaman daha çok olur…”*
❁❁❁
“Emily’i çok sevgili damadın ile birlikte Buckinghorse River’daki çiftliğe yolladım hayatım. Yarından önce dönebileceklerini de hiç sanmıyorum.”
“Dylan, bu yaptığına gerçekten inanamıyorum. Kızımızın yarın akşam çiftlik hayvanı gibi mi kokmasını istiyorsun!”
Sarah Hebert’ın sabah aldığı bu tatsız haberle kaçan neşesini öğlene doğru beklediği konuğu fazlasıyla yerine getirmişti. Edmonton’un merkezinde bulunan -her zaman alışveriş ettiği- dükkândan getirilen kıyafetler gerçekten de olağanüstü görünüyorlardı. İşi şansa bırakmamak için birkaç farklı model istemiş olmanın haklı gururu ile gülücükler saçarken kendisine elbiseleri göstermeye devam eden yıllardır tanıdığı bu şirin ve becerikli hanımı ve onun çenesi düşük ablasını da unutmadı. “Yarın akşam davet sahipleri biziz. Sizi ve ablanız Bayan Coop’u da mutlaka bekliyorum.”
“İnanmıyorum anne! Bu kıyafetlerin hepsi kırmızı.” Bayan Hebert oturma odasının girişinde beliren büyük kızına oldukça sert bir bakış atarak döndü. Hailey geldiğini haber vermeyi bir türlü öğrenemeyen küçük bir çocuk gibiydi. Her seferinde kalbinin yerinden çıkacak kadar hızlı atmasını ustalıkla başarıyordu.
“Evet, çünkü Emily’e kırmızı rengi yakıştırıyorum, tıpkı sana laciverti yakıştırdığım gibi,”
“Emily kocaman bir kadın anne. Başka bir ülkede bambaşka bir hayatı var. O bizim gibi değil. Yani uzun zamandır tercihlerini kendisi yapıyor.”
Sarah Hebert elinde askılarla dikilen kadına kibarca gülümsedikten sonra kızının koluna girip onu odanın uzak bir köşesine çekti.
“Kız kardeşinin kararlarına her zaman saygım var küçükhanım, bunu biliyor olmalısın. Kendi tercih ettiği adamla burada. Ve ben sadece kızımın işi sağlama almasına yardım ediyorum. Hepsi bu. Umarım bu konuda anlaşabilmişizdir.”
Hailey gözlerini devirip bir süre sonra inançsızca başını salladığında Sarah Hebert en azından birkaç saatliğine anlaştıklarını ummuş oldu…
❁❁❁
“Emily malikânede her şeyin yolunda olduğuna emin misin?” Bayan Fortin bir önceki kadar büyük bir eti daha tabağına bırakırken oldukça endişeli görünüyordu. Emily elindeki bardakla oynamaya devam ederken bir yandan da mütevazı çiftlik evinin şirin mutfağının bahçeye bakan geniş camından dışarıdaki ölü ağaçları inceleyen üçlüye bakıyordu. John, Bay Fortin’le yere çömelmiş kesilmek zorunda kalan ağaçlardan birini inceliyordu. Bir an sonra ağacın dev gövdesini kendisi ile birlikte ayağa kaldırdı. Genç kadın meyve suyundan aldığı yudumun büyüklüğünü son anda fark etti ve hafifçe öksürdü. Vay canına! Ağzını kapatıp yüzünü masanın karşısında oturan kadına döndü. “Sizi temin ederim ki her şey yolunda, şey sanırım daha fazla yiyemeyeceğim.”
“Tanrım! Küçük bir kız iken de böyleydin, asla tabağındakileri bitirmezdin, bütün yardımcılarınızı peşinden koştururdun.” Emily yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamadı. Tuhaftı fakat çocukluğunun her bir detayını hatırlıyordu.
Kadının “Ve koşup buraya gelir, bir fincan çay ile bir tabak dolusu kurabiyeyi yerdin.” dediğini işitti.
Emily iç geçirdi. “Ah! Nasıl unuturum? İçinde maple şurubu olan şu elmalı kurabiyeler. Büyükannem beni evde tutabilmek için gelip sizden tarifini almıştı.”
“Ve bu bile seni evde tutmakta yeterli olamamıştı.”
İki kadında güçlü bir kahkaha patlattı. Bir süre sessizce bahçede konuşan adamları seyrettiler. Sessizliği bozan Bayan Fortin oldu.
“Babanın gelmemesine şaşırdım doğrusu. Bay Hebert ziyaretleri hep kendisi yapardı, bu sefer az mahsul çıkardığımız için bize kırılmış olabilir mi?”
Emily uzanıp karşısında yüzündeki mahcup ifadeyle oturan kadının ellerini tuttu. “Ah! Asla. İnanın bana. Babam sadece John’un da araziye alışmasını istiyor hepsi bu.”
“John, evet şu senin yakışıklı adam. Bence film yıldızlarına benziyor. Amerikalı olduğunu duydum, bilirsin burada haberler hızlı yayılıyor.”
“Bilmez miyim(!)”
Bayan Fortin avuçlarını tutan narin elleri biraz daha sıktı. “Harika bir eş olacağına eminim. Sana nasıl baktığını gördüm tatlım.”
“Sahi mi?” Ahlaksız herifin ormanda yaptığı gözünün önüne geldi.
“Bu bakışı bilirim. Sadece âşık bir adamın bakacağı gibi. Huysuz Bay Fortin’le bunca yıl nasıl evli kalabildim sanıyorsun?” Bayan Fortin masadan kalkarken genç kadına usulca göz kırptı. “İşleri uzun gibi görünüyor. Bu gece burada kalmalısınız.”
“Şey, ben aslında işlerinin o kadar da uzun süreceğinden emin deği...”
“Kocam ve oğlum bana pek belli etmemeye çalışsa da ters giden bir şeyler olduğuna eminim. Haydi bakalım, gidip şu huysuz ve âşık adamlara harika kurabiyeler yapalım.”
Huysuz ve âşık mı?
John Parker gerçekten de bir film yıldızı olmalıydı çünkü istediğinde girmeyi başardığı o centilmen rolü ile gösterdiği performansı kesinlikle oscarlıktı. O haritaya yaptığını ise asla unutmayacaktı!
❁❁❁
Becerikli ellerini saran eldivenler kesilmiş küçük kağıt parçalarına pahalı kristallere eş değer bir özen gösteriyordu. Belki daha da fazla… Beyaz cımbız, hazırlanmış ve sırası gelen her bir parçayı havalandırıp küçük bir kabın içindeki göle yavaşça dokunduruyordu. Ve her bir kağıt parçası bir önceki kelimeye anlam katmanın dayanılmaz zevki ile kendisini bekleyen yeni yerine kolaylıkla yapışıyordu. Kelimelerde aşka geliyordu ve onlar birleştikçe belki de dünyada birbirine en uzak kalpleri bile bir araya getiriyordu. Yan tarafında duran kısmen parçalanmış kitap bunun en gerçek göstergesiydi. Fakat şimdi kendini aşka adamış bütün o kelimeler tek bir şey için birleşiyordu.
İntikam!
Yarattığı eserine bir kez daha göz attı. Olağanüstüydü. İntikam için yemin etmiş birinden kurbanına yazılmış ilk ve son mektuptu. Ve ona asıl zevk veren şey ise onu tam olarak kendi kelimeleri ile vuracak olduğuydu.
Kâğıdı aynı özenle katlayıp küçük bir zarfa koyduktan sonra kendisini en eğlendiren kısma geçmek üzere masanın üzerinde kalan son iki kâğıt parçasını da zarfın üzerine yapıştırdı.
Alıcının adı gayet açıktı. Küçük beyaz zarfın üzerinde son derece gösterişli bir karakter kullanılarak bastırılmış olan kitap kapağından kesilmiş o isim vardı. Zarfı ufak bir naylonun içine atıp ağzını kapattıktan sonra parçalanmış kitapla birlikte yanına aldı...
Yarın akşam herkes fazlasıyla eğlenceye doyacaktı!
❁❁❁
“Pekala Andrew, şuraya çizdiğim sınırı görüyor musun?”
John’un gösterdiği -az ilerilerinde aralıklarla dikilmiş sopalardan oluşan- sınıra bakan oğlan heyecanla başını salladı. “Evet efendim!”
“O alan tam olarak sağlıklı ağaçları hasta olanlardan ayırdığım sınır. Hastalığın diğer tarafa geçmemesi için senden o çubukları takip ederek yol boyu derin bir hendek kazmanı istiyorum. Bunu yapabilir misin?”
“Kesinlikle efendim.” John onun sırtına hafifçe vurdu. “Öyleyse bunu birlikte başaracağız evlat.” Andrew yerinde duramayan bir enerji ile dev bir hendek açmasına yardımcı olacak ihtiyaçlarını almak için evin yanındaki küçük garaja doğru koştu. Garajdan elinde kovalarla çıkan adamların arkasında kalan Bay Fortin ise oğlundaki bu beklenmedik enerjiye şaşırmıştı. Kendisine yardım etmesi için sürekli zorladığı oğlu şimdi iş yapmaya adeta zıplayarak gidiyordu. Hayat gerçekten de tuhaftı!
Ormanın girişinde toplandıklarında Bay Fortin hazır olduklarını içeride yaptıklarını anlatarak belirtti. “Tüm kovalar hazırlandı. Hortumla ilaçlamak için su deposuna da dediğiniz gibi göztaşı karıştırdık. ”
“Sağolun Bay Fortin. Pekâlâ şimdi kaç kişiyiz bir bakalım.” Etrafındaki adamlara göz attı. Çiftlikte çalışanlarla birlikte toplamda on kişiydiler.
“Güzel, şimdi ilaçlamayı bugün bitirmek için aramızda bir iş bölümü yapacağız. Her ihtimale karşı sağlıklı ağaçları da ilaçlıyoruz. Siz ikiniz ilerideki sağlıklı ağaçların olduğu kısmı alın, ilacı mümkün olduğunca bol sürüyoruz. Anlaşıldı mı?”
İki adam da anladıklarını belirten kendilerine has tuhaf hareketlerde bulunduklarında John, Bay Fortin’e döndü. Bu işte içlerinden birinin de parmağının olma ihtimaline karşı adamları yalnız bırakmak istemiyordu. “Bay Fortin siz de lütfen o grup ile gidin.” Küçük grup getirdikleri kovalarıyla birlikte Andrew’in hevesle kazmaya başladığı yerin ilerisine yöneldiler. John kalan diğer altı adama döndü.
“Pekâlâ, bizim bölgemiz de hastalıklı kısım yani bu taraf.” Çalışacakları alanı gösterdikten sonra sağ tarafında kalan üç adamla başladı. “Siz üçünüzden istediğim şey, ağaçlardaki tüm fungalları kesin, gövde de oluşanlarda dâhil.” Ardından hemen yanlarındaki iki adamı işaret etti. “Arkadaşlarınızı takiben siz devam edeceksiniz. Temizlenmiş ağaçların köklerindeki toprağı en az otuz santim kazıyorsunuz. Ağacın kökünde küçük bir havuz görmek istiyorum. Tamam beyler, başlıyoruz haydi.” Adamlar dağıldığında karşısında bir tek yirmili yaşların başında olduğunu tahmin ettiği bir genç kalmıştı. Ona da yapması gerekeni tek cümle ile izah etti. “Biz ikimizde hemen peşlerinden fırçalamayla ilaçlamaya geçeceğiz.”
Başını sallamakla yetinen genç adam bir an sonra konuşmaya karar verdiğinde John onun sesinin bariz tizliğinden yaşı hakkındaki tahmininde haklı olduğunu anlamıştı. “Bay Parker, kabalık ettiğimi düşünmezseniz size bir şey sormak istiyorum.”
“Seni dinliyorum,”
“Ağaçlarla arası iyi olan birisine pek benzemiyorsunuz.”
John kollarını göğsünde birleştirdi ve uzun bir cümle kuracakmış kadar bekledi. “Sahi mi? Peki arası ne ile iyi olan birine benziyorum?”
“Affedersiniz,” Çocuk baştan aşağı kızarınca John onunla uğraşmayı kesti. Duruşunu bozdu ve hafifçe gülümsedi. “Pekâlâ sorun değil, işimize bakalım genç adam.”
“Ama bu bildikleriniz efendim, Bay Hebert’ın sizi neden buraya gönderdiğini anlamamızı sağlıyor. Yani en azından ben anlayabiliyorum.”
John onun arkasında kalan çiftlik evinin kapısında Emily’i gördüğünde soruyu hızlıca geçiştirmek istedi. “Bay Hebert’ın buraya beni sadece sınamak için gönderdiğine emin olabilirsin.” Kovalardan birini ona uzattı. “Sen başla, geliyorum.”
Genç adam yavaşça yanından uzaklaşırken Emily hızlı adımlarla kendisine yaklaşmaktaydı. Kafasındaki yün bere yetmezmiş gibi şimdi üzerinde de eski, kirli ve korkunç bir tulum vardı. Karşısında dikildiğinde John gülmemek için kendini güçlükle tuttu.
“Neden üzerine o acayip şeyi giydin?”
Emily kapıdan çıkmadan önce bir kez daha kendisine verdiği söze ihanet etti ve o her zamanki savaş pozisyonuna geçti. Bu adam iki saniye de onu kendine benzetmeyi başarıyordu. İnce uzun parmakları yine belindeydi. “Sence mini etekle mi iş yapmalıyım?”
“Pardon ama iş yapmak derken(!)”
Emily işaret parmağı ile adamın arkasında kalan küçük ormanı gösterdi. John gülümserken kaşları hayretle yukarı kalkmıştı.
“Kızma ama bana kalırsa senin en güzel iş yapabileceğin yer orası,” Emily’nin ise onun nereyi gösterdiğine dönüp bakmasına bile gerek yoktu. İki saattir oturduğu mutfağı işaret ettiğini adı gibi biliyordu.
Korkmuyordu. Neden korkacaktı ki! Çekinmeden onun üzerine yürüdü. “Burası benim toprağım ve ben de elimden ne geliyorsa sonuna kadar yapacağım.”
“Sahi mi bunu öğrendiğim iyi oldu savaşçı kadın. Ben de kime hizmet ettiğimi merak ediyordum.”
O farkında bile değildi ama burnundan derin bir soluk aldıktan sonra elleri bir kez daha beline gitmişti. John dibindeki çatılmış kaşlara, onlara eşlik eden parlak gözlere ve mühürlenmiş dudaklara tamamında ise ortaya çıkan sinirle yüze baktı. Tanrım! İşte cadı bir kez daha pozisyon almıştı. Bir süre televizyondaki basket maçına baktığı gibi gözünü kırpmadan baktı ona. Muhtemelen saydıracaklarını düşünüyordu. Cesaret edip potaya smaç mı basacaktı yoksa sadece oyunu kurtarmak için kendisine pas mı atacaktı?
“Espri anlayışında müzik anlayışın kadar berbat,” cümlesi dökülüverdi karşısındaki dudaklardan.
Akıllı kadındı! Onunla boy ölçüşemeyeceğini bilen cadı sadece pas atmıştı! John için bunu sayıya çevirmemek budalalıktı.
“Ne biçim bir kadınsın sen? Neden bir kez olsun sadece oturup bekleyemiyorsun? Neden içeri girip kendine şu her zaman bayıldığınız aşk kokan filmlerden birini açıp izlemiyorsun? Her iki kimyasal sonunda insanı zehirlese bile aşk solumak ilaç solumaktan her zaman daha iyidir. Sana söz! Filmin sonunda ahmak herif diz çöküp kıza evlenme teklif etmeden bizim de işimiz bitmiş olacak.”
Karşısında köpürmesini beklediği yüz sakince gülümsüyordu. Uysal ifadesi içini ferahlatmış, söz dinlemesi ise fena halde hoşuna gitmişti. Yani sadece iki saniye.
Eğilip yerdeki kovalara uzandığı sırada John onun toprak saça saça ilerleyip birkaç adım uzaklaştığını ve sonra durduğu noktadan ve az önce konuştuğu genç adama seslendiğini işitti. “Merhaba, acaba hortumlar garajda mı?”
John ellerinde kovalarla doğrulamadan kalmış bir vaziyette onları izlemeye devam ediyordu.
“Evet Bayan Hebert. Sizin için getirmemi ister misiniz?”
“Hiç gerek yok ben hallederim. Teşekkürler.”
Emily garaja doğru ilerlerken John kovaları sertçe aldığı yere bıraktı. İlaçlı suyun bir kısmı toprağa dökülüp anında emilmişti.
Yanından geçip giden kadının arkasından kükredi. “Hortum mu dedin sen?”
“Evet, şu sulama için kullanılan uzun ince lastik boru.”
“Saçmalama hortumun ne olduğunu biliyorum, buraya gel, buna izin veremem.”
Emily yolun yarısında durup arkasını döndüğünde John’u hemen dibinde buldu. “Bakın sizi temin ederim ki Bay Park…”
“Olamaz! Yine siz demeye başladığına göre bir sonraki bela yaklaşıyor demektir.”
“Ya hortum işini bana verirsiniz ya da…”
John elindeki eldivenin parmak uçlarını dişleriyle çekiştirdi. “İşte geliyor!”
“Diğer tarafa gönderdiğiniz iki adamla birlikte çalışmaya giderim. Ve bayım inanın bana bu sefer tercih ettiğim kıyafet kesinlikle tulum olmaz. Tabi sizin açınızdan bakıldığında bu durum diğer insanlar tarafından nasıl değerlendirilir bilemiyorum. Ben olsam ilk düşüneceğim şey… ”
John tereddüt etmeden “Kabul!” dedi. “Hortumla ilaçlamayı yapmana izin veriyorum.” Lanet olsun ona resmen smaçı basmıştı! Emily küçük bir sevinç dansı yaparken ölüme meydan okumaya devam etti. “Sahi mi çok incesiniz Bay Parker. Oh! Sizi boşuna sevmemişim.” John henüz sözünü bitirmediğini onu uyarırcasına salladığı parmağı ile belirtirken genç kadın apaçık bir neşeyle hortuma kavuşmak üzere harekete geçti.
“Benim dediğim şekilde yapacaksın Emily.”
“Tamam,” Eliyle zafer işareti yapmış vaziyette garaja yürümeye devam ederken cevapladı.
“Maske takacaksın.”
Arkasını dönüp arsızca gülümsedi. “Tamam,”
“Ayrıca eldiven de kullanmanı istiyorum. Duyuyor musun beni?”
Garajın kapısından giren genç kadın bir saniye sonra inatçı başını ortaya çıkardı. Küçük omzunun da bir kısmı görünüyordu ve başını tam da o tarafa doğru eğmişti. Fısıldadı. “Tamam, tamam, tamam.”
Bunun anlamı diğerlerine göre daha fazlaydı. Yanılmış olamazdı. Bu eldivenlerden ve lanet maskeden çok daha fazla bir tamamdı. O gözden kaybolduktan sonra John arkasını döndü ve ellerini yüzüne götürdü. O anda garaja girmek ve ona tamam diyeceği her şeyi yapmak istediğini hissetti. Ardından bu çılgın fikre deli gibi gülmeye başladı.
Başının belası, istediğinde tamamları nasıl da tatlı söyleyebiliyordu...
❁❁❁
Lena orada durmuş kendini tanıtırken Tom Adams sadece birkaç adım gerisinde dikiliyordu. Kapıyı açan hizmetçi ona Bayan Hebert’ın evde olmadığını söylediğinde genç kız adeta yıkılıverdi. Yaklaşık yedi saattir yoldaydı ve hava neredeyse kararmak üzereydi. Yabancı bir ülkede, gidebilecek başka hiçbir tanıdığı olmayan zavallı bir kadındı. Kolundaki elin varlığını hissettiğinde başını kaldırıp elin sahibi olan yüze baktı. Tom Adams ona içinde otel ve yerleştirmek kelimeleri geçen bir cümle kurmuştu. Galiba şu anda yapılacak en mantıklı şey de buydu. Kapıdaki kadına kibarca teşekkür edip ayrılmak üzere merdivenlere yönelmişti ki birinin adını seslendiğini işitti.
“Lena,”
Arkasını dönüp lacivert mini elbisesinin içinde eşsiz güzellikteki kadına baktı. O tanıdık buğulu sesiyle konuşmaya devam etti. “Lena sensin değil mi? Yanılmış olamam, sesinden tanıdım.”
“Evet, siz de Bayan Hebert’ın ablası olmalısınız.”
“Ta kendisi,” Hailey merdivenlerin başında dikilen kıza yaklaşırken elini uzattı. “Kafamda canlandırdığımdan daha güzelsin Lena.”
Lena elindeki küçük valizi yere bırakıp kendisine uzatılan eli tuttu. “Seni buraya Emily mi çağırdı?”
“Aslında hayır. Ben Bayan Hebert’la konuşmak için gelmiştim. Ne yazık ki kötü bir zamanlama yaptım.”
“Yoksa evlenip işi bırakmaya mı karar verdin Lena?” Göz ucuyla genç kızın arkasında duran adama baktı. Lena imayı fark ettiğinde ağzı küçük bir balık gibi açılmıştı. “Oh! Yoo, bu Bay şey...”
Tom kıpırdamayan dudaklarının arasından çıkan her bir kelimesiyle gurur duyduğu kimliğini tanıttı. “Federal Soruşturma Bürosu ulusal güvenlik biriminden Tom Adams Bayan.”
“Ah! Yine FBI demek. Evlenmek ya da festival için gelmediğinize emin siniz yani, ajan bulan kapıp buraya getiriyor da,” Hailey küçük kahkahasının bitiminde karşısındaki iki yüze baktı. Hiçbir şey anlamadığı belli olan ifadeleri onu inandırmıştı.
“Pekâlâ anlaşılmıştır. Evlenmek için gelmediniz.”
Sarah Hebert daha kapıda belirmeden sesi yankılanmıştı. “Dylan arabaları hazırlattın mı hayatım? Geç kalmak istemiyorum biliyorsun Kylet’lerin salonu oldukça küçük ve zevksiz bir masada geceyi bitirmeyi hiç istemiyorum.” Hailey kapıda beliren annesine gülümsedi.
“Misafirlerimiz var anne. Lena bizi ziyarete gelmiş,”
“Merhaba efendim, sizinle bizzat tanıştığım için çok memnun oldum. İnanın rahatsızlık vermek hiç istemezdim.”
Bayan Hebert ilk anda ismi çıkaramasa da kızına ulaşamadığında konuştu sevimli ve alçakgönüllü sesin sahibini tanıdı. “Lena tatlım hoş geldin. Bak şu unutkan kızıma haber bile vermiyor ama sen zaten onun ne kadar da aklı beş karış havada bir kadın olduğunu biliyorsun.” Bir süredir kapının eşiğinde sessizce dikilen hizmetçiye seslendi. “Küçük hanım için hemen en uygun misafir odasını ayarlayın.”
“Bayan Hebert lütfen benim izin zahmet etmeyin, ben yarın tekrar uğrarım.”
“Nerede kalacaksınız? Bildiğim kadarıyla tüm Kanada’da tek bir akrabanız bile yok.”
“Yol boyunca çok şirin oteller gördük.” Lena tek bir otel bile görmediğine emindi fakat doğru olanı yaptığını biliyordu.
“Söz konusu bile değil.”
Genç kız itiraz etmek için ağzını açtığı sırada Sarah Hebert olaya kendine göre son noktayı koymuş oldu. “Burada kaldığın sürece bizim misafirimizsin Lena. Konu kapanmıştır.”
Tom kadınlar arasında geçen bu sıkıcı konuşmadan en kısa sürede sıyrılmak için çabaladı. “Bayan Bennett size eşlik ettiğim yolculuk bittiğine göre izninizle geri dönmeliyim.” Beklediği cevap genç kızdan gelmek yerine sarışın hoş bayandan beklemediği şekilde gelmişti. “Bay Adams neden yolculuğa sabah çıkmıyorsunuz?”
“Şeyy, ben yani geri dönsem daha iyi…”
Kapıdaki şık giyimli erkekler ile merdivenlerin sonuna yanaşan iki araba aynı anda belirdiğinde Hailey muzip bir tavırla araya girdi. “Şimdi bir davete gitmemiz gerek ama on bir olmadan evde olacağım. Sakın uyuma beni bekle Lena. Seni Amerika’dan Kanada’ya kadar getiren şeyin ne olduğunu öğrenmeliyim.”
Hailey kendisine elini uzatan kocası Matthew’in yanında merdivenlerden inerken Sarah Hebert ise misafirler için akşam yemeği hazırlanmasını tembih ettikten sonra genç kızın çenesine dokunup rahatına bakmasını adeta emretti. Kadının koluna girdiği adam ise çatık kaşlarıyla yüzüne sadece birkaç saniye bakmıştı. Lena patronundan duydukları kadarıyla onun babası olduğuna emindi. Hemen arkalarından ise güler yüzlü bir adam kolundaki oldukça yaşlı bayanla selam vererek geçip gitti. Bunlar da büyükanne ve diğer oğlu olmalıydı.
Hizmetçi içeri geçmelerini mırıldanırken Lena göz ucuyla Tom’a baktı. Adamın hala gitmek ile kalmak arasında bir tercih yapmaya çalıştığı belliydi. Onu kararıyla baş başa bırakarak gösterişli kapıdan içeri süzüldü. Her bir eşyanın neredeyse antika olduğu evi hayran bakışlarla süzerek kendisine gösterilen odaya kadar tüm görüntüleri zihnine kaydetti.
Bayan Hebert’ın buradaki hayatı ardında bırakıp New York’a yerleşme sebebini şimdi her zamankinden daha fazla merak ediyordu…
❁❁❁
John yaklaşan ayak seslerini duyduğunda arkasını dönüp bakmadı. Dikkati gelenin çıkardığı sesler de olsa da elindeki ağaç dalı ile oturduğu yerde toprağa küçük daireler çizmeye devam etti. Nihayet görüş alanına tanıdık bir çift ayak girince gülümsedi. “Şu şapkayı ne zaman çıkaracaksın?” Hala o şeyi taktığına o kadar emindi ki neredeyse ayaklarına bakıp kafasındakini görebiliyordu.
“Sen pantolon kemerini ne zaman çıkaracaksın?” Emily elindeki sepeti onun kucağına bırakıp içinden çıkardığı örtüyü yere yaydı. John kenarları kurdele dolu sepeti tutarken bir yandan da onun yaptıklarını keyifle seyretmeye devam ediyordu.
“Piknik yapmak için oldukça geç bir saat değil mi?”
“Piknik yapmanın saati olmaz bir kere!” Bu konuda oldukça ciddiydi.
“Sen gerçekten tuhaf bir kadınsın Emily,”
“Bunu aynı tip kadınları sevmiş bir adamdan gelen hoş bir iltifat olarak kabul ediyorum.”
“Ne, hayır aynı tip değillerdi! Yani belki biraz…”
Genç kadın yaydığı örtünün üzerine oturup hala adamın kucağında duran sepetin içindekileri çıkarmaya başladı. “Bir parça kurabiye, bir şişe şarap ve son olarak kadehlerimiz…”
“İşte bu gerçekten harika,” John sepeti kenara bırakıp şişeyi kavradı. Kaç yılına ait olduğunu öğrenmek istiyordu. Evin yanındaki lamba bir hayli uzak ve şişenin üzerindeki yazılar da oldukça ufaktı. Vazgeçip tıpayı açtı ve şaraptan genç kadının iki elinde tuttuğu kadehlere boşaltmaya başladı.
“Neye içiyoruz peki?”
“Başarına. Doğruyu söylemek gerekirse bu işi batıracağını düşünmüştüm. Ama başardın. Bu yüzden ben başarına içiyorum federal.” John başıyla onu onayladığını gösterdi ve kendi kadehini eline alırken güzel yardımcısını unutmadı. “Başarımıza, hakkını yiyemem hortumla gayet iyiydin.”
“Ağaçlarla ilgili bu kadar şeyi nereden öğrendin? Doğrusu Matthew bile böyle bir işlemi denememiş olabilir. O, buna yakın bir alanda akademisyen.”
“Bak bunu bilmiyordum işte, babanın beni seçmesinden şimdi gerçekten onur duydum.”
Emily kadehini yanına bırakıp ellerini çenesinin altında birleştirdi. “Sorumu cevaplamadın?” dedi.
“Rosamond’da evimizin hemen yakınında babamın ahşap üzerine küçük bir atölyesi vardı.”
“Baban marangoz muydu?”
“Evet, ona artık doğada kullanılmayacak olan ağaçları getirirlerdi. Aklına bile gelmeyecek bir sürü şey yapıyordu. Mobilyalar, süs eşyaları hatta oyuncaklar…” Emily onun bir çocuk gibi heyecanla anlattığını fark etti.
“Peki sen de bir şeyler yapıyor muydun?”
“Evet bir gün üç bacaklı bir at yapmıştım,” Genç kadın sesli bir kahkaha attı. “Berbat bir yetenek olmalısın,”
“Kesinlikle bir mucittim.”
“Evet üç ayaklı at.”
“Sonra bir gün babam beni yanına çağırdı. Yaptığı şeyleri bilirdim, satmadan önce ortaya çıkardığı son hallerini bana her zaman gösterirdi. Fakat o gün ilk kez yaparken hiç görmediğim bir şeyi gösterdi. Ladin ağacından yapılmış olağanüstü bir şeydi. Ahşap o kadar parlaktı ki gözlerim kamaşmıştı. Bu bir piyanoydu ve benim için yapmıştı.”
“Harika bir hediye… Çalmayı öğrendin mi?”
“Hayır, babam onu bana hediye ettikten neredeyse bir hafta sonra öldü.”
“Üzgünüm,” Emily amcasının eşi hariç henüz hiçbir yakınını kaybetmediğini fark etti. Onu da tam hatırlamıyordu. Yaşamadığı bir acıydı belki ama anlayabiliyordu.
“Doktorlar aşırı tahta tozu yüzünden ciğerlerinin zarar gördüğü söyledi. Günlerce o piyanoya bakıp hep şunu düşündüm: Belki de benim yüzümden öldü.”
“Böyle düşünmemelisin? Eminim baban bilse bu onu ne kadar yaralardı.”
“Ben de çok yaralandım. O gittikten sonra hiçbir ağaç ölmesin istedim. Bir ağaç daha ölürse bir baba daha ölecekti. Bu konuda kaç yıl araştırma yaptığımı bile bilmiyorum. Hayatımın tek gayesi bu oluştu. Gönüllü çevrecilere bile üye olmuştum. Eve uğramaz olduğum için kız arkadaşım beni terk etmişti. Yapayalnızdım.”
Emily duyduklarına inanamıyordu. Onu ruhsuz biri sanıyordu. Şimdi onu katı yapan şeylerin tamamının ruha dayandığını fark ediyordu. Şişeye uzanıp onun az önce kafasına diktiği kadehi tekrar doldurdu.
“Peki annen? Onun içinde katlanması zor bir acı olmalı,”
John acı dolu bir kahkaha attı. “Annem tabi ya,” Annem derken tükürür gibi söylemişti. “Annem bizi terk etti. Başka bir adam için. Gitmeden önceki son gece babama âşık olduğunu söylediğini işittim. Elinde değilmiş, sürekli öyle diyordu. Elimde değil. Bana ise hiçbir açıklama yapmadı. Sanki ben babamın oğluydum annemin değil,”
“Onu hiç görüyor musun?”
“Hayır, aslını istersen en son senin yüzünden telefonda konuştuk. Televizyon ve gazetede çıkan haberler işte,” Emily ilk kez gerçekten konuşabildiklerini fark etti. İçini kemiren sorunun bu anı bozmasından korkuyordu.
John yere uzanıp ellerini başının altına yerleştirdi. Gökyüzündeki yıldızlardan az da olsa bazıları belirgindi. “Her aşk bir terk ediştir… Bir ihanettir… Aşk için önce kendine ihanet edersin. Sonra zamanı geldiğinde ailene ihanet edersin. Eğer aşk ile bir yarışa kalkışıyorsan sen mutlaka kaybedersin.”
Emily de ona uyup örtünün üzerine uzandı. “John?”
“Söyle,”
“Benzin bidonunu araçtan ben çıkarmadım.”
“Biliyorum,”
“John?”
“Evet,”
“Farkında mısın yaklaşık on dakikadır kavga etmiyoruz.”
“Fark ettim,”
“John?”
Adını bir kez daha işittikten sonra başını çevirip yanında yatan geveze kadının yüzüne baktı. Saçlarının tamamını göremese de omuzlarına dökülenler ara ara parlıyordu. John ona doğru dönüp başını bir destek vazifesi gören koluna yasladı. “Yine ne var Emily!”
“Peki baban yüzünden mi yoksa annen yüzünden mi birini sevmekten korkuyorsun?” Adamın çenesinde seğiren bir noktayı görebildi. O noktayı görebilecek kadar yakınındaydı. Hoş ve kendiliğinden hızla atmaya başlayan bir nokta. Kalp gibi…
Cevap vermediğini gördüğünde devam etti. “Her aşk yalnızca ihaneti yaşatmaz insana, bazen bu dünyada cenneti de yaşatır John... En azından ben böyle düşünmeye çalışıyorum…” Kopsa bile yapmaması gereken elini genç kadının yanağına koyduğunda o da bir iki saniye için gözlerini kapamıştı. Ona doğru biraz daha eğildi.
“Baban fazla sevdi ve öldü. Annen ise az sevgi ve terk etti. Ayarı tutturamamak mı seni korkutan?”
John neredeyse kolunun altında duran başını yana eğmiş güzel yüze baktı. Eli kızın başındaki çirkin şeye gitti ve yavaşça güzel saçlarını bereden kurtardı. “Belki, bir ihtimal. Senin şunu kızılları cadı olarak gördüğümü söylediğimden sonra takma ihtimalin kadar.”
Hava soğuyordu.
Yıldızlar azalıyor ve akşam geceye akıyordu.
John hafifçe kıvrılan o dudakları tüm ihtimallere lanet edip öptüğünde…