23 Ağustos 2015 Pazar

Aşk Çarpar Gönül Kayar 21. Bölüm

Kafasının içinde bir yerlerde birbiri ardına patlayan mayınları duyabiliyordu adeta. Her patlama aklından bir parçayı daha koparıp uzaklaştırmakla kalmıyor, birkaç dakikadır düşünmek yerine sadece hissetmeyi tercih etmiş olduğunun da farkına varmasını sağlıyordu. Onu hissedebiliyordu, yalın ve apaçık bir şekilde hem de.
Başının altından geçip kendisini hapseden kolunu, bir makine gibi işleyen dudaklarını ve avucuna hafifçe batan sakallarını hissediyordu. Kanada’nın soğuğunda Afrika’nın sıcağını hissetmek gibi mantıksız fakat net bir şekilde hissedebiliyordu onu. Aklına doğru giden mesafesi uzun o düşünce yolunu kat ettiğinde elini dokunduğu yüzden çekmeden gözlerini araladı. Her geçen gün nefretinden bir parça koparmış olan bu adam şimdi de dudaklarından bitmek bilmeyen bir öpücük koparıyordu. Bitmeliydi. Bitmesini istediğinden değildi, bitmesi gerektiğindendi. Emily ellerini onun göğsüne koyup yavaşça kendisinden uzaklaştırdı. Sarhoş değildi ama kendini ayık gibi de hissetmiyordu.
Dudaklarının serbest kalıp soluklanmaya çalıştığı bu saniyelerde başını hafifçe sol yanına çevirdi. Yanaklarının kırmızı renge döndüğüne yemin edebilirdi. Öpmüştü, Tanrım kendisini keyifle öpmüştü! Başını tekrar çevirdiğinde John’un bakışlarıyla yüzünün tamamını taradığını gördü. Ona o kadar dikkatle bakıyordu ki genç kadın tuhaf bir korkuya kapıldı. Adamın yüzü bir kez daha yaklaştı kendisine. Bu kez hedefi dudakları değil alev alev yanan yanaklarından bir tanesiydi, aslında tam olarak belirgin ve kırmızı elmacık kemiğiydi. Hafif bir öpücük tenine değdiğinde gözlerini tekrar kapadı. Dudakların soğukluğunu fark etti, işte o kadar yanıyordu. Küçük bir inilti duyduğunda gözlerini araladı ve onun tepesinde arsızca sırıttığını gördü. Bu ifade onu anında kendine getirdi. “Komik olan şey nedir?” dedi.
John, Emily’nin saçlarının arasında adeta kaybolup gitmiş olan elini yavaşça ortaya çıkardı. Hala üzerine eğilmiş vaziyette durmaya devam ederken elini küstah bir hareketle doğruca dudağının kenarına götürüp sildi. “Hiç, gerçekten hiç.”
“Demek sadece bir hiç için tepemde durmuş böyle sırıtıp duruyorsun. Seni uyarıyorum.”
“Ne?” John can sıkıcı, sessiz bir kahkaha attı. “Beni uyarıyor musun?”
Emily kendisini hiç hem de hiç ciddiye almadığını görünce tüm gücü ile onu üzerinden itti. Yan tarafına düştüğünü görünce doğruldu ve ciddi görünmeye çalıştı. Tek kaşını hafifçe kaldırırken uyarısını da bir çırpıda dile getirdi. “Evet seni uyarıyorum, bir daha sakın beni öpmeye kalkışma.” Sesi gecenin sessizliğinde yankı bulduğunda hemen arkalarında kalan eve bakıp kimsenin duymadığından emin olmak istedi. Karanlıklara gömülmüş evden onları gözetleyen birisinin olmadığına ikna olduğunda bir solukta ayağa kalktı ve piknik için getirdiği örtüyü hışımla yerden çekip aldı.
John altından kayan örtünün yarattığı boşlukta dirseklerinin üzerinde doğruldu ve dişlerinin arasından tepesinde dikilen cadıya tısladı. “Yavaş,” İşte şimdi gerçektende onu kazana atıp ıvız zıvır bir sürü otlarla birlikte kaynatacak olan esaslı bir cadıya benziyordu. Kendi kendine konuşurken eğilip yerden bir şeyler toplamaya çalışıyordu. Yoksa ciddi ciddi ot mu topluyordu bu? Etrafları ağaç dolu iken ateş için odun topluyor olması daha akla yatkındı. “Umarım ateş için odun toplamıyorsun Emily, haydi ama o kadar da kötü değildi.”
Emily’nin onu duyduğu yoktu. Yerdeki kadehleri ve şişeyi getirdiği sepete yerleştirirken daha çok kendi kendine konuşuyordu. “Niye aksini düşünmek gibi bir hata yapıyorum ki, yok o fazla sevmiş yok bu az sevmiş, bana ne ki, bana ne ayrıca, ruhsuz herifin teki işte. Beni öpmesine izin verdiğime inanamıyorum. Hepsi, hepsi bu ağaçlar, şu gökyüzündeki…” Başını kaldırıp dalgın gözlerle gökyüzüne baktı ve duraksadı.
“Yıldızlar mı diyecektin?”
“Evet işte yıldızlar yüzünden, her zaman çarpar beni bu açık hava.” Bir an sonra onun konuştuğunu fark edip yüzüne doğru bağırdı. “Gökyüzündekilerin yıldız olduğunu biliyorum seni ahmak.”
John öfkeyle tozu dumana katarak ayağa kalktı. Üstü başı toprak içinde kalmış vaziyette karşısında dikildi. Parmağını uzatıp suçlarcasına elinde tuttuğu sepeti işaret etti. “Romantik bir sepet hazırlayıp yanıma gelen sensin, beni baştan çıkarmaya çalışan da sensin, asıl ben seni uyarıyorum, bir daha dibime gireyim deme.”
Gecenin karanlığında hafif esen rüzgâr şimdi sanki şiddetlenmişti belki de böyle sessiz ve hareketsiz kalıyor olmak onun gücünü insana belirgin bir şekilde hissettiriyordu. Aralarındaki sessizliği doldurmaya niyetlenmiş gibi, ikisi yerine de konuşacakmış gibi cüretle esmeye devam etti üzerlerine. John onun yüzünün büyük bölümünde gezinen makul görülebilir hayal kırıklığını seyretti. Gözlerini çekmiyor olsa da gereğinden fazla kırpıyordu. Uzun bir aradan sonra dudaklarının hayal meyal aralandığını fark etti ve rüzgâr genç kadının “dibin çıksın,” diye fısıldadığını kulaklarına hiç vakit kaybetmeden getirdi. Duyduğu fısıltı ile karışık ses de bolca hayal kırıklığı barındırıyordu. Bunu öyle uzaktan ve öyle içinden gelerek söylemişti ki, John bu zamana kadar kadının ağzından çıkan hiçbir cümlenin bu iki kelime kadar canını yakmadığını hissetti. Dağılmış saçları gecenin rüzgârında yüzünün çevresinde dalgalanıyor, bir kısmı ise yüzünü örtmeye çalışıyordu. Durup ona bakarken bir şeyler söylemek istedi. ‘Özür dilerim’ demek isterdi mesela. Devamında da dürüst olmak isterse ‘Seni öptüm çünkü deli gibi öpmek istedim,’ diyerek tamamlayabilirdi. Aklına yatmasa da kalbine yatacak bir şeyler demek istedi. Hayal kırıklığını onun yüzünden silecek bir şeyler. Onu kendine çekip bir kez daha öpmek istedi. Yapmak için bir adım atmaya niyetlendiğinde, genç kadın ondan önce davranıp harekete geçti. Sepeti koluna geçirip eve doğru yöneldi.
Yanından geçip giderken saçlarının arasından kıstığı gözlerinden ona öyle bir bakış attı ki, John ağzını açmak bir yana, bir an için onun gerçekten bir cadı olabileceğini ve söylediğinin gerçekleşebileceği ihtimalini düşünmeden edemedi…
❥❥❥
Marc, Mason Carter’ın tüm engelleme çabaları ve başına açtığı o prosedürler yüzünden ancak sabaha karşı Edmonton’a inebilmişti. Adam ülke bütünlüğü, güvenlik, tehlike kelimeleri geçmeyen tek bir cümle kurmadığı gibi konuşmasının sonunda konuyu Amerikan Gizli Servisi’ni başlarına bela edeceklerine kadar getirmişti. Tabi ya Amerikan Gizli Servisi! Devlet başkanları ve üst düzey kişilerin güvenlikleri söz konusu olmadıkça hiçbir CIA ajanı kıçını o rahat koltuğundan kaldırmazdı. Dört tane cinayete kurban gitmiş kadın için ise asla. Boktan işleri çözmek her zaman Federal Büro’nun göreviydi. Marc şefin dediklerini her ne kadar umursamaz görünmeye çalışsa da Margaret Gray’in Kanada’da bir akıl hastanesinde tutulduğunu öğrenmesi aklını karıştırmıştı. Kadın Amerikan vatandaşıydı ve kayıtlarda Kanada ile ilgili hiçbir akraba ya da en ufak bir bağlantısı bulunmuyordu. İşin içinde nasıl bir iş varsa bu fena halde canını sıkmaya başlamıştı, kaldı ki John’un mesajına geri dönmemiş olması da iyiden iyiye midesini bulandırıyordu. Tanrı korusun Carter haklı çıkar ve iş Kanada sınırlarına geçerse bittiklerinin resmiydi. Gittikleri her yerde peşlerinden gelen, onlara yapması gerekenleri tekrarlayıp duran ve her yarım saatte bir merkeze rapor verip kafa ütüleyen bir CIA görmek şu durumda istenecek en son şeydi. Tabi her şeyden önce tüm dosyayı en baştan sonra kadar onlara izah etmeleri gerekecekti.
Ucuz bir otel bulup birkaç saat uyumayı düşünmüştü fakat John Parker denen hergele tüm planlarını alt üst etmişti. Şehir merkezinden araba kiralayıp Gaby’nin verdiği adresi navigasyona girdi ve yol altında kayıp giderken direksiyonda uyumamak adına gürültülü bir müzik açmayı tercih etti.
❥❥❥
Hailey duyduklarından tam anlamıyla tatmin olmamıştı. Kahvaltıdan hemen sonra genç kızı uçururcasına yan bahçedeki verandaya çıkarmış ve ona dedikodu karşılığında sınırsız kahve sunabileceğini vaat etmişti. Fakat Lena ona yarım saattir zaten bildiği bir sürü gereksiz havadisi tekrarlayıp durmuştu. Üstelik bu saf kızın John’un Jack’in yerine burada bulunduğundan bile haberi yoktu. Ayrıca anlattığı hikâyede sürekli olarak John Parker değil de Marc isminde bir adamdan bahsedip duruyordu. Ve sonunda dudaklarından pişmanlıkla karışık Emily’nin bir türlü detayına girmediği fakat John Parker gibi bir adamı buraya sürükleyen o mühim soruşturmanın katilinin bulunduğu gerçeği dökülüverdi. İşte bu dakikalar sonra öğrendiği yeni ve gerçek bir haberdi. Hailey sanki katili tanıyacakmış gibi telaşla kim diye atılacaktı ki; genç kız oturduğu yerde hıçkırıklara boğulunca sakince arkasına yaslandı. Galiba işler sandığından daha karışıktı. Hailey bakışlarını yüzünü kapamış ağlayan genç kızdan çekip evin verandaya açılan kapısında duran hizmetçileri Porti’ye ve şimdi de kapıdan bahçeye çıkan o yabancı adama çevirdi. Uzun süre kalıpta bekletilerek uygun şekli almış ve aynı fabrikadan çıkmış gibi göründükleri için tereddüt etmeden elini kalbine götürdü ve sessizce inledi. “Yemin ederim bu da federal,” dedi.
Lena bir şeyler duyduysa da ilk başta kendi zırıltısından ne olduğunu işitememişti. Başını kaldırıp yan tarafında oturan Hailey Patel’in yüzüne baktı, aklı karışmış gibi görünüyordu. Genç kadının gözlerini takiben arkasını döndüğünde bir an için aklını kaçırdığını sandı. Halüsinasyon görmek böyle bir şey ise şu an en uçlarında geziniyor olmalıydı. Yani Amerika’da, kilometrelerce ötede bıraktığı Marc Anderson, burada, Kanada’da hatta Hebertlar’ın malikânesinde olamazdı ya! Eliyle gözlüğünü iteledi. Bu intiharın kendisini derinden etkilemiş olduğunu düşündü. Üniversitede derslerde de görmüştü, ölen yakınlarının arkasından makul bir süre böyle olaylar yaşanması sıkça rastlanır olaylardı. Ama madem öyle neden Chloe’nin değil de Marc’ın hayalini görüyordu? Belki de geri döndüğünde ilk iş bir doktora görünmeli ve vereceği sakinleştirici ilaçlardan kullanmaya razı gelmeliydi. Tanrım! Marc’ın hayaleti de orada dikilmiş şaşkın gözlerle kendisine bakıyordu. Hayır hayır, durmuyordu şimdi hayalet onlara doğru geliyordu. Lena tekrar önüne dönüp Bayan Patel’in de görüp görmediğini ve dahası bunun bir hayal olup olmadığını anlamaya çalıştı. Genç kadın da ilgiyle o tarafa doğru bakıyordu fakat gayet doğal olarak kapının girişindeki hizmetçisine bakıyor da olabilirdi. Tekrar girişe döndü ve merdivenlerden inen hayaletin arkasında elinde tuttuğu tepsiyle dikilen kıza baktı. Tabi ya. Sadece yaptığı servisi toplamak için genç hizmetçileri gelmişti. Her şey onu sarsmıştı, her şey, bu yolculuk ve yapacağı konuşma da dâhil her şey. Küçük sehpaya uzandı ve yarısı hala dolu fincanını kaptırmamak için eline aldı. Arkasından yaklaşan ayak seslerinin hemen dibinde kesildiğini fark etti. İşte sadece bir hayaletti. Kendisine görünen ve itiraf etmek gerekirse ömrünün sonuna kadar da görünmesini içten içe istediği bir hayalet. İlaç falan kullanmayacaktı çünkü onun hayaline bile razı olan acınacak bir durumdaydı. Bir kaç saniye bekledikten sonra rahatladı. Hailey’e dönüp “Bak hayalet olmasa konuşması gerekirdi.” dedi pat diye. Elinde tuttuğu ılınmış kahvesini dudaklarına götürüp kibarca yudumladı.
“Bayan Hebert iyi günler dilerim, ben Marc Anderson.”
Lena büyük bir gürültü ile ağzındaki kahveyi dışarı püskürttü. Bir kısmı tam da dibinde dikilen adamın pantolonuna sıçramıştı. Marc önce eğilip önüne ardından da sandalyesinde oturmuş genç kızın gözlüklerinin arkasında sonuna kadar açılmış olan gözlerine baktı. “Size de iyi günler Bayan Bennett,” dedi.
Lena soluğunun kesildiğini hissetti. Midesine sert bir yumruk yemiş gibi hissediyordu. Hayalet değildi, bu, bu Marc Anderson’un ta kendisiydi. Telaşla ayağa fırladı. “Çok affedersiniz, kahretsin, ben yine çok sakarım.” Fincanı büyük bir gürültüyle masaya bırakıp bez peçeteye uzandığı sırada Marc genç kızın bileğini tuttu. Bu kafayla onun silmeye kalkışmasından korkmuştu. “Önemli değil,” dedi.
“Ama, izin verin siley...”
“Gerçekten sorun değil.” Marc bunu yapmayacağına emin olduktan sonra avucundaki incecik bileği serbest bıraktı. Fakat ona bakmayı bir türlü bırakamıyordu.
“Bayan Patel olacaktı,” Marc bakışlarını kendilerini ilgiyle izlerken konuşan kadına çevirdi. Oldukça genç göründüğü için evli olduğunu düşünmemiş ve kadına ailesinden aldığı soyadı ile seslenmişti.
“Özür dilerim Bayan Patel. Rahatsız ettiğim için üzgünüm ama dostum John’u acil olarak görmem lazım. Sanırım burada değil, kendisini ya da kız kardeşinizi nerede bulabileceğim hakkında bir fikriniz var mı?”
Hailey o şen şakrak ses tonu ile cevapladı. “Arazimizdeki bir çiftlik evine kadar gittiler ama yola çıkmanız faydasız olacaktır. Öğlen gibi burada olurlar.” Genç kadın şarkı söylermiş gibi küçük nüanslarla karışık konuşurken karşısındaki ikiliye güzel bir duvarda asılı duran bir tabloyu seyreder gibi bakmayı sürdürdü. Şu adamdan kesinlikle su geçirmez bir duvar olurdu. Peki ya kız? O da bir ressamın ilk tablosu kadar masum ve tecrübesizdi.
“Teşekkürler Bayan Patel, o halde öğleden sonra tekrar uğrarım.” Marc elleri kolları bağlanmış hissediyor ve gitmeden önce Lena’ya da bir şeyler söylemek ihtiyacıyla yanıp tutuşuyordu. Onu az önce bahçede gördüğü ilk an ufak çaplı bir şok geçirmişti fakat güvende olduğunu bilmek içini tahmin ettiğinden çok daha fazla rahatlamıştı. Buradaydı işte, gözünün önünde, tekrar elini uzatsa dokunabileceği mesafede.
“Bay Anderson,” diye söze başlarken Hailey kafasında kurduğu küçük planını işletmeye koyulmuştu bile. Demek sabahtan beri kızın dilinden düşmeyen Marc bu adamdı. Yavaşça ayağa kalkıp elbisesini düzeltti ve olabildiğince sıradan bir şeyden bahseder gibi konuşmaya devam etti. “Neden burada kalıp Lena’ya arkadaşlık etmiyorsunuz, kendisi de kız kardeşimle görüşmeyi bekliyor zaten.”
Lena’nın eli ayağı birbirine dolandı. Saçma sapan kaş göz işaretleri ile kadına hiç gerek olmadığını anlatmaya çabalarken Hailey iyice hareketlendi ve küçük masanın etrafını dönüp Marc’ın diğer tarafında bitiverdi. “Lena, New York’tan beri sana arkadaşlık eden Bay Adams sabah erken saatlerde ayrılmış.” Sözleri her ne kadar genç kıza yönelik olsa da bakışları adamın yüzündeydi. Lena aptal bir âşıktan farksızdı. Peki ya adam? Adam da o ismin geçtiği an yüzünü genç kıza doğru öfkeyle çevirmişti. Yüzündeki ifadeden net bir şekilde neden benimle gelmedin, cümlesi okunuyordu. Hailey durumu kızıştırmaya ve onları tutuşmaya başlayan kıvılcımların ortasında bırakmaya niyetliydi. Madem Alberta’da aşk çanlarının çaldığı bir etkinliğin ortasındalardı, bu küçük üçkâğıtçılarda sebeplenmeliydi. “Ne yazık, seninle de çok ilgiliydi aslında…” dedi. Lena adamın esir aldığı gözlerini çevirip onun yanında durmuş yüzünden muziplik akan kadına yalvarırcasına baktı.
“Demek çok ilgiliydi?” Marc bülbül gibi öten Bayan Patel’e doğru adeta bir soru sorar gibi konuşmuştu. Lena çaresizce araya girmeye çalıştı. “Şey… Hayır aslında…”
“Yani, ben erkek arkadaşı sanmıştım. Her neyse içeri gidip bu akşam evde vereceğimiz parti ile ilgili yardımcı olmak zorundayım. Ama yine de yanınıza uğramaya çalışacağım.” Eliyle onları işaret etti. “Siz ikiniz, keyfinize bakın.”
“Bayan Patel…” Lena sesini duyurmaya çalışacak olduğunda kadının arkasına bile bakmadan el sallayarak uzaklaştığını fark etti. İşte şimdi tam olarak işi bitmişti. Keşke gördüğüm gerçek bir hayalet olsaydı, diye düşünmeden edemedi. Başını kaldırıp mahcup bir ifade ile adamın gözlerinin içine baktı. Neden kendisini yanlış bir şeyler yapmış gibi hissettiğini bilmiyordu. Üstelik sadece söylenilenleri yapmıştı ama az önce onun gözlerindeki o deli bakışı görmüştü. Gerçekten de kendisini kıskanmış olabilir miydi? Aniden gülümseyerek “Oturalım mı?” dedi. Boş bir uğraş olsa da kendini kandırmayı çoktan geçmişti, şimdi yalnızca onu kandırmaya çalışıyordu. Marc az önce Hailey’nin oturduğu bahçe sandalyesine geçip arkasına yaslandı ve yerleştiği ilk saniyede “Seni burada görmek beni şaşırttı.” dedi.
Lena’da yerine oturdu. “Şaşkınlığımız karşılıklı. Ben de sizi beklemiyordum.”
“İş için buradayım.” Lena aksini iddia etmemiş olsa da yaptığı açıklama karşısında adamı başıyla onayladı.
“Ortağıma ulaşıp haber vermek istedim. Bugün katilin kimliği ve intiharı ile ilgili basına bir açıklama yapılacak. Muhtemelen Kanada basını da olaya geniş bir yer verecektir.” Marc kollarını önünde kavuşturup gözlerini hafifçe kıstı. “Peki, sen Lena?”
“Ben de aynı sebeple diyebilirim. Az çok tahmin edilebilir, Bayan Hebert’a olan biteni anlatmak için geldim. Başkasından duymasını istemedim. Zaten konuşup hemen gideceğim.”
Karşısındaki adam yerinde duramayan bir çocuk gibiydi. Şimdi de ellerini sandalyenin kolluklarına yerleştirmişti. Kıvranıyor gibi görünüyordu. “Anlıyorum, sana buraya kadar Adams eşlik etti demek,” Konu yine tuhaf bir biçimde Tom Adams’a gelmişti. “Evet, sorgumu yapan Bay Wagner öyle olması gerektiğini söyledi.”
Marc genç kızın hiç beklemediği bir hareketle yavaşça öne doğru eğilip onun çenesini tuttu. Lena şaşı gibi gözlerini aşağı indirip onun çenesini tutan kocaman eline bakakaldı. Bir hayaletle kıyaslanamayacak kadar sıcaktı. Kendini onu öptüğü günkü kadar cesur hissetmiyordu. Başını bir türlü kaldırıp yüzüne bakamıyordu. Sadece koşarak yanından uzaklaşmak istiyordu. Yapamıyordu, bacakları hareket etmiyordu. Sanki bedeninde bir tek adamın dokunduğu yer atıyordu. Adeta kalbi yerinden oynayıp onun dokunduğu yere doğru bir gezintiye çıkmış gibi hissediyordu.
“Bundan sonra sana yalnızca Marc Anderson eşlik edecek, bunu da ben söylüyorum.” dedi. Sesi kurduğu cümleye göre gayet sakin çıkmıştı. Lena elini burnunun üzerindeki çerçeveye götürüp iteledi ve başını kaldırıp onun kararlı yüzüne şaşkın bir ifade ile bakmayı sürdürürken sordu. “Kanada’da mı?”
Ruhuna akan zehrin gayet farkında olan adam çekinmeden elini kızın dudaklarına götürdü ve uzun bir süre orada oyalandı.
“Bundan sonra ne demekse o demek!” dedi.
❥❥❥
Matthew Patel kapıdan çıkmak üzereyken bahçe tarafından içeriye doğru gelen karısını gördü. Yüzünden bolca neşe ve bariz bir muziplik akıyordu. Hailey beyaz perdelerin arasından süzülüp içeri girdiğinde yüzüne kocaman bir de gülümseme eklendi. Girişte dikilmiş ona hayran gözlerle bakan kocasını görmesi ile tamamen aydınlanan yüzü, iki elini de ona doğru uzatıp salon boyunca ilerlerken küçük kahkahalarla örüldü. Onunla evlenmek genç adam için yeterli olmamıştı. Güzelliği her geçen gün biraz daha aklını başından alıyor, etrafta salınması ise işini hiç kolaylaştırmıyordu. “Günaydın sevgilim…” dedi genç kadın sesindeki o şahane, kendini belli eden tını ile.
“Tanrım! Hailey yataktan neden erkenden çıktın ki?” Matthew bir elini ona uzatırken çantasını tuttuğu diğer eliyle de karısının belini kavrayıp kendine çekti. Hailey ona sokulup kravatını düzeltirken genç adam uzun bir soluk verdi. “Kravat kimin umurunda, buraya gel.” diye emretti. Güzel ve onun olan karısının biçimli dudaklarını doymak bilmeyen bir arzuyla uzunca öptü. Hailey ona karşılık vermeyi kestiği an konuşmaya başladı. “Bu sabah yeni bir adam daha geldi. Bak gör o da bir federal ajan,”
Matthew’in tek kaşı imalı bir hareketle kalktı. Kollarındaki karısını biraz daha sıkı sardı. “Bir dakika, bir dakika. Bizim ajanlara karşı bir zaafımız mı var yoksa?”
“Saçmalama,” dedi genç kadın. Elini kocasının omzuna koyduktan sonra yukarılara yavaşça ensesine doğru götürdü. “Ev federal dolup taşsa bile benim gözüm senden başkasını görmez.”
“Sahi mi? Peki güzel karım beni işe geçirme teklifime ne der?”
Hailey kocasının ahlaksız ve bir o kadar da açık isteğini tereddütsüz kabul etti. Daha önceden de birçok kez garajda sevişmişlerdi. Matthew’in elini tutup kendisini garaja uçururcasına götürmesine izin verdi. Yolda sürekli olarak konuşmaya devam ediyordu. En son “Biliyor musun şu Emily’nin asistanı olan kız, onda tuhaf bir şeyler var.” dedi.
Kocasının şu anda bu konuyu hiç önemsemediği oldukça açıktı. Genç adam garaja varır varmaz kapıyı arkalarından kapattı ve çantasını bir köşeye atıp aracına yasladığı karısını tutkuyla öpmeye başladı. “Bana katilin bulunduğunu söyledi ama.”
“Hangi katilin hayatım?”
“Hangi katil olacak? Televizyonun bas bas bağırdığı Amerika’daki seri katilden bahsediyorum.”
“Hailey bundan bize ne? Bırak Amerikalılar düşünsün,” Etrafa kaçamak bir bakış atıp onu garajın arka tarafına sürükledi. “Yemin ediyorum tatlım bu halde işe falan gidemem. Beni çılgına çeviriyorsun, ” Genç kadını belinden tutup kucağına aldı. “Buraya gel,”
Hailey yalandan itiraz etmeyi sürdürürken bacaklarını kocasının beline doladı. “Biri görebilir, ev kalabalık.”
“Umurumda mı sence?”
Kollarını boynuna dolamış vaziyette onun yüzüne bakıp sırıttı. Hiç de umurunda olmadığının farkındaydı. Kocası haklıydı şuan bunları düşünmenin ne yeri ne de zamanıydı. Genç kadın onun sert öpücüklerine koşulsuz karşılık verdi. Matthew elini onun sırtında gezdirip kendisine doğru iyice bastırırken karısının “Seni seviyorum,” dediğini işitti.
“Bir de bana sor sevgilim, bir de bana sor!” Elini kemerine götürüp homurdanarak çözmeye çalıştı. Kendini kaybetmeye tamamen hazırlandığı anda ayağının bir şeye takıldığını fark etti. Devrilen şeyden çıkan ses garajın içinde yankılandı. “Matthew ne oldu?”
“Kahretsin bilmiyorum...” İkisi de eğilip yere doğru baktılar. İçeride ışık yok denecek kadar azdı. Genç adam öfkeyle söylendi. “Tanrım, bu da ne?”
“Bir bidon galiba?”
Islaklığı fark eden adam net bir dille cevapladı. “Kesinlikle öyle olmalı içindeki üzerime döküldü.”
Hailey’i tekrar yere -oluşan küçük gölün kenarına- bıraktı ve ıslanan paçalarına dokunup sesli bir küfür savurdu. Genç kadın kıkırdadı. “Yaramazlığın sonu Bay Patel.”
Matthew yerde yuvarlanmış duran ve hala dökülmeye devam eden bidonu tutup kaldırdı ve duvarın dibindeki tezgâhın üzerine bıraktı. Bu halde üniversiteye gidemezdi. “Şimdi eve gidip üstümü değiştirmem gerek, lanet olsun!” Diz çökmüş yerdeki birikintiye elini daldıran karısına baktı.
“Ne yapıyorsun?”
Burnuna götürdüğü elini koklayan Hailey yüzünü buruşturdu. “Sanırım kokmamak için duş da almalısın hayatım. Çünkü benzin bu,”
“Harika biri beni tutuşturmadan eve gitsem iyi olacak!”
Karısının alnına küçük bir öpücük kondurup telaşla garajdan çıkarken genç kadın bir süre daha tezgâhın üzerindeki bidona dikkatlice baktı.
❥❥❥
Müzik tam anlamıyla canına okuyordu fakat kapatmak için bir girişimde bulunmadı. Kapatırsa yerini yine derin bir sessizlik alacaktı. Dün akşam ki o malum öpücükten sonra garip bir şekilde ikisi de konuşmamayı tercih etmişti. Hiç bir şey yaşanmamış gibi davranmak bu adam kadar onun da işine geliyordu. Emily dikkatini tekrar yola vermeyi denedi. Hayır benim işime daha çok geliyor, diye düşündü. Oynadıkları bu oyun basit, geçici ve görmezden gelinecek bir anlaşmayla başlamıştı. Oysa şimdi hangisi canını daha çok yakıyor, bilemiyordu. Basit olması mı, geçici olması mı? Yoksa artık görmezden gelemiyor olması mı?
Jack ile hiç böyle olmamıştı. Her şey bir yana genç adam bir kez bile onu öpmeye çalışmamıştı. Emily ilk zamanlarda bunun kendi duruşu yüzünden olduğunu düşünmüştü. Ama ilerleyen günlerde genç adam ondan zaman istediğinde bu konuya kafa yormamaya çalışmıştı. Bu tür durumlarda olan birçok çifte danışmanlık yapmıştı. Jack’in haklı olduğunu sanmıştı. Şimdi ise gerçekleri bütün çıplaklığıyla görebiliyordu. Kendisinden hep uzak durmuştu. Çünkü onu hiç bir zaman sevmemişti. Dokunmak bile istememişti. Çevirdiği işlerdeki basit bir piyondan öteye gidememişti.
Dönüp yanında oturan adama baktı. İfadesinden hiç bir şey anlaşılmıyordu. Genç kadın acıyla gülümsedi. Bu adam içinde bir piyondu. Peşinde olduğu davası için gerekli bir piyon. Zaten aralarında ne yaşanmıştı ki, başladığı anda yerini pişmanlığa bırakan bir kaç kayıp dakika.
Öğlene doğru Bayan Fortin’le vedalaşıp çiftlik evinden çıktığında arabalarının evin önünde hazır olduğunu görmüştü. Geri dönme vaktiydi. John arabanın yanında Bay Fortin ile konuşuyor ve ormanı göstererek bir şeyler anlatıyordu. Onlara doğru ilerlerken Emily’nin bakışları onun elinde tuttuğu bidona kaymıştı. Lanet adam demişti, nasıl olsa bu mesafeden duymazdı. Lanet, lanet, lanet! John kendisini fark ettiğinde Bay Fortin’e elini uzatmış ve hemen ardından bagaja elindekini bırakıp direksiyona kurulmuştu. Emily’de çiftlik sahibi yaşlı adama kibarca veda edip arabaya binmişti. Ve o lanet adam, daha çiftlik gözden kaybolmadan o berbat müziği açmıştı...
İnat konusunda kendisi ile yarışabileceğini sanıyorsa aldanıyordu.
Madem konuşacak bir şey yoktu, karşılarına şu seri katil bile çıksa hatta onlara silah bile doğrultsa ağzını katiyen açmayacaktı. Aklı son hafta yaşadıklarına kaydı. Jack’in ofisinde onu öldürmeye çalışan adamlara, karanlıkta gördüğü o kan donduran siluete, Boston’da konuştuğu Bayan Torres’e ve en son Niagara’da bu adamla yaptığı anlaşmaya kadar hepsi bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. İki buçuk saatin geçtiğini ve eve vardıklarını ancak malikânenin demir kapısından geçerlerken fark etti.
Havuzun etrafından dönen araç merdivenlerin önünde durduğunda Emily tek bir kelime etmeden kemerini çözüp araçtan indi. Saatlerdir konuşmadıklarına göre şimdi de ağzını açması anlamsız olacaktı. John’da peşinden indi ve telefonunu kurcalarken genç kadının peşi sıra merdivenleri çıktı. Anderson’dan gelen sesli mesajı gördü ve dinlemek için servise bağlandı.
“Hoş geldiniz Bayan Hebert,” Emily kapıyı açan Porti’ye gülümsedi. John kulağı mesajda arkalarından içeri girdi.
“Bir misafiriniz var efendim,” dedi genç kız.
“Öyle mi? Kim?”
“Genç bir Bayan, New York’tan. Asistanınızmış sanırım,”
“Ne? Lena mı burada?” Emily arkasında aniden kopan fırtına ile irkildi. Adamın güçlü sesi aynı soruyu tekrar ederken arkasını dönüp ona baktı. Telefonunu göğsüne kapatmıştı. “Katil yakalandı mı?” diyordu peşi sıra.
Porti çekinerek araya girdi. “Veranda da oturuyorlar efendim, şey sizin misafiriniz ile birlikte Bay Parker,”
John mesajda duyduklarını hazmedemeden genç kızın söylediği ile tamamen afalladı. “Ne misafiri?” Kanada’ya kim onu görmeye gelirdi ki! İstem dışı eli belindeki silahına gitti. Konuşması için kıza baktı. Porti ise adamın adını hatırlamaya çalışırken olduğu yerde huzursuzca kıpırdanıyordu. “Şey, Bay Alderan,” Umutsuzca John’un yüzüne baktı. “Angersan, Anderil...”
John elini kavradığı silahından çekti ve yanlarından yakaladığı her şeyi yutabilecek kadar büyük ve süratli bir kasırga gibi geçerken “Anderson,” dedi.
Porti ellerini birleştirdi ve yüzüne yerleşen bir sevinçle hafifçe sağa sola sallandı. “Evet, evet Bay Anderson...”
Emily John’un ardından salonun kapısından girerken aklı epeyce karışmış bir haldeydi. Lena ve Bay Anderson’un burada ne işi olabilirdi? Dahası neden buraya birlikte gelmişlerdi?

❥❥❥

Marc çaktırmadan bir kez daha saatine göz attı. Lena yan tarafında Kaitly Hebert ile oturmuş şimdi de bu seneki saç modelleri hakkında konuşuyordu. “Açık ve dalgalı saçları denemelisin tatlım, güzel yüzüne yakışacaktır. Gençken saçlarımı asla toplamazdım. Tabi o zaman ateş gibi kırmızı bir rengi vardı.”
Çaresizce yanı başında devam eden bu işkencenin ne zaman biteceğini düşünürken eli bir kez daha telefonuna gitti. Son aramalara geldi ve John Parker adını görünce arama tuşuna basıp kulağına götürdü.
“Marc,”Adını işittiğinde süratle konuşmaya başladı. “Alo John nerelerdesin sen?”
“Tam arkandayım,” diyen ses kulağına daha güçlü geldiğinde Marc hala çalma sesi gelen telefonla beraber arkasını döndü ve ortağının kendisine doğru ilerlediğini gördü. Lena da kapıda beliren Emily’i görünce tuhaf bir heyecan hissedip aceleyle ayağa kalktı.
“Neler oluyor? İşittiklerim doğru mu?” John ilerlemeye devam ederken kendi telefonunu dolayısıyla ona yolladığı sesli mesajı işaret ediyordu.
Büyükanne Kaitly’nin bakışları John ve Emily arasında gidip gelirken oturduğu yerden “Hoş geldiniz çocuklar, yolculuk nasıl geçti?” dedi. Ama beklediği cevap yerine torunundan sadece “Lena burada ne işin var?” sorusu gelmişti. Dahası yaşlı kadın ayaktaki dört gencinde yüz ifadelerinden tuhaf bir şeyler döndüğünü fark etti. “Pekâlâ, sanırım konuşacaklarınız var.” Sandalyeye tutunarak yavaşça ayağa kalktı. “ Seninle tanıştığıma çok sevindim Lena,” dedi.
Genç kızdan oldukça kibar bir cevap alan yaşlı kadın iki iri yarı adamın kendisine uzattığı elleri tutarak üç merdiveni kolaylıkla çıktı. Merdivenlerin tepesinde bile kendisinden uzun olan bu adamların omuzlarına titreyen ellerini koyup cilveli bir edayla fısıldadı. “Teşekkürler çocuklar, birbirinizi mümkün olduğunca az yemeye çalışın. Başarın bunu.” dedi.
Dört kişi büyükannenin geniş verandanın bitiminde gözden kaybolmasını hareketsizce beklediler. Zamanı geldiğinde John, Marc’ın kolunu tutup masanın oradaki iki kadının yanına doğru sürükledi. Daha fazla vakit kaybetmek istemeyen ukala bir tavırla konuştu. “Pekâlâ, hemen konuşmamız lazım,”
“Güzel, benim de Lena ile konuşmam lazım. Sonra görüşürüz o halde.”
John ortaya doğru söyler gibi “Hep beraber konuşmamız lazım,” diyerek isteğini daha açıkça dile getirdi. Lena bu anın geleceğini biliyordu. Bayan Hebert’a söylemek zaten yeteri kadar zor iken bunu Marc ve ortağının önünde yapacak olmak kendini hepten kötü hissettiriyordu. “Sanırım başım dönüyor,” dediğinde Marc John’un elinden kurtulup genç kıza doğru hamle yaptı. Küçük çenesini avucuna alıp yüzünü incelerken “ İyi misin?” diye fısıldadı.
Emily ve John’un bakışları bu son derece tuhaf hareket karşısında ilk kez birleşti ve bir an sonra bahçenin iki ters tarafına çevrildi.
“Ayakta mı konuşacağız? Marc Lena’yı oturttuğu ve kendisinin de çoktan yanına oturduğu yerden seslenmişti.
“Ne?”
“Siz diyorum ortak, neden ayakta dikiliyorsunuz?” Emily hışımla geçip boş sandalyelerden birine oturdu ve elini genç kızın dizine koydu. “Tatlım bir sorun yok değil mi? Seni buraya zorla mı getirdi,”
Lena anlamayan gözlerle kendisine bakınca Emily başıyla genç kızın yanında oturan adamı işaret etti. Tabi bu birazcık aklı olan herkesin anlamasına yetecek bir hareketti. Kızın az önceki boş ifadeyle bakan gözleri şimdi dehşetle açılmıştı. “Ah hayır! Bay Anderson ile burada karşılaştık.”
Marc gülümsedi. “Ben bir kadına zor kullanarak bir şeyler yaptıracak bir adam değilim Bayan Hebert,”
Emily onun öyle biri olduğuna emindi. Saldırıya uğradığı o gece arabada korku içinde otururken kendisine yardım etmiş, sakinleşmesini sağlamıştı. Zaten onun hedefi de tam olarak ayakta duran orman mahsulüydü. “Bu harika, ne yazık ki ortağınız için de aynı düşüncelere sahip olduğumu söyleyemeyeceğim,”
John homurdanarak Emily’nin tam karşısındaki sandalyeye oturdu. Dirseklerini dizlerine yerleştirdi. “He yani ben zorba herifin tekiyim. Bu yüzden zorla öptüm seni!”
Lena ve Marc aynı anda başını John’un sinirden deliye dönmüş yüzüne çevirdi.
“Ne?”
“Ne!”
“İzin verdiğimi hatırlamıyorum,” bu sefer başları diğer taraftan konuşan kadına çevrilmişti.
“Ah?”
“Ooow!”
“Ben de karşılık verdiğini hatırlıyorum ama, ” Bu sefer yan yana oturan birbirlerine baktılar.
“Anlaşılan konuşamayacağız,”
“Kesinlikle.” diye onayladı Lena kızarmamaya çalışırken.
“O bir kurtulma çabasıydı Bay Parker, ayrıca siz benim öpmek isteyeceğim son erkeksiniz.”
John elini boğazına doğru götürüp yakasını gevşetti. “Yine siz dedi, yine...”
“Yeter!” Marc’ın bağırtısı ile iki inatçı da sesini kesti. “Daha önemli sorunlarımız var, yeter lütfen!”
İşe yaramıştı. Emily kollarını birleştirip yüzünü yan tarafındakilere dönerken John da ellerini teslim olur gibi kaldırdı ve arkasına yaslandı.
“Öncelikle katil yakalandı. Aslında tam olarak yakalandı da denemez,”
“O ne demek!” John öfkesini genç kadından çıkaramayacağını anladığı için sebepsizce ortağına yüklenmeye karar verdi.
“Şu demek katil intihar etti.”
Emily’nin yüzünü önce şaşkınlık dolu bir ifade kapladı bir an sonra ise yavaşça aydınlandı. “Yani her şey bitti mi? Artık güvende miyiz?”
“Hayır tam olarak öyle değil, kız bizim seri katilimiz olabilir de olmayabilir de. Ama işin içindekilerden biri olduğu kesin. Ray’in silahı evinden çıktı ve Jack Peterson’a ait birçok fotoğrafta.” John, Jack Peterson ismi geçtikten hemen sonra göz ucuyla karşısında oturan kadına baktı. Herhangi bir tepki vermemiş olması içten içe hoşuna gitmişti.
“Silahın bulunması kadının katil olduğunu göstermez. Tüm bu cinayetleri işleyecek potansiyelde biri mi?”
“İşte sorun burada John. Aslında hiç değil. Genç bir üniversite öğrencisi. Halk kütüphanesinde gönüllü bir grupla ara sıra çalışmış. Ray’in öldürüldüğü gece orada olması muhtemel. Giriş çıkışları avucunun içi gibi bilen biri ve maalesef Bayan Bennett’in de ev arkadaşı.”
“Ne?” Emily elini ağzına götürdü. “Bu, bu nasıl olur?” Lena ise gözyaşlarını bastırmaya çalışıyordu. Ağlarsa bile bunu konuşması bittikten sonraya saklayacaktı. “Çok özür dilerim Bayan Hebert. Bunu ben söylemek istemiştim. Chole, bunları nasıl yaptı, bilmiyorum, dün onu evde öylece buldum. Kendisini öldürmüştü. Yaşadıklarınız için çok özür dilerim. Ben... Ben...” Emily her an bayılacakmış gibi duran kızın koluna elini hafifçe koyup onu sakinleştirmeye çalıştı. “Tatlım Lena, bunlar senin suçun değil ki. İnsanların kafasından neler geçtiğini her zaman bilemezsin.”
“Hiç bir tuhaflık hissetmediniz mi?” Lena soruyu soran John’a baktı. “Hayır, yani bir insan öldürüp eve geldiğinde nasıl bir ruh halinde olunur bilmiyorum. Chole hep uçlarda yaşayan bir kızdı ama bu onun katil olabileceğini aklımın ucuna getirmedi.”
“Size Emily ile ilgili sorular sorar mıydı?”
Lena aralarında geçen konuşmaları anımsayınca iç geçirdi. “Aksine yaptığım iş hakkında hiçbir şey dinlemek istemezdi. Aptal bir asistandan fazlası olmadığımı düşünürdü.”
Marc boş bulunup “Asıl aptal kendisi,” dedi. Sonra ağzından bir anda çıkıveren kelimeleri bastırmak ister gibi hafifçe öksürüp son gelişmeleri paylaşmaya devam etti. “Boston’dan gelen haberlerde de bir tuhaflık var. Torresler’in otopsi raporuna göre tahmin ettiğimiz gibi gömülen adam William Torres değil, kim olduğunu henüz bulamadık, kayıp ve suçlular ile karşılaştırıldıktan sonra umarım bir eşleşme çıkar. Adamımıza gelirsek cinayetlerden hemen önce New York’a giriş yapmış. Yani bir şekilde birinden yardım alarak kendini öldü göstermeyi başarmış.”
John sandalyenin koluna hafifçe vurdu. “William ya da Jack her ne ise kızı o öldürüp bizi onun katil olduğuna inandırmışta olabilir. Adam cinayet gecesi de kütüphanenin hemen yakınındaki tren garındaydı. Belki kız onu içeri aldı ve adam da işini tamamladı. Şu herifi artık bulmamız lazım,”
“Haklısın. Fakat tuhaf olan asıl şey şu ki John, ölen kadının kimliği doğrulandı. Kadın Pelipa Torres.”
John endişeyle doğruldu.“Emin misin?”
“Kesinlikle. Carter bizden birini de otopsiye yolladı. Sonuçlar güvenilir. Mezardaki kadın gerçekten de Bayan Torres.”
Bakışları bir süredir sesi çıkmayan Emily’e kaydı, bembeyaz bir yüzle onlara bakıyordu. “Bana öyle bakmayın, bu imkânsız, o gün o evde Bayan Torres ile konuştum. Kocasının nasıl öldüğünü anlattı, aile fotoğrafları bile vardı, gözlerimle gördüm, çocuklarla çekilmiş fotoğrafları vardı.”
Marc nasıl diyeceğini bilemiyordu işi zordu fakat o doğrudan konuşmayı tercih etti. “Evden bahsettiğiniz özel eşyalardan hiçbiri çıkmadı. Akrabaları ile otopsi izni için görüşüldüğünde ayrıca teyit ettiler. Cenazeden hemen sonra Bayan Torres’in akrabaları evi toparlayıp kapatmışlar. Üzgünüm Bayan Hebert o gün oradaki kadın her kimse o Bayan Torres değildi.” Göz ucuyla John’a baktı ve onay verdiğini görünce söyleyeceklerini tamamladı.
“Ama büyük olasılıkla o gün kendisine Postacı diyen seri katille yüz yüze geldiniz.” dedi. Emily ona inanamayan gözlerle baktı. “Postacı mı? Hiç de katil ismine benzemiyor.” Titreyen ellerini şakaklarına koydu. “Bu nasıl olur? Bu çok saçma, neden beni öldürmedi o halde,” diye inledi. Lena ise gözleri yuvalarından fırlamış bir ifade ile konuşulanları dinlemekten öteye gidemiyordu.
Marc “Bilemiyorum, belki de insanları öteki dünyaya postalamakla ilgili ima yapıyordur.” demekle yetindi.
John’un da aklı allak bullak olmuştu. “Kadının ölmüş olabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Eve ekip bile yolladım. Yoktu. Emily kadını görmüştü. Jack ile kaçmak üzere olduklarını düşündüm ve umursamadım. Ama aylar önce ölmüş olması, kahretsin…” Sinirle ayağa kalktı ve büyük adımlarla yanlarından uzaklaştı, bahçenin ilerisinde aşağı yukarı gezinirken kafasını toparlamaya çalıştı. Aklına gelen yeni bir fikirle kısa bir süre sonra tekrar yanlarına geldi. Genç kadının çaresizce oturduğu sandalyenin yanında yere çömeldi.
“Emily,” Devam etmeden önce derin bir nefes verdi. Bunu sormak zorundaydı. “Onu bir kez daha görsen hatırlayabilir misin?” dedi. “Yüzünü hatırlayabilir misin?”
Emily biraz düşüp olumsuz anlamda başını salladı. “Bilemiyorum John. Kısa saçları vardı, kısa siyah saçları, simsiyahtı, ama yüzünü tam hatırlayamıyorum, solgun, biraz hastalıklı görünüyordu.”
“Yine de bir deneyelim tamam mı?” Uzanıp onun elini tuttu.
Emily bunu hiç denemek istemiyor olsa da zoraki bir gülümsemeyle karışık sadece “Tamam,” diyebildi.
John Lena’dan Chloe’nin yüzünün net olarak seçildiği bir resmini göstermesini rica etti. Genç kız telefonundaki fotoğrafları karıştırırken Marc da akla ne kadar saçma gelse de Pelipa Torres’in fotoğrafına ulaşmaya çalıştı. Bir kaç dakika sonra Emily iki elinde tuttuğu telefonların ekranlarını kaplayan yüzlere bakıyordu. “Yüzlere odaklan Emily. Muhtemelen kadın peruk takıyordu. Yüzünü hatırla.”
John onu kendisiyle baş başa bırakıp bahçenin bir köşesinde gezinen Marc ve Lena’nın yanına gitti. İhtimaller üzerine konuşurlarken arada endişe dolu gözlerle uzaktaki sandalyede hareketsizce oturan genç kadına bakıyorlardı. Emily gözlerini kapatıp kendisini o güne gitmeye zorladı. Dar bir patikadan geçiyordu. Simsiyah saçlarının altında beyaz bir yüz kafasını kaldırıp ona bakıyordu. Sonra kendisini tozlu bir kanepede otururken buluyordu. İçeride kokusunu şimdi bile duyabildiği bir sigara yanıyordu. Camdan bakıyordu. Evet sürekli camdan bakıyordu. Ayağa kalkmış dikkatini çeken yöne ilerliyordu. Odanın o köşesine doğru ilerliyordu. Şimdi dolabın üzerinde dizilmiş olan fotoğraflara bakıyordu.
Aniden gözlerini açtı. Her şey o kadar gerçekçiydi ki bir an için gözlerini açarsa bile kendisini o odada bulacağını zannetti. İki elinde tuttuğu telefonlardaki yüzlere bir kez daha bakıp masaya bıraktı. Ardından ayağa kalktı ve dehşet içinde üstünü silkelemeye çalıştı. John da onun ayağa kalktığını görmüş fakat ne yaptığını anlayamamıştı. Emily buradan çok çok uzaklarda gibiydi. Hala Boston’daki o evde o tozlu kanepede gibi hissediyordu kendini. Başını kaldırıp onu uzaktan izleyen üçlüye baktı ve onlara doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Meraklı yüzlerin oluşturduğu küçük çemberin ortasına geldiğinde sessizliğini bozmadan önce içindeki korkuyu bastırmaya çalıştı.
“İkisi de değil, eminim gördüğüm kadın ikisi de değil.” dedi ve yutkundu. “Ama emin olduğum bir şey daha var ki o evde bir kadın vardı John, o evde bir kadın vardı, konuştum onunla...”
❥❥❥
Aynanın önünde hareketsizce otururken karşısında duran görüntüsüne takılıp kalmıştı. Gözleri kendi gözlerine kitlenmişti. Bakıyordu fakat belli ki bir şeyleri göremiyordu. Bir yerde bir şeyleri kaçırıyordu hatta en başta da aklını kaçırdığını düşünüyordu. Bir süre daha bakmaya devam etti. Bunu o kadar dikkatlice yaptı ki, aynadaki aksinin başka biri gibi bağımsız bir hareket yapmasını bile bekledi. Beklediği olmadı, aynadaki ile aynı anda uzanıp önünde duran küpeleri avucuna aldı. Küpelerden tekini kolayca kulağına taktı. İnatçı olan diğer tekini takmaya çabalarken başı hafifçe yana yatmıştı. Aynadaki ile aynı anda sandalyeden kalkıp vedalaştı. Cam kenarındaki tekli koltuklardan birine bıraktı kendini. Bacaklarını da kaldırıp diğerine uzattı. Aklında hala bugün duydukları dönüp duruyordu. Bayan Torres ölmüştü, katil ölmüştü. Soruşturmanın devam edeceğini söylemişlerdi ama kendi açısından her şey bir şekilde sona ermişti. John ile oynadıkları bu oyun da dâhil olmak üzere her şey sona ermişti. İçinde bir şeylerin can çekiştiğini hissediyordu. Farkında olmadan ona çok alışmıştı. Ama en azından artık güvendeydi. Açılan kapının sesini işitti.
“İşte buldum seni, biliyor musun büyükannem Lena’yı da hazırlayıp zorla aşağı indirdi.” Hailey kız kardeşinin ifadesiz yüzüne baktı. “Sen iyi misin?”
“Evet iyiyim. Sadece biraz başım ağrıyor,”
“Bana doğruyu söyle John ile ilgili mi?”
“John mu? Saçmalama Hailey bunu da nereden çıkardın?”
“Bilmem bana öyle geldi o halde. Sahi Portinler’in çiftliğinde neden bir gece konakladınız?” Hailey kız kardeşinin bacaklarını kaldırıp karşısına oturdu.
“Sorma o da ayrı bir konu. Yolda benzinimiz bitti. Bagajdan yedek benzin de çıkmayınca ukala herif bir de beni suçladı. Güya ben bilerek yapmışım. Ben çıkarmışım. Artık aklında ne varsa...”
“Yaptın mı peki?”
Emily kaşlarını çattı. “Neyi?”
“Yedek benzini sen mi çıkardın?”
“Yok artık. Sen beni dinlemiyor musun? Adam kafayı üşütmüş!”
“Belki de üşütmemiştir,”
“Ne diyorsun Tanrı aşkına. Kim neden yedek benzini boşaltısın. Yani yapsa yapsa herhalde beni John ile baş başa bırakmak için bir tek büyükannem yapardı.”
“Mantıklı aslında,”
Kapı açılınca ikisi de annelerinin telaşlı yüzü ile karşılaştı. “Burada oturup sohbet ettiğinize inanamıyorum, insanlar gelmeye başladı bile, derhal aşağıya, ikinizde.” Hailey oflayarak ayağa kalkarken hala koltukta oturan Emily’e fısıldadı. “Bitmez bu gece.”
Emily ablasına gülümsedi. Annesinin onları almadan aşağıya inmeye hiç niyeti olmadığını fark edip çaresizce ayaklandı.
Odadan çıktıklarında Sarah Hebert iki kızının arkasından gece hakkında konuşmaya devam ediyordu. “Hailey ara ara mutfağa bak. Soğuk şarap ve şampanyayı gece boyu eksik etmesinler. Matthew ile ortadan kaybolma, fark edilmediğini sanıyor olabilirsiniz ama ediliyor tatlım,”
Emily yanında yürüyen Hailey’e zalimce göz kırptı. “Size fark edildiğinizi söylemiştim.” dedi.
Anneleri de arkalarından gelirken yeniden konuşmaya başlamıştı. “Bay Parker’ın sana bu gece evlenme teklif etme ihtimali var mı? Bunu herkesin bizim evimizdeyken yapması daha hoş olur diye düşünüyorum. Küçük bir destek faydalı olabilir,”
Emily aniden durup annesine döndü. “Anne sakın!”
“Ama biri bunu yapmalı biliyorsun ki...”
“Bayanlar bu ne güzellik! Vay canına, hepiniz ayrı ayrı can yakıyorsunuz.” Hailey kendi etrafında bir tur dönüp elbisesinin eteklerini havalandırdı. “Nasıl görünüyorum amca?”
Christian Hebert ellerini iki yanına doğru açarak “Mükemmel,” diye yanıtladı. Emily hızlı adımlarla ilerleyip onun koluna girdi. “Siz de hiç fena görünmüyorsunuz amca.” Gerçekten de öyle görünüyordu. Ona en yakışan gece mavisi takımını giymişti. Christian kolunu küçük yeğenine uzattı. “Hiç yoktan aşağı kadar refakat edeyim.” dedi. Emily zarif bir hareketle onun koluna girdi.
Sarah kocasının ağabeyinden yardım umarak konuştu. Kızı bir yana Christian Hebert ilişkiler konusunda tam bir uzmandı. “Christian şu kıza biraz akıl ver lütfen. Bay Parker’ın evlenme teklif etmesi an meselesi sadece biraz cesaretlendirilmeye ihtiyacı var. Sana güveniyorum,” Adamın diğer koluna girmeye çalışan büyük kızını son anda durdurdu. “Hailey sen benimle gel hayatım, salona inmeden son kez mutfağa göz atalım.”
“Neden ben!” diyen genç kadın annesinin peşi sıra servis merdivenlerine doğru yol aldı. Christian ve Emily onun arkasından bakarken kendilerini tutamayıp kahkaha attılar.
Salona inen merdivenlere doğru ilerlerlerken Christian konuya girdi. “Erkek arkadaşınla görüşüyor musun?” Emily eve geldiği ilk gün Hailey’e terk edildiğini itiraf ederken amcasına yakalandıklarını anımsadı. “Hayır, o iş bitti. Onunla görüşmüyorum.” dedi.
“Sarah’a hak verdiğimi sanma ama bence de Bay Parker’a bir şans vermelisin. Düzgün bir adama benziyor.” Emily merdivenlerden etrafı izleyerek inerken sessizce amcasının konuşmasını dinledi. Babası gibi sitem etmiyor ya da annesi gibi öğüt vermeden konuşuyordu. Onu bu yüzden her zaman bir başka seviyordu. Alt kata indiklerinde başını adamın omzuna koydu. “Seni seviyorum amca,”
“Ben de seni seviyorum tatlım fakat şimdi gidip kendime hoş bir Bayan bulmalıyım. Bayan Murpul’ un dul ablasını düşünüyorum.” Emily sözlerinin ardından onun salona girip bahsettiği kadına doğru ilerlediğini gördüğünde gülümsemeden edemedi. Evin geniş kapısı gelen misafirler için sonuna kadar açılmıştı. Diğer tarafa baktığında ise kütüphanenin aralık kapısından onları gördü. Cam kenarında ayakta konuşuyorlardı. Daha doğrusu John konuşuyor babası ise söylediklerini dinliyordu. Muhtemelen John çiftlikte olanların özetini geçiyordu. Amcasının sözleri kulağına doldu. Bir şans vermelisin...
Basit, geçici ve görmezden geldiği bu oyunun gerçeğe dönüşmesi ihtimali içinde bir yerde bir şeyleri harekete geçirdi. Aklına ister istemez yine o öpücük gelmişti. Hafifçe dudağını ısırdı. Pekâlâ, madem adama cesaret vermesi gerekiyordu, bunu bu akşam yapacaktı. Ona isteyerek karşılık verdiğini itiraf edecekti. Emily John’un beline giden elinin şimdi silahla dolduğunu fark etti. Silahı babasına uzattı ve kapıya doğru ilerledi. Genç kadın kalbinin yerinden çıkacak kadar hızlı atmaya başladığını fark etti. Sanki onu ilk kez görüyor gibiydi. John kapıyı kapatırken merdivenlerin başında duran genç kadını görünce gülümsedi. Kırmızı mini bir elbise giymişti ve kesinlikle harika görünüyordu. Emily ise adam kendisine doğru gelirken aptal gibi sırıtmaya devam etti.
“Babana silahımı teslim ettim.”
“Öyle mi? Ne güzel yapmışsın,” Sırıtması geniş bir gülümsemeye dönüştü.
“Sen iyi misin? Tuhaf görünüyorsun? Bak öğlen konuştuklarımız hakkında ise…”
Yüksek bir coşku eşliğinde bağırdı. “İyiyim, harikayım, her şey muhteşem.”
Genç adam gözleriyle etrafı taradı. “Marc’ı gördün mü?”
“Hayır,” Hafifçe kıkırdadığında John yeniden ona baktı. “Emily neyin var? Neden gülümseyip duruyorsun?”
“Gülümsemiyorum ki,”
“Sahi mi? Arka taraftaki dört tane hariç tüm dişlerin görünüyor. Yoksa sen içki falan mı içtin?”
Emily cevap veremeden yanlarına koşar adım bir kadın geldi ve soluk soluğa konuşmaya başladı.
“Bayan Hebert şükür buradasınız, şu halime bir bakın!” Dönüp konuşan kadına baktı ve gülen yüzünün yerini hızla şaşkın bir ifade kapladı. Asistanı onu tanıdığı ilk günden beri atkuyruğu ile toplanmış saçları, koyu renk çerçeveli gözlüğü ve şekilsiz gömlekleri ile hafızasına kazınmıştı. Ama şimdi bambaşka biri gibi görünüyordu. Kız lacivert renkte uzun bir elbise giymişti. Saçları ise açık ve dalga dalgaydı, üstelik o çok kereler kırmak istediği gözlüğünü de takmamıştı. Hailey büyükannesinin onu hazırladığını söylemişti ama bildiğin kızı baştan yaratmıştı.
“Lena Tanrım! Ne kadar değişmişsin. Yani çok hoş olmuşsun, sence de öyle değil mi John?”
“Öyle, gerçekten tanımakta güçlük çektim.”
“Vay canına!” diye esaslı bir vurguyla yükselen sese üçü de dönüp baktı. Marc giriş kapısında dikilirken ruhunu teslim etmiş gibi görünüyordu.
John bir kaç saat öncesinden bu yana ne çok şeyin değiştiğini fark etti. Sıkıntı dolu bir sesle “Bu gece herkesin neyi var böyle?” diye söylendi fakat bir cevap alamadı. Sabah gördüğü küçük asistan kızın içinden alımlı bir kadın çıkmıştı. Aptal ortağı ağzı beş karış açık kıza bakıyor ve Emily ise deli gibi sırıtıyordu. Ne içtilerse içmeyeceğim diye düşündü.
İçlerinde ilk normale dönen ise Emily olmuştu. Kapıdan giren Jasmine Bouchard’ı gördüğü an gülümsemesi kesilmiş yüzü her zamanki normal halini almıştı. Sarışın kadın selam bile vermeden salona geçerken Emily’nin elleri iki yanında yumruk oldu. “Bir gün onu öldüreceğim.” diye fısıldadı.
Mutfak tarafından gelen Sarah Hebert girişteki küçük grubu dağıttıktan kısa bir süre sonra herkes salonda yerlerini almıştı.
❥❥❥
Davetlilerin bir kısmı salonda, küçük bir bölümü ise salonun açıldığı verandaya ve devamındaki geniş bahçeye dağılmıştı. John, Marc ve Matthew ile birlikte genç kadına göre basketbol üzerine gereksiz hararetli bir konuşma içerisindeydiler. Emily eliyle masanın üzerinde döndürmeye devam ettiği boş kadehine baktı. Yanlarından geçmekte olan genç bir çift ile göz gözle geldiğinde hafifçe gülümsedi. Nedense onları tanıdığını anımsayamadı. Daha önce gördüğünü hiç sanmıyordu. Üstelik kadının kendisine bakışları gerçekten de tuhaftı. Boş kadehini beylerin masasında bırakıp yanlarından ayrıldı ve içeriye doğru ilerledi. Yolda Christian Amca’yı şu ayartmaya çalıştığı kadınla birlikte yakaladı. Yıldızlardan bahsettiklerini işitince kendisini tutamadı ve sesli bir şekilde güldü.
İçerisi oldukça gürültülüydü müzik bir yandan konuşma ve aykırı kahkahalar bir yandan kafa ütülüyordu. Her yer hafif duman altıydı. Sanki herkes birbirini bir sis perdesinin ardından görüyordu. Perdeler evet! Puro kokusu perdelere kadar tüm salona sinmiş olmalıydı. Kapının girişindeki servis masasından bir kadeh daha alıp yarısını kafasına dikti. Biraz daha cesarete ihtiyacı vardı. Bahçede John’un olduğu masaya doğru baktı. Bir eli Matthew’in omzunda keyifle bir şeyler anlatıyordu. Gülümsedi ve kadehin kalanını da kafasına dikti. “Bu gece mutlaka onunla konuşacağım.” dedi.
Yeni bir kadeh alıp içerideki kalabalığın arasına karıştı. Babası salonun bir köşesinde Alberta’nın dışından gelen birkaç özel konuğu ile oturuyordu. Yüzünde yine her zamanki o ifade vardı. Sanki keyifli bir gecede değil de savaş hazırlıklarını konuştukları gizli bir toplantıdaymış gibi görünüyorlardı. Annesi ise kendi arkadaş çevresinden olan hiç sevmediği şu dedikodu kazanı grupla takılıyordu. Genç kadın yanlarına gitmeyi aklından bile geçirmedi. Gözleriyle salonu taradı ve Hailey’i aradı. John ile yapacağı konuşma öncesi biraz akıl almaya ihtiyacı vardı. Doğrusu onunla aynı hislere sahip olamamaktan korkuyordu. Sonuçta bu bir oyun olarak başlamıştı belki de o sonuna kadar oyun olarak kalmasına sıcak bakacaktı. Bu yüzden sarhoş olmayacak kadar içmeye karar vermişti. En azından sabah içkili olduğunu söyleyerek asla gerçek duyguları olmadığını ima edebilir ve kendisini onun karşısında küçük düşmekten kurtarabilirdi. Hatta hiçbir şey hatırlamadığını ve zorla tekrar öpmüş olabileceğini söyleyerek isterse üste bile çıkabilirdi.
Matthew ortalarda olmasına rağmen ablasını hiçbir yerde göremeyince şaşırdı. Belki de mutfağa göz atmaya gitmişti. Hailey’den vazgeçip Lena’ya odaklandı. Gözüne çarpan tüm lacivert kıyafetli kadınlara tek tek baktı. Tuhaf ama Lena da ortalarda yoktu. Annesi salonun ve bahçenin neredeyse tamamına bu gece için özel olarak antika ahşap bar masalarından kiralamıştı. Bu yüzden kalabalığa ek olarak masalar ilerlemeyi güçleştiriyordu. Salonun ortasında bulduğu boş bir masaya geçtiği sırada Porti’nin babasının yanına gidip kulağına bir şeyler fısıldadığını fark etti. Kapının olduğu tarafı gösteriyordu. Kapının oradaki gri paltosu, kasketli büyük şapkası ve kara gözlüğü ile kimliğini gizlemek isterken daha çok dikkat çeken acemi dedektif görünümlü adama baktı. Tuhaf bir keyifle Michael ile konuşan büyükannesinin olduğu masanın arkasından geçen babası adamla el sıkışıp gözden kayboldu. Muhtemelen kütüphaneye gidiyorlardı. Bakışları tekrar Michael ve büyükannesine kaydı. Onun hep Michael’den hoşlanmadığını düşünmüştü. Şampanyayı yudumlamaya devam etti. Bir kaç masa ilerideki yerinden kendisine bakan Jasmine ile göz göze geldi. Aynı benim gibi tek başına sıkıntıdan ölmek üzere, diye düşündü. Aslında o yalnız sayılmazdı. Yanında annesi ve ismini bilmediği yüzü tanıdık bir kadın daha vardı fakat masada onun varlığını unutmuş konuşuyorlardı. Ayakta durmak her geçen saniye zorlaşırken “Sandalyesiz tüm masalardan nefret ediyorum.” dedi kısık bir sesle.
Dirseğini masaya koydu ve çenesini içi açık avucuna dayadı. Uykusu gelecek kadar içmişti üstelik John ile daha tek kelime dahi konuşamamıştı. Genç kadın, dost olacak başka akşam yokmuş gibi Matthew ve Marc ile bir türlü ayrılmamasına kafayı taktı bu defa. Yanından geçen kızın elinde tuttuğu tepsideki dolu kadehlerden birine uzanıp “Teşekkürler,” dedi.
Gözleri bir kez daha uzaktan kendisine bakan Jasmine ile buluştu. Bu gece herkes bir tuhaftı. Kimi ortalarda yoktu kimi de bir garip davranıyordu. Ama Jasmine, o gerçekti. Yılan gibi zehirli gözleri ve kafasından geçen türlü sinsi düşünceleriyle her zamanki gibiydi. Emily kadehini sertçe masaya bıraktıktan sonra onun olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı. Hafiften başının döndüğünü hissettiğinde yanından geçtiği her masaya tutunmaya çalıştı. Onun olduğu masaya varınca da aynı şeyi yaptı ve küçük masadan destek aldı. “Bana o şekilde bakmayı kes.” dedi dili döndüğünce.
Jasmine tek omzuna dökülmüş saçlarını sırtına doğru savurdu. “Ya kesmezsem?” dedi gözleri hafif kısık şekilde. Masadaki diğer iki kadın işittikleri bu tuhaf restleşme karşısında konuşmalarına derhal ara verdiler.
“O halde ben seni keserim.”
Bayan Bouchard telaşla elini kızının omzuna koyup bir bebek gibi sakinleştirdi. “Sen uyma tatlım,”
Emily onlara bakıp nahoş bir kahkaha attı. Arkasını döndü ve güç bela tekrar masasına doğru ilerledi. Kendini sarhoş gibi hissediyordu ama kimse ona bir müdahale etmiyordu. Hatta Jasmine hariç sanki hiç kimse onu görmüyordu. John bile bu gece onunla ilgilenmiyordu! Kadehini havaya kaldırıp kendisine bakan üç kadına doğru sallarken başıyla onlara selam vermeyi de ihmal etmedi. Son bir gayretle kafasına dikti ve bu sefer gerçekten zorlanarak bitirdi. Etrafa baktığında artık biraz daha hızlanmışlardı ve sola doğru tuhaf bir şekilde kayıyorlardı. Masaya tutundu ve elindeki boş kadehi yavaşça üzerine koydu. İşte masada duran diğer şeyi, zarfı da tam olarak o zaman fark etti. Zarfın üzerinde sola doğru kaymakta olan kendi adının yazılı olduğunu gördü. “Gerçekten kafayı buldum.” dedi ve gülümsedi.
Zarfı eline aldı ve parmakları ile adının olduğu yere dokundu. Yazılmamıştı bu yapıştırılmıştı, kopardı ve eline aldı. Bu şey gibiydi... Şey... “Kitap kapağı gibi,” dedi tahmin ettiği şey de haklı çıkacağını umarak.
Kopardığı parçayı masanın üzerine bırakıp zarfın önünü arkasını incelemeye başladı. Ağırdı, kulağına götürüp salladı. İçinde bir şey vardı, gerçekten ağır bir şey. Dönüp duran salona baktı bir an. Hala kimsenin umurunda değildi ve sis perdesi artmış gibiydi. Zarfı yavaşça yırttı ve ters çevirdi. Avucu hızlıca soğuk metal ile temas ettiğinde ürperdi. Açık avucunda duran bıçağa anlamsızca baktı. Bıçağın ucu düz değil kıvrımlıydı. Sapında ise acayip belirgin bir arma vardı. Yamuk kare gibi bir şekil ve tam ortasına da “P” harfi kazınmıştı. Özel olarak yaptırılmış olduğu açıktı. Hançere benziyordu. Eliyle kavradığı bıçağı dikkatlice masaya bıraktı.
Zarfın içindeki katlanmış duran kâğıdı çekip çıkardı. Görüşü bulanıktı. Yazıları okuyamıyordu, bir iki kez başını sağa sola salladı. İşe yaramıyordu. Kâğıdı masaya yapıştırıp iyice yaklaşmayı denedi. Şimdi daha iyi okunuyordu. Fakat bu... Bunlar... Bunlar el yazısı ile yazılmamıştı. Her bir kelime tıpkı zarfın üzerindeki adı gibi yapıştırılmıştı.
Garip hediyeli mektup yine kendi adıyla başlıyordu...


  _______________________________
Emily,
Sen ruhlar ve ben bedenler üzerinde çalışan iki kâşifiz. Sen yanan ruhları serinleten bir buz, ben zevkten eriyen bedenlere ekilen tuzum. Bedenimiz bize bahşedilmiş en kutsal emanettir. Peki ya ruhumuz? O, en hakiki gerçektir. Cehennemde işlediği günahlar için binlerce soruya tutulan, cennette işlediği sevapları doya doya anlatan o insanlara neden kimse bu dünyada hesap sormaz? Papaz’ın hizmetkârı olarak ben o kadınların hepsine sordum. Soruma pek de doğru cevaplar veremediler. Veremedikleri için de hepsi ölmeyi hak ettiler. Korkma, çünkü efendimin dediği gibi korkaklar gerçek ölümlerinden önce defalarca ölürler.* Onlar çoktan ölmüşlerdi, sadece farkında değillerdi. Benim adım ‘Postacı’ Emily ve Postacılar haber taşırlar, diğerleri aldıkları haberleri taşıyamadılar. Şimdi ise senin için geliyorum Emily, bu kez sadece senin için, çünkü bu gece sana da bir haberim var. Bakalım sen taşıyabilecek misin Emily!
Ve son olarak bilmeni isterim ki kırmızı elbisen sana çok yakışmış.
İmza: POSTACI
_______________________________

Emily elleriyle masanın iki yanına tutunduysa da bedeninin titremesini bir türlü durduramadı. Yazan kişi katil olduğunu açıkça söylüyordu. Üstelik imzayı bile o isimle ‘Postacı’ olarak atmıştı. Postacı, bu gün ilk kez Marc’ın ağzından duyduğu ve katile ait olduklarını düşündükleri o isimdi. Bu kesinlikle bir şaka değildi. Bir an son cümlede yatan gerçek tehlikenin farkında vardı.
Kırmızı elbisen sana çok yakışmış...
Şaka olmadığı gibi tesadüf olamayacağı da açıktı. Katil bu gece burada, evindeydi. Başını kaldırıp etrafa baktı. Artık tek bir yüzü bile seçemeyecek durumdaydı. Hayır bu olamazdı. Bu kadar tanıdığı insanın içinde tanımadığı bir katil tarafından öldürülecek olamazdı. Dahası seçemediği insanlar arasında tanımadığı bir yüzden kendini nasıl koruyacaktı?
“Yardım edin, burada, o burada...” dedi. Sesi çıkmıyor muydu? Çocukken gördüğü o karabasanlarla dolu rüyalarındaki gibi ne kadar bağırsa bile sanki sesini kimseye duyuramıyordu. Ona doğru gelen hiçbir siluet görmüyordu. Yardım gelmeyeceğini anladığında ani bir hareketle masada duran bıçağı kavradı. Son bir gayretle “John!” diye bağırdı. Çığlığı ile içtiği içkinin bir kısmını masaya çıkardı, birine dokunduğunu gördü, sonra bir omuza tutundu, bir kaç saniye sonra ise biriyle çarpıştı. Sonra hiç bir şey göremedi, her şey karardı. Hebertlar’ın tüm evi koyu bir karanlığa gömüldü. Bağıran, koşturan insanların arasında Emily içindekileri boşaltmaya devam etti. Ölmek üzere olan biri için giderayak kimin üzerine kustuğunun bir önemi yoktu. Onun için geldiğini biliyordu. Bunu tıpkı Amerika’da işlenen tüm o cinayetlerde olduğu gibi, tesadüfen değil sadece o geldiği için kesilen elektriklerden biliyordu.
John karanlığa gömüldükleri o saniyede felaketin geldiğini anladı. Bahçe tarafından koşturan insanlar arasından ilerlerken dışarı çıkmaya çalışanlarla çarpışıyordu. Gerçekten tam anlamıyla bir felaket gibiydi ya da dünyanın sonunu görüyor olmalıydılar. İçeriden güçlü ve tek el bir silah sesi geldi. Silah değil bu kesinlikle bir tüfek sesiydi. Yere düşenler, ezilenler arasında koşmaya devam etti. Ne tarafa koşacağını bilemese de kime koşması gerektiğini biliyordu. Eğer ona bir şey olursa böyle aptal bir intihar tezgâhına birazcık olsa bile inandıkları için kendini ömrünün sonuna kadar affetmeyecekti. Alışkanlıkla eli silahına gidince ağız dolusu küfretti. Arkasından koşan Marc’ın silahının olması ile içi az da olsa rahatlamıştı. Onu da teslim etmelerini isteyen Bay Hebert’a henüz vermedikleri için şükretti.
Emily kusmaya devam ederken ayaklarının dibine birinin kapaklandığını fark etti. Herkes karanlık ve elektrikler ile ilgili bağırmaya devam ediyordu. Her şey o anda coştu. Evin içinden gelen bir silah sesi olayları tamamen rayından çıkardı. Herkes alkolün etkisi ile türlü senaryolar üreten kafalarının götürdüğü yere doğru koşuyorlardı. O ise kendisi için geldiğini bilmesine rağmen yerinde kalıp ölümü bekliyordu. Derken tiz bir kadın sesi herkesi bastırdı. Kadın adeta canı alınır gibi bağırıyordu. Kısa bir süre sonra Emily görüntünün netleştiğini fark etti. Başını dayadığı camda kendi yansımasını gördü. Demek ilerlerken verandaya açılan bu cam kapıya kadar gelmişti. Sonra midesini tutarak doğruldu ve içeride kalan insanların yüzlerini gördü. Bir yöne bakan korku dolu o yüzlerini. Babasını uzakta, elinde tüfekle dikilmiş salonun girişinden herkesle aynı yöne doğru bakarken gördü. Emily daha geride kalmayı tercih eden insanların arasından geçti ve asıl kalabalığın ortasına doğru ilerledi. Postacıdan kendisine gelen acı haberi gördüğünde ise genç kadın kalbinin atmayı bıraktığını sandı.
John kalabalığın ortasında, yerde, bir kan gölünün içerisinde oturuyordu. Tıpkı elleri gibi. Kan içindeki kalmış elleriyle kucağında yatan kadının karnına bastırıyor bir yandan da dibinde telefonla konuşan Marc’a bağırıyordu. “Silah değil, bıçak yarası bu. Çok acil de lanet olsun kız ölüyor.”
Emily o an John’un kolları arasında bir kuş gibi çırpınan o kızın yüzünü gördü. Gözleri kaymış ve bir noktaya sabitlenmişti. Bacaklarında arada birkaç ani hareket beliriyordu. “Jasmine,” diye fısıldadı dökülen gözyaşlarının arasından. Bayan Bouchard yere oturmuş, dağılmış saçlarını savururken kızının başında deli gibi bağırıyordu. “Yardım çağırın çabuk, acil yardım çağırın!”
John kızı kıpırdatmamaya çalışırken kalabalığın arasında dikilen Emily’i fark etti. Ağlıyordu, ağlarken bir elinin tersiyle dudaklarını örtüyordu. Bakışları onun diğer elinde tuttuğu gözünü alan o şeye kaydı. Altın rengi, parlak ve kanlı o bıçağa ve onu sıkı sıkı tutan kadına inanamayan gözlerle baktı. Emily olduğu yerde daha güçlü bir şekilde ağlamaya devam ederken John içinden peşi sıra geçen onlarca farklı duygunun gücüyle gözlerini karşısındaki kadından çekmeden kızın karnında açılmış kocaman bıçak kesiğine biraz daha sıkı bastırdı. İçinden geçip gözlerine yansıyan o duygulardan bir tanesi bile Emily’i yok etmeye yetti. Genç kadın adeta kendisinin bile duyamayacağı kadar alçak bir fısıltıyla söylendi. “Ben yapmadım, ben yapmadım.” dedi.
Kendisinin bile inanmadığı bu cümle ile bedeni kasılırken gerilen elindeki kanlı bıçak tiz bir ses çıkararak ahşap zemine düşüverdi…
_______________________
* Jül Sezar