Anlatmak
istediklerinin önemli dahası güzel şeyler olduğunu düşlediğim ötücü bir kuş,
tüm yol boyu tepemizde cıvıldamayı sürdürdü. Motor durduktan hemen sonra sarı
gri renklerdeki o inatçı, o dediğim dedik küçük kuş da susmuştu. Geniş daireler
çizerek yükselişini ve göğün içinde kaybolduğu anı sonuna kadar derin bir
heyecana kapılmış halde izledim.
“Bana
elini ver hayatım,”
Başımı
usulca beni kendisine çeken kalın ama kibar sese doğru çevirdim. Teknenin az
önce yanaştığı kumsalın ucunda durmuş, sesin sahibi olan o adama hayranlıkla
baktım. Bir elim başımdan uçmak için direnen şapkamı tutarken diğer elim ona az
önce kuşun içinde kaybolduğu masmavi gökyüzünü gösteriyordu. “Bu kesinlikle
bize verdikleri rehberde bahseden şu ötücü kuşlardan biriydi.” dedim. Geniş
avucunu çevreleyen ve ne denli güçlü olduğunu bildiğim parmakları belimi
sararken öne doğru eğilip kendimi kollarına bıraktım. İşte şimdi tam olarak
uçmanın gerçekte ne denli müthiş bir duygu olduğunu hissedebiliyordum.
Kesinlikle cesaretle başlıyor ve süzülmekle devam ediyordu. Bu yabancı hissi
hiç bilmiyordum. Ölümden önceki son dakikalarında bağışlanmayı dileyen
insanoğlunun öldükten sonraki ilk anlarında ise ruhunun geride kalanlara
gizlice şükrettiği söylenirdi. Kesik kesik olsa da nefes alabiliyorken bu aşk
için önce gözlerine bakarak şükretmek istiyordum. Kollarının arasında az bir
zamanım varken yere özlem duymam söz konusu bile değildi. Bir elimi gayet
huzurlu görünen yüzüne doğru uzattım. Parmaklarımın bir iki tanesi ancak değdi
tenine. Kaşının bitiminden şakağındaki hafif çukura ilerlerken o gözlerini
yumdu.
“Beni
gülerken ya da kollarında mutluluktan uçarken hatırlamanı isterim. Şu an olduğu
gibi. Sen gelmeseydin ben hiç bilemeyecektim.” dedim. Gözlerini açıp yüzüme ne
yaptığımı anlamaya çalışırcasına baktı. “Hiç fark edemeyecek, hiç sevemeyecek
ve belki de hiç geride bırakmak zorunda olduğum birisine aşkı için böyle içten
şükredemeyecektim.“ Dudakları kıpırdar gibi olduğunda elimi oraya indirdim.
“Söz ver bana, eğer beni hatırlamak istersen sadece gökyüzündeki kuşları
düşüneceğine.” Elim dudaklarından usulca
kayarken rüzgâr son bir gayretle elbisemin içini dolduruyor ve sesim gökyüzünde
bir müddet de olsa asılı kalıyordu…
“Açılın
biraz, nefes alsın açılın!”
Emily
gözlerini araladığında tanıdık bir yüz hemen önünden teğet geçti. Adamı nereden
tanıdığını ise anımsayamadı. Başında ciddi bir ağırlık hissediyordu. Görüntüye
tekrardan giren genç adam yüzüne dikkatli bir şekilde bakarken bir yandan da
hararetli bir şekilde konuşmaya devam ediyordu. “Profesör bilincinin yerinde
olduğundan tam olarak emin değilim.” Koltuk altlarında sertçe bir tutuş
hissettiğinde canı yandı. Yakınlardan gelen ve feryatla karışık bir çığlık sesi
eşlik etti bu kaba tutuşa. Var olduğunu bildiği her şey büyük bir hızla
dönüyordu. Şimdi ise görüş alanında altın renkli kumlar yerine parke bir zemin
vardı. Çenesini tutup başını kaldıran aynı sert eller onu yukarıya bakmaya
zorladı. Gözleri kayıyor ve artık net tek bir kare dahi seçemiyordu.
“Dylan
lütfen bir şeyler yap!” derken avazı çıktığı kadar bağırmaya devam ediyordu
aynı tiz kadın sesi. Uğultuların arasında tanıdık bir sesin daha önce hiç
kullanılmamış tonunu işitti. Tenordan bile ince olan ve kalbinde sevgiye yer
vermiş her adamın gün gelip bir kez olsa bile mutlaka dışa vurabileceğini
düşündüğü o tonu. Kaybetmenin korkusuyla örülmüş şefkatin en kırılgan tonunu.
“Emily, güzel kızım yüzüme bak. Yalvarırım bebeğim yüzüme bak!”
Genç
kadının kurmakta güçlük çektiği her hecenin arasına derin bir uçurum giriyordu.
Birbirinden kopuk heceler dışarıdan kekeleyen birinin sesi gibi duyuluyordu.
“Ku-uş-lar-anım-ımsa…” Ağırlaşan kirpikleri rüzgârda çarpan bir kapı gibi güçlü
ve tek seferde kapandı sonra...
“Profesör yine kendinden geçti, bekleyin tekrardan nabzını kontrol
edeceğim.”
Duymak
isteyene su gibi berrak konuşuyordu oysa...
“Bu
kesinlikle bize verdikleri rehberde bahseden şu ötücü kuşlardan biriydi.”
dedim. Geniş avucunu çevreleyen ve ne denli güçlü olduğunu bildiğim parmakları
belimi sararken öne doğru eğilip kendimi kollarına bıraktım. Elleri belimden
koparken ayaklarım da kızgın kumla temas etmişti. Kumsala kadar inip
valizlerimizi yüklenen kibar adam işini hallederken yanan ayaklarımız kıyıya
kısa aralıklarla vuran okyanusun o tatlı dalgaları ile serinlemeye devam ediyordu.
Çarpıcı bir sesle konuşmaya devam ettim. “Bu kuşlar üzerilerinde uçtukları
çiftlere şans getirirmiş. Vay canına, şurada yazana bak! Öterken çıkardıkları
melodi sözlerinde sonsuz mutluluk ve huzur içeren bir şarkının bestesiymiş.”
Tıpkı uçup giden o şaşkın kuşa benziyor olmalıydım.
Kolunu
omzuma atıp zayıf bedenimi sardı. Durur muyum hiç? İyice sokuldum. “Benim
huzurum da mutluluğum da yanımda.” dedi. Dudaklarımı apansız ve kısacık bir
süre rehin aldıktan sonra daha yavaş bir hareketle serbest bıraktı. Hala
omzumda duran eli ile gökyüzünü gösterdi. “Ayrıca o sersem kuş berbat bir
şarkıcıydı.”
Beklemediğim
bir anda üzerine daha yeni ayak bastığımız Maui Adası’nın renkli rehberini
elimden kaptı. Bavullarımız ile çoktan yolu yarılamış adamın peşinden koşar
adım ilerlerken haritadan bozma rehberin en üstünde yazan yazıyı işaret ederek
bağırdı. “Her şey bir yana hayatım! Burası öncelikle bir balayı adası.” Ah!
Tabi ya mevzu mühimdi, mevzu balayımızdı…
Bir
nefes sesi işitti…
Kulağının
hemen dibinde oldukça güçlü ve derinlerden gelen bir nefes sesiydi bu! Emily
sonunda hızlı hızlı soluk alıp verenin kendisi olmadığını fark ettiğinde başını
yasladığı sağlam omuzdan kaldırmaya çalıştı. Tıpkı küçük bir bebek gibi
kafasını sabit tutmakta zorluk çekiyordu. İki saniye sonra başı tekrar
kopamadığı omuza düştü. Neler olduğunu anlayamıyordu. Gücünün çekildiğini
hissediyordu. Genç kadın bu kez gözlerini olduğu yerde hafifçe araladı. Duvarda
yan yana dizilmiş olan devasa tablolar içlerindeki karışık resimleri seçemeden büyük
bir hızla arkalarında kalıyordu. Onu kucaklamış taşıyan adamın bariz telaşı
düzensiz nefesinden yeterince belli olurken tahmin ettiği kişi olup
olmadığından emin olmak istedi. Yüzünü görmek için başını geriye attığında adam
kolunu kaldırarak ona yastık vazifesi sundu. Başına nazaran gözlerine hâkimdi
artık, kolaylıkla araladı göz kapaklarını. Tahmin ettiği kişi değildi fakat
telaşa kapılmasına gerek olacak bir durum da göremedi. Aksine tanıdık bir yüz
görmek genç kadının içini oldukça rahatlatmıştı. Kısmen kendine gelebildiğinde
güven dolu bir sesle “Nereye gidiyoruz?” diye sordu.
Bir
süre sadece bekledi. Ayıldığını henüz fark etmediği için kendisini işitmediğini
düşündü. Adamın göz temasını hiç kesmeden baktığı yöne doğru baktı. Neredeyse
tamamlamak üzere oldukları koridor beyaz çift kanatlı bir kapı ile son
buluyordu. Dudaklarından az önceki sorusuna benzer anlamda kelimeler döküldü.
“Beni nereye götürdüğünü söylemeyecek misin?” Yine herhangi bir cevap alamadığı
gibi adam dönüp yüzüne dahi bakmamıştı. Genç kadın onun yanağındaki taze izi
fark ettiğinde “Yanağına ne oldu?” dedi.
Sorusu
ağzını bıçak açmayan adamın dönüp yüzüne bakmasına sebep oldu. Herhangi bir
cevap ise yine yoktu. Emily artık ufak ufak telaşa kapılmanın vakti geldi, diye
düşündü. Hafızasını yokladığında ilk o muhteşem kumsalı hatırladı ve içini ani
bir korku kapladı. Yoksa balayında kaza mı geçirmişlerdi? O zaman neden John
yanında değildi? Hayır hayır, şu an sıkça gördüğü kabuslarından birinin
ortasında olmalıydı. Her ne kadar son derece gerçekçi görünüyor olsa da mutlaka
öyle olmalıydı. Başını çevirip arkalarında kalan koridora baktığında yerde
peşlerinden bir gölge gibi gelmeye devam eden izleri fark etti. Damla damla
gelen siyah bir izdi bu. Gözlerini kırpıştırdı. Hayır, pek siyah gibi değildi
aslında beyaz ışığın altında daha çok koyu kırmızı bir gölgeydi takipçileri.
Kopkoyu bir kırmızı! Yoksa kan mıydı bu?
Yaralanmış
mıydı? Doğrulup göğsüne, karnına doğru baktı. Bacaklarını görmeye çalıştı hemen
ardından. Tam yaralı olanın kendisi olmadığını düşünüyordu ki elindeki acıyı
fark edip, adamın kolunun arasından hissettiği acının kaynağı olan elini
görmeye çalıştı. Bağlanmış eli üzerindeki kumaşla birlikte kan içerisinde
sallanmaktaydı. Gördüğü görüntünün iğrençliğinden ya da çıkamadığı şokun
etkisinden mi emin olamasa da telaşla bağırmaya başladı. “Ne oldu bana, söyle
ne oldu bana!” Süregelen sessizlikle tamamen çileden çıkmıştı. Diğer eliyle
adamın ceketinin yakasını kavradı ve onu sarsmaya çalıştı. “Beni nereye
götürüyorsun Anderson!”
“Sakin
ol! Çok az kaldı, birazdan hepsi geçecek.”
Marc
ayağı ile önünde kapalı duran kapıyı iteleyip açarken Emily yere inmek için
bacaklarını kurtarmaya çalışıyordu. “John nerede? Nerede o?” Attığı beceriksiz
tekmeler kapının arkasındaki duvara sertçe vurmasına sebep olduğunda çıkan ses
kafasının içinde defalarca yankılandı. Koridordaki ışıktan çok daha fazla gözü
yoran yoğun beyaz ışık gözlerini aldı. Şimdi hiç bir şey göremiyordu. Ne
yaptığını görmeden çırpınmaya devam etti. Gözleri ışığa alışmaya başlayıp da
sis perdesi yavaş yavaş kalkarken boğuşmayı kesip içeriye bakındı ve girdikleri
bu odanın asgari düzeyde bir ameliyathane olduğunu fark etti. Tanrım bu nasıl
bir kâbustu! Ortada ışıkların aydınlattığı bir masa vardı. Her tarafa üzerine
beyaz etiket yapıştırışmış şişeler, tüpler ve ilaç kutuları dağılmıştı. Küçük
bir lavabonun yanında duran metal tezgâhta ise çeşitli boyutlarda neşter, makas
ve keskiye benzeyen kesici alet topluluğu vardı. Emily korkudan donup öylece
kaldığını hissetti. Ağzı açık bir halde odanın bir köşesinde doktor önlüğüyle
dikilen adamın elindeki küçük ilaç şişesini şırıngaya çekişini de aynı
sakinlikle seyretti. Ve sanki zamanı gelmiş gibi tekrar kurtulmak için var
gücüyle mücadele etmeyi denedi. Anderson’un kucağından zar zor inebilmişti.
Çıplak ayaklarına vuran zeminin soğuğunu hissedebiliyordu artık. Arkasını dönüp
kapıya doğru kaçmak için ani bir hamle yaptıysa da işe yaramadı. Onu yakalayan
adam çok güçlü, kendisi ise yaralıydı. Başını sağa sola hızlıca savururken bu
kâbustan bir an önce uyanmak için var gücüyle çırpınmaya çalıştı. “John! John
lütfen yardım et bana!” Bağırırken adeta boğazının yırtıldığını hissetti.
Çığlık atıyordu fakat kendi sesini nedensizce duyamıyordu. Zaten çığlıkları
odadaki iki adama da etki etmiyor gibiydi. “Yapma Marc, lütfen yapma!” Tek
eliyle çaresizce onu yumrukladı. Her yumruk sadece ayaklarının üzerine damlayan
kendi kanını çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyordu.
“Sakin
ol dedim, Emily!”
Kollarına
hâkim olamadığı o an ayağı kayıp dizlerinin üzerine yere düştü. Anderson bu
fırsatı kaçırmadı ve arkasında onu kollarından tutarak hapsetti. Dikilmiş
onları izleyen yaşlı adama doğru bağırdı.
“Çabuk yapın şu iğneyi...”
Eldivenli
ellerin tuttuğu iğne her geçen saniye kendisine daha da yaklaşırken Emily çırpınmaya
devam etti. Yere oturmuş vaziyette hapsolmuş kolları dışında bedeninde hareket
eden her organını kullanmayı denedi. Başını arkasında onu tutan adamın göğsüne
omzuna rastgele vurmakla yetinmeyip bacakları ile kapının yanında duran
tekerlekli bir masayı tekmeledi. Masa üzerindeki cam tüpler ile tepelerine
devrildi.
Marc
öfkeyle haykırdı. “Yap artık şu lanet olası iğneyi!”
Yaşlı
adam yanlarına gelip çömelirken tek dizini yere dayayarak destek aldı. Emily
yüzüne yaklaşan şırınganın ucundan damlayan o sıvıyı gördüğünde tam anlamıyla
emin oldu. Bu kesinlikle bir kâbus değildi. Bu içinde –şimdilik- var olduğu bir
gerçekti. O. Marc Anderson. Güvenebileceği sayılı isimlerden biriydi. Neden
kendisine kötülük yapmak istiyordu. Oysa aynı tarafta olduklarını sanıyordu,
başından beri de hep öyle sanmıştı. Marc’ın artık ona acımayacağını biliyordu,
kollarında hissettiği kuvvet öyle söylüyordu. Fakat belki bu yaşlı adam her
şeye rağmen insafa gelip yardım edebilirdi. “Hayır, hayır yapmayın. Yalvarırım
lütfen. Ölmek istemiyorum lütfen...”
Başını
kaldırıp onu hapsetmiş olan adamın yüzüne baktı. “Neden Anderson, neden?”
Hatırlayıp acı çekmesini engellemek ister gibi birçok detayı erişemeyeceği
kadar uzak bir yere yollayan zihni şimdi yavaş yavaş kendine geliyordu. Ölüm kokan o mektubu hatırlıyordu mesela.
Onun için geldiğini söyleyen katilin sözlerini de teker teker anımsıyordu. Peki
ya sonrası? Sonrası yoktu. Bedeninin şiddetle titremeye başladığını hissetti.
Soluğu kısa bir an için kesildi. Sesini çok az duyabilse de yaşlı adamın
yüzündeki ifadeden çok yüksek sesle bağırdığını seçebiliyordu. Bir süre
bileğini tuttuktan sonra hızla ayağa kalktı ve onu ilk gördüğü köşedeki
masasına doğru koşar adım uzaklaştı.
Dakikalarca
Emily kaçmak için Marc da onu hareketsiz tutmak için uğraşıyor, ikisi de inatla
direniyordu. Ta ki o ana kadar… Bir uykudan uyanır gibi gözlerini gerçeğe
açtığı o berbat ana kadar. Genç kadın çırpınmayı o dakika kesti ve kendisini
arkasındaki adama teslim etti. Ancak konuşmak için çabaladığında çenesinin
kilitlenmiş olduğunu anladı. Yaşlı adamın ikinci bir iğneyi daha yanına alarak
geri döndüğünü fark etmedi bile. Buz gibi bakışlarını hedefindeki kişiye
çevirmişti. “Sendin,” dedi. Hayal kırıklığı ile dolu derin bir nefes bıraktı.
“Postacı sendin! Başından beri peşimizdeki katil sendin!”
Başı
adamın omzundaydı ve onun dudaklarını çok az görebiliyordu. “Kıpırdamadan dur!”
diye emretmişti.
Etine
batan iğneyi hissettiği an Emily’nin gözyaşları yanaklarından süzüldü. Hayal
dünyasının en karanlık köşesinden çıkıp gelen o ürkütücü düşler, gözle görülür
gerçekliğin akla yatmayan çarpıklığıyla bir araya geldiğinde ne yazık ki daha
da korkutucu bir hal alıyordu. Genç kadın Marc Anderson’un kollarında ölüme
kucak açtığına inanırken ruhunun çekildiğini hissettiği o son anlarda
fısıldadı. Kanına enjekte ettikleri zehir vücudunu ele geçirirken uyku öncesi
bir mahmurluk hissetti. Ayağa kalkıp tekrardan uzaklaşan doktor şimdi beyaz
ışıkların içinde adeta kaybolmuştu. Kafasını kaldırdı. Kayan gözleri sadece bir
saniye tepesindeki adamın kararlı bakışları ile birleşti. Marc onun kollarını
serbest bırakırken bu defa gözlerine de bakmıştı. “Lütfen John’a zarar verme…” diyebildi en
fazla. Genç kadının başı düşmeden önce duyulabilecek son sözü de bu olmuştu.
Sonra her yer bembeyaz oldu. Emily Hebert ölümü hep siyah olarak düşlemişti.
Oysa şimdi bembeyaz bir kayığa binip bir bilinmeze doğru yola çıkmak üzereydi.
Ölüme gittiğini bilirken bile son ama son kez sevdiği adamın yüzünü hayal
etmeyi seçti. Çünkü hayal etmek her zaman inandıklarımızı var etmenin bir başka
yoluydu…
“Bu
kesinlikle bize verdikleri rehberde bahseden şu ötücü kuşlardan biriydi.”
dedim. Geniş avucunu çevreleyen ve ne denli güçlü olduğunu bildiğim parmakları
belimi sararken öne doğru eğilip kendimi kollarına bıraktım.
“Evet
hatta o bir cennet kuşu.” diye yanıtladı. Bunu o anda uydurduğunu biliyordum.
Yine de beni ikna etmesi için her şeyi yapardım. “Nereden biliyorsun peki?”
“Çünkü
burası gerçek dünyadan çok uzakta bir cennet olmalı,” dedi. Oysa benim cennetim
dibimdeydi. Yanı başımda sonsuza uzanır gibi yükselmekteydi…
Turkuazın
büyüsüne kapılmış o okyanus kıyısında yırtılan göğün altında nefes nefese
delicesine koştururken fark ettim. Çok seviyordum ben bu adamı. Elimi tutup
beni aniden kendine çektiğinde bir avuç altın rengi kum ayaklarımın altından
havalandı. Bir geminin lomboz pencereleri gibi gözlerim onun gece mavisi
gözlerine kilitlendi. İçime çoktan dolmuş ve taşmaya hazırlanan o coşkun denizi
göstermek istiyordum. Tutkundum. Aşk, mutluluk ve heyecan denen kokteyl beni
sarhoş etmişti. Etrafında koşuştururken hızımı alamayıp sırtına zıpladım.
Ellerini, sanki tam olarak yeri orasıymış gibi dizlerimin altına yerleştirdi.
Koşmaya başladık, amaçsızca sahil boyu koşturduk. Boynuna sarılıp yanağımı
yanağına bastırdım. Güldü… Görmeme gerek bile yoktu. Gamzesinin çıktığı yerde
oluşan hafif şişliğin tenime değdiğini hissediyordum. Bu temasla daha da sıkı
sarıldım, burnumu yalnızca bana ait olan omuza gömdüm. Bugün yine bildiğim o
kokuyu uzun uzun soludum. Hep düşünürdüm kendisine bile zor inanmış insanlar
gün gelip de bir başkasına güven duyar mı diye? Ne tuhaf, hem de koşulsuzca
duyarmış…
Başımı
gökyüzüne kaldırırken ellerimi bir kuşun kanatları gibi iki yana açtım.
Kendimizi özgür hissettiğiniz anlarda aldığımız nefes daha bereketliydi sanki.
Aşkın bir esaret hali olduğuna, ayağımıza dolanan kalın ve güçlü prangalardan
ibaret olduğuna inanan ben Emily Hebert, hayatıma tesadüf ederi giren bu adama,
kocama, sırılsıklam âşıktım…
Günlerce
kaldık orada. Güneş her gün biraz daha tenimizi yakıp kavuruyor, okyanus hiç
usanmadan bizi çağırıyordu ve dudaklarımızdan çıkan iki lafımızdan biri
istisnasız ‘balayımız’ oluyordu. Ta ki saklandığımız o cennette bizi buldukları
o güne dek!
“John
beni bırakma...” diye seslenirken hareket ettiremediğim kollarımı kurtarmaya
çalıştım. Faydasızdı, sırtımdaki yük her anlamda ağırdı. “Her şey bitti, sakin
ol artık.” diyordu bedenimi hapseden siyah kale. Kapkara paltosunun düşen
başlığının ortaya çıkardığı yüzüne güneş vuruyordu. Anderson! Arkasını dönüp
uzaklaşan kocama umutsuzca seslendim. “Seni seviyorum John, ne olur beni
bırakma.” diyebildim kumların içine her geçen saniye biraz daha gömülürken.
Gözden kaybolana kadar, sesim kısılana kadar, umudumun bittiği yere kadar
bağırdım. O uzaklaştıkça elinde iğne ile ilerleyen adam da bana doğru
yaklaşmaya devam ediyordu. Omuzuna küçük alaycı bir kuş konmuştu. Ötüşü
yaklaşmakta olan bir laneti fısıldarken, sözlerinde ölüm ve cehennemden
bahseden bir şarkının melodisine benziyordu.
Gökyüzü
artık kesinlikle mavi değildi.
Damarlarıma
dolan ilaç güneşten de fazla içimi yakıyordu.
Bedenimden
önce ruhumu kavurup yok edecek olan asıl şey ise belliydi. Koşulsuzca
güvendiğim tek adam, John beni ölümün kıyısında terk edip gidiyordu…
❥❥❥
En büyük
acı hiç beklenmedik bir anda insanı vuran o kısacık zaman dilimlerinde
yaşanandır. Takvimlerle değil saatin kadranındaki hafif bir kıpırdanma kadar
kısa sürede gerçekleşen ve beraberinde vurduğu yeri de yıkan sarsıcı acılardır.
Birisi
anlık acıyı tarif etmesini isteseydi Dylan ona eşinin yüzünü gösterirdi. Sarah
Hebert sonunda çoğu ona çarparak çıkışa doğru ilerleyen insan selinden kurtulup
etraf sessizleştiğinde yerde kocasının kolları arasında yatan kızını fark
edebilmişti. Gördüğü o ilk an dengesiz bir kaç adım atabilmiş ve kendini yere
adeta acının kollarına bırakır gibi bırakıvermişti. Kadının derinlerinden kopup
gelen feryatla karışık çığlığı salonun bütün duvarlarına çarptıktan sonra artan
bir hızla geri gelmiş ve Dylan’ın kalbine bir bıçak gibi saplanıvermişti. Sarah
yanına kadar bile gelemediği kızına doğru bakarken ona uzanan elleri havada
asılı kalmıştı. Dylan’ın zihnine hiç çıkmamacasına yer eden bu görüntü ile
yaralı kalbi bir kez daha sıkıştı. Pişmanlık zehirli bir gaz gibi burun
deliklerini doldururken gözleri sebep olduğu görüntüde takılı kalmıştı.
“Dylan
lütfen bir şeyler yap!”
Bir
şeyler yapmak istemişti. Bunun için harekete de geçmişti. Fakat yaptığı çok geç
kalınmış bir hamleydi. O katil herif topraklarına hatta evinin içine kadar
sızabilmişti. Karısının ardı arkası kesilmeyen o keskin çığlıkları
düşüncelerinin arasına sızdığında içinde körüklenen yangın daha da büyüyerek
tüm bedenini ele geçirdi. Bütün gücüyle uzun zamandır varlığını bile unuttuğunu
sandığı gözyaşlarına engel olmaya çalıştı. Kendisine duyduğu öfkeyle solurken
dişlerini sıktı. Dylan Hebert her bir yanı dağılmış ve çoktan tüm misafirlerin
terk ettiği devasa salonda bir avuç insanla kızının hayatı üzerine işte böyle
kötü bir kumar oynamıştı.
Jasmine
Bouchard’ı götüren ambulansın sesi duyulamayacak kadar uzaklaştığında evin
bütün kapıları üzerlerine derin bir kederle kapanmıştı. Evindeki iki Amerikalı
ajanla birlikte Christian bu işle uğraşırken evin bahçeye açılanlarda dâhil
bütün çıkışları bir dakikadan az bir sürede tek tek kilit altına alınmıştı. Son
olarak salonun kalın perdelerinin de sıkı sıkı kapanmasıyla gösterişli
davetlere alışkın şık salonları şimdi tam anlamıyla bir tiyatro sahnesine
dönüşüvermişti. Kucağında yere kapaklanmış yatan kızına son bir gayretle
seslendiğinde bir kaç anlamsız hece işitti. Küçük kızı yılmadan inatla
dakikalarca yerlerde arayıp durduğu şeyin peşinde koşturmuş ve kendinden geçip
yere yığılmadan önce sürekli tekrar edip durduğu şeyi son defa fısıldamıştı.
Mektup, demişti. Tüm bu yaşananların ortasında anlamsız bir mektubun onun için
bu kadar önemli olmasının sebebini bir türlü anlayamamıştı. Dağılmış masaların
ve kırılmış camların arasında dakikalarca süren bu kovalamaca Emily’nin gücünün
tükenmesi ile tam olarak bu noktada sona ermişti. Sona eren tek şey elbette bir
tek bu değildi. Bu gece tüm bu yaşananlar yıllardır Kanada’nın en köklü
aileleri içerisinde parmakla gösterilen Hebert soyadının saygınlığını da sona
erdirecekti. O her zamanki kararlı duruşuyla insanı kendisine hayran bırakan
adam Dylan Hebert, bu gece belki de hayatının en zor kararlarından birisini
vermek üzereydi. Ailesinin ve soyadlarının bir kez daha kötü ve sarsıcı bir
şekilde etkileneceği artık açık ve netti. Olayların üstünü kapatmak bu sefer o
kadar da kolay değildi. Yıllar önce bu evde meydana gelen skandalın nedeni
intihar iken bu kez ise olay herkesin gözü önünde işlenen bir cinayetti. O
zamanlar sadece kendi bölgelerinde tanınan Hebertlar medya kuruluşları ile
haftalarca ciddi bir savaş vermişlerdi. Samantha’nın ön bahçedeki bir ağaca kendini asarak
intihar etmesi yerel gazetelerde günlerce aksi iddia edilerek haber edilmişti.
Her zaman zayıf bir karaktere sahip olan abisinin eşinin ihanet sonucu
kendisine layık gördüğü bu güçsüz tutumu onları bir felakete sürüklemişti.
Dylan, Edmonton Polis Teşkilatı’nın kendisine sonsuzluk kadar uzun sürede
tamamlanan incelemelerinin sonunda olayın intihar olduğunu duyurduğu o güne
kadar sabırla ve inançla beklemişti. Olayı biraz olsun unutturmak için
Chistian’ın evden uzaklaşması ise hanenin yönetimini eline geçirmesini
sağlamıştı. Yıllar sonra eve döndüğünde gezgin mağduru oynayan o şanslı piç,
kadın düşkünü hovarda ağabeyi, sonunda Alberta’nın en gözde dullarından biri
olup çıkmıştı. Bu sırada topraklarını üç katı genişleten, özellikle tarım ve son
dönemlerde petrol işine de el atan Dylan ise sadece ailenin en can sıkıcı adamı
olarak anılmıştı. Peki ya şimdi?
Hebertler
bu süreçte hızla artan varlıkları, başarılı iş anlaşmaları ve parlamentodan
hatırlı dostları ile cemiyet içerisinde kulaktan kulağa dolanan Kanada’nın en
zengin on ailesinden biri haline gelmişti. Yani hemen şimdi, bu salonda vermesi
gereken karar bu denli önemliydi. Belki de bunu halledemezse bu sefer sorumlusu
olan kişi yani kendisi defolup gitmeliydi. Çünkü ne karısının ne de malikâneden
ayrılan her bir aracın içerisindeki korku ve dehşete kapılmış insanların
yüzlerini hayatının sonuna kadar unutması mümkün değildi.
“Profesör yine kendinden geçti, bekleyin
tekrardan nabzını kontrol edeceğim.” Matthew Emily’nin çenesini tutup yüzünü
görmeye çalışmayı bıraktı ve hareketsiz yatan kızın bileğine uzandı. Dylan bir
eli kızının kızıl renk saçlarının arasında kaybolmuş vaziyette donup kalmıştı.
Hailey kız kardeşinin yanı başına çökmüş
soğukkanlılığını korumaya çalışarak babası ve kocasına yalvaran gözlerle
bakmayı sürdürüyordu. Onlara derhal yapmaları gerekeni ısrarla bir kez daha
hatırlatmaya çalıştı. “Baba vazgeçin lütfen, Emily’i hemen bir hastaneye
götürmemiz gerek,”
Matthew telefondaki hocası ile daha rahat
konuşabilmek adına yanlarından ayrılıp salonun uzak bir köşesine doğru ilerledi
ve konuşmasına vardığı yerde devam etti. “Doktor buraya gelmeniz ne kadar
sürer?”
John, Marc ve Christian ile birlikte tüm
giriş çıkışları kapattıktan sonra telaşla salona geri döndü. İçeri girer girmez
boynundaki kravata uzandı ve sertçe çekip çıkardı. Peşinden gelen ortağına
boğuk çıkan sesiyle emretti. “Marc kravatını ver hemen!” Anderson dediğini
saniyesinde yapmak için elini boynuna götürürken John da Emily’nin yanına
çömelip çoktan kendi kravatı ile kızın kanayan elini sıkıca bağlamaya
başlamıştı. Bu gibi durumlarda her zaman profesyonel bir tavır takınmaları
gerekirdi. Ne de olsa bunun için eğitilmişlerdi. Duyguları köreltilmiş,
akıllarına sadece birer hedef ya da kurban oldukları düşüncesi yerleştirilmişti.
Oysa şimdi çatışmanın ortasında ya da bir baskında bile hissetmediği kadar
yoğun duyguları bir arada hissettiğini fark ediyordu.
Lena ise elinden gelen tek şeyi yapıyor ve
salonun bir köşesinde baygın yatan yaşlı kadının bileklerini ovalamaya devam
ediyordu. Her şey bu kadar kısa sürede nasıl bu hale gelmişti?
Oysa sadece on
dakika önce tek düşündüğü kremalı keki düzgün dilimleyebilmekti...
“Bence Bay Anderson’un sana özel bir ilgisi
var.“
Lena gayet iyi kestiğini düşündüğü kekte
başarısız bir hamle yapınca yüzünü buruşturdu. Zavallı kek artık on üç dilim
olmak zorundaydı. Telaşla bıçağı bırakıp kadını savuşturacak bir şeyler
gevelemeye başladı.
“Anderson gerçekten hoş bir adam Bayan Patel,
ama bana bir ilgi duyacağını düşünmek kendimi boş yere umutlandırmak gibi
geli...” Karşılıklı tezgâhlarda çalışan iki kadın silah sesinin duyulduğu o ilk
an keskin hareketlerle arkalarını dönüp göz göze geldiler. Karşılıklı büyüyen
göz bebekleri ikisinin de duydukları sesin bir silah sesi olduğuna onları inandırmıştı.
Hailey’in elinde tuttuğu tabaklar ayaklarının dibinde sayısız parçaya
bölünürken Lena donup kalmıştı. Bir saniye sonra mutfaktan fırlayarak çıkan
kadının arkasından koşmaya başladı. Koşuşu servis merdivenlerinde kesilen
elektrik yüzünden son bulmuştu. Her yeri elinin avucu gibi bilen Hailey
karanlıkta ustalıkla yolunu bulurken Lena önüne çıkan her eşyaya çarparak
geride kalmıştı. Işığa kavuştuğu o an holde kütüphanenin önüne kadar
varabilmişti. Tam karşısında evin sonuna kadar açılmış kapısından kendini
dışarıya atan insan kalabalığına bakakaldı. Gördüğü kargaşa büyük felaketlerin
hemen sonrasında yaşananlarla birebir uyum sağlıyordu. “Marc!” diye cılız bir
sesle bağırdı. Kalabalığın arasına girip aksi yöne salona doğru ilerlemeye
çalıştı. Mümkün değildi tıpkı bir sürü gibilerdi. Baş edemeyeceğini anlayınca
kendini zar zor duvar kenarına attı. Bekledi, bekledi ve geniş hol boşaldıktan
sonra salona doğru koştu. Nereye odaklanacağını kestiremeyen gözleriyle bir
savaş alanından farksız halde ki salonun içini taradı. Elinde kocaman bir
tüfekle koşuşturan Bay Hebert’i görünce gözleri yuvalarından fırladı. Yaşlı
adamın yüzünde cinnet geçiriyormuş gibi bir ifade vardı. Sakinliği onu terk
etmiş gibiydi. Birini arıyor gibi salonu dört dönüyor ve içeride kalan insanları
tek tek inceliyordu. Salonun ortasında kanlar içinde yatan sarışın kadını fark
etti. Başını tutan bir diğer kadın şapkasının altından görünen nefret dolu
yüzünü odadakilere dönmüş “Katiller!” diye haykırıyordu. Verandanın kapısında
ise John ile Marc’ı ve zapt etmeye çalıştıkları Bayan Hebert’i gördü. Tam o
anda beklenmedik bir yumruk Marc’ın yüzünde patladı ve Lena hayretler içinde
inledi. “Bırakın beni, bulmam lazım!” Tanıdığı o narin kadın şimdi iki dev
adamı adeta alaşağı edebilecek bir güce sahipti. Arkasındaki açık kapıdan
kulaklarına dolan ambulans sesi tüylerini ürpertti. Tüm bu olayların ortasında
olduğu kanepeye yığılmak üzere olan Kaitly Hebert’e doğru koşmaya başladı ve
yaşlı kadın başını kanepenin altın renge boyanmış ahşap arkalığına çarpmadan
önce ustalıkla araya avucunu yerleştirerek korumayı başardı.
Lena kendisine asırlar kadar uzun gelen bir
süre boyunca Emily’nin yerde yattığı noktaya dalıp gitmişti. Yanında yatan
yaşlı kadının sayıkladığını duyunca başını ona doğru çevirdi ve bir süredir ara
verdiği işine devam ederek onun zayıf güçsüz bilekleri nazik dokunuşlarla
ovalamaya girişti.
Odadaki hareketliliği ön kapıdan gelen polis
sirenleri durdurdu. Herkes bir an için en yakınındakiyle göz göze geldi. İlk
konuşan salonun kapısından girişi gözetleyen Christian’dı. Durumu özetleyen
kısa bir cümle kurdu. “Şimdi mahvolduk.” dedi.
Dylan’a göre çil yavrusu gibi dağılan
kalabalıktan kaç kişinin polisi aramış olabileceği meçhuldü. Kaç kişinin
Emily’nin yaralandığını dahası elindeki hançeri gördüğü de. Bayan Bouchard
bitmek bilmeyen bir nefretle defalarca onlara “Katiller,” demişti ki bu bile
işin içine polisin karışması için başlı başına bir nedendi. Hastane işini o
anda aklından silmişti. Üstelik John ve Marc da bu karara destek çıkarcasına
Emily’nin yaralandığını göstermemek için genç kızı salonun uzak bir köşesine
doğru sürüklemişlerdi.
John genç kızın elini sarmaya devam ederken
kendinden emin konuşmaya başladı. “Matthew profesöre söyle geri dönsün, biz ona
gideceğiz!” Matthew’in tekrar etmesine gerek yoktu. Sesi telefonun diğer
ucundaki yaşlı adamın duyabileceği kadar yüksek çıkmıştı. Konuşmaya devam
ettiğinde sözleri bu sefer yerde yanı başında kızına sarılmış oturan adamaydı.
“Bir karar verin Bay Hebert. Çok vaktimiz yok hemen!”
Dylan başını çevirip genç adamın kararlı
yüzüne baktıktan hemen sonra “Sana nasıl güveneceğim!” diye bağırdı. Adi
Amerikalı sanki az önce aklından geçenleri okur gibi cevapladı.
“Güvenmek zorundasınız. Aksi halde asil
soyadınız bile sizi bu durumdan kurtaramaz.”
Sarah
Hebert öylece kalakaldığı yerde kendinden geçmiş bir vaziyette konuştu. “Dylan,
kızımızı düşün,” Ardından kocasının ona bakmayan yüzüne doğru haykırdı.
“Kahretsin ne diyorlarsa yap!”
Dylan iki
ateş hattının ortasında kalmıştı. Ya ona güvenecekti ya da bu işi kendi nüfuzlu
dostlarına ulaşarak halledecekti. Aslında sadece iki gün önce katilin kim
olduğunu tahmin ettiği an bunu yapması gerekirdi. Fakat emin olmak istemişti.
Emin olduğu an kendisine ihanet eden o pisliği kendi elleriyle öldürmek istemişti.
Çalan zilin sesi ile intikam düşüncelerinden geçici olarak kurtuldu.
Dostlarından hiçbirine ulaşması için yeterli vakti yoktu. Bu yüzden usulca
başını salladı ve geleceğini bu Amerikalının ellerine teslim etmeyi koşulsuz
kabul etti.
Artık her
şey ve bu odadaki herkes Amerika’dan Kanada’ya ortağının intikamını almak için
gelmiş Federal Soruşturma Bürosu’nun en ele avuca sığmaz saha ajanı John
Parker’ın kontrolündeydi. John aklından yıldırım hızıyla geçen planı uygulamaya
geçti. Emily’i babasının kollarından kopardı ve yavaşça kucakladı. Genç kadının
hareketsiz bedenini bu ihanet denizinin ortasında güvenebileceği tek adama
teslim etti. “Anderson çabuk ol! Arka taraftan çıkaracaksın!” dedi.
Marc
ortağının ona doğru uzattığı kollarında yatan kadının ne kadar inkâr ederse
etsin gözündeki değerinden emindi. Onu sevdiğini John’un Manhattan’daki boktan
dairesinde geçirdikleri geceden beri biliyordu. Güvenini boşa çıkarmak
istemiyordu. Kızı teslim alıp salonun kapısına doğru ilerledi. Dylan Hebert
yerden destek alıp ani bir hareketle doğruldu. “Ne yani! Sen gitmiyor musun?
Kızımı bu kim olduğunu bilmediğim herife mi emanet edeceğim. Ona güvenmiyorum.”
John son
derece gerilmiş olan bedenini adama çevirdi. Kaskatı olmuş yüzünü kendisi ile
neredeyse aynı boydaki yaşlı adamın yüzüne doğru iyice yaklaştırdı. “Ben
güveniyorum!” dedi.
Hailey’de
ayaklanıp arka kapıyı göstermek için koşar adım Marc’a eşlik etti. Matthew ise
telefonla konuşmaya devam ederken John’a işaret edip peşlerinden hole çıktı.
Çalmaya devam eden ana kapının önünden sessizce ilerleyip kütüphaneyi
arkalarında bırakırlarken John ve Dylan duruşunu hiç bozmamıştı.
“Bir de
kızımı sevdiğini söylüyordun!”
“Şuan
görevde değilim ve açığa alındım. Kapıdaki üniformalılar aptal değil. Bana
güvenin.”
Christian
salonun kapısından ana kapının ardından duyulan hareketlenmeye kulak kesildi ve
salondaki tartışmaya katıldı. Sesinin yüksekliğini ayarladı ve “Dylan bırak
bildiğini yapsın vakit yok!” dedi. Dylan homurdanırken John ileriye doğru bir
adım attı hemen sonrasında attığı adımını geri aldı. “Ve bilmenizi istiyorum ki
kızınızı seviyorum! Biz Amerikalıların da sevme yetileri var!”
“Bir
Kanadalı kızını değil. En azından benim kızımı değil!”
“Dylan
Tanrı aşkına tek derdimiz bu mu?” Sarah Hebert’ın hayal kırıklığı ile dolu sesi
bir fısıltı gibi çıkmıştı.
John
cevap vermek yerine eğilip yerde duran tüfeği kaptı ve ona doğru uzattı. Dylan
tüfeği iki eliyle sıkıca kavradı.
“Lena
Bayan Hebert ile ilgilenmeyi bir süre için bırak ve perdeleri aç. Çabuk ol
haydi!” Genç kız John’un kendisinden yapmasını istediği şeyi algılayınca
koltukta baygın yatan büyükannenin yanından fişek gibi kalkıp az önce
kapattıkları perdeleri sonuna kadar açtı. Perdelerden sonra verandaya açılan
geniş kapıyı da araladı. John Dylan’ın önünden geçip elini az ileri de yerde
oturan Sarah Hebert’a uzattı. Kadın bir nehir yatağında sürüklenirken gördüğü
bir dala uzanır gibi tuttu elini. “Sakin olun lütfen, şöyle geçip oturun.”
Kadının biraz olsun rahatlayan bedeni salınarak kanepelere doğru ilerledi.
Hailey koridorda
Marc’ın önünde ona yolu göstermeye devam ediyordu. “Bu taraftan, “ dedi servis
kapısını açarken.
John
salonun kapısından çıkıp koridorun sonunda Matthew’in o anda arkalarından
kapatmak üzere olduğu servis kapısına göz attı. Malikânenin ana kapısında
dikilirken yanına gelen Dylan’a döndü. Yaşlı adam ilk kez çaresiz dahası teslim
olmuş izlenimi veriyordu. “Bay Hebert
sizin duruşunuz çok önemli. Zor bir durum biliyorum ama sakin olun ve sadece
ben ne dersem onaylayın.”
Servis
merdivenleri alt katta evin batı tarafında kalan garaja inen merdivenlere
bağlanıyordu. Matthew onları bir alt katta mutfağın açıldığı bahçe kapısında
durdurdu. “Marc ben garaja iniyorum arabayı çıkartacağım, siz bu taraftan arka
bahçeye çıkın. Hailey sen de yanlarında kal.” dedi.
John
Christian’ın yanında büzüşmüş duran hizmetçi kıza fısıltıyla seslendi. “Sen.
Kapıyı aç!” Porti’nin eğer Christian cesaret vermese yerinden kıpırdayacağı
yoktu. Attığı korku dolu küçük adımlarla John ve Dylan Hebert’ın yanına vardı
ve iki adım önlerine geçip derin bir nefes alarak kilide uzandı.
Devasa kapı
sonuna kadar açılırken, görkemli ev ve kaçaklardan geriye kalanlar bir düzine
polisle karşı karşıya kaldı...
❥❥❥
Marc
yol boyu Matthew’in verdiği numaradan profesörle konuşmaya devam etti. Adam
bağlantıyı kesmemesini kendisinden özellikle rica etmişti. Arka koltukta yatan
Emily’nin durumunu her dakika kontrol edip rapor vermeye devam ederken adamın
tarif ettiği yoldan kısa sürede gizli muayenehanesine ulaştı. Profesörün
söylediği bir noktadan girdi ve aracı çevresi ağaçlarla dolu iki katlı bir
yapının arka tarafına çekti. Telefonunu kapatıp cebine attı ve araçtan inip
arka kapısını açtı. Hareketsiz yatan kadının kravatlarla sarılı elinin
şişliğini fark etti.
“Hayır,
olamaz!”
Kızı
hızlı bir şekilde kucakladı ve kendisine yapması söyleneni yaptı. Evin arka
girişindeki aralık kapıdan tuhaf görünümlü binaya girdi. Hiç bir şey
düşünemiyordu, eğer Emily şoka girer ya da daha kötüsü ona bir şey olursa
John’un kendisine yönelecek olan gazabından endişe duyuyordu. Dahası bu işi
başaramazlarsa şimdi bir de en önemli tanıklarını kaybedeceklerdi. Bir kaç
basamak attıktan sonra geniş ve uzun bir koridora çıktı. Marc Anderson zamanla
yarışmak zorunda olduğunu başından beri biliyordu bu yüzden hiç düşünmeden
koridorun sonundaki kapıya doğru tüm dikkatini vererek ilerledi. Ceketine
yapışan eli hissettiği an rahatladı. Tanrı’ya şükür kız hala hayattaydı.
“Beni nereye götürüyorsun Anderson!” diye
soran korku dolu yüze yaklaştı ve kollarında çırpınmaya başlayan Emily’i sabit
tutmaya çalışırken “Sakin ol! Çok az kaldı, birazdan hepsi geçecek.” diye
yanıtladı. Önündeki kapıyı sert bir tekme ile açarken içinden umarım, dedi.
Umarım hepsi geçer...
❥❥❥
Üzerinden
çok uzun zaman geçmediği halde gözümüze oldukça uzun bir zaman geçmiş gibi
görünen o günlerin hepsi ama hepsi yaşananları sadece birer anı olarak görmek
istediğimizdendir.
Emily Amerika’nın aşk adasında o okyanusun taze kokusunu
içine çeker gibi derin bir nefes alırken gece boyunca sayısız kez yaptığı gibi
bir daha sayıkladı. “Beni bırakma John.” Sabahın ilk ışıklarında saçlarını
okşayan elin varlığını hissetti. Büyük bir savaşın ve küçük hayallerin arasına
sıkışıp kalmış gibi ürkerek gözlerini araladığında tepesinde dikilen sanki
asırlardır beklediği o yüzü gördü. Elini alnından çeken adam yeni aralanan
gözlerine bakıp bir başka gülümsüyordu. Uzamış sakalları mavi gözlerini daha da
koyulaştırmıştı. Ne okyanus ne de o kumsal yoktu. Nerede olduğunu bilmediği bir
yerdeydi ama bunların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan tek şey vardı ve o
buradaydı. Emily onun başının hemen yanında asılı duran serum şişesini fark
etti. Boynunu büyük bir acıyla sağ yanına çevirdiğinde ucundaki şişeyi tutan
uzun metal bir çubuğun yanı başında yükseldiğini gördü. Endişe dolu bir sesle
“John,” dedi.
“Buradayım,
yanındayım Emily.” İşte bu söze gerçekten ihtiyacı vardı. Doğrulmaya çalıştı.
“Ne-neler oluyor?” Başı yastıktan kalkamadan adam omuzlarına hafifçe dokunup
onu engelledi. “Her şey geçti. Küçük bir kaza geçirdin.”
Hiçbir
şey hatırlamıyordu. Yüzünü buruşturdu. “Balayında kaza mı yaptık?”
“Balayı
mı?” Genç adam bir an durup kendi sorusuna cevap aramak yerine onun sorusuna
yönelmeyi seçti. Hala yorgun ve kendinde değil gibi görünüyordu. “Şimdi senden
sakin olmanı istiyorum. Yaralısın,”
Yaralı!
Genç kadının tedirginliği bir çığ gibi hızla büyürken nerede olduğunu öğrenmek
için panikle etrafına bakındı. Bir hastane odasında yatıyordu. Başını hafifçe
kaldırıp çelimsiz bedenine baktı, üzerindeki örtünün altında bacakları iki ince
çubuk gibi belirmişti. Aniden elini fark etti. Dirseğine kadar sargı
içerisindeki eli hareketsizce yanında duruyordu. Kıpırdatmaya çalıştığında ise
tarifi güç bir acı hissetti.
“Elim,
elime ne oldu?” Tam olarak o karışık kâbusların ortasında dururken kendisini
yapayalnız hissediyordu. Sanki John’un bile ona erişemeyeceği kanla dolu bir
fanusun içerisinde durmuş çırpınmadan sessizce boğulmayı bekliyordu.
“Elinde
derin bir kesik oluştu ama güven bana doktor gereken her şeyi yaptı. Hareket
ettirme lütfen dikişler zarar görebilir. ” Hareket ettirmek mümkün değildi
zaten. Adamın yüzüne bakıp o muhteşem anlardan bir iz aradı. Yoktu. Hayal ile
gerçeği birbirinden ayırmaya çaba sarf ederken sessizliğini korudu. John küçük
ve korumasız bir kız çocuğu ile konuşur gibi oldukça yumuşak bir tonla konuştu.
Bir kaç saat önce neredeyse onu kaybetmek üzereydi. “Dün gece olanları
hatırlayabiliyor musun?”
Emily
yattığı yerden onun yüzüne boş gözlerle bakmayı sürdürdü. “Ben... Pek değil.”
Genç kadın seruma bağlı olan diğer kolunu oynatmaya çalıştı. Elini yüzüne
götürüp sessizce ağlamaya başladı, kısa bir süre sonra hıçkırıkları
şiddetlendiğinde koluyla gözlerini kapattı.
“Sakin
ol, hepsi geçecek.” Kolunu tutan ele karşı koymadı. Gözlerini açıp üzerine
eğilmiş yüze baktı. “Neler olduğuyla ilgili bir bağlantı kuramıyorum.”dedi.
“Acıların
bile bizimle örtüşmediği zamanlar vardır. Bazen hissetmekte zaman alır.”
Ağlaması
kesilir gibi olduğunda uzanıp adamın sert sakallarına dokundu. Elini çenesinde
gezdirmeye devam ederken “Gitmeni istemiyorum,” diye fısıldadı ona.
John
an bile geçirmeden sahiplenici bir ifade ile konuştu. “İstesen bile
gitmiyorum!”
Başka
zaman olsa genç kadın bunu oldukça kaba bir cümle olarak tabir ederdi fakat
şimdi onu mutlu etmeye yetmişti. Şu halde bile… Kapının açılıp yaşlı bir adamın
içeri süzüldüğünü fark edemedi. Ta ki odanın ortasına gelip de konuşana kadar.
“Hırçın
hastamız nihayet uyanmış,” Emily o yabancı sesi işittiğinde doğrulup sesin
sahibine bakmaya çalıştı. John’un yakası açık gömleğine tutunurken saçları adamın
göğsüne doğru dağılmıştı. “Bu adam, bu adam beni öldürmeye çalıştı.” dedi.
Bu
yakınlıktan gayet mutlu olan John onun elini tutup dudaklarına götürürken yaşlı
doktora göz kırptı. “Sahi mi? Öldürmeye mi çalıştı?”
Emily
o kadar şaşkındı ki ona bu kadar yakın olduğunu hatta soğuk eline temas eden o
sıcak öpücüğü bile hissetmemişti. İnatla tezini doğrulamaya çalışıyordu. “Evet
bana bir zehir verdi. Yemin ederim…” Bir an yüzü düştü, yoksa bu da mı bir
rüyaydı?
“Şoka
girmiştiniz genç bayan. Elinize acil müdahale etmem için sizi uyutmak
zorundaydık.”
John
keyifle onu yatıştırmaya devam etti. Kıza biraz daha sokulup arkasındaki
yastığa uzandı ve onu duvara dayadı. Emily yavaşça arkasına yaslarken, John
dağınık saçlarından yüzüne düşen bir tutamı genç kadının kulağının arkasına
yerleştirdi ve durup dikkatlice gözlerinin içine baktı. “Emily bu Profesör
Freddy. Alberta Üniversitesi’nden Matthew’in hocalarından biri. Seni özel
muayenehanesine kabul ettirmek için kendisini zor ikna ettik.”
“Profesör
mü? Yani siz şey değil misiniz? Papaz. Papaz değil misiniz?”
“Papaz
mı?” Adam ağız dolusu bir kahkaha attı. “Sizi temin ederim kilise ile bir
alakam yok. Laf aramızda kilise dualarına bile doğru düzgün katılmam.”
“Ya...”
Emily bir süredir aralık kalan dudaklarını sımsıkı bastırdı.
“Şu
serumu da çıkaralım artık.” Profesör yatağın etrafını dolaşıp başucuna gelmişti
bile. John hiç istemese de doğrulup adama işini yapması için izin verdi.
Emily’nin ikna olmak için başka cevaplara da ihtiyacı vardı. “Peki ya postacı?”
diye sordu bu sefer.
“Buradayım
merak etme.” Başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde Marc Anderson’u kapıya
yaslanmış el sallarken ve arsızca sırıtırken gördü. Bu sırada kolundaki
kordondan da kurtulmuştu. “Ah! John o, işte o.”
Yaşlı
adam sesli bir şekilde homurdandı. “Galiba genç bayan hepimize tuhaf lakaplar
takmış. Her neyse dikişler alınana kadar elinizi kullanmak yok. Ben öğleden
sonra pansuman için tekrar geleceğim.” Yanı başındaki adamın sesi kulağına çok
uzaklardan geliyor gibiydi. Elbette
hapsolduğu fanusun dışından. Muhtemelen işittikleri hala bu yüzden bir yankıdan
öteye gidemiyordu. Doktor ayakkabılarının topuklarından çıkan tuhaf sesler
eşliğinde geri dönüp odadan çıktı. Yaşlı adam kapı aralığında gözden
kaybolduğunda Marc onun ardından kapıyı kapatıp yatağın ayakucuna doğru
yaklaştı.
Emily
başını önüne eğdi ve tüm sorularında muhatap aradığı kişiye bambaşka bir soru
sordu. “John biz Hawaii’ye gittik mi?” derken çarşafın ucunu çekiştiriyordu.
Genç
adam yatağın kenarına oturup bir cevap bekleyen su yeşili gözlerin hâkim olduğu
yüzü avuçladı. “Hawaii mi? O da nereden çıktı şimdi?” Emily’nin dört dönen
meraklı gözleri adamın iri parmaklarını tek tek kontrol etti. Ortada yüzük
falan görünmüyordu.
“Gerçekten
iyi olduğuna emin misin sen?”
Emily
yutkundu ve başını kaldırıp onun endişeli yüzüne baktı. “İyiyim,” dedi.
Evliliklerinin de o muhteşem aşk adasındaki balayının da bir hayalden ibaret
olduğunu sonunda idrak edebilmişti. Ne zaman genç ve tecrübesiz aptal âşıklara
dönüşmüştü. Rüyaların gücüne inanırdı ama doğrusu bu kadarı da durumu
abartmaktı. Kalbinde devasa bir balonun patladığını hissetti. Bütün kötü hava
ciğerlerine dolmuş gibi bezgin bir tonda ve sesli bir şekilde iç çekti.
Yüzünden hızla akan tuhaf ifadeler odadaki iki adamı göz göze getirdi.
“Bana
neler çektirdiğini bilmelisin ortak.” John sitemkâr ortağının sözleriyle
dudakları keyifle kıvrılırken “Eğer onun canını yaktıysan kafanı kırarım!” diye
cevapladı.
Konuya
dâhil olan Emily kısılmış gözleriyle iki adama da ölümcül bakışlar attıktan
sonra “Yaktı!” dediğinde John tek kaşını kaldırıp Marc’a muzipçe baktı. “Artık
bir kafan yok Anderson.”
Genç
adam ellerini pantolonunun ceplerine sokup makul bir açıklama getirmeye
çalıştı. “Başka çarem yoktu. Şu halime bir bakın.” Emily onun yanağındaki
çürüğe baktı. “Ne? Ben mi yaptım yani? Bu çok saçma.”
John
avucundaki eli bırakmadan “Jasmine Bouchard’ın yaralandığını hatırlıyor musun?”
diye sordu.
Emily
odadaki tek küçük ve kirli pencere çevirdi başını. Boynundaki acıyı tekrardan
hissetti. Uyuduğu altı saatlik derin uyku, yediği serumlar ve son olarak
duyduğu isim aklını başına getirmiş olmalıydı çünkü anıları büyük bir hızla
tazeleniyordu. Kalabalığın ortasında dikilirken yerde kanlar içerisinde yatan
Jasmine’i gördüğünü, sonra Marc Anderson’un kendisine doğru koşarak gelen
siluetini, yaklaştıkça olması gerekenin aksine nasıl da küçüldüğünü, adamın ayaklarının dibinde çömelmiş vaziyette
dururken uzanıp yerden aldığı ve iç cebine attığı altın renkli parlak hançeri,
babasının kollarını çekiştirdiğini, hatta çılgın gibi etrafta koşturup mektubu
ararken onu engellemek isteyen birinin yüzüne attığı yumruğu, taze bir acı
içini kaplarken yere yığılıp kendinden geçtiği o son anı, hepsini anımsıyordu
şimdi.
Katil
yakalanmış mıydı? Jasmine yaşıyor muydu? Mektup bulunmuş muydu? Hepsi büyük bir
soru işaretiydi. Gerçek olan tek şey ise Anderson’un aslında onun hayatını
kurtarmış olduğuydu.
“Özür
dilerim,” dedi dudaklarını büzerek. “Şey sanırım o yumruğu ben atmış
olabilirim.”
Marc
bir eliyle yüzünü gösterirken alayla karışık konuştu. “Sorun değil, sayende
yüzüme renk geldi. Bu arada yumruğun da epey kuvvetliymiş.”
“Peki
beni neden buraya getirdiniz? Yani neden bir hastaneye değil de...” John’un
cebinden çıkardığı şeffaf bir poşetin içinde duran o tanıdık hançer elinden
sonra sözünü de kesti. Kimse konuşmayınca Emily devam etti ve “Bunu nereden
buldun?” diye sordu ürkek bakışlarla.
“Hançer
senin elindeydi. Kendini bununla yaralamışsın. Tabi bir de Jasmine Bouchard
var. Buna oldukça benzer bir bıçakla yaralanmış.”
Emily
kuşku dolu bir sesle konuştu. “Benzer mi? Seni tanıyorum artık. Gözlerin tam da
bununla yaralanmış olduğunu söylüyor John.”
“Bayan
Bouchard kızını senin öldürmeye çalıştığını düşünüyor. Olaydan hemen önce onu
tehdit etmişsin.”
“Bu
delilik. Ben sadece o aptalın gözünü korkutmak istedim. Onu ben yaralamadım.
Bana inanmak zorundasınız!”
Marc
sessizliğini bozarak araya girdi. “Emily sana yardım etmek için buradayız. Bize
yardım et. Biz de sana. Bu hançeri nereden buldun?”
Genç
kadın sıkıntıyla elini saçlarının arasından geçirdi. “Sanırım bir şeyler
söylemeliyim ve bunlar tamamen iyi niyet barındırmalı. İçinde bulunduğumuz
durumla her ne kadar zıt olsa da, hatta delirdiğimi düşünecek olsanız da
deneyeceğim.“ Nerden başlayacağını bilmiyordu bu yüzden konuya ortasından
dalıverdi.
Yaralı
elindeki sargıya dokundu ve “Pekâlâ, bana onu Postacı verdi.” dedi.
John
bir an duyduğuna emin olamadı. “Anlamadım kim verdi?”
“Postacı
verdi.”
İki
adam da beklenmedik bu cevap karşısında birbirlerine bakmaktan öteye
gidemediler. Emily sakince konuşmaya devam etti. Konuşurken detayları da bir
bir hatırlamaya başladığını fark ediyordu. “Saat epey ilerlemişti. Gecenin sonu
yakındı belki de. Masamda adımın yazılı olduğu bir zarf gördüm. Ve işte içinden
bu hançerle birlikte tuhaf bir mektup çıktı.”
Marc
“Mektup diye tekrar edip durduğunu hatırlıyorum.” diye onu onaylarken John
“Mektubun Postacı’dan geldiğine nasıl emin oldun?” diye sordu.
“Çünkü
tüm o saçma sapan şeylerin sonunda yani imza kısmında öyle yazıyordu. Fakat
sorun şu ki hiçbir şey el yazısıyla yazılmamıştı.”
“Nasıl
yani?”
“El
yazısı değildi işte, kitap ya da gazete parçalarından birleştirilmiş gibiydi,
dergilerde kullanılanlar gibi parlak kâğıt değildi bu yüzden böyle
düşünüyorum.” Mektubu iyice gözünün önüne getirmeye çalıştı, biraz daha az
içmiş olsa muhtemelen işi daha da kolay olacaktı. “Bazıları tam bir kelime
bazıları hece hece birleştirilmiş gibiydi. Bilmiyorum, hatırlayabildiğim bu.
Hatta belki de benim kitaplarımdan birini bile kullanmış olabilir.”
John
anlamsızca başını salladı. “Emin misin?”
“Mektup
ve hançerin içinde olduğu zarfın üzerinde adım yazılıydı. Yine el yazısıyla
değildi fakat benim için tanıdıktı. Özel bir karakterde, italik ve kırmızı
renkteydi. Tüm kitaplarımın kapağında kullandığım gibi. Eğer o mektup bir
kitaptan parçalanarak oluşturulmuşsa bu muhtemelen benim kitabım olmalı.”
John
yataktan kalkıp küçük pencerenin önüne geçti ve bir süre ses çıkarmadan
dışarıyı izledi. “Yani birinin senin kitaplarından birini ya da bir kaçını
kesip bunları bir araya getirerek sana mektup yolladığını söylüyorsun.”
“Evet.
Demek istediğim tam olarak bu.”
Elindeki
hançeri tekrardan cebine attıktan sonra yüzünü genç kadına döndü. “Neler
yazdığını hatırlayabiliyor musun?”
“Mektubun
biçimi beni o kadar çok hayrete düşürmüştü ki, birkaç yeri hariç geri kalanını
hatırlamıyorum. Papaz’a hizmet ettiğini söylediği bir kısım vardı. Ve bu sefer
benim için geldiğini iddia ediyordu.”
Sırtını
arkasındaki cama yaslandı. “Peki, geldi mi? Onu gördün mü?”
“Hayır
görmedim. Yani bilmiyorum biraz fazla içmiştim tamam mı, işin aslı görmüşsem
bile hatırlamıyorum.”
“O
zaman geldiğine nasıl emin olabiliriz Emily?”
Önce
Marc’a sonra da John’a kısa bir bakış attı. “Ben dün gece geldiğine eminim.
Çünkü...”
İki
adam da beklerken son kelimeyi merakla tekrarladılar. “Çünkü...”
Emily
üzerindeki çarşafı kaldırıp göz ucuyla içine baktığında dün geceki elbisesinin
hala üzerinde olmasından dolayı sessizce şükretti ve ardından örtüyü beline
kadar açtı. Söylediklerini desteklemesi için önce o elbiseyi ortaya çıkarması
gerekiyordu.
“Çünkü o kahrolası mektubun sonunda kırmızının bana ne kadar yakıştığı yazıyordu.”
“Çünkü o kahrolası mektubun sonunda kırmızının bana ne kadar yakıştığı yazıyordu.”
❥❥❥
Profesörün
kana bulanmış sargıdan kurtardığı çıplak elini görünce başını sol yanına
çevirdi. Daha fazla bakmak istemiyordu. Artık baktığı her yerde tüm gördükleri
midesini bulandırır olmuştu. Kendisine bunu yapanın o psikopat katil olduğuna
bu kadar eminken Marc bunu girdiği şok sırasında kendi kendine yaptığı
söylemişti. Hatırlayamıyordu. Tüm olanları son bir kaç saat içinde anımsamış
olsa da canını umarsızca yaktığı o anı bir türlü hatırlayamıyordu.
Adamın
büyük bir dikkatle tutuğu eline doladığı temiz beyaz sargıyı göz ucuyla takip
etti. Kesiğin üzerine dolanan her bir kat ona yaşananları da unutturabilseydi
keşke. Profesör pansumanı yaparken bir yandan da genç kadını rahatlatacağına
emin olduğu bir şeylerden konuşmaya devam ettiyse de kulaklarındaki dinmek bilmeyen
uğultu yüzünden Emily onun telkinlerinden sebeplenemedi.
“Oldukça
derin bir kesik. Kemiğe gelmediği için çok şanslıymışsınız. Ama az da olsa bir
iz kalacaktır.”Ve o iz bana ömrümce bu yaşanacakları hatırlatacak, diye düşündü
genç kadın. Asla ama asla unutturmayacak!
Profesör
Freddy sıkıca sardığı sargıyı başparmağının çevresinden dolayıp bileğine doğru
çıkardı ve burada da var olan birkaç hafif kesiğin üzerinden geçirip yine
dirseğine yakın bir yere kadar çıkardı. İşini tamamladıktan sonra genç kadının
elini yavaşça serbest bıraktı. Emily kucağında duran sargılı eline kim olduğunu
–henüz- bilmediği düşmanının yüzüne bakar gibi nefretle baktı. Doktorun
oturduğu taburesinden kalkarken geçmiş olsun, dediğini işitti. Sahi geçmiş
miydi?
Nedense
içinden yükselen acımasız fakat dürüst bir ses ona her şeyin yeni başladığını
söylüyordu…
❥❥❥
Burası
tuhaf bir yerdi, Emily bir profesöre ait olduğunu hatırlayınca bunun o kadar da
kötü bir kombin olmadığını düşündü. Doktor Freddy iki katlı bu eski evinin alt
katının tamamını kendisi için bir muayenehaneye dönüştürmüştü. İkinci katın ise
kalan ömrünü geçireceği yuvası olduğunu söylemişti. Genç kadın üst kata ilk
çıktığında yuvaya ait bir şeyler görmeyi bekledi. Bir eş, olması gereken
çocuklar. Hiçbiri yoktu. John’un anlattığına göre doktor karısının ölümünden
sonra evi şimdiki haline dönüştürmüştü. Beyaz ve metalin izleri üst kata çıkan
merdivenlerin sonunda gözden kayboluyor yerini koyu renk ahşaba bırakıyordu.
John kulağına “Karaağaç,” diye fısıldadığında onun dendroloji hatta botanik
hakkındaki bilgisine hayran kalmıştı. Onda babasının marangozhanesinde çalışan
bir çıraktan daha fazlası vardı ve Emily tüm bu bildiklerini babasının
ölümünden sonra ona beslediği sevgi ve hayranlılıkla öğrendiğine emindi.
Alt
kata hâkim olan tablolar gibi bu kata da çeşitli maketler hâkimdi. Kapı
altından loş bir ışığın süzüldüğü odaya girdiklerinde genç kadın odanın
havasını yumuşatmış olan şömineye doğru yaklaştı. Koyu yeşil renkte kadife
kumaşla döşenmiş koltuklar herkesin ilk bakışta anlayacağı gibi antikaydı. Ona
eşlik eden aynı kumaşla kaplı sallanan iki koltuk genç kadını hüzünlendirdi.
Çiftin hiç çocukları olmamıştı, şöminenin üstündeki rafa dizilmiş fotoğraflar
bunun kanıtıydı. Ortadaki dikdörtgen çerçevenin içersindeki fotoğraf en yakın
tarihte çekilmiş olanı olmalıydı. Belki de birlikte çektirdikleri son
fotoğraflarıydı. Yüzleri birbirine değiyordu ve beyaz saçları birbirlerine
karışmıştı. Güzel bir ana gülümsüyorlardı. Şömineden odanın içine yayılan
sıcaklık iyice artmıştı. Emily sallanan koltuğun ritmine kapılmışken iyice
gevşediğini hissetti. Aralanan kapıdan çıkan ses onu uzun süredir baktığı
resimden kopardı.
“Nereye
kayboldun?” dedi.
“Biraz
da içimiz ısınsın.” John elindeki tepsi ile içeri girerken gölgesi duvarda bir
deve dönüşmüştü.
“Gittiğini
düşünmüştüm,” Emily elini sallanan sandalyenin koluna dayadı. Yana yatırdığı
başından omuzlarına dökülen kızıl saçları göz alıcıydı.
“Gitmek
mi? Asla. Sana gitmeyeceğimi söylemiştim.” Onu cevaplarken tam önünde durup
gözlerinin içine bakarak dikilmeye devam ediyordu. Genç kadın ilk kez onun
heybetli görüntüsünden korkmadı. Hatta katil ile arasında var olduğunu bildiği
böyle devasa bir dağ onun içini rahatlatmıştı. John keskin bir hareketle eğilip
tepsiyi ona uzattı. “İçine bir miktar zehir de koydum.”
Emily’nin
dudakları hafifçe kıvrıldı. “Benimle alay ettiğine pişman olacaksınız bayım.”
Uzanıp kupayı kavradı ve dumanı tüten kahveyi dudaklarına götürdü. “Enfes bir
zehirmiş,” dedi ilk yudumundan sonra. John önce kıvrılan sonra da bardağın
kenarına değen dolgun dudaklarını izledi. Tadını zaten biliyordu, aklından hiç
çıkmamıştı. Tam karşısındaki diğer sandalyeye geçip kuruldu.
“Eminim
Doktor Freddy bana zehir diye konyak içirdiğini bilmiyordur.”
John
sırıttı. “Aksine. Kendisi teklif etti.”
“Hı
hı. Eminim.”
Yüzünde
ciddiyetle uzaktan yakından bir alaka olmasa da “Ciddiyim,” diye cevapladı.
Emily de aynı sulu ciddiyetle ona başını salladı. “Sana yürekten inanıyorum.”
“Biliyor
musun bir kaç saattir aklımı kurcalayan bir şey var.”
Emily
sandalyenin arkasına yaslanıp başını tavana kaldırdı ve sesli bir şekilde
üfledi. “Katil veya cinayetlerle alakalı olduğuna bahse girerim,”
John
ona göz kırptı. “Kaybedersin.”
“Mümkün,”
“Aslında
kafamı kurcalayan şey daha çok bir kelime.” Genç kadının alevlerin oynaştığı
yüzüne baktı. “Balayı,” dedi ve tepkisini ölçmek için bekledi.
Ölçüm
tam da istediği gibi sonuçlanmıştı. Emily’nin hiç beklemediği anda işittiği bu
kelime paniklemesine sebep oldu. Aklından o muhteşem rüyaya ait görüntüler
geçerken sandalyenin koluna dayadığı elindeki kupayı unutup bir an için
hareketlendi ve az da olsa sıcak olan kahvenin bir kısmı kucağına döküldü.
Telaşlanıp ayağa kalktı. John elindeki kupayla birlikte genç kadının elindekini
de alıp bir kenara bıraktı. Tek eliyle beyaz elbisesinin önündeki lekeyi
silmeye çalışmasını seyrederken mırıldandı. “Bütün gece bunu sayıkladın Emily.”
Yaptığı
gülünç işe devam ederken çatık kaşlarının belirgin olduğu yüzünü kaldırıp ona
baktı. “İlaçlar yüzünden olmalı, insanın olmayacak şeyler görmesine sebep
oluyor.”
“Olmayacak
mı?” Tekrar keyifle yerine oturdu ve genç kadının saçmalamasını büyük bir
hayranlıkla seyretti.
“Elbette,
bir düşün. Yirmi yedi yaşıma girmeme bir hafta kaldı. Babam beni muhtemelen
reddedecek. Aile itibarımız yerle bir. Öldürülmeye çalışıldım. Üstelik cinayete
teşebbüsle bile yargılanabilirim. Söylesene kim benimle evlenip de balayına
gitmek ister? Yani mantıklı hiçbir adam…”
John
ani bir hareketle uzanıp onu belinden yakaladı ve kendine çekti. Emily tıpkı
bir çuval gibi onun kucağına yığıldı. Genç kadının gözleri bu hareket
karşısında sonuna kadar açıldı. “Şu an bana öyle bir bakıyorsun ki tatlım
tepemden boynuzlarım çıkmış olmalı.” Ses çıkarmadan aynı şaşkın ifadeyle onun
yüzüne bakarken küstah adam kendisi ile birlikte onu sandalyede sallandırmaya
başlamıştı. İyice panikleyen aklı ona bu uygunsuz durumda hiç olmayacak bir
kelime söyletti. “Yanıyorum,”dedi.
John
tek kaşını yukarıya doğru kaldırıp düşünceli bir ifade takınırken kadının
kucağındaki kahve lekesine baktı. Tekrar göz göze geldiklerinde genç kadın onun
gözlerinde şöminedeki alevlerden bile daha kor bir ateş gördüğüne emindi. Adam
“Bende yanıyorum.” diye fısıldadı…
Kapıdan
gelen ses bu zamansız yangını adeta dizginlemişti. “John içeride misin?”
Mantıklı
bir adam olduğunu sandığı ortağının bu akıldan yoksun sorusu onu kızdırdı ve
kapının dışındaki işgüzarı aynı yoksun zekâ düzeyinde cevapladı. “Hayır
Anderson, New York’a geri döndüm.”
Emily
yakalanma korkusuyla yaralı elini sabit tutmaya çalışarak onun kucağından
kalkarken kapının ahşap yuvarlak tokmağı da temkinli bir dönüş yapmak için
hareketlenmişti. Marc başını uzatıp içeri baktığında ilk olarak şöminenin
önünde ayakta durmuş gülümseyen yüzüyle kendisine bakan Emily’i gördü hemen
sonra da yanındaki koltukta çatılmış kaşlarının altından öfke saçan John’u.
Koltukta hızlı bir tempo tutturmuş ileri geri sallanan haliyle oldukça komik
görünse de Marc gülümseme cesaretinde bulunmadı. Bunun yerine en sevimli halini
takınıp elindeki cep telefonunu salladı.
“Emily,
Bay Hebert arıyor. Yarın sabah seni görmek için gelecekmiş.”
Konuşmak
için Marc’ın uzattığı telefonu alıp odanın dışına çıkan genç kadının ardından
“Anlaşılan Dylan Hebert da yanıyor.” diye fısıldadı.
“Her
ne diyorsan anlaşılmıyor?”
“Senin
diyorum Anderson, senin canına okuyacağım!”
❥❥❥
Fort
St. John şehrine sadece birkaç kilometre kala mesafede bulunan Charlie Gölü
insana tarifsiz bir dinginlik sunuyordu. Sudaki eşsiz huzur insanı esir alırken
en kor kalbi bile usulca söndürebilecek o tılsımı da korkusuzca içinde barındırabiliyordu.
Profesörün bu gizli sığınağı, çocukluğuna ait sayısız anı ile dolu olan bu
yerin neredeyse dibinde olması Emily için büyük bir şanstı. John ve Marc bu
güzel sabahta sıkıcı işleri için evden ayrılırken babası da geçici olarak
nöbeti devralmıştı. İçinden geçtikleri daha çok kampçıların uğrak yeri olan ve
gölün güneybatı yakasında kalan eyalet parkı ise genç kadının aklına birçok
anıyı da beraberinde getirmişti. İşte çocukluğunun bir parçası olan bu park,
geldiği her sefer de kendisini uzun yıllar öncesine götürmeyi başarıyordu.
Balık tutmayı burada öğrendiğini zamanları anımsadı. O muhteşem sene, yaz
okulunun bitmesinin ardından ablası ve babası ile birlikte buraya gelmişlerdi.
Tabi büyükannelerinin gözetiminde hazırlanan piknik sepetleriyle birlikte.
Hailey o gün ilk kez büyük bir kadın gibi davranmış ve büyük bir özenle
hazırladığı sepetteki yiyeceklerden harika bir masa donatmıştı. Gün boyu bütün
gürültüyü çıkaranın kendisi olmasına rağmen balık tutmadaki başarısızlığını
onlara yüklemişti. Oldukça kabiliyetli bir kız olduğu hakkında yaptığı ısrarlı
konuşmayı dün gibi hatırlıyordu. Tıpkı bir sonraki sene ateş yakmaya çalışırken
çadırı tutuşturduğu gün gibi. Hailey marifetliydi, Emily her zaman becerisiz.
Şimdi
yıllar sonra bir kez daha öğreticisiyle birlikte buradaydı. Babasının durgun
hali gözünden kaçmadı. “Yokluğumu polislere nasıl açıkladınız?”
“Bay
Parker bir şeyler düşündü. Amerika Birleşik Devletleri’nin iç istihbarat birimi
tarafından üzerinde çalıştıkları bir dosyadaki mevcut tek tanık olman sebebiyle
koruma altına alındığını söyledi. Şu arkadaşı olan genç adam tarafından.”
“Ama
bu, bu düpedüz yalan!” Ve bu yalanın iki ülke teşkilatları için bir soruna
sebep olmamasını umdu. Daha yolun başında olan aşkları ile birlikte kendileri
de çıkmaz bir sokağa girmişlerdi. Hatta zavallı Anderson’un bile başı belada
sayılırdı.
Kamp
çadırlarının arasından gölün kenarına doğru ilerlemeye devam ederlerken ılık
bir hava olmasına karşın Emily içinin ürperdiğini hissetti. Ateşli bir
hastalıktan yeni çıkmış gibiydi belki de fazlasıyla kaybettiği kan yüzünden
böyle titriyordu. Sırtından kayıp beline düşen toprak rengi şalı tek eliyle
örtmeye çalışırken babası gövdesine örtündüğü kumaş parçasını tutup omuzlarını
tekrardan sıkıca sardı. Kozasının içinde doğru zamanı bekleyen bir tırtıl gibi
göründüğüne emindi. Dylan, iri ve sıcak avucunu küçük kızının soğuk yanağına
götürdükten sonra gözlerinin içine bakarken bir süre konuşmadan bekledi.
Ailesini
belki de en çok küçük düşürdüğü günlerde olmalarına karşılık Emily babasının
gözlerinde ilk kez katı bakışlar görmedi. Yumuşak ve sevgi dolu bakışlarının
arasında baş gösteren farklı bir duygu gördü. Endişe. Hâlbuki yol boyunca
dinleyeceği nasihatlerin olacağını düşünmüştü. Dylan başına bir öpücük kondurup
onu kendine doğru çekti. “Beni affet kızım,” dediğinde Emily babasının görmeye
alışık olmadığı ifadesine oldukça şaşırdı.
“Baba
merak etme, iyi olacağım.” dedi onu biraz olsun sakinleştirmek istercesine.
Onun kolunun altına girip sokuldu. “Senin bir suçun yok biliyorsun hepsi benim
suçum. Bu işe kendim bulaştım. Danışanlarıma hayatlarındaki insanlar hakkında
nasihatler verirken kendi hayatımdaki insanın gerçek yüzünü göremedim. Sonra da
her şey bir anda tepetaklak oldu. Ama John, o iyi biri. Ben ona güveniyorum.”
“Güvenmekten
başka çaren yok da ondan.” Dylan kızını yerini bile bilmediği izbe bir
muayenehaneye götürmelerine razı olduğu dakikaları hatırlayınca öfkelendi.
“John
ile oynadığımız bu oyun bir yanlışı başka bir yanlışla kapatmak içindi.” Yaralı
elini göstermek için hafifçe kaldırmaya çalıştı. “Ama bu ihtimaller dâhilinde
değildi. O gece yaşananlarda... ”
Gölün
kenarında ilerlemeye devam ettiler. Emily koluna girip babasının sıcağından
çalarken konuşmaya devam etti. “Bu işten sıyrılmam için artık sonuna kadar
gitmem lazım. Katil bulunmadıkça ya da Jack ortaya çıkmadıkça ben hep suçlu görüneceğim.”
“Sen
masumsun Emily, fakat ben... Ben tüm bu olanlara sebep oldukça...”
“Baba
Tanrı aşkına senin ne suçun olabilir ki?”
Dylan
cevap vermedi. Bunun yerine kızını gölün kıyısındaki boş bir banka oturttu.
İkisi de bir süre suyun durgun yüzeyini seyrettiler. Uzakta gölün içinde bir
kaç kano belli belirsiz ilerliyordu. İki genç oğlan ise az ilerideki iskelenin
ucunda gülüşerek balık tutuyorlardı. Emily mırıldandı. “Kötülük gücünü nereden
alır?”
“Kötülük
denilen şey bir anda ortaya çıkmaz kızım. Zamanla insanın içinde beslenir.
Kimse bir gün uyandığında artık kötü olmaya karar vermez. Tıpkı ektiğimiz tarla
ve diktiğimiz fideler gibi zamanla büyür.”
“Haklısın
galiba. Biliyor musun John, aynı tip cinayetlerin yıllar öncede işlendiğini
söyledi. O zamanda bir sürü kadın benzer şekilde öldürülmüş. O dosyayı tekrar
açıp şuan ki dava ile birleştireceklermiş. Sabah sen gelmeden önce bir başka
tanıkla görüşmeye gideceklerini söyledi. Ne bulacaklar merak ediyorum.
Bilmiyorum keşke Jack saklandığı yerden çıksa ve yani işte bilmediğimiz bir
şeyleri bize açıklasa. Ben artık onun bu işlerin bir yerinde olduğuna
eminim.”
Dylan
için söze başlamak her dakika daha da güçleşiyordu. “Emily sana söylemek
zorundayım. Bu nasıl söylenir bilemesem de bir daha ki sefer olursa ki olmaması
için elimden geleni yapacağım tatlım ama yine de kendini savunman gerekebilir.”
“Baba
sen neden bahsediyorsun?”
“Lütfen
sadece dinle, hazır başlamışken bitirmek istiyorum.” Derin bir nefes alıp
yüzünü tekrardan göle çevirdi. “Kanada’yı terk etmeni hiç istemedim. Amerika’da
tek başına yaşamanı asla kabul edemedim. Korkularım vardı, sonsuza kadar oraya
yerleşmek istemenden korktum hep, birini sevmenden, onun için bizden vazgeçmenden.
Seni hep Michael ile hayal ettim ben, çünkü bir zamanlar öyleydi.”
“O
aldatılmadan önceydi. Çok uzun zaman önce baba.”
“Biliyorum
ve seni sonuna kadar haklı buluyorum. Ama yine de evleneceğin adam Matthew gibi
bizim kadar geleneksel bir aileden gelmese bile bir Kanadalı olmalı.
Komşularını çitler yaparak uzaklaştıran sahil kesimlerinden tut, izin verseler
göğü bile delecek kadar yüksek kuleler inşa eden zengin kesime kadar
Amerika’nın hiçbir bölgesine ait biri değil. Bir Amerikalı değil. O yüzden
evine geri döneceğinden emin olmak istedim ve bunun için de birini tuttum.
Ondan belli bir bedel karşılığında sana göz kulak olmasını istedim.”
Emily
aniden başını çevirip babasının yüzüne baktı, Dylan ise konuşurken amaçsızca
gölü süzmeye devam ediyordu.
“Bu
yaptığın hayatıma müdahale. Baba nasıl böyle bir şey yaparsın?”
“Hayatına
asla onaylamayacağım biri girerse bunu engellemek istedim. Tek yapması gereken
festivale kadar sana göz kulak olup seni buraya getirmekti. Ondan sonra zaten
Michael ile birleştiğinizde her şey yoluna girecekti.”
“Sana
inanamıyorum!”
“Ve bir gün adamdan haber alamaz oldum. Kendisinden düzenli gelen telefonlar o
günden sonra kesildi. Onu tuttuğum şirketle temasa geçtim ama her şey
boşunaydı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Adam adeta yok olmuştu. Yerin
dibine girmişti. Sen ise mutluydun. Uzun zaman sonra hayattan zevk almaya
başlamıştın. Annen tekrardan âşık olduğunu söyleyip duruyordu.”
Genç
kadının içine dolan merak şimdi yerini garip bir şaşkınlığa bırakmıştı.
“Jack’in hayatıma girdiği zamanlardan mı bahsediyorsun?”
Dylan
artık çenesinin titrediğini hissediyordu. “Evet, o zamanlar.” dedi. Emily ona
doğru dönerken sağlam eli ile bankın arkalığına tutunmuştu. Bakışları babasının
bütün yüzünü tararken Dylan çaresizce “Sadece affet beni.” diye devam etti.
Emily
kucağındaki elini unutup hareket ettirmeye çalışınca acıyla yüzünü buruşturdu.
Son bir gayretle güvendiği dağa doğru fısıldadı. “Baba beni korkutuyorsun!”
Dylan
Hebert gözlerine dolan yaşı akıtmadan ceketinin koluna sildi ve keskin bir
hareketle doğrulup ayağa kalktı. Gölün dibindeki sazlıklara kadar yürüdü ve
arkasını dönüp aynı hızla bankta iki büklüm oturmuş korkudan titreyen kızının
karşısına dikildi.
Soluk
aldığı ilk an sahip olduğu nefesi kullandı. Her bir kelimeyi üstüne basa basa
iğrenir gibi kullanarak konuştu.
“Fakat
benim bile tahmin etmediğim bir şey oldu. Anlamakta geç kaldım. Emily ben
yaptım. Jack Peterson’u hayatına ben soktum. Onu ben tuttum!” dedi.
Genç
kadının güvendiği dağ bir anda devriliverdi, Dylan gözyaşları içinde önünde diz
çökerken hemen arkasında kalan göl bulanıklaştı, dingin berrak sular siyaha
dönüp kabarırken Emily olduğu yerde bu defa kalbine saplanan hançerle öylece
kalakaldı…