18 Ekim 2015 Pazar

Aşk Çarpar Gönül Kayar 22.Bölüm

Anlatmak istediklerinin önemli dahası güzel şeyler olduğunu düşlediğim ötücü bir kuş, tüm yol boyu tepemizde cıvıldamayı sürdürdü. Motor durduktan hemen sonra sarı gri renklerdeki o inatçı, o dediğim dedik küçük kuş da susmuştu. Geniş daireler çizerek yükselişini ve göğün içinde kaybolduğu anı sonuna kadar derin bir heyecana kapılmış halde izledim.

“Bana elini ver hayatım,”

Başımı usulca beni kendisine çeken kalın ama kibar sese doğru çevirdim. Teknenin az önce yanaştığı kumsalın ucunda durmuş, sesin sahibi olan o adama hayranlıkla baktım. Bir elim başımdan uçmak için direnen şapkamı tutarken diğer elim ona az önce kuşun içinde kaybolduğu masmavi gökyüzünü gösteriyordu. “Bu kesinlikle bize verdikleri rehberde bahseden şu ötücü kuşlardan biriydi.” dedim. Geniş avucunu çevreleyen ve ne denli güçlü olduğunu bildiğim parmakları belimi sararken öne doğru eğilip kendimi kollarına bıraktım. İşte şimdi tam olarak uçmanın gerçekte ne denli müthiş bir duygu olduğunu hissedebiliyordum. Kesinlikle cesaretle başlıyor ve süzülmekle devam ediyordu. Bu yabancı hissi hiç bilmiyordum. Ölümden önceki son dakikalarında bağışlanmayı dileyen insanoğlunun öldükten sonraki ilk anlarında ise ruhunun geride kalanlara gizlice şükrettiği söylenirdi. Kesik kesik olsa da nefes alabiliyorken bu aşk için önce gözlerine bakarak şükretmek istiyordum. Kollarının arasında az bir zamanım varken yere özlem duymam söz konusu bile değildi. Bir elimi gayet huzurlu görünen yüzüne doğru uzattım. Parmaklarımın bir iki tanesi ancak değdi tenine. Kaşının bitiminden şakağındaki hafif çukura ilerlerken o gözlerini yumdu.
“Beni gülerken ya da kollarında mutluluktan uçarken hatırlamanı isterim. Şu an olduğu gibi. Sen gelmeseydin ben hiç bilemeyecektim.” dedim. Gözlerini açıp yüzüme ne yaptığımı anlamaya çalışırcasına baktı. “Hiç fark edemeyecek, hiç sevemeyecek ve belki de hiç geride bırakmak zorunda olduğum birisine aşkı için böyle içten şükredemeyecektim.“ Dudakları kıpırdar gibi olduğunda elimi oraya indirdim. “Söz ver bana, eğer beni hatırlamak istersen sadece gökyüzündeki kuşları düşüneceğine.”  Elim dudaklarından usulca kayarken rüzgâr son bir gayretle elbisemin içini dolduruyor ve sesim gökyüzünde bir müddet de olsa asılı kalıyordu…
“Açılın biraz, nefes alsın açılın!”
Emily gözlerini araladığında tanıdık bir yüz hemen önünden teğet geçti. Adamı nereden tanıdığını ise anımsayamadı. Başında ciddi bir ağırlık hissediyordu. Görüntüye tekrardan giren genç adam yüzüne dikkatli bir şekilde bakarken bir yandan da hararetli bir şekilde konuşmaya devam ediyordu. “Profesör bilincinin yerinde olduğundan tam olarak emin değilim.” Koltuk altlarında sertçe bir tutuş hissettiğinde canı yandı. Yakınlardan gelen ve feryatla karışık bir çığlık sesi eşlik etti bu kaba tutuşa. Var olduğunu bildiği her şey büyük bir hızla dönüyordu. Şimdi ise görüş alanında altın renkli kumlar yerine parke bir zemin vardı. Çenesini tutup başını kaldıran aynı sert eller onu yukarıya bakmaya zorladı. Gözleri kayıyor ve artık net tek bir kare dahi seçemiyordu.
“Dylan lütfen bir şeyler yap!” derken avazı çıktığı kadar bağırmaya devam ediyordu aynı tiz kadın sesi. Uğultuların arasında tanıdık bir sesin daha önce hiç kullanılmamış tonunu işitti. Tenordan bile ince olan ve kalbinde sevgiye yer vermiş her adamın gün gelip bir kez olsa bile mutlaka dışa vurabileceğini düşündüğü o tonu. Kaybetmenin korkusuyla örülmüş şefkatin en kırılgan tonunu. “Emily, güzel kızım yüzüme bak. Yalvarırım bebeğim yüzüme bak!”
Genç kadının kurmakta güçlük çektiği her hecenin arasına derin bir uçurum giriyordu. Birbirinden kopuk heceler dışarıdan kekeleyen birinin sesi gibi duyuluyordu. “Ku-uş-lar-anım-ımsa…” Ağırlaşan kirpikleri rüzgârda çarpan bir kapı gibi güçlü ve tek seferde kapandı sonra...  “Profesör yine kendinden geçti, bekleyin tekrardan nabzını kontrol edeceğim.”
Duymak isteyene su gibi berrak konuşuyordu oysa...

“Bu kesinlikle bize verdikleri rehberde bahseden şu ötücü kuşlardan biriydi.” dedim. Geniş avucunu çevreleyen ve ne denli güçlü olduğunu bildiğim parmakları belimi sararken öne doğru eğilip kendimi kollarına bıraktım. Elleri belimden koparken ayaklarım da kızgın kumla temas etmişti. Kumsala kadar inip valizlerimizi yüklenen kibar adam işini hallederken yanan ayaklarımız kıyıya kısa aralıklarla vuran okyanusun o tatlı dalgaları ile serinlemeye devam ediyordu. Çarpıcı bir sesle konuşmaya devam ettim. “Bu kuşlar üzerilerinde uçtukları çiftlere şans getirirmiş. Vay canına, şurada yazana bak! Öterken çıkardıkları melodi sözlerinde sonsuz mutluluk ve huzur içeren bir şarkının bestesiymiş.” Tıpkı uçup giden o şaşkın kuşa benziyor olmalıydım.

Kolunu omzuma atıp zayıf bedenimi sardı. Durur muyum hiç? İyice sokuldum. “Benim huzurum da mutluluğum da yanımda.” dedi. Dudaklarımı apansız ve kısacık bir süre rehin aldıktan sonra daha yavaş bir hareketle serbest bıraktı. Hala omzumda duran eli ile gökyüzünü gösterdi. “Ayrıca o sersem kuş berbat bir şarkıcıydı.”
Beklemediğim bir anda üzerine daha yeni ayak bastığımız Maui Adası’nın renkli rehberini elimden kaptı. Bavullarımız ile çoktan yolu yarılamış adamın peşinden koşar adım ilerlerken haritadan bozma rehberin en üstünde yazan yazıyı işaret ederek bağırdı. “Her şey bir yana hayatım! Burası öncelikle bir balayı adası.” Ah! Tabi ya mevzu mühimdi, mevzu balayımızdı…

Bir nefes sesi işitti…

Kulağının hemen dibinde oldukça güçlü ve derinlerden gelen bir nefes sesiydi bu! Emily sonunda hızlı hızlı soluk alıp verenin kendisi olmadığını fark ettiğinde başını yasladığı sağlam omuzdan kaldırmaya çalıştı. Tıpkı küçük bir bebek gibi kafasını sabit tutmakta zorluk çekiyordu. İki saniye sonra başı tekrar kopamadığı omuza düştü. Neler olduğunu anlayamıyordu. Gücünün çekildiğini hissediyordu. Genç kadın bu kez gözlerini olduğu yerde hafifçe araladı. Duvarda yan yana dizilmiş olan devasa tablolar içlerindeki karışık resimleri seçemeden büyük bir hızla arkalarında kalıyordu. Onu kucaklamış taşıyan adamın bariz telaşı düzensiz nefesinden yeterince belli olurken tahmin ettiği kişi olup olmadığından emin olmak istedi. Yüzünü görmek için başını geriye attığında adam kolunu kaldırarak ona yastık vazifesi sundu. Başına nazaran gözlerine hâkimdi artık, kolaylıkla araladı göz kapaklarını. Tahmin ettiği kişi değildi fakat telaşa kapılmasına gerek olacak bir durum da göremedi. Aksine tanıdık bir yüz görmek genç kadının içini oldukça rahatlatmıştı. Kısmen kendine gelebildiğinde güven dolu bir sesle “Nereye gidiyoruz?” diye sordu.

Bir süre sadece bekledi. Ayıldığını henüz fark etmediği için kendisini işitmediğini düşündü. Adamın göz temasını hiç kesmeden baktığı yöne doğru baktı. Neredeyse tamamlamak üzere oldukları koridor beyaz çift kanatlı bir kapı ile son buluyordu. Dudaklarından az önceki sorusuna benzer anlamda kelimeler döküldü. “Beni nereye götürdüğünü söylemeyecek misin?” Yine herhangi bir cevap alamadığı gibi adam dönüp yüzüne dahi bakmamıştı. Genç kadın onun yanağındaki taze izi fark ettiğinde “Yanağına ne oldu?” dedi.
Sorusu ağzını bıçak açmayan adamın dönüp yüzüne bakmasına sebep oldu. Herhangi bir cevap ise yine yoktu. Emily artık ufak ufak telaşa kapılmanın vakti geldi, diye düşündü. Hafızasını yokladığında ilk o muhteşem kumsalı hatırladı ve içini ani bir korku kapladı. Yoksa balayında kaza mı geçirmişlerdi? O zaman neden John yanında değildi? Hayır hayır, şu an sıkça gördüğü kabuslarından birinin ortasında olmalıydı. Her ne kadar son derece gerçekçi görünüyor olsa da mutlaka öyle olmalıydı. Başını çevirip arkalarında kalan koridora baktığında yerde peşlerinden bir gölge gibi gelmeye devam eden izleri fark etti. Damla damla gelen siyah bir izdi bu. Gözlerini kırpıştırdı. Hayır, pek siyah gibi değildi aslında beyaz ışığın altında daha çok koyu kırmızı bir gölgeydi takipçileri. Kopkoyu bir kırmızı! Yoksa kan mıydı bu?
Yaralanmış mıydı? Doğrulup göğsüne, karnına doğru baktı. Bacaklarını görmeye çalıştı hemen ardından. Tam yaralı olanın kendisi olmadığını düşünüyordu ki elindeki acıyı fark edip, adamın kolunun arasından hissettiği acının kaynağı olan elini görmeye çalıştı. Bağlanmış eli üzerindeki kumaşla birlikte kan içerisinde sallanmaktaydı. Gördüğü görüntünün iğrençliğinden ya da çıkamadığı şokun etkisinden mi emin olamasa da telaşla bağırmaya başladı. “Ne oldu bana, söyle ne oldu bana!” Süregelen sessizlikle tamamen çileden çıkmıştı. Diğer eliyle adamın ceketinin yakasını kavradı ve onu sarsmaya çalıştı. “Beni nereye götürüyorsun Anderson!”
“Sakin ol! Çok az kaldı, birazdan hepsi geçecek.”
Marc ayağı ile önünde kapalı duran kapıyı iteleyip açarken Emily yere inmek için bacaklarını kurtarmaya çalışıyordu. “John nerede? Nerede o?” Attığı beceriksiz tekmeler kapının arkasındaki duvara sertçe vurmasına sebep olduğunda çıkan ses kafasının içinde defalarca yankılandı. Koridordaki ışıktan çok daha fazla gözü yoran yoğun beyaz ışık gözlerini aldı. Şimdi hiç bir şey göremiyordu. Ne yaptığını görmeden çırpınmaya devam etti. Gözleri ışığa alışmaya başlayıp da sis perdesi yavaş yavaş kalkarken boğuşmayı kesip içeriye bakındı ve girdikleri bu odanın asgari düzeyde bir ameliyathane olduğunu fark etti. Tanrım bu nasıl bir kâbustu! Ortada ışıkların aydınlattığı bir masa vardı. Her tarafa üzerine beyaz etiket yapıştırışmış şişeler, tüpler ve ilaç kutuları dağılmıştı. Küçük bir lavabonun yanında duran metal tezgâhta ise çeşitli boyutlarda neşter, makas ve keskiye benzeyen kesici alet topluluğu vardı. Emily korkudan donup öylece kaldığını hissetti. Ağzı açık bir halde odanın bir köşesinde doktor önlüğüyle dikilen adamın elindeki küçük ilaç şişesini şırıngaya çekişini de aynı sakinlikle seyretti. Ve sanki zamanı gelmiş gibi tekrar kurtulmak için var gücüyle mücadele etmeyi denedi. Anderson’un kucağından zar zor inebilmişti. Çıplak ayaklarına vuran zeminin soğuğunu hissedebiliyordu artık. Arkasını dönüp kapıya doğru kaçmak için ani bir hamle yaptıysa da işe yaramadı. Onu yakalayan adam çok güçlü, kendisi ise yaralıydı. Başını sağa sola hızlıca savururken bu kâbustan bir an önce uyanmak için var gücüyle çırpınmaya çalıştı. “John! John lütfen yardım et bana!” Bağırırken adeta boğazının yırtıldığını hissetti. Çığlık atıyordu fakat kendi sesini nedensizce duyamıyordu. Zaten çığlıkları odadaki iki adama da etki etmiyor gibiydi. “Yapma Marc, lütfen yapma!” Tek eliyle çaresizce onu yumrukladı. Her yumruk sadece ayaklarının üzerine damlayan kendi kanını çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyordu.
“Sakin ol dedim, Emily!”
Kollarına hâkim olamadığı o an ayağı kayıp dizlerinin üzerine yere düştü. Anderson bu fırsatı kaçırmadı ve arkasında onu kollarından tutarak hapsetti. Dikilmiş onları izleyen yaşlı adama doğru bağırdı.  “Çabuk yapın şu iğneyi...”
Eldivenli ellerin tuttuğu iğne her geçen saniye kendisine daha da yaklaşırken Emily çırpınmaya devam etti. Yere oturmuş vaziyette hapsolmuş kolları dışında bedeninde hareket eden her organını kullanmayı denedi. Başını arkasında onu tutan adamın göğsüne omzuna rastgele vurmakla yetinmeyip bacakları ile kapının yanında duran tekerlekli bir masayı tekmeledi. Masa üzerindeki cam tüpler ile tepelerine devrildi.

Marc öfkeyle haykırdı. “Yap artık şu lanet olası iğneyi!”
Yaşlı adam yanlarına gelip çömelirken tek dizini yere dayayarak destek aldı. Emily yüzüne yaklaşan şırınganın ucundan damlayan o sıvıyı gördüğünde tam anlamıyla emin oldu. Bu kesinlikle bir kâbus değildi. Bu içinde –şimdilik- var olduğu bir gerçekti. O. Marc Anderson. Güvenebileceği sayılı isimlerden biriydi. Neden kendisine kötülük yapmak istiyordu. Oysa aynı tarafta olduklarını sanıyordu, başından beri de hep öyle sanmıştı. Marc’ın artık ona acımayacağını biliyordu, kollarında hissettiği kuvvet öyle söylüyordu. Fakat belki bu yaşlı adam her şeye rağmen insafa gelip yardım edebilirdi. “Hayır, hayır yapmayın. Yalvarırım lütfen. Ölmek istemiyorum lütfen...”
Başını kaldırıp onu hapsetmiş olan adamın yüzüne baktı. “Neden Anderson, neden?” Hatırlayıp acı çekmesini engellemek ister gibi birçok detayı erişemeyeceği kadar uzak bir yere yollayan zihni şimdi yavaş yavaş kendine geliyordu.  Ölüm kokan o mektubu hatırlıyordu mesela. Onun için geldiğini söyleyen katilin sözlerini de teker teker anımsıyordu. Peki ya sonrası? Sonrası yoktu. Bedeninin şiddetle titremeye başladığını hissetti. Soluğu kısa bir an için kesildi. Sesini çok az duyabilse de yaşlı adamın yüzündeki ifadeden çok yüksek sesle bağırdığını seçebiliyordu. Bir süre bileğini tuttuktan sonra hızla ayağa kalktı ve onu ilk gördüğü köşedeki masasına doğru koşar adım uzaklaştı.
Dakikalarca Emily kaçmak için Marc da onu hareketsiz tutmak için uğraşıyor, ikisi de inatla direniyordu. Ta ki o ana kadar… Bir uykudan uyanır gibi gözlerini gerçeğe açtığı o berbat ana kadar. Genç kadın çırpınmayı o dakika kesti ve kendisini arkasındaki adama teslim etti. Ancak konuşmak için çabaladığında çenesinin kilitlenmiş olduğunu anladı. Yaşlı adamın ikinci bir iğneyi daha yanına alarak geri döndüğünü fark etmedi bile. Buz gibi bakışlarını hedefindeki kişiye çevirmişti. “Sendin,” dedi. Hayal kırıklığı ile dolu derin bir nefes bıraktı. “Postacı sendin! Başından beri peşimizdeki katil sendin!”
Başı adamın omzundaydı ve onun dudaklarını çok az görebiliyordu. “Kıpırdamadan dur!” diye emretmişti.

Etine batan iğneyi hissettiği an Emily’nin gözyaşları yanaklarından süzüldü. Hayal dünyasının en karanlık köşesinden çıkıp gelen o ürkütücü düşler, gözle görülür gerçekliğin akla yatmayan çarpıklığıyla bir araya geldiğinde ne yazık ki daha da korkutucu bir hal alıyordu. Genç kadın Marc Anderson’un kollarında ölüme kucak açtığına inanırken ruhunun çekildiğini hissettiği o son anlarda fısıldadı. Kanına enjekte ettikleri zehir vücudunu ele geçirirken uyku öncesi bir mahmurluk hissetti. Ayağa kalkıp tekrardan uzaklaşan doktor şimdi beyaz ışıkların içinde adeta kaybolmuştu. Kafasını kaldırdı. Kayan gözleri sadece bir saniye tepesindeki adamın kararlı bakışları ile birleşti. Marc onun kollarını serbest bırakırken bu defa gözlerine de bakmıştı.  “Lütfen John’a zarar verme…” diyebildi en fazla. Genç kadının başı düşmeden önce duyulabilecek son sözü de bu olmuştu. Sonra her yer bembeyaz oldu. Emily Hebert ölümü hep siyah olarak düşlemişti. Oysa şimdi bembeyaz bir kayığa binip bir bilinmeze doğru yola çıkmak üzereydi. Ölüme gittiğini bilirken bile son ama son kez sevdiği adamın yüzünü hayal etmeyi seçti. Çünkü hayal etmek her zaman inandıklarımızı var etmenin bir başka yoluydu…
“Bu kesinlikle bize verdikleri rehberde bahseden şu ötücü kuşlardan biriydi.” dedim. Geniş avucunu çevreleyen ve ne denli güçlü olduğunu bildiğim parmakları belimi sararken öne doğru eğilip kendimi kollarına bıraktım.
“Evet hatta o bir cennet kuşu.” diye yanıtladı. Bunu o anda uydurduğunu biliyordum. Yine de beni ikna etmesi için her şeyi yapardım. “Nereden biliyorsun peki?”
“Çünkü burası gerçek dünyadan çok uzakta bir cennet olmalı,” dedi. Oysa benim cennetim dibimdeydi. Yanı başımda sonsuza uzanır gibi yükselmekteydi…

Turkuazın büyüsüne kapılmış o okyanus kıyısında yırtılan göğün altında nefes nefese delicesine koştururken fark ettim. Çok seviyordum ben bu adamı. Elimi tutup beni aniden kendine çektiğinde bir avuç altın rengi kum ayaklarımın altından havalandı. Bir geminin lomboz pencereleri gibi gözlerim onun gece mavisi gözlerine kilitlendi. İçime çoktan dolmuş ve taşmaya hazırlanan o coşkun denizi göstermek istiyordum. Tutkundum. Aşk, mutluluk ve heyecan denen kokteyl beni sarhoş etmişti. Etrafında koşuştururken hızımı alamayıp sırtına zıpladım. Ellerini, sanki tam olarak yeri orasıymış gibi dizlerimin altına yerleştirdi. Koşmaya başladık, amaçsızca sahil boyu koşturduk. Boynuna sarılıp yanağımı yanağına bastırdım. Güldü… Görmeme gerek bile yoktu. Gamzesinin çıktığı yerde oluşan hafif şişliğin tenime değdiğini hissediyordum. Bu temasla daha da sıkı sarıldım, burnumu yalnızca bana ait olan omuza gömdüm. Bugün yine bildiğim o kokuyu uzun uzun soludum. Hep düşünürdüm kendisine bile zor inanmış insanlar gün gelip de bir başkasına güven duyar mı diye? Ne tuhaf, hem de koşulsuzca duyarmış…
Başımı gökyüzüne kaldırırken ellerimi bir kuşun kanatları gibi iki yana açtım. Kendimizi özgür hissettiğiniz anlarda aldığımız nefes daha bereketliydi sanki. Aşkın bir esaret hali olduğuna, ayağımıza dolanan kalın ve güçlü prangalardan ibaret olduğuna inanan ben Emily Hebert, hayatıma tesadüf ederi giren bu adama, kocama, sırılsıklam âşıktım…
Günlerce kaldık orada. Güneş her gün biraz daha tenimizi yakıp kavuruyor, okyanus hiç usanmadan bizi çağırıyordu ve dudaklarımızdan çıkan iki lafımızdan biri istisnasız ‘balayımız’ oluyordu. Ta ki saklandığımız o cennette bizi buldukları o güne dek!
“John beni bırakma...” diye seslenirken hareket ettiremediğim kollarımı kurtarmaya çalıştım. Faydasızdı, sırtımdaki yük her anlamda ağırdı. “Her şey bitti, sakin ol artık.” diyordu bedenimi hapseden siyah kale. Kapkara paltosunun düşen başlığının ortaya çıkardığı yüzüne güneş vuruyordu. Anderson! Arkasını dönüp uzaklaşan kocama umutsuzca seslendim. “Seni seviyorum John, ne olur beni bırakma.” diyebildim kumların içine her geçen saniye biraz daha gömülürken. Gözden kaybolana kadar, sesim kısılana kadar, umudumun bittiği yere kadar bağırdım. O uzaklaştıkça elinde iğne ile ilerleyen adam da bana doğru yaklaşmaya devam ediyordu. Omuzuna küçük alaycı bir kuş konmuştu. Ötüşü yaklaşmakta olan bir laneti fısıldarken, sözlerinde ölüm ve cehennemden bahseden bir şarkının melodisine benziyordu.
Gökyüzü artık kesinlikle mavi değildi.
Damarlarıma dolan ilaç güneşten de fazla içimi yakıyordu.
Bedenimden önce ruhumu kavurup yok edecek olan asıl şey ise belliydi. Koşulsuzca güvendiğim tek adam, John beni ölümün kıyısında terk edip gidiyordu…

❥❥❥
En büyük acı hiç beklenmedik bir anda insanı vuran o kısacık zaman dilimlerinde yaşanandır. Takvimlerle değil saatin kadranındaki hafif bir kıpırdanma kadar kısa sürede gerçekleşen ve beraberinde vurduğu yeri de yıkan sarsıcı acılardır.
Birisi anlık acıyı tarif etmesini isteseydi Dylan ona eşinin yüzünü gösterirdi. Sarah Hebert sonunda çoğu ona çarparak çıkışa doğru ilerleyen insan selinden kurtulup etraf sessizleştiğinde yerde kocasının kolları arasında yatan kızını fark edebilmişti. Gördüğü o ilk an dengesiz bir kaç adım atabilmiş ve kendini yere adeta acının kollarına bırakır gibi bırakıvermişti. Kadının derinlerinden kopup gelen feryatla karışık çığlığı salonun bütün duvarlarına çarptıktan sonra artan bir hızla geri gelmiş ve Dylan’ın kalbine bir bıçak gibi saplanıvermişti. Sarah yanına kadar bile gelemediği kızına doğru bakarken ona uzanan elleri havada asılı kalmıştı. Dylan’ın zihnine hiç çıkmamacasına yer eden bu görüntü ile yaralı kalbi bir kez daha sıkıştı. Pişmanlık zehirli bir gaz gibi burun deliklerini doldururken gözleri sebep olduğu görüntüde takılı kalmıştı.
“Dylan lütfen bir şeyler yap!”
Bir şeyler yapmak istemişti. Bunun için harekete de geçmişti. Fakat yaptığı çok geç kalınmış bir hamleydi. O katil herif topraklarına hatta evinin içine kadar sızabilmişti. Karısının ardı arkası kesilmeyen o keskin çığlıkları düşüncelerinin arasına sızdığında içinde körüklenen yangın daha da büyüyerek tüm bedenini ele geçirdi. Bütün gücüyle uzun zamandır varlığını bile unuttuğunu sandığı gözyaşlarına engel olmaya çalıştı. Kendisine duyduğu öfkeyle solurken dişlerini sıktı. Dylan Hebert her bir yanı dağılmış ve çoktan tüm misafirlerin terk ettiği devasa salonda bir avuç insanla kızının hayatı üzerine işte böyle kötü bir kumar oynamıştı.

Jasmine Bouchard’ı götüren ambulansın sesi duyulamayacak kadar uzaklaştığında evin bütün kapıları üzerlerine derin bir kederle kapanmıştı. Evindeki iki Amerikalı ajanla birlikte Christian bu işle uğraşırken evin bahçeye açılanlarda dâhil bütün çıkışları bir dakikadan az bir sürede tek tek kilit altına alınmıştı. Son olarak salonun kalın perdelerinin de sıkı sıkı kapanmasıyla gösterişli davetlere alışkın şık salonları şimdi tam anlamıyla bir tiyatro sahnesine dönüşüvermişti. Kucağında yere kapaklanmış yatan kızına son bir gayretle seslendiğinde bir kaç anlamsız hece işitti. Küçük kızı yılmadan inatla dakikalarca yerlerde arayıp durduğu şeyin peşinde koşturmuş ve kendinden geçip yere yığılmadan önce sürekli tekrar edip durduğu şeyi son defa fısıldamıştı. Mektup, demişti. Tüm bu yaşananların ortasında anlamsız bir mektubun onun için bu kadar önemli olmasının sebebini bir türlü anlayamamıştı. Dağılmış masaların ve kırılmış camların arasında dakikalarca süren bu kovalamaca Emily’nin gücünün tükenmesi ile tam olarak bu noktada sona ermişti. Sona eren tek şey elbette bir tek bu değildi. Bu gece tüm bu yaşananlar yıllardır Kanada’nın en köklü aileleri içerisinde parmakla gösterilen Hebert soyadının saygınlığını da sona erdirecekti. O her zamanki kararlı duruşuyla insanı kendisine hayran bırakan adam Dylan Hebert, bu gece belki de hayatının en zor kararlarından birisini vermek üzereydi. Ailesinin ve soyadlarının bir kez daha kötü ve sarsıcı bir şekilde etkileneceği artık açık ve netti. Olayların üstünü kapatmak bu sefer o kadar da kolay değildi. Yıllar önce bu evde meydana gelen skandalın nedeni intihar iken bu kez ise olay herkesin gözü önünde işlenen bir cinayetti. O zamanlar sadece kendi bölgelerinde tanınan Hebertlar medya kuruluşları ile haftalarca ciddi bir savaş vermişlerdi. Samantha’nın ön bahçedeki bir ağaca kendini asarak intihar etmesi yerel gazetelerde günlerce aksi iddia edilerek haber edilmişti. Her zaman zayıf bir karaktere sahip olan abisinin eşinin ihanet sonucu kendisine layık gördüğü bu güçsüz tutumu onları bir felakete sürüklemişti. Dylan, Edmonton Polis Teşkilatı’nın kendisine sonsuzluk kadar uzun sürede tamamlanan incelemelerinin sonunda olayın intihar olduğunu duyurduğu o güne kadar sabırla ve inançla beklemişti. Olayı biraz olsun unutturmak için Chistian’ın evden uzaklaşması ise hanenin yönetimini eline geçirmesini sağlamıştı. Yıllar sonra eve döndüğünde gezgin mağduru oynayan o şanslı piç, kadın düşkünü hovarda ağabeyi, sonunda Alberta’nın en gözde dullarından biri olup çıkmıştı. Bu sırada topraklarını üç katı genişleten, özellikle tarım ve son dönemlerde petrol işine de el atan Dylan ise sadece ailenin en can sıkıcı adamı olarak anılmıştı. Peki ya şimdi?
Hebertler bu süreçte hızla artan varlıkları, başarılı iş anlaşmaları ve parlamentodan hatırlı dostları ile cemiyet içerisinde kulaktan kulağa dolanan Kanada’nın en zengin on ailesinden biri haline gelmişti. Yani hemen şimdi, bu salonda vermesi gereken karar bu denli önemliydi. Belki de bunu halledemezse bu sefer sorumlusu olan kişi yani kendisi defolup gitmeliydi. Çünkü ne karısının ne de malikâneden ayrılan her bir aracın içerisindeki korku ve dehşete kapılmış insanların yüzlerini hayatının sonuna kadar unutması mümkün değildi.
“Profesör yine kendinden geçti, bekleyin tekrardan nabzını kontrol edeceğim.” Matthew Emily’nin çenesini tutup yüzünü görmeye çalışmayı bıraktı ve hareketsiz yatan kızın bileğine uzandı. Dylan bir eli kızının kızıl renk saçlarının arasında kaybolmuş vaziyette donup kalmıştı.
Hailey kız kardeşinin yanı başına çökmüş soğukkanlılığını korumaya çalışarak babası ve kocasına yalvaran gözlerle bakmayı sürdürüyordu. Onlara derhal yapmaları gerekeni ısrarla bir kez daha hatırlatmaya çalıştı. “Baba vazgeçin lütfen, Emily’i hemen bir hastaneye götürmemiz gerek,”
Matthew telefondaki hocası ile daha rahat konuşabilmek adına yanlarından ayrılıp salonun uzak bir köşesine doğru ilerledi ve konuşmasına vardığı yerde devam etti. “Doktor buraya gelmeniz ne kadar sürer?”
John, Marc ve Christian ile birlikte tüm giriş çıkışları kapattıktan sonra telaşla salona geri döndü. İçeri girer girmez boynundaki kravata uzandı ve sertçe çekip çıkardı. Peşinden gelen ortağına boğuk çıkan sesiyle emretti. “Marc kravatını ver hemen!” Anderson dediğini saniyesinde yapmak için elini boynuna götürürken John da Emily’nin yanına çömelip çoktan kendi kravatı ile kızın kanayan elini sıkıca bağlamaya başlamıştı. Bu gibi durumlarda her zaman profesyonel bir tavır takınmaları gerekirdi. Ne de olsa bunun için eğitilmişlerdi. Duyguları köreltilmiş, akıllarına sadece birer hedef ya da kurban oldukları düşüncesi yerleştirilmişti. Oysa şimdi çatışmanın ortasında ya da bir baskında bile hissetmediği kadar yoğun duyguları bir arada hissettiğini fark ediyordu.

Lena ise elinden gelen tek şeyi yapıyor ve salonun bir köşesinde baygın yatan yaşlı kadının bileklerini ovalamaya devam ediyordu. Her şey bu kadar kısa sürede nasıl bu hale gelmişti? 
Oysa sadece on dakika önce tek düşündüğü kremalı keki düzgün dilimleyebilmekti...
“Bence Bay Anderson’un sana özel bir ilgisi var.“
Lena gayet iyi kestiğini düşündüğü kekte başarısız bir hamle yapınca yüzünü buruşturdu. Zavallı kek artık on üç dilim olmak zorundaydı. Telaşla bıçağı bırakıp kadını savuşturacak bir şeyler gevelemeye başladı.
“Anderson gerçekten hoş bir adam Bayan Patel, ama bana bir ilgi duyacağını düşünmek kendimi boş yere umutlandırmak gibi geli...” Karşılıklı tezgâhlarda çalışan iki kadın silah sesinin duyulduğu o ilk an keskin hareketlerle arkalarını dönüp göz göze geldiler. Karşılıklı büyüyen göz bebekleri ikisinin de duydukları sesin bir silah sesi olduğuna onları inandırmıştı. Hailey’in elinde tuttuğu tabaklar ayaklarının dibinde sayısız parçaya bölünürken Lena donup kalmıştı. Bir saniye sonra mutfaktan fırlayarak çıkan kadının arkasından koşmaya başladı. Koşuşu servis merdivenlerinde kesilen elektrik yüzünden son bulmuştu. Her yeri elinin avucu gibi bilen Hailey karanlıkta ustalıkla yolunu bulurken Lena önüne çıkan her eşyaya çarparak geride kalmıştı. Işığa kavuştuğu o an holde kütüphanenin önüne kadar varabilmişti. Tam karşısında evin sonuna kadar açılmış kapısından kendini dışarıya atan insan kalabalığına bakakaldı. Gördüğü kargaşa büyük felaketlerin hemen sonrasında yaşananlarla birebir uyum sağlıyordu. “Marc!” diye cılız bir sesle bağırdı. Kalabalığın arasına girip aksi yöne salona doğru ilerlemeye çalıştı. Mümkün değildi tıpkı bir sürü gibilerdi. Baş edemeyeceğini anlayınca kendini zar zor duvar kenarına attı. Bekledi, bekledi ve geniş hol boşaldıktan sonra salona doğru koştu. Nereye odaklanacağını kestiremeyen gözleriyle bir savaş alanından farksız halde ki salonun içini taradı. Elinde kocaman bir tüfekle koşuşturan Bay Hebert’i görünce gözleri yuvalarından fırladı. Yaşlı adamın yüzünde cinnet geçiriyormuş gibi bir ifade vardı. Sakinliği onu terk etmiş gibiydi. Birini arıyor gibi salonu dört dönüyor ve içeride kalan insanları tek tek inceliyordu. Salonun ortasında kanlar içinde yatan sarışın kadını fark etti. Başını tutan bir diğer kadın şapkasının altından görünen nefret dolu yüzünü odadakilere dönmüş “Katiller!” diye haykırıyordu. Verandanın kapısında ise John ile Marc’ı ve zapt etmeye çalıştıkları Bayan Hebert’i gördü. Tam o anda beklenmedik bir yumruk Marc’ın yüzünde patladı ve Lena hayretler içinde inledi. “Bırakın beni, bulmam lazım!” Tanıdığı o narin kadın şimdi iki dev adamı adeta alaşağı edebilecek bir güce sahipti. Arkasındaki açık kapıdan kulaklarına dolan ambulans sesi tüylerini ürpertti. Tüm bu olayların ortasında olduğu kanepeye yığılmak üzere olan Kaitly Hebert’e doğru koşmaya başladı ve yaşlı kadın başını kanepenin altın renge boyanmış ahşap arkalığına çarpmadan önce ustalıkla araya avucunu yerleştirerek korumayı başardı.
Lena kendisine asırlar kadar uzun gelen bir süre boyunca Emily’nin yerde yattığı noktaya dalıp gitmişti. Yanında yatan yaşlı kadının sayıkladığını duyunca başını ona doğru çevirdi ve bir süredir ara verdiği işine devam ederek onun zayıf güçsüz bilekleri nazik dokunuşlarla ovalamaya girişti.

Odadaki hareketliliği ön kapıdan gelen polis sirenleri durdurdu. Herkes bir an için en yakınındakiyle göz göze geldi. İlk konuşan salonun kapısından girişi gözetleyen Christian’dı. Durumu özetleyen kısa bir cümle kurdu. “Şimdi mahvolduk.” dedi.
Dylan’a göre çil yavrusu gibi dağılan kalabalıktan kaç kişinin polisi aramış olabileceği meçhuldü. Kaç kişinin Emily’nin yaralandığını dahası elindeki hançeri gördüğü de. Bayan Bouchard bitmek bilmeyen bir nefretle defalarca onlara “Katiller,” demişti ki bu bile işin içine polisin karışması için başlı başına bir nedendi. Hastane işini o anda aklından silmişti. Üstelik John ve Marc da bu karara destek çıkarcasına Emily’nin yaralandığını göstermemek için genç kızı salonun uzak bir köşesine doğru sürüklemişlerdi.
John genç kızın elini sarmaya devam ederken kendinden emin konuşmaya başladı. “Matthew profesöre söyle geri dönsün, biz ona gideceğiz!” Matthew’in tekrar etmesine gerek yoktu. Sesi telefonun diğer ucundaki yaşlı adamın duyabileceği kadar yüksek çıkmıştı. Konuşmaya devam ettiğinde sözleri bu sefer yerde yanı başında kızına sarılmış oturan adamaydı. “Bir karar verin Bay Hebert. Çok vaktimiz yok hemen!”
Dylan başını çevirip genç adamın kararlı yüzüne baktıktan hemen sonra “Sana nasıl güveneceğim!” diye bağırdı. Adi Amerikalı sanki az önce aklından geçenleri okur gibi cevapladı.
“Güvenmek zorundasınız. Aksi halde asil soyadınız bile sizi bu durumdan kurtaramaz.”
Sarah Hebert öylece kalakaldığı yerde kendinden geçmiş bir vaziyette konuştu. “Dylan, kızımızı düşün,” Ardından kocasının ona bakmayan yüzüne doğru haykırdı. “Kahretsin ne diyorlarsa yap!”

Dylan iki ateş hattının ortasında kalmıştı. Ya ona güvenecekti ya da bu işi kendi nüfuzlu dostlarına ulaşarak halledecekti. Aslında sadece iki gün önce katilin kim olduğunu tahmin ettiği an bunu yapması gerekirdi. Fakat emin olmak istemişti. Emin olduğu an kendisine ihanet eden o pisliği kendi elleriyle öldürmek istemişti. Çalan zilin sesi ile intikam düşüncelerinden geçici olarak kurtuldu. Dostlarından hiçbirine ulaşması için yeterli vakti yoktu. Bu yüzden usulca başını salladı ve geleceğini bu Amerikalının ellerine teslim etmeyi koşulsuz kabul etti.
Artık her şey ve bu odadaki herkes Amerika’dan Kanada’ya ortağının intikamını almak için gelmiş Federal Soruşturma Bürosu’nun en ele avuca sığmaz saha ajanı John Parker’ın kontrolündeydi. John aklından yıldırım hızıyla geçen planı uygulamaya geçti. Emily’i babasının kollarından kopardı ve yavaşça kucakladı. Genç kadının hareketsiz bedenini bu ihanet denizinin ortasında güvenebileceği tek adama teslim etti. “Anderson çabuk ol! Arka taraftan çıkaracaksın!” dedi.
Marc ortağının ona doğru uzattığı kollarında yatan kadının ne kadar inkâr ederse etsin gözündeki değerinden emindi. Onu sevdiğini John’un Manhattan’daki boktan dairesinde geçirdikleri geceden beri biliyordu. Güvenini boşa çıkarmak istemiyordu. Kızı teslim alıp salonun kapısına doğru ilerledi. Dylan Hebert yerden destek alıp ani bir hareketle doğruldu. “Ne yani! Sen gitmiyor musun? Kızımı bu kim olduğunu bilmediğim herife mi emanet edeceğim. Ona güvenmiyorum.”
John son derece gerilmiş olan bedenini adama çevirdi. Kaskatı olmuş yüzünü kendisi ile neredeyse aynı boydaki yaşlı adamın yüzüne doğru iyice yaklaştırdı. “Ben güveniyorum!” dedi.
Hailey’de ayaklanıp arka kapıyı göstermek için koşar adım Marc’a eşlik etti. Matthew ise telefonla konuşmaya devam ederken John’a işaret edip peşlerinden hole çıktı. Çalmaya devam eden ana kapının önünden sessizce ilerleyip kütüphaneyi arkalarında bırakırlarken John ve Dylan duruşunu hiç bozmamıştı.
“Bir de kızımı sevdiğini söylüyordun!”
“Şuan görevde değilim ve açığa alındım. Kapıdaki üniformalılar aptal değil. Bana güvenin.”
Christian salonun kapısından ana kapının ardından duyulan hareketlenmeye kulak kesildi ve salondaki tartışmaya katıldı. Sesinin yüksekliğini ayarladı ve “Dylan bırak bildiğini yapsın vakit yok!” dedi. Dylan homurdanırken John ileriye doğru bir adım attı hemen sonrasında attığı adımını geri aldı. “Ve bilmenizi istiyorum ki kızınızı seviyorum! Biz Amerikalıların da sevme yetileri var!”
“Bir Kanadalı kızını değil. En azından benim kızımı değil!”
“Dylan Tanrı aşkına tek derdimiz bu mu?” Sarah Hebert’ın hayal kırıklığı ile dolu sesi bir fısıltı gibi çıkmıştı.
John cevap vermek yerine eğilip yerde duran tüfeği kaptı ve ona doğru uzattı. Dylan tüfeği iki eliyle sıkıca kavradı.
“Lena Bayan Hebert ile ilgilenmeyi bir süre için bırak ve perdeleri aç. Çabuk ol haydi!” Genç kız John’un kendisinden yapmasını istediği şeyi algılayınca koltukta baygın yatan büyükannenin yanından fişek gibi kalkıp az önce kapattıkları perdeleri sonuna kadar açtı. Perdelerden sonra verandaya açılan geniş kapıyı da araladı. John Dylan’ın önünden geçip elini az ileri de yerde oturan Sarah Hebert’a uzattı. Kadın bir nehir yatağında sürüklenirken gördüğü bir dala uzanır gibi tuttu elini. “Sakin olun lütfen, şöyle geçip oturun.” Kadının biraz olsun rahatlayan bedeni salınarak kanepelere doğru ilerledi.
Hailey koridorda Marc’ın önünde ona yolu göstermeye devam ediyordu. “Bu taraftan, “ dedi servis kapısını açarken.
John salonun kapısından çıkıp koridorun sonunda Matthew’in o anda arkalarından kapatmak üzere olduğu servis kapısına göz attı. Malikânenin ana kapısında dikilirken yanına gelen Dylan’a döndü. Yaşlı adam ilk kez çaresiz dahası teslim olmuş izlenimi veriyordu.  “Bay Hebert sizin duruşunuz çok önemli. Zor bir durum biliyorum ama sakin olun ve sadece ben ne dersem onaylayın.”
Servis merdivenleri alt katta evin batı tarafında kalan garaja inen merdivenlere bağlanıyordu. Matthew onları bir alt katta mutfağın açıldığı bahçe kapısında durdurdu. “Marc ben garaja iniyorum arabayı çıkartacağım, siz bu taraftan arka bahçeye çıkın. Hailey sen de yanlarında kal.” dedi.
John Christian’ın yanında büzüşmüş duran hizmetçi kıza fısıltıyla seslendi. “Sen. Kapıyı aç!” Porti’nin eğer Christian cesaret vermese yerinden kıpırdayacağı yoktu. Attığı korku dolu küçük adımlarla John ve Dylan Hebert’ın yanına vardı ve iki adım önlerine geçip derin bir nefes alarak kilide uzandı. 
Devasa kapı sonuna kadar açılırken, görkemli ev ve kaçaklardan geriye kalanlar bir düzine polisle karşı karşıya kaldı...
❥❥❥
Marc yol boyu Matthew’in verdiği numaradan profesörle konuşmaya devam etti. Adam bağlantıyı kesmemesini kendisinden özellikle rica etmişti. Arka koltukta yatan Emily’nin durumunu her dakika kontrol edip rapor vermeye devam ederken adamın tarif ettiği yoldan kısa sürede gizli muayenehanesine ulaştı. Profesörün söylediği bir noktadan girdi ve aracı çevresi ağaçlarla dolu iki katlı bir yapının arka tarafına çekti. Telefonunu kapatıp cebine attı ve araçtan inip arka kapısını açtı. Hareketsiz yatan kadının kravatlarla sarılı elinin şişliğini fark etti.
“Hayır, olamaz!”
Kızı hızlı bir şekilde kucakladı ve kendisine yapması söyleneni yaptı. Evin arka girişindeki aralık kapıdan tuhaf görünümlü binaya girdi. Hiç bir şey düşünemiyordu, eğer Emily şoka girer ya da daha kötüsü ona bir şey olursa John’un kendisine yönelecek olan gazabından endişe duyuyordu. Dahası bu işi başaramazlarsa şimdi bir de en önemli tanıklarını kaybedeceklerdi. Bir kaç basamak attıktan sonra geniş ve uzun bir koridora çıktı. Marc Anderson zamanla yarışmak zorunda olduğunu başından beri biliyordu bu yüzden hiç düşünmeden koridorun sonundaki kapıya doğru tüm dikkatini vererek ilerledi. Ceketine yapışan eli hissettiği an rahatladı. Tanrı’ya şükür kız hala hayattaydı.
“Beni nereye götürüyorsun Anderson!” diye soran korku dolu yüze yaklaştı ve kollarında çırpınmaya başlayan Emily’i sabit tutmaya çalışırken “Sakin ol! Çok az kaldı, birazdan hepsi geçecek.” diye yanıtladı. Önündeki kapıyı sert bir tekme ile açarken içinden umarım, dedi. Umarım hepsi geçer...
❥❥❥
Üzerinden çok uzun zaman geçmediği halde gözümüze oldukça uzun bir zaman geçmiş gibi görünen o günlerin hepsi ama hepsi yaşananları sadece birer anı olarak görmek istediğimizdendir. 
Emily Amerika’nın aşk adasında o okyanusun taze kokusunu içine çeker gibi derin bir nefes alırken gece boyunca sayısız kez yaptığı gibi bir daha sayıkladı. “Beni bırakma John.” Sabahın ilk ışıklarında saçlarını okşayan elin varlığını hissetti. Büyük bir savaşın ve küçük hayallerin arasına sıkışıp kalmış gibi ürkerek gözlerini araladığında tepesinde dikilen sanki asırlardır beklediği o yüzü gördü. Elini alnından çeken adam yeni aralanan gözlerine bakıp bir başka gülümsüyordu. Uzamış sakalları mavi gözlerini daha da koyulaştırmıştı. Ne okyanus ne de o kumsal yoktu. Nerede olduğunu bilmediği bir yerdeydi ama bunların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan tek şey vardı ve o buradaydı. Emily onun başının hemen yanında asılı duran serum şişesini fark etti. Boynunu büyük bir acıyla sağ yanına çevirdiğinde ucundaki şişeyi tutan uzun metal bir çubuğun yanı başında yükseldiğini gördü. Endişe dolu bir sesle “John,” dedi.
“Buradayım, yanındayım Emily.” İşte bu söze gerçekten ihtiyacı vardı. Doğrulmaya çalıştı. “Ne-neler oluyor?” Başı yastıktan kalkamadan adam omuzlarına hafifçe dokunup onu engelledi. “Her şey geçti. Küçük bir kaza geçirdin.”
Hiçbir şey hatırlamıyordu. Yüzünü buruşturdu. “Balayında kaza mı yaptık?”
“Balayı mı?” Genç adam bir an durup kendi sorusuna cevap aramak yerine onun sorusuna yönelmeyi seçti. Hala yorgun ve kendinde değil gibi görünüyordu. “Şimdi senden sakin olmanı istiyorum. Yaralısın,”
Yaralı! Genç kadının tedirginliği bir çığ gibi hızla büyürken nerede olduğunu öğrenmek için panikle etrafına bakındı. Bir hastane odasında yatıyordu. Başını hafifçe kaldırıp çelimsiz bedenine baktı, üzerindeki örtünün altında bacakları iki ince çubuk gibi belirmişti. Aniden elini fark etti. Dirseğine kadar sargı içerisindeki eli hareketsizce yanında duruyordu. Kıpırdatmaya çalıştığında ise tarifi güç bir acı hissetti.
“Elim, elime ne oldu?” Tam olarak o karışık kâbusların ortasında dururken kendisini yapayalnız hissediyordu. Sanki John’un bile ona erişemeyeceği kanla dolu bir fanusun içerisinde durmuş çırpınmadan sessizce boğulmayı bekliyordu.
“Elinde derin bir kesik oluştu ama güven bana doktor gereken her şeyi yaptı. Hareket ettirme lütfen dikişler zarar görebilir. ” Hareket ettirmek mümkün değildi zaten. Adamın yüzüne bakıp o muhteşem anlardan bir iz aradı. Yoktu. Hayal ile gerçeği birbirinden ayırmaya çaba sarf ederken sessizliğini korudu. John küçük ve korumasız bir kız çocuğu ile konuşur gibi oldukça yumuşak bir tonla konuştu. Bir kaç saat önce neredeyse onu kaybetmek üzereydi. “Dün gece olanları hatırlayabiliyor musun?”
Emily yattığı yerden onun yüzüne boş gözlerle bakmayı sürdürdü. “Ben... Pek değil.” Genç kadın seruma bağlı olan diğer kolunu oynatmaya çalıştı. Elini yüzüne götürüp sessizce ağlamaya başladı, kısa bir süre sonra hıçkırıkları şiddetlendiğinde koluyla gözlerini kapattı.
“Sakin ol, hepsi geçecek.” Kolunu tutan ele karşı koymadı. Gözlerini açıp üzerine eğilmiş yüze baktı. “Neler olduğuyla ilgili bir bağlantı kuramıyorum.”dedi.
“Acıların bile bizimle örtüşmediği zamanlar vardır. Bazen hissetmekte zaman alır.”
Ağlaması kesilir gibi olduğunda uzanıp adamın sert sakallarına dokundu. Elini çenesinde gezdirmeye devam ederken “Gitmeni istemiyorum,” diye fısıldadı ona.
John an bile geçirmeden sahiplenici bir ifade ile konuştu. “İstesen bile gitmiyorum!”
Başka zaman olsa genç kadın bunu oldukça kaba bir cümle olarak tabir ederdi fakat şimdi onu mutlu etmeye yetmişti. Şu halde bile… Kapının açılıp yaşlı bir adamın içeri süzüldüğünü fark edemedi. Ta ki odanın ortasına gelip de konuşana kadar.
“Hırçın hastamız nihayet uyanmış,” Emily o yabancı sesi işittiğinde doğrulup sesin sahibine bakmaya çalıştı. John’un yakası açık gömleğine tutunurken saçları adamın göğsüne doğru dağılmıştı. “Bu adam, bu adam beni öldürmeye çalıştı.” dedi.
Bu yakınlıktan gayet mutlu olan John onun elini tutup dudaklarına götürürken yaşlı doktora göz kırptı. “Sahi mi? Öldürmeye mi çalıştı?”
Emily o kadar şaşkındı ki ona bu kadar yakın olduğunu hatta soğuk eline temas eden o sıcak öpücüğü bile hissetmemişti. İnatla tezini doğrulamaya çalışıyordu. “Evet bana bir zehir verdi. Yemin ederim…” Bir an yüzü düştü, yoksa bu da mı bir rüyaydı?
“Şoka girmiştiniz genç bayan. Elinize acil müdahale etmem için sizi uyutmak zorundaydık.”
John keyifle onu yatıştırmaya devam etti. Kıza biraz daha sokulup arkasındaki yastığa uzandı ve onu duvara dayadı. Emily yavaşça arkasına yaslarken, John dağınık saçlarından yüzüne düşen bir tutamı genç kadının kulağının arkasına yerleştirdi ve durup dikkatlice gözlerinin içine baktı. “Emily bu Profesör Freddy. Alberta Üniversitesi’nden Matthew’in hocalarından biri. Seni özel muayenehanesine kabul ettirmek için kendisini zor ikna ettik.”
“Profesör mü? Yani siz şey değil misiniz? Papaz. Papaz değil misiniz?”
“Papaz mı?” Adam ağız dolusu bir kahkaha attı. “Sizi temin ederim kilise ile bir alakam yok. Laf aramızda kilise dualarına bile doğru düzgün katılmam.”
“Ya...” Emily bir süredir aralık kalan dudaklarını sımsıkı bastırdı.
“Şu serumu da çıkaralım artık.” Profesör yatağın etrafını dolaşıp başucuna gelmişti bile. John hiç istemese de doğrulup adama işini yapması için izin verdi. Emily’nin ikna olmak için başka cevaplara da ihtiyacı vardı. “Peki ya postacı?” diye sordu bu sefer.
“Buradayım merak etme.” Başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde Marc Anderson’u kapıya yaslanmış el sallarken ve arsızca sırıtırken gördü. Bu sırada kolundaki kordondan da kurtulmuştu. “Ah! John o, işte o.”
Yaşlı adam sesli bir şekilde homurdandı. “Galiba genç bayan hepimize tuhaf lakaplar takmış. Her neyse dikişler alınana kadar elinizi kullanmak yok. Ben öğleden sonra pansuman için tekrar geleceğim.” Yanı başındaki adamın sesi kulağına çok uzaklardan geliyor gibiydi.  Elbette hapsolduğu fanusun dışından. Muhtemelen işittikleri hala bu yüzden bir yankıdan öteye gidemiyordu. Doktor ayakkabılarının topuklarından çıkan tuhaf sesler eşliğinde geri dönüp odadan çıktı. Yaşlı adam kapı aralığında gözden kaybolduğunda Marc onun ardından kapıyı kapatıp yatağın ayakucuna doğru yaklaştı.
Emily başını önüne eğdi ve tüm sorularında muhatap aradığı kişiye bambaşka bir soru sordu. “John biz Hawaii’ye gittik mi?” derken çarşafın ucunu çekiştiriyordu.
Genç adam yatağın kenarına oturup bir cevap bekleyen su yeşili gözlerin hâkim olduğu yüzü avuçladı. “Hawaii mi? O da nereden çıktı şimdi?” Emily’nin dört dönen meraklı gözleri adamın iri parmaklarını tek tek kontrol etti. Ortada yüzük falan görünmüyordu.
“Gerçekten iyi olduğuna emin misin sen?”
Emily yutkundu ve başını kaldırıp onun endişeli yüzüne baktı. “İyiyim,” dedi. Evliliklerinin de o muhteşem aşk adasındaki balayının da bir hayalden ibaret olduğunu sonunda idrak edebilmişti. Ne zaman genç ve tecrübesiz aptal âşıklara dönüşmüştü. Rüyaların gücüne inanırdı ama doğrusu bu kadarı da durumu abartmaktı. Kalbinde devasa bir balonun patladığını hissetti. Bütün kötü hava ciğerlerine dolmuş gibi bezgin bir tonda ve sesli bir şekilde iç çekti. Yüzünden hızla akan tuhaf ifadeler odadaki iki adamı göz göze getirdi.
“Bana neler çektirdiğini bilmelisin ortak.” John sitemkâr ortağının sözleriyle dudakları keyifle kıvrılırken “Eğer onun canını yaktıysan kafanı kırarım!” diye cevapladı.
Konuya dâhil olan Emily kısılmış gözleriyle iki adama da ölümcül bakışlar attıktan sonra “Yaktı!” dediğinde John tek kaşını kaldırıp Marc’a muzipçe baktı. “Artık bir kafan yok Anderson.”
Genç adam ellerini pantolonunun ceplerine sokup makul bir açıklama getirmeye çalıştı. “Başka çarem yoktu. Şu halime bir bakın.” Emily onun yanağındaki çürüğe baktı. “Ne? Ben mi yaptım yani? Bu çok saçma.”
John avucundaki eli bırakmadan “Jasmine Bouchard’ın yaralandığını hatırlıyor musun?” diye sordu.
Emily odadaki tek küçük ve kirli pencere çevirdi başını. Boynundaki acıyı tekrardan hissetti. Uyuduğu altı saatlik derin uyku, yediği serumlar ve son olarak duyduğu isim aklını başına getirmiş olmalıydı çünkü anıları büyük bir hızla tazeleniyordu. Kalabalığın ortasında dikilirken yerde kanlar içerisinde yatan Jasmine’i gördüğünü, sonra Marc Anderson’un kendisine doğru koşarak gelen siluetini, yaklaştıkça olması gerekenin aksine nasıl da küçüldüğünü,  adamın ayaklarının dibinde çömelmiş vaziyette dururken uzanıp yerden aldığı ve iç cebine attığı altın renkli parlak hançeri, babasının kollarını çekiştirdiğini, hatta çılgın gibi etrafta koşturup mektubu ararken onu engellemek isteyen birinin yüzüne attığı yumruğu, taze bir acı içini kaplarken yere yığılıp kendinden geçtiği o son anı, hepsini anımsıyordu şimdi.
Katil yakalanmış mıydı? Jasmine yaşıyor muydu? Mektup bulunmuş muydu? Hepsi büyük bir soru işaretiydi. Gerçek olan tek şey ise Anderson’un aslında onun hayatını kurtarmış olduğuydu.
“Özür dilerim,” dedi dudaklarını büzerek. “Şey sanırım o yumruğu ben atmış olabilirim.”
Marc bir eliyle yüzünü gösterirken alayla karışık konuştu. “Sorun değil, sayende yüzüme renk geldi. Bu arada yumruğun da epey kuvvetliymiş.”
“Peki beni neden buraya getirdiniz? Yani neden bir hastaneye değil de...” John’un cebinden çıkardığı şeffaf bir poşetin içinde duran o tanıdık hançer elinden sonra sözünü de kesti. Kimse konuşmayınca Emily devam etti ve “Bunu nereden buldun?” diye sordu ürkek bakışlarla.
“Hançer senin elindeydi. Kendini bununla yaralamışsın. Tabi bir de Jasmine Bouchard var. Buna oldukça benzer bir bıçakla yaralanmış.”
Emily kuşku dolu bir sesle konuştu. “Benzer mi? Seni tanıyorum artık. Gözlerin tam da bununla yaralanmış olduğunu söylüyor John.”
“Bayan Bouchard kızını senin öldürmeye çalıştığını düşünüyor. Olaydan hemen önce onu tehdit etmişsin.”
“Bu delilik. Ben sadece o aptalın gözünü korkutmak istedim. Onu ben yaralamadım. Bana inanmak zorundasınız!”
Marc sessizliğini bozarak araya girdi. “Emily sana yardım etmek için buradayız. Bize yardım et. Biz de sana. Bu hançeri nereden buldun?”
Genç kadın sıkıntıyla elini saçlarının arasından geçirdi. “Sanırım bir şeyler söylemeliyim ve bunlar tamamen iyi niyet barındırmalı. İçinde bulunduğumuz durumla her ne kadar zıt olsa da, hatta delirdiğimi düşünecek olsanız da deneyeceğim.“ Nerden başlayacağını bilmiyordu bu yüzden konuya ortasından dalıverdi.
Yaralı elindeki sargıya dokundu ve “Pekâlâ, bana onu Postacı verdi.” dedi.
John bir an duyduğuna emin olamadı. “Anlamadım kim verdi?”
“Postacı verdi.”
İki adam da beklenmedik bu cevap karşısında birbirlerine bakmaktan öteye gidemediler. Emily sakince konuşmaya devam etti. Konuşurken detayları da bir bir hatırlamaya başladığını fark ediyordu. “Saat epey ilerlemişti. Gecenin sonu yakındı belki de. Masamda adımın yazılı olduğu bir zarf gördüm. Ve işte içinden bu hançerle birlikte tuhaf bir mektup çıktı.”
Marc “Mektup diye tekrar edip durduğunu hatırlıyorum.” diye onu onaylarken John “Mektubun Postacı’dan geldiğine nasıl emin oldun?” diye sordu.
“Çünkü tüm o saçma sapan şeylerin sonunda yani imza kısmında öyle yazıyordu. Fakat sorun şu ki hiçbir şey el yazısıyla yazılmamıştı.”
“Nasıl yani?”
“El yazısı değildi işte, kitap ya da gazete parçalarından birleştirilmiş gibiydi, dergilerde kullanılanlar gibi parlak kâğıt değildi bu yüzden böyle düşünüyorum.” Mektubu iyice gözünün önüne getirmeye çalıştı, biraz daha az içmiş olsa muhtemelen işi daha da kolay olacaktı. “Bazıları tam bir kelime bazıları hece hece birleştirilmiş gibiydi. Bilmiyorum, hatırlayabildiğim bu. Hatta belki de benim kitaplarımdan birini bile kullanmış olabilir.”
John anlamsızca başını salladı. “Emin misin?”
“Mektup ve hançerin içinde olduğu zarfın üzerinde adım yazılıydı. Yine el yazısıyla değildi fakat benim için tanıdıktı. Özel bir karakterde, italik ve kırmızı renkteydi. Tüm kitaplarımın kapağında kullandığım gibi. Eğer o mektup bir kitaptan parçalanarak oluşturulmuşsa bu muhtemelen benim kitabım olmalı.”
John yataktan kalkıp küçük pencerenin önüne geçti ve bir süre ses çıkarmadan dışarıyı izledi. “Yani birinin senin kitaplarından birini ya da bir kaçını kesip bunları bir araya getirerek sana mektup yolladığını söylüyorsun.”
“Evet. Demek istediğim tam olarak bu.”
Elindeki hançeri tekrardan cebine attıktan sonra yüzünü genç kadına döndü. “Neler yazdığını hatırlayabiliyor musun?”
“Mektubun biçimi beni o kadar çok hayrete düşürmüştü ki, birkaç yeri hariç geri kalanını hatırlamıyorum. Papaz’a hizmet ettiğini söylediği bir kısım vardı. Ve bu sefer benim için geldiğini iddia ediyordu.”
Sırtını arkasındaki cama yaslandı. “Peki, geldi mi? Onu gördün mü?”
“Hayır görmedim. Yani bilmiyorum biraz fazla içmiştim tamam mı, işin aslı görmüşsem bile hatırlamıyorum.”
“O zaman geldiğine nasıl emin olabiliriz Emily?”
Önce Marc’a sonra da John’a kısa bir bakış attı. “Ben dün gece geldiğine eminim. Çünkü...”
İki adam da beklerken son kelimeyi merakla tekrarladılar. “Çünkü...”
Emily üzerindeki çarşafı kaldırıp göz ucuyla içine baktığında dün geceki elbisesinin hala üzerinde olmasından dolayı sessizce şükretti ve ardından örtüyü beline kadar açtı. Söylediklerini desteklemesi için önce o elbiseyi ortaya çıkarması gerekiyordu.
“Çünkü o kahrolası mektubun sonunda kırmızının bana ne kadar yakıştığı yazıyordu.”

❥❥❥
Profesörün kana bulanmış sargıdan kurtardığı çıplak elini görünce başını sol yanına çevirdi. Daha fazla bakmak istemiyordu. Artık baktığı her yerde tüm gördükleri midesini bulandırır olmuştu. Kendisine bunu yapanın o psikopat katil olduğuna bu kadar eminken Marc bunu girdiği şok sırasında kendi kendine yaptığı söylemişti. Hatırlayamıyordu. Tüm olanları son bir kaç saat içinde anımsamış olsa da canını umarsızca yaktığı o anı bir türlü hatırlayamıyordu.

Adamın büyük bir dikkatle tutuğu eline doladığı temiz beyaz sargıyı göz ucuyla takip etti. Kesiğin üzerine dolanan her bir kat ona yaşananları da unutturabilseydi keşke. Profesör pansumanı yaparken bir yandan da genç kadını rahatlatacağına emin olduğu bir şeylerden konuşmaya devam ettiyse de kulaklarındaki dinmek bilmeyen uğultu yüzünden Emily onun telkinlerinden sebeplenemedi.
“Oldukça derin bir kesik. Kemiğe gelmediği için çok şanslıymışsınız. Ama az da olsa bir iz kalacaktır.”Ve o iz bana ömrümce bu yaşanacakları hatırlatacak, diye düşündü genç kadın. Asla ama asla unutturmayacak!
Profesör Freddy sıkıca sardığı sargıyı başparmağının çevresinden dolayıp bileğine doğru çıkardı ve burada da var olan birkaç hafif kesiğin üzerinden geçirip yine dirseğine yakın bir yere kadar çıkardı. İşini tamamladıktan sonra genç kadının elini yavaşça serbest bıraktı. Emily kucağında duran sargılı eline kim olduğunu –henüz- bilmediği düşmanının yüzüne bakar gibi nefretle baktı. Doktorun oturduğu taburesinden kalkarken geçmiş olsun, dediğini işitti. Sahi geçmiş miydi?

Nedense içinden yükselen acımasız fakat dürüst bir ses ona her şeyin yeni başladığını söylüyordu…
❥❥❥
Burası tuhaf bir yerdi, Emily bir profesöre ait olduğunu hatırlayınca bunun o kadar da kötü bir kombin olmadığını düşündü. Doktor Freddy iki katlı bu eski evinin alt katının tamamını kendisi için bir muayenehaneye dönüştürmüştü. İkinci katın ise kalan ömrünü geçireceği yuvası olduğunu söylemişti. Genç kadın üst kata ilk çıktığında yuvaya ait bir şeyler görmeyi bekledi. Bir eş, olması gereken çocuklar. Hiçbiri yoktu. John’un anlattığına göre doktor karısının ölümünden sonra evi şimdiki haline dönüştürmüştü. Beyaz ve metalin izleri üst kata çıkan merdivenlerin sonunda gözden kayboluyor yerini koyu renk ahşaba bırakıyordu. John kulağına “Karaağaç,” diye fısıldadığında onun dendroloji hatta botanik hakkındaki bilgisine hayran kalmıştı. Onda babasının marangozhanesinde çalışan bir çıraktan daha fazlası vardı ve Emily tüm bu bildiklerini babasının ölümünden sonra ona beslediği sevgi ve hayranlılıkla öğrendiğine emindi.
Alt kata hâkim olan tablolar gibi bu kata da çeşitli maketler hâkimdi. Kapı altından loş bir ışığın süzüldüğü odaya girdiklerinde genç kadın odanın havasını yumuşatmış olan şömineye doğru yaklaştı. Koyu yeşil renkte kadife kumaşla döşenmiş koltuklar herkesin ilk bakışta anlayacağı gibi antikaydı. Ona eşlik eden aynı kumaşla kaplı sallanan iki koltuk genç kadını hüzünlendirdi. Çiftin hiç çocukları olmamıştı, şöminenin üstündeki rafa dizilmiş fotoğraflar bunun kanıtıydı. Ortadaki dikdörtgen çerçevenin içersindeki fotoğraf en yakın tarihte çekilmiş olanı olmalıydı. Belki de birlikte çektirdikleri son fotoğraflarıydı. Yüzleri birbirine değiyordu ve beyaz saçları birbirlerine karışmıştı. Güzel bir ana gülümsüyorlardı. Şömineden odanın içine yayılan sıcaklık iyice artmıştı. Emily sallanan koltuğun ritmine kapılmışken iyice gevşediğini hissetti. Aralanan kapıdan çıkan ses onu uzun süredir baktığı resimden kopardı.
“Nereye kayboldun?” dedi.
“Biraz da içimiz ısınsın.” John elindeki tepsi ile içeri girerken gölgesi duvarda bir deve dönüşmüştü.
“Gittiğini düşünmüştüm,” Emily elini sallanan sandalyenin koluna dayadı. Yana yatırdığı başından omuzlarına dökülen kızıl saçları göz alıcıydı.
“Gitmek mi? Asla. Sana gitmeyeceğimi söylemiştim.” Onu cevaplarken tam önünde durup gözlerinin içine bakarak dikilmeye devam ediyordu. Genç kadın ilk kez onun heybetli görüntüsünden korkmadı. Hatta katil ile arasında var olduğunu bildiği böyle devasa bir dağ onun içini rahatlatmıştı. John keskin bir hareketle eğilip tepsiyi ona uzattı. “İçine bir miktar zehir de koydum.”
Emily’nin dudakları hafifçe kıvrıldı. “Benimle alay ettiğine pişman olacaksınız bayım.” Uzanıp kupayı kavradı ve dumanı tüten kahveyi dudaklarına götürdü. “Enfes bir zehirmiş,” dedi ilk yudumundan sonra. John önce kıvrılan sonra da bardağın kenarına değen dolgun dudaklarını izledi. Tadını zaten biliyordu, aklından hiç çıkmamıştı. Tam karşısındaki diğer sandalyeye geçip kuruldu.
“Eminim Doktor Freddy bana zehir diye konyak içirdiğini bilmiyordur.”
John sırıttı. “Aksine. Kendisi teklif etti.”
“Hı hı. Eminim.”
Yüzünde ciddiyetle uzaktan yakından bir alaka olmasa da “Ciddiyim,” diye cevapladı. Emily de aynı sulu ciddiyetle ona başını salladı. “Sana yürekten inanıyorum.”
“Biliyor musun bir kaç saattir aklımı kurcalayan bir şey var.”
Emily sandalyenin arkasına yaslanıp başını tavana kaldırdı ve sesli bir şekilde üfledi. “Katil veya cinayetlerle alakalı olduğuna bahse girerim,”
John ona göz kırptı. “Kaybedersin.”
“Mümkün,”
“Aslında kafamı kurcalayan şey daha çok bir kelime.” Genç kadının alevlerin oynaştığı yüzüne baktı. “Balayı,” dedi ve tepkisini ölçmek için bekledi.
Ölçüm tam da istediği gibi sonuçlanmıştı. Emily’nin hiç beklemediği anda işittiği bu kelime paniklemesine sebep oldu. Aklından o muhteşem rüyaya ait görüntüler geçerken sandalyenin koluna dayadığı elindeki kupayı unutup bir an için hareketlendi ve az da olsa sıcak olan kahvenin bir kısmı kucağına döküldü. Telaşlanıp ayağa kalktı. John elindeki kupayla birlikte genç kadının elindekini de alıp bir kenara bıraktı. Tek eliyle beyaz elbisesinin önündeki lekeyi silmeye çalışmasını seyrederken mırıldandı. “Bütün gece bunu sayıkladın Emily.”
Yaptığı gülünç işe devam ederken çatık kaşlarının belirgin olduğu yüzünü kaldırıp ona baktı. “İlaçlar yüzünden olmalı, insanın olmayacak şeyler görmesine sebep oluyor.”
“Olmayacak mı?” Tekrar keyifle yerine oturdu ve genç kadının saçmalamasını büyük bir hayranlıkla seyretti.
“Elbette, bir düşün. Yirmi yedi yaşıma girmeme bir hafta kaldı. Babam beni muhtemelen reddedecek. Aile itibarımız yerle bir. Öldürülmeye çalışıldım. Üstelik cinayete teşebbüsle bile yargılanabilirim. Söylesene kim benimle evlenip de balayına gitmek ister? Yani mantıklı hiçbir adam…”
John ani bir hareketle uzanıp onu belinden yakaladı ve kendine çekti. Emily tıpkı bir çuval gibi onun kucağına yığıldı. Genç kadının gözleri bu hareket karşısında sonuna kadar açıldı. “Şu an bana öyle bir bakıyorsun ki tatlım tepemden boynuzlarım çıkmış olmalı.” Ses çıkarmadan aynı şaşkın ifadeyle onun yüzüne bakarken küstah adam kendisi ile birlikte onu sandalyede sallandırmaya başlamıştı. İyice panikleyen aklı ona bu uygunsuz durumda hiç olmayacak bir kelime söyletti. “Yanıyorum,”dedi.


John tek kaşını yukarıya doğru kaldırıp düşünceli bir ifade takınırken kadının kucağındaki kahve lekesine baktı. Tekrar göz göze geldiklerinde genç kadın onun gözlerinde şöminedeki alevlerden bile daha kor bir ateş gördüğüne emindi. Adam “Bende yanıyorum.” diye fısıldadı…
Kapıdan gelen ses bu zamansız yangını adeta dizginlemişti. “John içeride misin?”
Mantıklı bir adam olduğunu sandığı ortağının bu akıldan yoksun sorusu onu kızdırdı ve kapının dışındaki işgüzarı aynı yoksun zekâ düzeyinde cevapladı. “Hayır Anderson, New York’a geri döndüm.”
Emily yakalanma korkusuyla yaralı elini sabit tutmaya çalışarak onun kucağından kalkarken kapının ahşap yuvarlak tokmağı da temkinli bir dönüş yapmak için hareketlenmişti. Marc başını uzatıp içeri baktığında ilk olarak şöminenin önünde ayakta durmuş gülümseyen yüzüyle kendisine bakan Emily’i gördü hemen sonra da yanındaki koltukta çatılmış kaşlarının altından öfke saçan John’u. Koltukta hızlı bir tempo tutturmuş ileri geri sallanan haliyle oldukça komik görünse de Marc gülümseme cesaretinde bulunmadı. Bunun yerine en sevimli halini takınıp elindeki cep telefonunu salladı.
“Emily, Bay Hebert arıyor. Yarın sabah seni görmek için gelecekmiş.”
Konuşmak için Marc’ın uzattığı telefonu alıp odanın dışına çıkan genç kadının ardından “Anlaşılan Dylan Hebert da yanıyor.” diye fısıldadı.
“Her ne diyorsan anlaşılmıyor?”
“Senin diyorum Anderson, senin canına okuyacağım!”
❥❥❥

Fort St. John şehrine sadece birkaç kilometre kala mesafede bulunan Charlie Gölü insana tarifsiz bir dinginlik sunuyordu. Sudaki eşsiz huzur insanı esir alırken en kor kalbi bile usulca söndürebilecek o tılsımı da korkusuzca içinde barındırabiliyordu. Profesörün bu gizli sığınağı, çocukluğuna ait sayısız anı ile dolu olan bu yerin neredeyse dibinde olması Emily için büyük bir şanstı. John ve Marc bu güzel sabahta sıkıcı işleri için evden ayrılırken babası da geçici olarak nöbeti devralmıştı. İçinden geçtikleri daha çok kampçıların uğrak yeri olan ve gölün güneybatı yakasında kalan eyalet parkı ise genç kadının aklına birçok anıyı da beraberinde getirmişti. İşte çocukluğunun bir parçası olan bu park, geldiği her sefer de kendisini uzun yıllar öncesine götürmeyi başarıyordu. Balık tutmayı burada öğrendiğini zamanları anımsadı. O muhteşem sene, yaz okulunun bitmesinin ardından ablası ve babası ile birlikte buraya gelmişlerdi. Tabi büyükannelerinin gözetiminde hazırlanan piknik sepetleriyle birlikte. Hailey o gün ilk kez büyük bir kadın gibi davranmış ve büyük bir özenle hazırladığı sepetteki yiyeceklerden harika bir masa donatmıştı. Gün boyu bütün gürültüyü çıkaranın kendisi olmasına rağmen balık tutmadaki başarısızlığını onlara yüklemişti. Oldukça kabiliyetli bir kız olduğu hakkında yaptığı ısrarlı konuşmayı dün gibi hatırlıyordu. Tıpkı bir sonraki sene ateş yakmaya çalışırken çadırı tutuşturduğu gün gibi. Hailey marifetliydi, Emily her zaman becerisiz.
Şimdi yıllar sonra bir kez daha öğreticisiyle birlikte buradaydı. Babasının durgun hali gözünden kaçmadı. “Yokluğumu polislere nasıl açıkladınız?”
“Bay Parker bir şeyler düşündü. Amerika Birleşik Devletleri’nin iç istihbarat birimi tarafından üzerinde çalıştıkları bir dosyadaki mevcut tek tanık olman sebebiyle koruma altına alındığını söyledi. Şu arkadaşı olan genç adam tarafından.”
“Ama bu, bu düpedüz yalan!” Ve bu yalanın iki ülke teşkilatları için bir soruna sebep olmamasını umdu. Daha yolun başında olan aşkları ile birlikte kendileri de çıkmaz bir sokağa girmişlerdi. Hatta zavallı Anderson’un bile başı belada sayılırdı.
Kamp çadırlarının arasından gölün kenarına doğru ilerlemeye devam ederlerken ılık bir hava olmasına karşın Emily içinin ürperdiğini hissetti. Ateşli bir hastalıktan yeni çıkmış gibiydi belki de fazlasıyla kaybettiği kan yüzünden böyle titriyordu. Sırtından kayıp beline düşen toprak rengi şalı tek eliyle örtmeye çalışırken babası gövdesine örtündüğü kumaş parçasını tutup omuzlarını tekrardan sıkıca sardı. Kozasının içinde doğru zamanı bekleyen bir tırtıl gibi göründüğüne emindi. Dylan, iri ve sıcak avucunu küçük kızının soğuk yanağına götürdükten sonra gözlerinin içine bakarken bir süre konuşmadan bekledi.
Ailesini belki de en çok küçük düşürdüğü günlerde olmalarına karşılık Emily babasının gözlerinde ilk kez katı bakışlar görmedi. Yumuşak ve sevgi dolu bakışlarının arasında baş gösteren farklı bir duygu gördü. Endişe. Hâlbuki yol boyunca dinleyeceği nasihatlerin olacağını düşünmüştü. Dylan başına bir öpücük kondurup onu kendine doğru çekti. “Beni affet kızım,” dediğinde Emily babasının görmeye alışık olmadığı ifadesine oldukça şaşırdı.
“Baba merak etme, iyi olacağım.” dedi onu biraz olsun sakinleştirmek istercesine. Onun kolunun altına girip sokuldu. “Senin bir suçun yok biliyorsun hepsi benim suçum. Bu işe kendim bulaştım. Danışanlarıma hayatlarındaki insanlar hakkında nasihatler verirken kendi hayatımdaki insanın gerçek yüzünü göremedim. Sonra da her şey bir anda tepetaklak oldu. Ama John, o iyi biri. Ben ona güveniyorum.”
“Güvenmekten başka çaren yok da ondan.” Dylan kızını yerini bile bilmediği izbe bir muayenehaneye götürmelerine razı olduğu dakikaları hatırlayınca öfkelendi.
“John ile oynadığımız bu oyun bir yanlışı başka bir yanlışla kapatmak içindi.” Yaralı elini göstermek için hafifçe kaldırmaya çalıştı. “Ama bu ihtimaller dâhilinde değildi. O gece yaşananlarda... ”
Gölün kenarında ilerlemeye devam ettiler. Emily koluna girip babasının sıcağından çalarken konuşmaya devam etti. “Bu işten sıyrılmam için artık sonuna kadar gitmem lazım. Katil bulunmadıkça ya da Jack ortaya çıkmadıkça ben hep suçlu görüneceğim.”
“Sen masumsun Emily, fakat ben... Ben tüm bu olanlara sebep oldukça...”
“Baba Tanrı aşkına senin ne suçun olabilir ki?”
Dylan cevap vermedi. Bunun yerine kızını gölün kıyısındaki boş bir banka oturttu. İkisi de bir süre suyun durgun yüzeyini seyrettiler. Uzakta gölün içinde bir kaç kano belli belirsiz ilerliyordu. İki genç oğlan ise az ilerideki iskelenin ucunda gülüşerek balık tutuyorlardı. Emily mırıldandı. “Kötülük gücünü nereden alır?”
“Kötülük denilen şey bir anda ortaya çıkmaz kızım. Zamanla insanın içinde beslenir. Kimse bir gün uyandığında artık kötü olmaya karar vermez. Tıpkı ektiğimiz tarla ve diktiğimiz fideler gibi zamanla büyür.”
“Haklısın galiba. Biliyor musun John, aynı tip cinayetlerin yıllar öncede işlendiğini söyledi. O zamanda bir sürü kadın benzer şekilde öldürülmüş. O dosyayı tekrar açıp şuan ki dava ile birleştireceklermiş. Sabah sen gelmeden önce bir başka tanıkla görüşmeye gideceklerini söyledi. Ne bulacaklar merak ediyorum. Bilmiyorum keşke Jack saklandığı yerden çıksa ve yani işte bilmediğimiz bir şeyleri bize açıklasa. Ben artık onun bu işlerin bir yerinde olduğuna eminim.” 
Dylan için söze başlamak her dakika daha da güçleşiyordu. “Emily sana söylemek zorundayım. Bu nasıl söylenir bilemesem de bir daha ki sefer olursa ki olmaması için elimden geleni yapacağım tatlım ama yine de kendini savunman gerekebilir.”
“Baba sen neden bahsediyorsun?”
“Lütfen sadece dinle, hazır başlamışken bitirmek istiyorum.” Derin bir nefes alıp yüzünü tekrardan göle çevirdi. “Kanada’yı terk etmeni hiç istemedim. Amerika’da tek başına yaşamanı asla kabul edemedim. Korkularım vardı, sonsuza kadar oraya yerleşmek istemenden korktum hep, birini sevmenden, onun için bizden vazgeçmenden. Seni hep Michael ile hayal ettim ben, çünkü bir zamanlar öyleydi.”
“O aldatılmadan önceydi. Çok uzun zaman önce baba.”
“Biliyorum ve seni sonuna kadar haklı buluyorum. Ama yine de evleneceğin adam Matthew gibi bizim kadar geleneksel bir aileden gelmese bile bir Kanadalı olmalı. Komşularını çitler yaparak uzaklaştıran sahil kesimlerinden tut, izin verseler göğü bile delecek kadar yüksek kuleler inşa eden zengin kesime kadar Amerika’nın hiçbir bölgesine ait biri değil. Bir Amerikalı değil. O yüzden evine geri döneceğinden emin olmak istedim ve bunun için de birini tuttum. Ondan belli bir bedel karşılığında sana göz kulak olmasını istedim.”
Emily aniden başını çevirip babasının yüzüne baktı, Dylan ise konuşurken amaçsızca gölü süzmeye devam ediyordu.
“Bu yaptığın hayatıma müdahale. Baba nasıl böyle bir şey yaparsın?”
“Hayatına asla onaylamayacağım biri girerse bunu engellemek istedim. Tek yapması gereken festivale kadar sana göz kulak olup seni buraya getirmekti. Ondan sonra zaten Michael ile birleştiğinizde her şey yoluna girecekti.”
“Sana inanamıyorum!”

“Ve bir gün adamdan haber alamaz oldum. Kendisinden düzenli gelen telefonlar o günden sonra kesildi. Onu tuttuğum şirketle temasa geçtim ama her şey boşunaydı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Adam adeta yok olmuştu. Yerin dibine girmişti. Sen ise mutluydun. Uzun zaman sonra hayattan zevk almaya başlamıştın. Annen tekrardan âşık olduğunu söyleyip duruyordu.”
Genç kadının içine dolan merak şimdi yerini garip bir şaşkınlığa bırakmıştı. “Jack’in hayatıma girdiği zamanlardan mı bahsediyorsun?”
Dylan artık çenesinin titrediğini hissediyordu. “Evet, o zamanlar.” dedi. Emily ona doğru dönerken sağlam eli ile bankın arkalığına tutunmuştu. Bakışları babasının bütün yüzünü tararken Dylan çaresizce “Sadece affet beni.” diye devam etti.
Emily kucağındaki elini unutup hareket ettirmeye çalışınca acıyla yüzünü buruşturdu. Son bir gayretle güvendiği dağa doğru fısıldadı. “Baba beni korkutuyorsun!”
Dylan Hebert gözlerine dolan yaşı akıtmadan ceketinin koluna sildi ve keskin bir hareketle doğrulup ayağa kalktı. Gölün dibindeki sazlıklara kadar yürüdü ve arkasını dönüp aynı hızla bankta iki büklüm oturmuş korkudan titreyen kızının karşısına dikildi.
Soluk aldığı ilk an sahip olduğu nefesi kullandı. Her bir kelimeyi üstüne basa basa iğrenir gibi kullanarak konuştu.

“Fakat benim bile tahmin etmediğim bir şey oldu. Anlamakta geç kaldım. Emily ben yaptım. Jack Peterson’u hayatına ben soktum. Onu ben tuttum!” dedi.


Genç kadının güvendiği dağ bir anda devriliverdi, Dylan gözyaşları içinde önünde diz çökerken hemen arkasında kalan göl bulanıklaştı, dingin berrak sular siyaha dönüp kabarırken Emily olduğu yerde bu defa kalbine saplanan hançerle öylece kalakaldı…