John,
bahçenin ortasına anlamsızca dikilmiş ve her bir yana savrulmuş yaprakları ile
halinden gayet memnun olan isfendan ağacının gövdesine yaslanmış beklemeye
devam ederken artık yok saymanın ahmaklık olarak algılanacağı hislerini kontrol
altına almak için kendince sıkı bir hazırlık yapıyordu. Başını kaldırdı ve
ağacın yükseklerde kalan incecik dallarına, gülkurusuna yakın renklerdeki canlı
yapraklarına ilham almak isteyen gözlerle bakarken sesli bir şekilde
mırıldanmaya devam etti.
“Gitmek
zorundayım ama geri geleceğim.” Başını yere eğdi ve kulağa son derece klasik
kaçan cümle karşısında öfke içinde sızlandı. Daha iyisini yapabileceğini
biliyordu, bu yüzden yeniden denedi.
“Emily,
şimdi belki gidiyorum ama geri geleceğim.” Ayaklarının altındaki bir yaprak
kümesini tekmeledi. “Belki mi? Gidiyorsun işte geri zekâlı. Neden belki diyerek
kafa karıştırıyorsun ki…”
Derin
bir soluk alıp yapraklarla boğuşmaya ara verdi. Yüzünün keskin hatları adeta
kendini gösteriyordu. Ağacın bir kadın vücudu gibi biçimli gövdesine çevirdi
yüzünü. “Emily, gidiyorum ama mutlaka geri geleceğim. Hayır hayır, sonu
gidiyorum ama mutlaka senin için döneceğim olmalı…”
Profesör
Freddy, her sabah olduğu gibi yine bu sabahta uğradığı, vaktiyle evlerinin
yanına inşa ettikleri, ona bir bakıma karısının emaneti ve şimdilerde kendini
adadığı tek meşgalesi sayılan küçük serasında günlük işlerini bitirmişti.
Naylon kapının altından geçip dışarıya adımını attığında uzakta o kırmızı
cennetinin altında kısa bir süredir evinde misafir ettiği genç adamlardan bir
tanesini gördü. Ne dediği işitilemeyecek kadar uzak mesafedeydi ama ağacın
altındaki belli bir alanda gidip gelirken kendi kendine konuşmayı sürdürdüğü
görülebiliyordu. Freddy yavaşça eğilip elindeki çapayı duvarın kenarına dayadı.
Ellerini birbirine vurup topraktan temizlenmeye çalışırken bahçenin ortasındaki
adamın yanına doğru ilerlemeye başladı. Yürürken kullanmaları için onlara
öğrettiği evin orman yoluna çıkan arka girişinde bekleyen aracı fark etti.
Uzağı seçmekte zorlanan gözlerini kıstı ve arabanın içinde oturan diğer genç
adamı seçti. Şu arada bir de olsa gülümseyen ve adı Marc olanı. Delikanlı
okuduğu her ne ise başı elindeki şeye gömülmüş vaziyetteydi. Profesör planlarda
bir değişiklik olup olmadığı ile ilgili kaygıya kapıldı. Dün gece
kararlaştırdıklarına göre çoktan yola çıkmış olmaları gerekiyordu oysa hala
buradaydılar.
Yürümeye
devam etti ve henüz kendisini fark etmeyen adama neredeyse bir metre kala
mesafede durdu. Ağacın gövdesine böylesine derin bakışlarla bakarken yaptığı
hararet dolu konuşmasına ister istemez kulak misafiri olmak üzereydi.
“Geri
döneceğime söz veriyorum, ne olursa olsun, senin için mutlaka döneceğim…”
Profesörün ağır işiten kulakları bu cümle ile sağlıklı duyma yetisini tekrar
kazanmış gibiydiler. Tabiata olan aşırı duyarlılığı ile kentin dışında bir
yaşamı seçen profesör ağaçlara sarılmanın ve çiçeklerle konuşmanın bir çocuk
etkinliği olarak kaldığı bu dünyada kendisi gibi derdini doğaya anlatan
insanları görmeye pek alışık değildi. Ne de olsa artık aynalarla konuşmak
modaydı. Freddy duygularının ona ağır geldiği bir noktada dayanamadı ve
patladı.
“Aferin
evlat! Sen tam bir doğa aşığısın.”
John
kendini o kadar kaptırmıştı ki yaşlı adamın yanına kadar sokulduğunu fark
etmemişti. Bu yüzden kulağına kendi sesinden son derece farklı gelen o sesi
işittiği an konuşmayı bıraktığı gibi ağaç ile bakışmayı da kesti. Yavaşça
yüzünü dönüp gülümsedi. Toparlanmaya çalışırken sesi hayatındaki çoğu kimsenin
duymadığı kadar ilgi dolu çıkmıştı. Bu hareket tamamen adamın algısını
değiştirmeye yönelikti. “Günaydın Profesör, bugün nasılsınız?”
İki
gündür ortalarda surat asıp duran genç adamın yüzünün bu yeni şekli doğrusu
ihtiyarın da hoşuna gitmişti. Şaşkınlığı konuşmasına yansıdı. “Ben, ben gayet
iyiyim,” Keyifli bir kahkahanın ardından uzakta kalan serayı işaret etti.
“Topraktan gelen şeylerle ilgilenmek insana iyi geliyor.”
John
onu onaylamak istese de ağzından bir anda çıkanlar tam tersini söyledi. “Bu
günlerde sizin kadar iyimser olamıyorum.” dedi.
Onu
içten içe yiyen derdine rağmen güçlü durmaya çalışmasını takdir eden profesör
konuyu değiştirmek adına arabayı göstererek sordu. “Sahi siz neden gitmediniz?”
Onun biraz daha gerilmesinden aslında konunun pekte değişmediğini hissetmek zor
değildi. “Her neyse, size iyi yolculuklar.” dedi. Kafası düşüncelerle dolu bu
genç adamı yalnız bırakmaya karar verip arkasını döndü ve geldiği yoldan eve
doğru ilerledi.
John
eğilip gözüne çarpan gülkurusu renginde bir yaprağı yerden alırken “Sebebini
bir bilebilsem…” diye fısıldadı. Başlarda önemsemese de sebebini yeni yeni
anlamaya başlıyordu aslında. Asıl anlamlandıramadığı şey bundan neden
korktuğuydu. Çocuklaşıyordu. Sevdiği ilk kadın annesi tarafından terk edilmenin
arızalı halini hala içinde taşıdığını fark ediyordu. Geçen onca yıla rağmen ne
yazık ki içine yerleşmiş olan o korku geçmek bilmiyordu. Hala günün birinde
yeniden sevip kaybedeceğini düşünüyordu. Şimdi korktuğu şey başına gelmişti.
Bir kadına doğru amansızca çekilirken yine korku dolu küçük bir çocuğa
dönüşüyordu. Avucunda tuttuğu yaprak tıpkı çam ağacının basit ve geniş
yapraklarına benziyordu fakat rengi kendisine özel birini hatırlatmıştı. Sanki
varlığını yanı başında hissedebiliyordu. Tuhaf bir hisle başını kaldırıp önünde
yükselen yapıya baktı. Gözleri, profesörün şimdi kapısından girdiği evin üst
katına, onu son gördüğü odanın penceresine çevrildi. Yanılmamıştı.
Oradaydı,
pencerenin arkasından tıpkı bir hayal gibi durmuş gidişini izlemekteydi. John
elindeki yaprakla birlikte olduğu yerde doğrulup güneşe doğru hasretle dönen günebakanlar
gibi tüm bedeniyle ona doğru döndü. Mesafeler önemini yitirdi. Bu zamana kadar
bir kadında asla ilgisini çekmeyen kızıl saçlar, yeşil gözler ve o bembeyaz ten
seçemeyeceği kadar uzağında değildi ama dokunabileceği kadar yakınında gibi
geliyordu ona. Tutulmuş gibi, bitmek tükenmek bilmeyen bir zaman diliminde
birbirlerine bakarlarken tıkanıp kaldığı bütün sözcükler genç adamın
dudaklarından dökülüverdi. Sözcüklerinin duyulmamasını önemsemedi, biliyordu ki
duymasa bile hissedecekti.
John
aralarında oluşan bu sessiz ve sakin dili seviyordu. İçinden geçenleri onun da
anladığını hissediyordu. Tam durup bir şeyler söylemesi gerektiği sırada
yalnızca gözleriyle konuşan bu kadının bağımlılık yapan o hazır cevap
bakışlarını ayrı kaldığı ilk dakika da özlüyordu. Eğer elinde olsa onu yanından
bir an bile ayırmayı düşünmezken şimdi yeni bir ayrılığın kıyısındaydı. Bunun
adı benimsemek, diye düşündü. Ve benimse dedi, aynı suskun dille. Yeryüzünde
başka hiçbir dil ve hiçbir aksan şu saatten sonra önemli değildi.
“Yüzüme bak. Hayır! Böyle değil.” Gülümseyerek
ağacın altından ortaya çıktı.
“Ben
karşına geçip geveleyecek bir şeyler bulamadığım zamanlarda tıpkı bir budala
gibi ağzımdan çıkan o anlamsız bir kaç kelimeyi tekrar ederken, durup baktığın
gibi bak bana!” İnsan ömrünün yarısını sevmek diğer yarısını da nefret etmek
kaplıyorsa John açık alanda ilerlerken sevmekle ilgili tarafa geçmiş olduğunu
biliyordu. Ellerini sözlerini desteklemek ister gibi kullanmaya çalıştı. “Dudaklarının
bitiminde oluşan çukurlarla iki kaşının ortasında beliren o incecik çizgiyi
yarıştırmakta neyin nesi! İnsan hiç kaş çatarken gülümser mi? Tanrı seni
inandırsın, bana böyle baktıkça sen bunu da başarırsın…”
Emily
bahçenin ortasındaki ağacın altına diktiği bakışlarını bir an bile çekmeden
pencereye iyice sokuldu. Kendisini belki başından beri bu adama doğru çeken bir
şeylerin var olduğunu hissediyordu. Başını tahmin ettiğinden de soğuk olan cama
yasladı ardından da elini yavaşça cama koydu. Adamın tamamen ortaya çıkmasıyla
seçebildiği o kıpırdayan dudaklarını bakışlarının yeni hedefi seçti. Sanki
sorusunu duyabilir ve cevabını alabilirmiş gibi fısıldadı. “Neden bekliyorsun?”
Adamın
da o dakikalarda susmaya hiç niyeti yoktu. Dudaklarının bir kez daha aralandığı
seçilebiliyordu. “Bekledim. Bana veda edip etmeyeceğini görmek için bekledim.”
Heyecanla yutkundu. “İçimde yavaş yavaş eriyen bir kurşunla burada sadece bir
an için bile olsa gözlerinde özleme dair bir küçücük ışık görmek için
bekledim.” Pencerenin ardında söylediklerini anlamaya çalışan çatık kaşlı güzel
yüze bakıp gülümsedi. Duyamıyor olmaktan hoşlanmayan kadın aynı zamanda camın
arkasından muzip bir ifadeyle gülümsüyordu. Kaşları meraklı bir ifadeyle işte
yine en sevdiği şekilde çatılmıştı.
John
bu görüntü karşısında güç bela bir araya getirdiği o kelimeleri de unuttu.
Aklında yanında gidip gözbebeklerini seyre dalmaktan ve ilk önce sağa mı yoksa
sola mı kayacaklarını tahmin etmekten başka bir düşünce yoktu. Her tahmininde
yanılıyordu. Bir daha ve bir daha yanılmak istiyordu. Siyahın her rengi yuttuğu
konusunda da yanılmak istiyordu. Adam siyah ve kadın kızıldı.
Ve
adam ilk kez bir kızılın alevinde yanmak istiyordu...
Genç
kadına yavaşça arkasını dönerken bile yandığının farkındaydı. Onu bekleyen
araca doğru ilerledi. Gergin bacakları adım atmamak için ona direniyor ve
kalbinde geri dönmek için karşı koymakta zorlandığı bir his duyuyordu.
“Kalbim,”
diye fısıldadı. Hiç bir zaman bir kadına kaptırabileceği bir kalbinin olduğuna
inanmamıştı. Kalp onun için sadece yaşaması için göğüs kafesinin altında atan
bir organdan ibaretti. İlk kez kendisine soyut bir şeyler ifade ediyordu. Aşk
gibi sıcak, tutku gibi yakıcı ve sevgi gibi sahiplenici şeyler. Zor da olsa
arabanın yanına vardığında kapıyı açtı. Arkasında bırakmak zorunda olduğu kadına
bakarken kolunu aracın kapısına yasladı. Adı kadar emindi. Gördüğü ilk gün
neredeyse nefret ettiği bu kadın şimdi onun olmazsa olmazıydı!
Genç
adam için yokluğu yadsınamaz ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamazdı.
John
son bir gayretle bedenini arabaya soktu. Yerine yerleştikten sonra kalbine
yenik düşmeden önce hızla aracı çalıştırdı. Dylan Hebert’in aracı ile burun
buruna geldiğinde durup yaşlı adamı başıyla selamladı.
❧❧❧
Emily’e
kendini her zaman iyi hissettiren bu eyalet parkı şimdi gözüne dipsiz ve
karanlık bir kuyudan farksız görünüyordu. Savaş alanının ortasında kendi
ordusundaki bir hain tarafından sırtından bıçaklanmış bir asker gibiydi adeta.
Yaralı ve şaşkın bir asker gibi...
Bir
kez daha ihanet yanı başında kol geziyordu. Ama durum bu kez çok farklıydı. Bu
Jack’in ya da Michael’in ihanetiyle kıyaslanamazdı bile. Bu kez kendisine
ihanet eden her türlü kötü koşulda sığınabileceği tek limanıydı. Korunaklı
bildiği o liman aslında onu en sert dalgalara iten gizli bir düşmandı. Azgın
bir denizde limanı çöken küçücük bir tekne nereye sığınırdı?
Genç
kadın babasının yüzünün aldığı şekli görmemiş olsaydı eğer bunun bir şaka
olduğunu düşünebilirdi. Üstelik Dylan Hebert’in şakadan hoşlanmayan mizacını
bile umursamazdı. Ama o yüzü görmüştü işte. Ne hale geldiğini gözleriyle
görmüştü! Babasının başı kucağında her saniye biraz daha ağırlaşırken oturduğu
banktan destek alarak ayağa kalktı ve önünde uzanan göle doğru bir kaç adım
attı. Hiç bir şey hissedemez bir haldeydi. Sanki içine dolan acı soğuğu yalayıp
yutmuş, geriye bir tek hissizlik denilen duyguyu bırakmıştı.
“Emily?”
Dylan elini uzatıp boş banka sıkıca tutundu. Çömelmiş vaziyette dengesini
korurken başını kaldırıp kızının önünden geçip giden beyaza dönmüş yüzüne
baktı. Tepki vermeden öylece göle doğru ilerliyordu.
“Bir şey
söylemeyecek misin?” dedi doğrulmaya çalışırken.
Ona, yıl kadar
uzun gelen bir süre sonunda “Düşünüyorum,” cümlesi döküldü kızının göremediği
dudaklarından. Arkası dönük dikilirken saçları rüzgârda adeta bir bayrak gibi
dalgalanıyordu. Dylan gözyaşlarını ona göstermekten ilk kez çekinmedi. Böyle
yaparak acısının büyüklüğünü göstermek ister gibiydi. Yanına vardığında bile
gözleri hala yaşlarla doluydu.
“Ne
düşünüyorsun?” dedi anlamsız bir ifadeyle. Kafasında alacağı cevaplar fır dönüyordu.
“Bir baba
kızına bundan daha büyük ne gibi bir kötülük yapabilir onu düşünüyorum.”
Sakinliği sanki fırtınaya gebeydi. Genç kızın aksine Dylan cayır cayır
yandığını biliyordu. Avuçlarından dışarı vuran teri hissedebiliyordu. “Kızım
bak ben...” diye söze başlamıştı ki Emily hissiz yüzünde beliren ilk duygu olan
öfkeyle ona doğru döndü.
“Yapamaz.
Bundan daha büyük bir kötülük yapamaz!” Ayağını yere vururken sesinin tonunu
alabildiğince yükseltti. “Önemli olan ne biliyor musun baba? Sen bana ait hiç
bir şeye değer vermedin. Ne yaptığım işe ne de sevdiğim adamlara. Sen bana hiç
değer vermedin! Bir kuklayla oynar gibi oynadın benimle. Ben ayaklarımın
üzerinde durduğumu düşünürken iplerini istediğinde sıkıp istediğinde
gevşettiğin aklı ve kalbi olmayan bir kukla gibi oynattın beni!”
“Hayır,
asla...”
“Senin soyadını
taşıyor olmam senin kuklan olduğum anlamına gelmezdi! Unuttuğun şey benimde bir
aklımın ve kalbimin olduğuydu. En büyük kavgalarımızda bile kararlarına hep
saygı duydum. Sana içimde bir yerlerde hak da verdim üstelik. Babam dedim. Ama
bu... Bu...”
“Senin iyiliğin
için...”
“Benim iyiliğim
için öyle mi? O adamı sevebileceğimi düşündün mü hiç? Hayatıma soktuğun o
sahtekârı yine hayatımdan kendi kararın ile istediğin zaman çıkarırken canımın ne
kadar yanacağını düşündün mü? İyilik bunun neresinde cevap ver bana!”
Dylan aylarca
korktuğu gerçekle yüz yüze geldi. Cevabından deli gibi korksa da “Yoksa onu
gerçekten sevdin mi?” diye sormadan edemedi.
Emily babasının
takılıp kaldığı detayla iyice çileden çıktığını hissetti. Sanki yaptıklarının
hiç bir önemi yoktu da tek önemli olan sevip sevmediğiydi. “Onun beni sevmiş
olmasına şükrettim. Bu ne demek biliyor musun? Söyle biliyor musun?”
“Ben...”
Emily ilk kez
babasından güçlü hissediyordu kendini. Onun karşısında sıkılıp utanmadan
konuşmanın öfke ile kuşatılmış rahatlığını yaşıyordu. “Üç yıl boyunca hiç bir
adamın bana yaklaşmasına da izin vermedin değil mi?”
Cevap
sessizlikti ama genç kadın o suçlu gözlerde aradığı yanıtı bulmakta gecikmedi.
“Kendimi yıllarca senin yüzünden asla sevilmez biri gibi hissettim. En ağrıma
giden zamanlarda bile bunu benim suçum sanıp durdum. Tanrım! Bana danışan tüm o
kadınları bile yanlış yönlendirdim. Erkekler değer vermez sandım ve asla
sevmez. Sonra ne oldu biliyor musun? Beni sevdiğini söyleyen ilk adama sorgusuz
sualsiz inanıverdim. O aşağılık adamına inanıverdim. Çünkü sevilmek böyle bir
şey sandım. Bir hayal çizdim. Ve şimdi karşıma geçmiş gayet basit bir şey
açıklarmış gibi o adamı ben tuttum diyorsun.”
“Yanılıyorsun
seni sevdim! Hep de seveceğim. Nasıl sevmem? Sen benim kızımsın. Üstelik
Michael’da seni gerçekten sevdi.”
Emily kısa bir
çığlık koyuverdi. “Michael beni aldattı baba!” Durdu ve onun yüzüne iğrenir
gibi baktı. “Sen de öyle.”
Artık konuşmak
istemiyordu dahası onu görmeye bile tahammülü yoktu. Emily üzerindeki örtü ile
kendini sarmaya çalışıp ondan uzaklaştı. Arkasını dönüp gölün kenarından
geldikleri yoldan gerisin geri ilerlemeye başladı. Jack, William ya da daha
başka kaç ismi varsa, o adam toplamda satılık adi bir pislikten başka bir şey
değildi.
“Emily dinle
beni, lütfen sana her şeyi anlatmama izin ver...”
Genç kadın başını hızlıca sallarken arkasına doğru bağırdı. “Git buradan, seni görmek istemiyorum!”
Genç kadın başını hızlıca sallarken arkasına doğru bağırdı. “Git buradan, seni görmek istemiyorum!”
Jack’in
döneceğine dair beslediği o ufacık umutta cılız bir mum ışığı gibi tükenip
söndü. Ve kendini yoklayınca buna üzülmediğini fark etti. Ortaya çıkmasını
istemesinin uzun zamandır tek sebebi her şeyi sonlandıracak adam olmasıydı. Ona
karşı hakkında öğrendiği bu gerçekten çok daha önce hissizleşmişti. İtiraf
etmek gerekirse bu hayatına John Parker denilen adamın girdiği zamanlara denk
geliyordu. Kavgaları, çekişmeleri, istisnasız her gün bir araya gelmeleri ile
geçen süreçte genç kadın Jack’in sadece çıkıp kendisini aklaması konusuyla
ilgilenmişti. Hatta evli olduğunu öğrendiğinde bile kıskançlık denilen duygu
yerine kendi akılsızlığı ile meşgul olmuştu. Ve tüm bu yaşananlarda yanında tek
bir isim vardı. Evet o. Parker. İlk günden beri onun basit, adi ve yalancı biri
olduğuna inanıp durmuştu. Ne tuhaf, diye düşündü. Şimdi hayatında kalan tek
temiz adam da oydu. Hayat denilen bu garip yolda birçok insanla tanışıyorduk,
ama gerçekte çok azını tanıyorduk!
Dylan onunla
bir yabancı gibi konuştuktan sonra çekip giden kızının ardından geldikleri
orman yoluna daldı. “Bilmen lazım... Konuşalım,” diyen ısrarcı halini
sürdürmeye devam etti.
Emily
ağlamamaya gayret ettiyse de başarılı olamadı. Gözyaşları yavaşça yanaklarından
süzülmeye başlamıştı. Görüntü bulanıklaşınca ağaçlara tutunarak ilerlemeye
devam etti. Üzerindeki şalı omuzlarından kayıp yere düştüğünde almak için geri
dönmedi. Tek istediği bir an önce profesörün evine varabilmekti. Yoldaki bir
taşa takılıp tökezlediğinde bile duraksamadı. Sadece arayı kapatan babasına bir
kez daha “Peşimden gelme,” diye emrivaki bir dille konuştu. Ama boşunaydı.
Dylan kızının düşürdüğü kumaşı yerden aldı ve kokusunu içine çekerken yüzünü
bez parçasına gömdü. “Özür dilerim,” dedi duyulmayacak bir sesle ve ardından
onu bahçe kapısına kadar sessizce takip etmeye devam etti.
Arkasından
gelen ayak sesleriyle karışık yaprak hışırtılarını duyabiliyordu. Emily orman
yolunun sonundaki tahta kapıyı hafifçe ittirip aynı hızla profesörün arka
bahçesine daldı. Hala konuşacak bir şeyleri kalmış gibi inatla peşinden
gelmesine anlam veremiyordu. Yüzleşmek için zamana ihtiyacı vardı. Hatta uzun
bir zamana...
Her şey bir
yana cinayetlerden konuşmaya korkuyordu şu anda. Fazla insan, çok fazla insan
ölmüştü ve tüm bu yaşananların içinde babasının parmağının olabileceği ihtimali
onu ürkütüyor, gencecik kadınların ellerini adeta boğazında hissediyordu. Şimdi
yeniden üşümeye başladığını hissetti. John. Onunla konuşmalı ve ona her şeyi
anlatmalıydı. Çarpıcı gerçekle olduğu yerde aniden duraksadığında pembe renkli
bir yaprak gözünün önünden geçip yere indi. Düştüğü yere alışamayan küçük
yaprak rüzgârla savrulup gözden kaybolurken Emily başını kaldırıp tepesindeki
ağacın dallarına baktı. Cinayete kurban gidenlerden birinin ismi o ağacın kalın
dallarından birinin kırılıp başına geçmesi gibi bir anda indi.
Ray Allen.
John’un ortağı olan o adam!
John’un sesi
sert esen bir rüzgâr olup kulaklarına bütün gücüyle doldu. ‘Ray’in gizli
ofisinde senin fotoğrafını bulduk.’
Hızla arkasını
dönüp bahçe kapısında duran babasının yüzüne baktı. Sert rüzgâra direnen bedenine
karşın seyrelmiş kır saçları kendini bu akışa çoktan bırakmıştı. Ceketinin bir
yakası havalanmış ve boynuna kapaklanmıştı. Emily ona bakarken korkuyla
yutkundu.
“Bu olamaz.
Hayır olmamalı... Lütfen olmasın...”
Biliyordu, eğer Ray Allen’in cinayetinde babasının
parmağı varsa bu üçü için de sonsuz bir felaket olacaktı. Gerçeği öğrenene
kadar ona bir gölge gibi eşlik edecek olan bu şüphe tarafından hırpalanacağını
biliyordu.
“İşte
buradasınız!”
Emily
arkasından gelen sesi işittiğinde bakışları hala babasının yüzüne
sabitlenmişti. Bu profesörün ya da John’un sesi değildi. Marc’ın da öyle. Ve
kesinlikle Matthew’e de ait değildi. Burayı bilen herkesin ismi aklından
delicesine bir hızla geçip gitti. Kalbinin ivme kazanıp yükseldiğini ve tam
olarak boğazında bir yerlerde attığını hissetti. Çünkü sesi bir yerden
tanıdığına yemin edebilirdi. Babası ise kendisinin aksine her şeyin kontrolü
altında olduğunu gösterir bir duruş sergiliyordu. Ona bir kez daha ihanet mi
etmişti? Bu iki ihanet arası için oldukça kısa bir süreydi. Ne acımasızca ve ne
gaddarca diye düşündü. Burayı en azından bir süre daha başka kimsenin bilmemesi
gerekiyordu. Emily artık güvenini yitirdiği babasına sakın beni pişman etme,
bakışı attı ve oldukça yavaş bir hareketle boynunu çevirip yerden doğru sesin
sahibi olan adama baktı.
Siyah parlak
ayakkabılarına neredeyse değen upuzun gri paltoyu takip eden gözleri yukarılara
doğru çıktıkça içindeki korku da yükseldi. Paltonun sonu geldiğinde genç
kadının başı da dikleşmişti. Bakışlarını biraz daha yukarı çevirse görebileceği
o yüze bakmak yerine uzun bir süre özenle bağlanmış kravatta takılı kaldı
gözleri. Ve kendini hazır hissettiğinde gerçeği bir kerede görmek ister gibi
aniden sesin sahibi olan yüze baktı. Yüz demek kısmen hata olurdu çünkü Emily
kasketli büyük bir şapka ve kara gözlüklerin gizlediği yarım yamalak bir yüzle
burun buruna geldi. Boş gözlerle adama bakmayı sürdürürken onun o kâbus
gecesinde babasının yanında gördüğü dedektif tipli adam olduğunu fark etti.
Korku romanlarındaki akla hayale sığmayan tüm o fantezilerin kitaplardan
fırlayıp kendi hayatında can bulduğunu düşünmek herhalde yanlış olmazdı. Kim
olsa yanı başında yükselen şu komik görüntüsüyle o geceki adam olduğunu
tanırdı. Ama fazlası yoktu. Daha önce konuşmadığı hatta yarı sarhoş bir
haldeyken hayal meyal gördüğü bir adamın sesi nasıl olur da tanıdık
gelebilirdi?
Zorlu bir
zamandan geçen onurlu bir savaşçı gibi davranmayı tercih etti. Bir başkasının
kalesinde esir ve yaralı bir halde Tanrı’ya şu ‘sonunda iyiler kazandı’ diyen o
son kahraman gibi dimdik bakışlarla, sakınmadan ve çekinmeden konuştu.
“Göster yüzünü!”
Adam kafasına
yer etmiş gibi duran şapkasını çıkarıp eline aldı ve gözlüklerine uzandı.
Gördüğü yüzün etkisi genç kadına giderek yayılan bir şaşkınlık olarak yansıdı.
“Ama... Siz!” diyebildi sonunda. Ani bir hareketle dönüp babasına baktı ve
cevabı bir kez de onun yüzünde aradı. “Nasıl? Nasıl olur?”
İki adam akıl
dışı ve gayet samimi bir tavırla selamlaşırken Emily bir buda heykeli gibi taş
kesilmiş vaziyette bu görüntüyü kendi içinde bir yerlere koymaya çalıştı. Genç
kadının şaşkınlık kotasını dolduran bu olay sonrasında iki adam durum
değerlendirmesi yapmaya başlamışlardı bile.
Paltosunun
cebine uzanırken “Dylan fazla zamanımız yok. Adamlarım nerede?” dedi. Babasının
soruya omuz silkip kendisine dönmesini de aynı şaşkınlıkla izledi. “Hiçbir
fikrim yok! Sabah buradan ayrılırken gördüm. Emily onların nereye gittiğini
biliyor musun?”
Emily sesinin
çıkmadığını fark etti. Mason Carter onun yüzüne bakmaya devam ettiği sürece de
sesi çıkmayacaktı. Bu yüzden bilmediğini sadece başını sallayarak gösterdi.
Adam cebinden çıkardığı kalın bir puroyu ağzına götürürken “İyi eğleneceğimden
şüphem yok. O iki ahmak beni görünce oldukça şaşıracak.” dedi.
İki adam evin
kapısında dikilen profesöre doğru ilerlerken Emily kendini hafifçe tokatladı.
Görüntü değişmeyince kırmızıya dönen yanaklarıyla kalakaldı. Babasının parmağı
mı! Bu işte babasının parmağı değil eli hatta oldukça uzun da bir kolu vardı.
Ortada ne
düşman, ne esaret ne de o kahraman kadın kalmıştı. Öyle ki ağacın dalından
kopup tam olarak ellerine düşen bir yaprak Emily’nin aklını aldı. Dünya’nın
neye dönüştüğünü öğrenmek genç kadın için böyle bir şeydi...
❧❧❧
Marc’ın bu
güzel ve iç açıcı günde yapmakta oldukları yolculuktan beklediği şeyler vardı.
Bir işaret, küçücük bir detay, yanıt bekleyen onlarca sorudan sadece birisine
verilebilecek basit bir cevap beklentilerinden yalnızca birkaçıydı.
Evet öyleydi, bugün Marc Anderson için güzel ve iç açıcı
bir gündü. Gelecek olan günün güzelliği kendini bir önceki geceden belli
etmişti. Doğrusu Ray Allen’in evinin
bodrumunda Emily Hebert ile birlikte fotoğrafını gördükleri şu diğer kadının,
Margaret Gray’in, Toronto’da bir hastanede tedavi altında olduğunu öğrendiği
andan beri onunla görüşebilmek için sabırsızlanıyordu. Ve işte şimdi bugün bunu
gerçekleştirmeye gidiyorlardı. O gece Hebertlar’ın evinde yaşananlar hiç
olmasaydı planlarında partiden sonraki gün bunu yapmak vardı ama bu davadaki
aksilikler peşlerini bir türlü bırakmamıştı.
Yolculuklarında altı saati çoktan geride bırakmışlardı.
John’un Emily’i her ne kadar yalnız bırakmak istemese de onu bu yolculuğa
beraberinde sürüklemek istememesini anlıyordu. Öncelikle kız yaralıydı ve
dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bu uzun yolculuk için yeteri kadar sağlıklı
görünmüyordu. İkincisi ise Bay Hebert
böyle bir yolculuğa asla müsaade etmezdi!
Dün akşam Dylan Hebert’dan gelen telefon imdatlarına
yetişmişti. Emily’e şimdilik gizlendikleri yerde babası göz kulak olurken onlar
da bu küçük ziyareti gerçekleştirebileceklerdi. Bay Hebert’ın hemen akabinde
Jasmine Bouchard ile ilgili hastaneden gelen sevindirici haber de bu yolculuk
öncesi uzun bir aradan sonra ilk kez iyi bir uyku çekmelerini sağlamıştı.
Kadının kritik süreci atlatmış olması çok önemliydi. Bölge polisinden sonra
bizzat kendileri de Bayan Bouchard ile görüşmeye gideceklerdi. Sonuçta Emily
Hebert’in akıbeti Jasmine Bouchard’ın ağzından çıkacaklara bağlıydı.
Edmonton’un merkezinden kiraladığı eski model
Chevrolet’in umduğundan da sağlam çıkması Marc’ı sevindirmişti. Önlerinde
Toronto’ya kadar uzanan saatler sürecek bir yolculuk varken şehir merkezinde
durup bir de araç değiştirmekle uğraşmak zorunda kalmamışlardı. Öğlen olmuştu
ve karasız güneş kendini arada sırada olsa da gösteriyordu. Genç adam iç
cebindeki sigara paketine uzandı ve eline gelen ilk dalı dudaklarına
sıkıştırdı. Aracın çakmağını yerine takıp sigarasından çektiği ilk güçlü
nefesi yoğun duman eşliğinde geri bıraktı. Direksiyondaki ortağına göz
kırparken az önceki sorusunu bir kez daha tekrarladı. Hoparlörü açık telefonuna
bakıp konuştu.
“Beni arayıp soran yok yani?”
Telefonun diğer ucunda klavye sesleri kesildi. Açık hoparlörden
Sophia’nın bezgin sesini
işittiler. Kadın
sabırla “Beşinci kez cevap
veriyorum Ajan Anderson. Seni arayan yok! Tabi Mason haricinde. Günlerdir
kafamı ütüleyip durdu.” diye cevap verdi.
John aracı Edmonton’un bitiminden kente göre daha küçük
bir yerleşim yeri görüntüsü veren Sherwood Park’a doğru kırarken Marc da Ajan
Campbell’e laf yetiştirmekle meşguldü. “Mason’u ben hallederim, sen onu bana
bırak,”
Sophia klavye seslerinin arasından bir kez daha çıkıştı.
“İnan bana bunu memnuniyetle yaparım. Sen yeni yetme çaylak, kendi meseleni
hallederken Mason’a benim de saha ajanı olduğumu hatırlat lütfen. O da
ortalarda yok. Burada masa başı elemanına döndüm. Bu arada John’a ulaştın mı?
Merak ettiğimi sanma, kıçı sıkışmış olsa beni arardı zaten.”
John alayla başını sallarken sırıttı. “Merhaba Sophia,
ben iyiyim, kıçım da gayet iyi durumda.” Yanında oturan genç adama doğru
eğilirken sesini alçalttı. “Bu kadının kıçıma her zaman garip bir zaafı
vardır.”
Hoparlörden küçük bir inilti işittiler. “Ah John? Seni
duydum pislik herif. Tabi ya birliktesiniz. Tanrım Marc sesi dışarı verdiğine
inanamıyorum!”
“Bana bulaşma Sophia, aranızda halledin.” Marc arkasına
iyice yaslanıp keyifle konuşmaya devam etti. “Ne de olsa ben daha yeni yetme
bir çaylağım.”
Sophia’nın sesinde bu sefer bariz bir merak vardı. “Siz
iki kaçık Kanada’da neler karıştırıyorsunuz?”
John güven veren bir sesle konuştu. “Sorun yok Sophia,
yakında orada olacağız.”
“Olsanız iyi olur. Önce Ray, sonra sen şimdi de Anderson.
Ofise tam adamakıllı birini yolladılar diye umutlanmıştım. Hayal kırıklığı
doluyum John, onu da fazlasıyla kendine benzetmişsin.”
Marc sırıtırken telefona doğru “Gururum okşandı.” diye
bağırdı.
“Coşkunuzu anlıyorum tek derdiniz sırtınızın
sıvazlanmasıysa bunu seve seve yaparım.”
John uzanıp ortağının ağzının kenarından sallanan
sigarasını aldı ve kendi dudaklarına yerleştirdi. “Neden kendine bir erkek arkadaş
bulmuyorsun Sophia?”
Kulaklarına kadının güçlü nefesi vurdu. “Deniyorum ama
olmuyor, benimle bir şeyler içen her adam mesleğimi öğrendiği dakika topukları
yağlıyor.”
Marc açık cama kolunu koyup başını yasladı. “Bence şu
yaygın hatları denemelisin, telefonda hiç de fena değilsin.”
“Adi herifler!”
İki adam da arabanın içinde sesli bir kahkaha attıktan
sonra John Marc’ın karnına hafifçe vurdu. “Sophia bu aptalı boşver. Seninle
konuşmak her zaman güzel bunu biliyorsun. Her neyse, Kanada yetkililerinden
bizimle ya da soruşturma ile ilgilenen olursa bize haber vermeyi unutma.”
Kızgın ses tonu kendini belli etmeye devam ediyordu.
“Avucunuzu yalarsınız!”
“Biz de seni seviyoruz. Görüşürüz.” Marc görüşmeyi
sonlandırdıktan sonra bir süre daha gülmeye devam etti. “Bu kızın neden bir
erkek arkadaşı yok?”
“Kendi cevapladı zaten Anderson. Bizim meslek böyle, seni
ister istemez yalnızlığa itiyor. Bizim gibi silahla yatıp kalkan insanlar hoş
karşılanmıyor. Üstüne üstlük Sophia bir kadın. Bir aile kurmak istediğine
eminim. Ray onu ayrı severdi. İkisinin iyi diyalogları vardı. Bakma sen, Sophia
çoğu zaman kadın olduğuna aldırış etmeden gittiğimiz her yerde bize ayak
uydururdu.” O günlere özlemle derin bir iç çekti. “Onu da ihmal ettiğimin
farkındayım.”
Marc’ın gülümsemesi kayboldu. Büyük bir nefretle içlerine
girdiği bu ekibin şimdi hayatında daha değerli ve çok daha anlamlı bambaşka bir
yeri vardı. John ve Sophia hatta Mason ile çalışmayı kendisi için büyük bir
şans olarak görüyordu. Genç adam daha aralarına girmeden karar verdiği üzere bu
iş bittiğinde yaşanacak olan o ayrılığa şimdilerde pek de hazır değildi. “Belki
bizde, yani geri döndüğümüzde, üçümüz gidip bir yerlerde kafa dağıtırız.” dedi.
John onu gözlerini diktiği yoldan çekmeden “Harika olur,”
diye cevapladı. Her şey bittiğinde yapmak istediği oldukça çok şey vardı.
Marc bir yandan da hala neden peşine düşmediklerine bir
anlam veremiyordu. Tekrar helikopteri ya da FBI’a ait başka bir aracı
kullanmayarak izlerini önemli ölçüde kaybettirmişlerdi. Kiraladıkları arabayı
bulmaları da uzun sürmezdi ama bu onlara yeteri kadar vakit kazandırırdı. Zaman
elbette önemliydi fakat gizlilik şu an için her şeyin üstündeydi. FBI, Kanada
Polisi dahası Amerikan Gizli Servisi’nin onları bulması için uğraşmaları
gerekecekti. “Sence Kanada polisi neden hala harekete geçmedi? FBI ile çoktan
bağlantı kurmaları gerekirdi.” dedi. Ortağının fikirlerini duymak istiyordu.
“O iş o kadar kolay değil. Hedeflerindeki isim
ülkelerindeki en önemli adamlardan birisinin kızı. Yani üst makamlardan emir
gelmedikçe iş Amerika’ya sıçramaz. Fakat içimden bir his yakında onunda kokusu çıkacak
diyor.”
Marc yeniden pakete uzanıp bir sigara daha çıkardı.
“Neden öyle dedin?”
John bir yandan yoldaki Saskatoon yönü tabelasını
yakalamaya çalışırken “Bilmiyorum dedim ya sadece bir his...” dedi.
“Ajan Parker ne zamandan beri hislerine göre hareket
ediyor?”
“Ajan Anderson ne zamandan beri beni bu kadar iyi
tanıyor?”
Marc’ın kaybolan neşesi tekrar yerine geldi. “Sophia ne
dedi? Sana benziyormuşum.”
John’un yüzüne ister istemez acı bir gülümseme
yerleşirken “Benzeme Anderson,”dedi. “Emin ol bunu gerçekte hiç istemezsin!”
❧❧❧
Hayatına
bir anda bir zorunlulukla giren o adam şimdi arkasını dönüp gitmişti. Belki çok
şey anlatmak istemiş ama gerçekte tek bir kelime bile etmeden gitmişti. Gitmesi
gerektiğini ikisi de biliyordu. Genç kadın kendisini onun işini yaptığı konusunda
telkin etmeye her çalıştığında tahmin ettiğinden çok daha fazla acı çektiğini
hissediyordu. Onun gözünde ait olduğu yeri asla unutmamalıydı. Bu yüzden yüksek
sesle bir kez daha tekrarladı. “Ben sadece bir tanığım!”
Aslına
bakılırsa tanık işin güzel tarafıydı. Kendini tüm bu yaşananlardan sonra onun
gözünde adi bir şüpheli olarak görüyordu. Fakat içten içe duyduğu garip ve
yabancı bir his ise olayların tam da ortasında duran bir hedef olduğunu
söylüyordu. Gerçek olduğuna inandığı o mektubu unutamıyordu. Aynanın karşısında
dikilmeye devam ederken solgun yüzünü, düşük omuzlarını incelemeyi sürdürdü. “Neyim ben, bir şüpheli yoksa bir hedef mi?”
Kızıl
saçları, soluk teni ve yorgun görünen yeşil gözleri sorusunu adeta yanıtsız
bıraktı. Son günlerde yaşadıklarına dair anımsayamadığı o kadar çok boşluk
vardı ki, başkalarına karşı kendini her ne kadar savunsa da içinde yalancı bir
varlıkla yaşıyor gibiydi. O kopuk zaman dilimlerinden en çok kendisi korkuyor
olsa da tekrar ve tekrar sormadan edemiyordu. Jasmine’i yaralamış olabilir
miydi? Aklını kaybetmek üzere olabilir miydi? Manhattan’daki dairesinde sıcacık
yatağında kötü bir rüyanın son saniyelerinde olabilir miydi? Uyandığında her
şey 3 Temmuz sabahına dönebilir miydi?
3
Temmuz sabahına dönebilseydi bile rutin giden hayatında artık büyük bir
boşluğun oluşacağını biliyordu. Bu boşluğun kalbindeki adı John Parker denilen
o adam olacaktı. Bu zamana kadar bir şekilde yokluğunu kabullendiği,
kabullenemese bile her defasında üstesinden geldiği ona ne kadar uzak duygu
varsa hepsi ayaklarının önüne serilmişti. Şimdi artık ne arkasını dönebiliyor
ne de üstüne gidebiliyordu. Sadece bekliyordu. Elden bir şey gelmediği
zamanlarda durup bir veda sahnesi çekmek insana en ağır geleniydi. Emily bu ağırlığın altında ezildiğini
hissediyor, bir camın ardından sessizce veda ettiği o adam geri dönene kadar da
biraz olsun hafiflemeyeceğini biliyordu. Seviyordu, üstelik ilk kez karşılık
beklemeden. Yaşadıkları ona bunu da öğretmişti. Koşulsuz sevgi bir karşılık
bile beklememekte yatıyordu. Kabalıkları da dâhil ona ait barındırdığı şeylerin
hepsini, karşılıklı atışmalarını, sonunun ne olacağı belli olmayan çıktıkları
bu yolu bile seviyordu. Üstelik John ona söz vermişti. İstesen bile gitmiyorum,
demişti. Yine de genç kadın sevenlerin geri dönmeleri için onları bırakmak
gerektiğini biliyordu...
Profesör
aralanan kapıda belirince Emily toparlanıp yüzünü ona döndü. Yaşlı adam sakin
giden hayatındaki bu çalkantıdan gayet memnun bir ifadeyle kendisine bakıyordu.
Freddy’nin konuşmasını beklerken aynadan uzaklaşıp soğuk yatağına doğru
ilerledi.
“Bize
katılmaya ne dersin? Misafirlerin yukarıda seni bekliyor.” Emily’nin yatağın
kenarına oturup davetine herhangi bir cevap vermediğini görünce adeta çocuk
kandıran bir ebeveyn edasıyla devam etti. “Harika yemekler ve bolca konyak var.
Yukarının buradan daha sıcak olduğuna da eminim.”
Emily
başarısızca tebessüm etti. Daha babasının sözlerini hazmedememişken Mason
Carter ile nasıl tanıştıklarını duymak onu kalpten götürebilirdi. Üstelik
kendini hiç aç hissetmiyor soğuğu da pek umursamıyordu. “Beni affedin profesör.
Onlarla konuşmak için henüz hazır değilim.” dedi.
Yaşlı
adam onu anladığını belirten bir ifadeyle başını sallarken bir kaç adım atıp
odanın içine ilerledi. Kararan havanın yuttuğu bembeyaz duvarlara bakındı.
Durduğu yer tam olarak genç kıza yaptığı sakinleştirici ile onun kendinden
geçtiği yerdi. Dudaklarından çaresiz bir dilek gibi dökülen son sözlerini net
olarak anımsıyordu. Lütfen John’a zarar verme, demişti. Yaşlı adamın
kafasındaki bütün taşlar şimdi yerine oturuyordu. Kızın üzgün hali genç adamın
gitmek ve kalmak arasındaki kararsızlığı ile çakışıyordu.
Freddy durduğu yerin ona anımsattıklarından
garip bir rahatsızlık hissetti. İyi bir amaca hizmet gayesi ile olsa bile kızın
canını tam da bu noktada yakmıştı. Bir kaç adım geriledikten sonra aralık
kapının koluna tutundu. Yatakta oturan genç kıza doğru sevgi dolu bir babanın
bakışıyla baktı. Doğrusu bu hissi bilmiyordu, yıllarca eşi ile istemelerine
rağmen bir çocuk sahibi olamamışlardı. Belki Tanrı onlara lütuf etmiş olsa tam
da bu yaşlarda bir kızları olabilirdi. Matthew onun bir akrabası olmasının yanı
sıra ünlü bir yazar hatta hatırlı bir ilişki uzmanı olduğunu da söylemişti.
Freddy böyle bir evlatla sonsuza kadar gurur duyacağını adı gibi biliyordu. Hiç
bir zaman kaderine isyan eden bir adam olmamıştı. Karısını kaybettiğinde bile.
Ama şimdi geriye ikisinden bir hatıra, bir çocuk bahşedilmemesine öfkelendi. O
mutlu yaşamlarından ona kalan tek hatıra koridor boyunca sıraladığı duygu
döngülerinden ibaretti. Kimi acıyı, kimi aşkı kimi de çaresizliği anlatıyordu.
Bu
kız, bu zamana kadar bu eve gelen en genç bireydi. Aslında yolu düşen demek
daha doğru olurdu çünkü profesörün kasabadan eski bir kaç tanıdığı ve pazarlık
için gelen cebi dolu alıcılar dışında yıllardır gelen gideni hiç olmamıştı. İçinde
bastırdığı tüm duyguları ayağa kaldıran şey de bu olmuştu. Sabahtan beri
gördüğü hüzünlü yüz yaşlı adamın içine oturmuştu. Bir de gençlerin işine akıl
ermez, derlerdi ama profesör doğru yolda olduğunu hissediyor ve aklının bu kez
ona yardım edeceğini biliyordu. Genç kıza güç vereceğine emin olduğu küçük bir
iyilik yapmak istedi ve kapıyı kapatmadan önce hafifçe öksürüp bir şeyler
geveledi.
“Geri
döneceğime söz veriyorum, ne olursa olsun, senin için mutlaka döneceğim.” Emily’nin
pencereden batan güneşe bakan dolu dolu gözleri ilgiyle profesörün yüzüne çevrildi.
Kirpiklerini hızlı hızlı oynatması bir damlanın yanağından süzülmesine sebep
olmuştu. Boş bakışlarının eşliğinde konuştu. “A...Anlamadım?”
Freddy
eliyle burnunun ucuna düşmüş gözlüklerini düzeltirken kızı harekete
geçireceğini bildiği halde hiç bozuntuya vermeden sıradan bir şeyden bahseder
gibi “John, şu bahçede kendi kendine konuşan suratsız hergele, aynen böyle
söylemişti.” dedi. Kapıyı usulca kapattı. İçindeki isyanın bastırıldığını
hissediyordu. Şimdi kapanan kapının her
iki tarafında kalan yüzlerde koca bir tebessüm vardı...
Freddy
uzun koridor boyunca sırayla dizilmiş olan tabloları keyifle süzerken
ilerlemeye devam etti. Hepsi servet değerindeydi, eşinin ölümünden sonra Londra ve Paris’ten
sayısız alıcı çıkmasına karşın hiçbirini satmamakta ayak diretmişti. Yaşlı adam
kalan ömrünü bu evde karısından kalan bu anılarla geçirmeyi seçmişti. İşte
Freddy’e eşinden kalan tek mirasta bu olmuştu. Bir çocuk gibi canlı olamayan
sessiz bir hazine. Önünden geçip gittiği her tablo ile içinden ondan geriye
doğru saydı. Merdivenin başına vardığında dokuza gelmişti. Önce kapattığı
kapının açıldığını işitti sonra da o tarafa doğru baktığında süzülen ışığın
arasından Emily’nin üzerindeki hırkasını çekiştirerek ona doğru geldiğini
gördü. İhtiyar bedenini gülmemek için kasarken yavaş fakat bir o kadar da
aldırmaz bir tavırla basamaklara yöneldi. Daha bir kaç basamak çıkmıştı ki genç
kız aniden yanı başında belirdi. Gözlerinde biriken yaşları silmişti. “Düşündüm
de profesör gidip bir an önce o iki ihtiyarla yüzleşsem iyi olacak.”
“Bence
oldukça doğru bir karar verdiniz kızım,” dedi. Hala gülmemek için kendini
sıkmaya devam ediyordu.
“Siz
teklif ettiğiniz için geliyorum, düşündüm de yaptığınız onca iyilikten sonra
kabul etmemek büyük kabalık olurdu.”
“Kesinlikle,”
Emily
yaşlı adamın koluna girip onunla birlikte üst kata çıkarken hala kendince
mazeretler üretmeye devam ediyordu. “Hem acıktım, oda da oldukça soğuk,”
“Hı...
hı!”
Merdivenlerin
bitimindeki dar holde ilerlerken konuşmaya devam etti. Küstah, dediğim dedik ve
çokbilmiş o kadına yani gerçek Emily Hebert’a dönüşmesi tam tamına on dokuz
basamak sürmüştü. Dün vaktinin büyük bir kısmını geçirdiği odayı gösterdi.
“Bakın şöminenin sıcaklığı buradan bile hissediliyor, onlar burada keyif
çatarken aşağıda donacak değilim.” Bu sefer onaylayıcı bir cevap gelmeyince
dönüp birkaç adım arkasında kalan profesöre baktı. Adam küçük bir mendili
ağzına götürmüş çırpınıyordu. Yaşlı adamın boğulduğunu ya da bir öksürük
krizine yakalandığını sandı. Elini adamın omzuna koyup telaşla yüzüne doğru
yaklaştı. “Profesör siz iyi misiniz? Lütfen bir şeyler söyleyin!”
Freddy
rengi kırmızıya dönen yüzünü kaldırıp genç kıza baktı. Gülme krizinin eşiğine
geldiğini bilmesini istemiyordu fakat onun bazı şeyleri anlamayan şu
bunaklardan biri olduğunu düşünmesine de katlanamazdı. Bu yüzden ciddi bir
ifade takınarak oltayı salladı. “Bu işe bir aşkın karışmadığı kalmıştı.” dedi.
Emily
cümleyi aklının süzgecinden hızlıca geçirdi. Tabi ki yemi görmüştü ve tongaya
basmaya hiç niyeti yoktu. Anlamamış gibi yapmak genç kıza o an için en iyi yol
gibi göründü. “Aşk mı Tanrı aşkına siz neden bahsediyorsunuz?” Elini boğazına
götürüp yakasını çekiştirdi. Şimdi öksürük krizi geçiren sanki kendisiydi. “Bilmem ki nereden geliyor aklınıza böyle
şeyler?” diye geveledi.
“Bilmem
ki nereden geliyor?” diyen profesör kafasını hafifçe salladı. Aceleyle tekrar
yaşlı adamın koluna giren Emily oturma odasına doğru onu sürüklerken konuyu
değiştirmek adına tepelerinde iplerle tavandan sarkıtılmış çeşitli maketleri
gösterdi ve “Çok güzeller,” dedi. Aslında evde bariz varlığı hissedilen iki
şeyi -tablolar ve maketleri- dünden beri ona sormak istemişti. Ama şu an ki
soru daha çok kurtuluş sebepliydi.
Freddy
çocukça bulduğu bu hareketi “İnsan amatörce oyalanacak şeyler arıyor,” diyerek
karşıladı. Her ne kadar bir yazar ve ilişki uzmanı olsa da karşısında âşık genç
bir kadın vardı ve çocuk gibi davranması, üstelik aşktan korkup bocalaması
doğaldı.
Genç
kız uzanıp bir kaçına dokunurken “Bence bunlar hiç de amatör işi değil muhteşem
görünüyorlar, sanki hepsinin ayrı bir hikâyesi var gibi,” Emily yaralı avucunda
yaşlı adamın elini hissetti. “Biliyor musun bunu söyleyen ikinci kişi sensin.”
Merakla
atılıp sordu. “İlki kimdi?”
“Carol
Gordon.” Tanıtmak isteyerek hevesle devam etti. “Benim sevgili eşim. Bir
İngilizdi. O da senin gibi bir sanatçıydı. Bir yazar değil elbette Carol hiçbir
zaman hislerini kelimelerle anlatmazdı, o bir ressamdı.”
Emily’nin
gözleri parladı. “Yani aşağıdaki o tablolar...”
“Evet,
karımdan bana kalan tek hazine onlar.”
Emily
profesörün kolundan çıkıp dar koridorun bir yanı boyunca devam eden ahşap
merdivenin korkuluklarına yaslandı ve bu konuda pek bilgisi olmasa da tabloları
dün gezinirken incelediği kadarıyla değerlendirmeye çalıştı. Her biri bir sanat
galerisinden fırlamış gibiydi. Doğrusu Emily sanat aşığı sandığı bu adamın
hepsini dünyanın bir ucuna yaptığı seyahatlerinde dudak uçuklatan rakamlara
satın aldığını düşünmüştü. “Resimden çok anlamasam da onların bir servet
değerinde olduklarını görebiliyorum.” dedi ve aklına kazınmış olan bir tanesine
yoğunlaştı. “Özellikle tam ortadaki diğerlerine göre daha büyük ve göze çarpan
olanı, bana...”
Profesör
o tabloya olan hassasiyetini gizleyemeden onu cesaretlendirmek istercesine
araya girdi. “Lütfen devam edin Bayan Hebert.”
“Bana,
birinin hayatında büyük bir rol oynamayı düşündürttü,” dedi.
Freddy
Gordon gözlüğünü yeniden düzeltirken bu anlarda alabildiği sayılı nefesi de
adeta tutmuştu.
“Tablodaki
adamı tasvir edişi, onu ön plana çıkarışı, iki beden arasındaki uzaklığı
anlatmak istemesi, fırça darbeleri bile sadece aralarındaki kısımlarda tutkulu.
Kadın tutsak, adam tutuk ama aşk tutkulu gibi... Kör bir randevuda gözlerini
açan iki âşık gibi. Masallardan aklımda kalan tek bir cümle varsa şimdi dilimin
ucunda işte. Büyüleyici. Profesör bu büyüleyici.”
Freddy’nin
gözlüğünü çıkarıp akmaya başlayan yaşlarını sildiğini görünce daldığı hayal
âleminden çıkıp “Beni affedin, sizi
üzdüm.” diye ekledi.
“Aksine
genç bayan beni mutlu ettiniz. Uzun zamandır hiç olmadığım kadar mutlu ettiniz.
Biliyor musunuz her tablo için bir şeyler karalamak istedim, günü birinde
öldüğümde bize ait bir şeyler canlı kalsın istedim. Fakat bu kadar güzel ifade
edemezdim. Matthew’in de dediği gibi dilinizde garip bir tılsım var.”
“Matthew
abartmış profesör, sadece bana hissettirdiklerini dile getirdim.”
“Bayan
Hebert benim adıma bu işi üstlenir misiniz?” Emily beklenmedik bu teklif
karşısında afalladı. Yaşlı adam bir kez daha onu yüreklendirmek istedi. “Hiç
bir şey tesadüf olmamalı. Olamaz. Buraya gelmeniz, tanışmamız, yıllardır
hayalini kurduğum tek şeyi bir nefeste anlatmanız. Bunu gerçekleştirecek olan
sizsiniz. Lütfen eşime ait o tabloları siz kaleme alın.”
“Ama
ben... kariyerim bile tehlikedeyken bunu kabul etmem...”
“Tüm
kalbimle ben sizden istiyorum, lütfen!” Elleri birleştiğinde Emily derin bir
nefes bıraktı. “Peki, yapacağım. Söz veriyorum.”
Profesör
bitmek bilmeyen minnetle tekrarladı. “Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.”
Emily
tek kaşını muzip bir ifadeyle kaldırdı. “Ama...” dedi. “Bir şartla...”
Yaşlı
adamın yüzü ilgiyle aydınlandı. “Nedir? Benden istediğiniz nedir?”
Emily
küçük bir kız gibi yeniden koluna girip vızıldandı. “Şey, anlatın lütfen, şu
suratsız hergele başka neler söylüyordu...”
Freddy
sonraki saatler de genç adamdan duyduğu ve duymadığı ama derin bir bağ ile hissettiği
birçok şeyi ballandırarak karşısındaki güzel kıza anlattı. Ardından bir başka
aşk hikâyesine geçtiler. Tıpkı Emily ve John gibi iki farklı kültürün
karşısında duracak olan ve hiç bir engele boyun eğmeyen o aşka... Varlıklı
İngiliz ailesinin kızları Carol ile Kanadalı genç akademisyen Freddy’nin kör
bir randevu ile başlayan aşklarını dinlerken Emily bir şeyler söylemek yerine
dolu dolu gözlerle dinlemek ve sadece gülümsemekle yetindi. Bir masal gibiydi
ve elbette her masal gibi büyüleyiciydi.
Dylan’ın
kızının yüzünde gördüğü huzur yapacağı konuşmayı ertelemesine sebep oldu. Emily
onun Mason Carter ile ortadan kaybolduğunu çok sonra fark edebildi. Genç kadın
başına gelen talihsiz olaylara artık üzülmek istemiyordu. Biliyordu ki,
tanıştığı bu güzel insanlar kendisine artık sadece güç veriyordu. Son kadehi
kafasına dikerken kör bir randevudan farksız çarpıştıkları o büyülü geceyi
anımsadı. O gece üzerindeki çirkin gelinliği bile ilk kez güzel buluyordu. Ah
evet! O gece... Kadının yanlış yere tutsak, adamın boş yere tutuk kaldığı ve
aşkın herkese inat tutkuluyla kol gezdiği o gece...
Maketten
yapılmış şirin bir saat gece yarısını gösterirken Emily şömineden yükselen
alevlere bakıp şöyle dedi: “Ben artık bu aşkı konuşmak değil solumak
istiyorum.”
❧❧❧
Matthew
Emily’nin yatağına oturmuş elindeki bir düzine kitabı gözden geçiriyordu.
Arkasından yaklaşan ayak seslerini duyunca kapıya doğru kısa bir bakış atıp
gülümsedi. Hailey elinde tuttuğu kupayla yatağa doğru ilerledi. “Sana kahve
getirdim.”
“Harikasın,”
Eline aldığı son kitabın da sayfalarına hızlıca göz attıktan sonra
baktıklarının yanına bıraktı. Hailey yatağın başucundaki ahşap tek sıra kitap
rafına baktı. Kocası raftaki kitapların tamamını kız kardeşinin yatağına
indirmişti. Elindekini komodine bırakıp kocasına sokuldu. “Anlaşılan
kütüphanede işin çoktan bitmiş.” dedi. Matthew karısının omuzlarında gezinen
ellerinden son derece memnundu. Genç adam incecik zarif parmaklarda gizli olan
maharetleri zaten biliyordu. Başını geriye doğru atıp karısının göğsüne yasladı.
Gözlerini kapatıp kendini bir kaç saniye de olsa bu anın güzelliğine bıraktı.
“Burada da işim bitti.” Sesi oldukça yorgun çıkmıştı. Önceki gün Marc Anderson ile
devasa bir kütüphanedeki sayısız kitabı incelemeyi yarılamışlardı. Genç adamın
gitmesi gerektiğinde kalan altı büyük kitap dolabını tek başına tamamlamıştı.
Tahmin ettikleri o ufacık ihtimal de artık kalmamıştı. Emily’nin bahsettiği o
mektubun dayanağı olan kitap evden çıkmamıştı. Kitaplardan umudu kesince sayısı
oldukça az olan dergilere, otoparkta biriktirilen bir kaç haftalık eski
gazetelere hatta haritalara varıncaya kadar hepsine bakmıştı. Sonuç
başarısızdı. Matthew evin içinde araştırmalarına devam eden eyalet polisine
çaktırmadan gezinip girdiği bütün odalardaki basılı tüm yayınları inceledi. Ve
şimdi Emily’nin odasında da işi bitmişti. Genç kızın başucundaki küçük
kitaplığı da boş çıkmıştı. Derin bir nefes bırakıp gözlerini açtı. “Burada da
işim bitti.”
Hailey
ona kendini iyi hissettirmek istedi. Çenesini kocasının alnına dayarken ona
sıkıca sarıldı. “Zaten küçük bir ihtimaldi. Bence o kitap evden çıksa asıl bu
şaşılacak bir durum olurdu. Bence bu işi kim yaptıysa kendi karanlık
cehenneminde hazırlamıştır.”
“Bilemiyorum,”
“Sevgilim,
Emily’nin kitabı neredeyse girdiğin her kitapçıda satılıyor. Dahası onun kitabı
olup olmadığından bile emin değiliz.” Genç kadın devamını sesli dile getirmeye
çekindi. Bu utanç verici olsa bile bir yanı kız kardeşinin yanılıyor
olabileceğini de düşünüyordu. Belki de mektup kitap kelimelerinden hazırlanmamıştı.
Hatta ortada bir mektup bile olmayabilirdi. Kafasındaki bu ıstırap verici
düşüncelerden kurtulmak istedi. Önemli olan tek şey Marc’dan kardeşinin
sağlığının gayet iyi olduğuna dair aldıkları haberdi. Yatağın ucuna oturup
kocasına o bilindik muzip bakışlarından gönderdi. “Söyleyin bakalım Ajan Patel
bakmadığınız başka bir yer kaldı mı?” Elini baştan çıkarıcı bir hareketle
saçlarından geçirirken gülümsedi. Matthew karısının vücuduna büyük bir keyifle
baktı. “Bence hala bakmadığım bir yerler var.” Keskin bir hareketle yatağın
ucunda oturan genç kadını geriye itti. Hailey’in yatağa düştüğünde sarı saçları
kitapların üzerine dağılmıştı. Ondan aşağı kalmak istemeyen kadın da kolunu
tutup Matthew’i üzerine çekti. Genç adam üzerine eğildiği karısının göğüslerine
arzuyla baktı. “Bence tam burada kalın bir kitap sakladığına eminim.” Onun
gözlerinde beliren alev genç kadını da heyecanlandırmıştı. “Teslim oluyorum o
halde,” dedi.
“Tanrım
Hailey eğer ajanlara karşı bir zaafın varsa seni öldürürüm!”
“Beni
zaten öldürüyorsun.” Hailey başını yana yatırıp kendini ona sundu.
Matthew
karısının boynunun açıkta kalan kısmına hafif bir öpücük kondurduktan sonra o
tanıdık kokusunu içine çekti. “Sen de beni öldürüyorsun Hailey Patel. Beni
bitiriyorsun!”
Kollarını
kocasının boynuna dolayıp genç adamın başını olduğu yere gömerken nefes nefese
konuştu. “Benim tek ajanım sensin,” dedi. Elini onun atan kalbine koydu. “Beni
sorguya çekecek olan da sen, bir ömür boyu burada mahkûm edecek olan da
yalnızca sensin.”
Matthew
için dayanmak artık güçtü. İşittiği bu sözler, bu teslimiyet aklını fazlasıyla
başından almıştı. Karısının dudaklarına ulaşıp onu sertçe öptükten sonra
kendini çekti. Hailey’in yarı aralık gözlerine bakarken yataktaki kitapları bu anın
coşkusuyla hızlıca itip kendileri için geniş bir yer açtı. Aynı iştahla eğilip
ona bir kez daha sokuldu. Öpüşmeleri daha da derinleştiğinde genç adam
üzerlerindeki fazlalıklardan bir an önce kurtulmak istiyordu. Bu nedenle ilk
hamleyi yapmak üzere Hailey’in üzerindeki gözüne şu an kesinlikle bir fazlalık
gibi görünen ince kazağına uzandı.
“Evin
içi polis kaynıyorken kapısı açık bir oda da sevişmek fazla cüretkârca...”
Matthew
öfkeyle umurumda olmadığını belirtti. “Sen benim karımsın,” dedi. “Üstelik
sorgu daha yeni başlıyor,” Lanet olası kazağa bir kez daha uzandı.
“Kardeşimin
odası!” Bir kez daha durmak zorunda kalan genç adam homurdanıp doğruldu. Ayakta
dikilirken kapıyı kapatmayı düşünüyordu. “Eminim Emily çocuk yapmamızı
destekleyecektir.” dedi.
“Neden
bunu sizin odanızda yapmıyoruz Ajan Patel?” Kocasına doğru uzattığı incecik
bileklerini teslim olurcasına havada birleştirdi. Hiçbir suçlu bu kadar baştan
çıkarıcı teslim olmaz ve hiç bir ajan o beyaz incecik bileklere soğuk bir
kelepçe takamazdı.
“Bir
sorgu odanız var değil mi bayım?” Matthew yatakta yatan karısını odalarına
götürmek için can atıyordu. Fakat onu durduran bir detay aklını çeldi. Polislerle
kovalamaca oynarken misafir odalarına bakmayı atlamıştı. John, Marc ve
Emily’nin asistanı olan o genç kızın odasını aramadığını fark etti. Bu aklına
gelmemişti. Çünkü misafir odalarında bildiği bir kitaplık yoktu. Konukların
eşyalarını karıştırmak ise başlı başına bir hakaretti. Ne yapması gerektiğini
bilemez bir halde durup düşündü.
Hailey
dirsekleri üzerinde doğrulup kocasına baktı. “Ne oldu? Yanlış bir şey mi
söyledim?” dedi. Mahcuptu. Onu reddetmek istememişti. Sadece uygun yerde
olmadıklarını söylemeye çalışmıştı. Fakat Matthew aniden kendini odanın dışına
atınca korkuyla doğrulup toparlandı ve onun peşinden koşuşturmaya başladı. İlk misafir
odası Emily’nin odasının hemen yanında John Parker için hazırlanmış olandı.
Durup düşünürse bunu yapamayacağını anlayan genç adam ani bir hareketle odaya
dalıp etrafa göz attı. Az bir eşya ile dekore edilmiş oda temiz ve düzenliydi.
Üst kattaki en küçük odalardan biriydi. Eşyaların arasında sadece bir kişinin
gezinebileceği dar bir mesafe vardı.
Hailey
de peşinden odaya girince ona hemen kapıyı kapatmasını söyledi. Kocasının
dediğini yapan genç kadın kapıyı üzerlerine kapattı. “Burayı da mı arayacaksın?
Ama burası...”
“Biliyorum
hayatım burası Ajan Parker’ın odası!” diye kestirip attı. Sonra dayanamadı ve
açıklama yapmaya devam etti. “Bana kendilerine yardımcı olmam için evi aramamı
söylediler öyle değil mi ve ben de aynen öyle yapıyorum.” Karısının itirazları
kesilince eğilip derli toplu duran yatağın altına baktı, sonra başucundaki
çekmeceleri karıştırdı ve ardından odadaki tek dolaba doğru ilerledi. Dolabı
açtığında içinde John’a ait bir kaç parça asılı kıyafet ve küçük bir valiz
vardı.
Valizi
eline alıp yatağın üzerine bırakırken karısının kendisine inanamadığını
gösteren gözlerine baktı. “Lütfen bana hırsızmışım gibi bakma Hailey! Yapmak
zorundayım.” Fermuara uzanıp yavaşça açtı ve valizin içindeki bir kaç parça
kıyafeti karıştırmaya koyuldu.
Hailey
seslerinin odanın dışına çıkmamasına özen göstererek konuştu. “Ah! Elbette
değilsin. Çıkalım buradan Matthew, şimdi biri gelip görecek. Hem ne yani o
kitap Bay Parker’ın hususi çantasından çıkacak de...” Genç kadının sözleri
kocasının elinde tuttuğu kabı bir pencere gibi oyulmuş kitabı dışarı
çıkarmasıyla havada asılı kaldı. Ve gördüğü şeyi idrak etmeye çalışırken
cümlesini kekeleyerek tamamladı. “De-de-ğil ya...” Hemen ardından çığlık atmaya
hazırlanan ağzını eliyle kapattı.
Matthew
yataktan uzaklaşırken şaşkınlıktan kalakalmış karısına haklı çıktım bakışı
attı. Elinde tuttuğu kitabın oyulmuş karton kapağını yavaşça kaldırıp iç kapağa
göz attı.
Emily
Hebert
Aşkın
Piyesi
36.Baskı
Hızla
kitap sayfalarını karıştırdı. Kitabın belli bölümlerinden yer yer bazı
kelimeler aynı kapakta olduğu gibi özenle kesilip çıkartılmıştı. Genç adam da
baştan ayağa şaşkındı. Doğrusu sadece göz atmak için girdiği bu odadan kitabın
çıkacağına kendisi de ihtimal vermemişti. Sadece ona verilen görevi yerine
getirmek istemişti. Kahrolası evin tüm odalarına bakmak istemişti. Kitabı
kapatıp kolunun altına sıkıştırdıktan sonra iki adımda karısına ulaşıp onu
kollarının arasına aldı. “Emily
haklıymış bir tanem,” dedi.
Hailey
için gördüklerini hazmetmek kat ve kat daha zordu. Kardeşine inanmayan bir yanı
şimdi pişmanlıktan kıvranıyordu. Kocasının göğsünde gözyaşlarına boğuldu. “Ama
bu nasıl olur, o kitap nasıl Bay Parker’ın çantasından çıkar? O adam Emily’i
korumak için buraya geldi.”
“Bilmiyorum,”
diyen Matthew şimdi ateş püskürüyordu. Onlara inanmıştı. Dahası Emily’i kendi
elleriyle onlara teslim etmişti. Yerlerini kimsenin bilmediği bir yere
götürmelerine yardım etmişti. Marc Anderson evine gelip onun iyi olduğunun
sözünü vermişti. Telefon açmamalarını, polisin yerlerini tespit etmemelerinin
gerektiğini söylemişti. Bakışları kolunun altında duran kitaba kaydı.
Söz vermişti demek, içi tıpkı böyle oyulmuş boş bir söz. Hailey’i kendinden uzaklaştırıp telefonuna sarıldı.
Söz vermişti demek, içi tıpkı böyle oyulmuş boş bir söz. Hailey’i kendinden uzaklaştırıp telefonuna sarıldı.
“Ne
yapıyorsun?” diyen karısının meraklı yüzüne bakarken numarayı çoktan tuşladı.
“Profesör Freddy’i arıyorum.”
“Ama
aramamızı söylediler, telefonlarımız dinleniyor Matthew, onları tehlikeye
atıyor olabiliriz...”
“Ne
söyledikleri umurumda değil. Emily’nin iyi olup olmadığını bizzat kendim
duymalıyım.” Telefonun çalma sesini duyunca karısının başına hafif bir öpücük
kondurup hattın diğer ucunda hala hayatta olan birilerinin açması için sessizce
dua etti...
❧❧❧
Emily
bölük pörçük uykuyla geçen gecenin sabahında gözlerini sisli bir güne açtı.
Profesörün bu gizli mabedi sanki kocaman bir bulutun içinde saklanmış gibiydi.
Kimsenin yerini henüz bilmediği bu ev hala bir hayalet ev görünümündeydi.
Pencerenin dibine iteklediği sandalyede iki büklüm kıvrılmış ve bu kadar erken
dönmeyeceğini bilmesine rağmen onu beklemeyi tercih etmişti. Doğrulup bir kez
daha gece boyu her uyandığında yaptığı gibi bahçenin arka kapısına baktı.
Görebildiği kadarıyla bahçe yine boştu. Uykusunda biraz olsun boşalan aklına
dün gece yaşanan tatsızlıkla ilgili kötü düşünceler doluşu vermişti. Oysa
şöminenin önünde uykuya dalmadan önce geceyi ne kadar da umut dolu
bitirmişti. Odanın içindeki dilsiz
eşyalara ve çoktan sönmüş olan o şömineye baktı.
Evden
gelen o telefon herkesi germişti. En çok da babasını. Aynı şeyleri tekrarlayıp
durmuştu. “Buradan hemen gitmeliyiz. Artık güvende değilsin. O adama nasıl olur
da benden çok güvenebilirsin? Ben senin babanım. Sana kitap adamın çantasından
çıkmış diyorum! Ona güvenmiyorum. Evet burada kesinlikle güvende değilsin. Gün
ağarmadan gitmeliyiz! Profesör bu evde silah var mı?”
Kendisi
çok da masummuş gibi John’a karşı gözlerinde beliren o canlı hiddete bir anlam
veremiyordu. Babasına içini dökmek, asıl güvenilmez olanın kendisi olduğunu
yüzüne haykırmak istese de elinden gitmeyeceğini tekrarlamaktan başka bir şey
gelmemişti. Profesör de tüm bu kargaşanın ortasında ne yapacağını bilmez bir
haldeydi. Yaşananların çok azını bilen yaşlı adamın babasından işittiği sözler
arka arkaya şoklar yaşamasına sebep olurken gözlerinde eğlendiğini belli eden o
ışıkta çoktan söndürmüştü. Emily ona sarılıp ben masumum, demek istediyse de
yapamadı. Mason Carter araya girip himayesindeki iki adamı için babasına
garanti vermeseydi Emily onu zorla buradan götürmeye çalışacağını biliyordu.
Ama bu boşa bir hareket olacaktı. Mason ondan tarafta olmasa bile hiç bir güç
onu buradan uzaklaştıramazdı. Götürüldüğü yerden kaçıp yine buraya dönerdi.
Şimdi gidemezdi, gitmemeliydi. John ile konuşmadan hiç bir yere gitmeyecekti!
Ayrıca korkak ve adi bir suçlu gibi kaçmaya da daha fazla dayanamıyordu.
Kendisini
gece yarısı bu odaya kapatmış, babasından, sırlardan ve tüm yalanlardan biraz
olsun sıyrılmaya çalışmıştı. Ayağa kalktı ve yavaş adımlarla odanın bir
köşesinde üzeri maketlerle dolu ahşap masanın başına kadar ilerledi. Telefonunu
eline alıp kurcaladı. Sanki sesini sonuna kadar açmamış gibi, her uyandığında
kontrol etmemiş gibi hatta uykusunda bile çalsa duymayacakmış gibi herhangi bir
çağrı ya da mesaj göremeyince somurttu. Normal hayatı olan insanlar için ne de
erken bir saatti! Ama ne kendisi ne de aramayı düşündüğü kişi kesinlikle normal
değildi. İnandığı bu tezle rehberi kurcalayıp kısa sürede aradığı ismi buldu.
Ararsa yerinin bulunmasını ne kadar daha kolaylaştırabileceğini düşünürken
odanın kapısı çalındı.
“Emily
girebilir miyim?” Kapının arkasından babasının sesini duyunca irkildi.
Net
bir ifade takınarak “Konuşmak istemiyorum.” dedi.
Dylan’ın
bu sefer geri adım atmaya hiç niyeti yoktu. Kapıyı açıp sabırsız adımlarla
içeri girdiğinde Emily derin bir nefes bırakıp başını pencereden artık sisin
tamamen kapladığı bahçeye doğru çevirdi. “Fikrimi değiştirmedim baba hiç bir
yere gitmiyorum.” Emily göz ucuyla Mason Carter’ın da odaya girdiğini gördü.
Dylan
boştaki bir sandalyeyi kavrayıp onun karşısına çekti ve usulca yerleşti. “Lütfen
otur, bu konuşmayı daha fazla erteleyemeyiz.” Aslında Emily de içten içe
ertelemek istemiyordu. Kafasındaki bu yorucu düşüncelerle akşamı edemeyeceğini
biliyordu. Tüm geceyi geçirdiği sandalyeye geçip oturdu. “Seni dinliyorum.”
Mason
Carter da bu konuşmada olacağını göstermek istercesine kapıyı kapatıp masanın
yanına geçti. Emily buna şaşırmamıştı. Babası her ne dolaplar çevirdiyse bunu
birlikte yaptıklarına emindi. Dylan hazır olduğunu hissettiği an söze başladı.
“Hayallerindeki
gibi bir baba olmadığımı biliyorum Emily. Çoğu zaman otoriter ve sağduyudan
uzak kararlar aldığımın da ne yazık ki şimdi farkına varıyorum. Ama böyle olmam
gerekiyordu. Ailemi bir arada tutabilmek için yaptığım tüm o şeyleri yapmam
gerekiyordu. Beni anlamadığını biliyorum. Anlama da zaten, durup düşününce ben
de kendimi anlamıyorum.”
Emily
sözünü kesmeden hatta duruşunu bozmadan onu dinlemeye devam etti.
“Uzun
bir süredir tehdit ediliyorum. Ailem ve topraklarımla alakalı. Yani sahip
olduğum her şeyle...”
İşte
bu noktada genç kadın yüzünü babasına çevirdi. Sorgulayıcı bir ifadesi vardı.
“Tehdit mi? Dylan Hebert’i kim tehdit edebilir ki?”
“Asıl
sıkıntı da bu. Buna kimin cüret edebileceğini kestiremiyorum. Bak Emily benim
bir oğlum yok, başıma bir şey geldiğinde ailemi, adımı, topraklarımı arkamda
bırakabileceğim bir dayanağım ne yazık ki yok. Bu yüzden tek güvencem
kızlarımın doğru kişilerle yapacakları başarılı evlilikleri olacaktı. Beni
anlıyor musun? Matthew’i seviyorum. O bizden biri, iyi bir adam ama tek başına
olmaz. Benden sonra tüm bu komplolar ve tehditlerle tek başına savaşamaz. Bu
yüzden Michael için ısrar edip durdum hatta onunla seni geri kazanması için iş
birliği bile yapmaktan kaçınmadım. Babanı tanımak mı istiyordun? Gerçekte nasıl
rezil bir adam olduğumu öğrenmek mi istiyordun? Güzel öğreneceksin o halde.”
“Baba...”
diye fısıldadı. Ona bu kadar kızgın olmasına rağmen kendini bu kadar
aşağılayarak konuşması Emily’nin canını yakmıştı.
“Artık
genç değilim kızım. Ölüm benim için o kadar da uzak değil. Öldüğümde kalemi kuşatacak
sağlam askerler bırakmak istedim. Ama bu gizli planım da baltalandı. Tuttuğum
adam bana ihanet etti. Ondan ben de senin gibi bir süredir haber alamıyorum ve
sanırım korktuğum başıma geliyor.”
“Korktuğun...”
Dylan
hiddetle arkasına yaslandı. “O piç senden önce beni sattı!”
İçindeki
kırgınlık her geçen saniye biraz daha gün yüzüne çıkıyordu. “Değdi mi baba?
Benim bütün hayallerimi yıkmaya değdi mi?”
“Başka
bir ülkenin topraklarında, ailenden uzakta seni başka nasıl koruyabilirdim?
Peşine taktığım bütün korumaları geri teptin.” Emily Amerika’ya yerleştikten
sonra geçen yıllar boyunca o adamlarla köşe kovalamaca oynayıp durmuştu.
Hayatındaki bu büyük sorunu büyükannesine anlattıktan sonra olay çözülmüştü.
Kaitly Hebert hiçbir şeyden habersiz bir şekilde oğluna torununu rahat
bırakmasını söylediğinde Dylan farklı bir yol aramaya koyulmuştu. Kızını hem
güvende tutacak hem de onu şüphelendirmeyecek bir yol. Sonunda bulmuştu da...
“Böyle
bir şeye gerek yoktu. Christian Amca var. Pekala o da bizi koruyabilirdi.”
“O
benim ağabeyim Emily. Her ne kadar çocuk gibi davransa da onun yaşı benden de
ileri. Onlarla nasıl savaşabilir? Üstelik zamanında yaptıklarından sonra,
arkasını dönüp gitmeyeceğinin garantisini kim verebilir? Maalesef ağabeyim
zaafları olan bir adam. Ailesini, adını hatta karısını Amerikalı bir kadın için
tek kalemde silebilecek kadar ileri gitmiş bir adam.”
“Onun
bu tehditlerden haberi var mı?”
“Elbette.
İşler ciddileşince ondan yardım istedim. Ne yapabileceğimize baktık. Christian
evden ayrıldıktan sonra Amerika’da hatırlı dostlar edinmişti. Bu ilişkileri
sayesinde genç bir adamla anlaştı ve onu bana getirdi.”
“Tanrım!
Yoksa Jack’i amcam mı tuttu?” Christian, Emily’e her fırsatta kalbiyle hareket
etmesini öğütlerken nasıl olup da babasıyla arkasından işler çevirmişti.
Amcasına daha çok kırıldığını hissetti. Onun neşeli halini, hayata bakış
açısını her zaman sevmişti. En çokta babasının aksine taktiklerden ve
planlardan uzak yaşamasını takdir etmişti. Christian kalbiyle hareket eden
adam, onun hayatı söz konusu olduğunda babasının oyunlarına ayak uydurmayı
seçmiş hatta eve geldiğinde hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi onunla Jack
hakkında sohbet bile etmişti. Bu da Emily için ayrı bir ihanet demekti.
Dylan
kızından sakin olmasını istedi. “Bize kızma. Mecburduk,”
Kızmamak
elinde değildi. “Bu çok alçakça, onu satın aldınız.“
Dylan
göz ucuyla Mason’a baktı. “Çıkarlarımız doğrultusunda karşılıklı anlaşmaya
vardık da diyebiliriz. Adamın hayatı kaymıştı. Ona yepyeni bir hayat sundum.
Yeni bir kimlik, göremeyeceği kadar para ve sınırsız imkân. Emin ol bu onunda
oldukça hoşuna gitmişti. Fakat bir süre sonra Christian onu bir kaç kadınla
daha birlikte gördüğünü söyledi. Önceleri bunun anlaştığı başka işler olduğunu
sandık. Adi herif durumu mesleğe çevirmişti bile. Sen ise tanınan biriydin ve
artık o da senin sevgilindi. Bu en çok sana zarar verecekti.”
Emily
düşündükçe aklını yitirecek gibi oluyordu. “Bütün bu olanlar midemi
bulandırıyor!” dedi.
Dylan
tezini savunmaya ve kendini haklı göstermeye devam etti. O zamanlar
verilebilecek en doğru kararı vermişti. “Düşmanlarımın asla aklına gelmeyecek
bir yoldu bu. Hayatına sıradan yolla giren genç ve yakışıklı bir adam. Kimse
şüphelenmezdi. Ta ki...”
“Ta
ki...”
“O
geri zekâlı bu oyunu ciddiye alana kadar. Karşıma çıkıp seni sevdiğini
söyleyene kadar.”
Babasının
Jack hakkındaki bu itirafı genç kadını etkilemedi bile. “Görürsem kendisine bir
teşekkür ederim.” dedi.
“O
kadınları bildiğim için seni sevdiğine hiç inanmadım. O küçücük aklıyla beni
aldatmasını yediremedim. Ve onu kovdum... Sonra... Sonra tehditleri kesilmedi.
Bana açıkça damadım olmak istediğini söyledi. Hatta o kadar ileri gitti ki
buraya birlikte gelme fikrini sana aşıladı. Tabi ki diğerleri kimdi ki, sen
Dylan Hebert’ın kızıydın. Seninle evlenirse her şeyden yırtacaktı.”
Emily
Jack’in biletlerle geldiği o günü hatırlayınca yüzünü buruşturdu. O gün bir
süre öncesine kadar hayatının en güzel günüydü. Ona mesafeli davrandığını
düşünürken yaptığı bu çıkışla ayakları yerden kesilmişti. Ailesiyle tanışmak
için onunla Kanada’ya gelmek istiyordu. “Ne kadar aptalım,” derken gözyaşları
harekete geçmeye başlamıştı bile.
“Sana
gerçekleri anlatmaması için buraya gelmenizi bekledim. Onun canına burada
okumak için... Fakat görünen o ki o çoktan benim canıma okumuş. Bizi sattı. Ona
ödediğim son parayı aldıktan sonra tüydü.”
“Peki
ya bu cinayetler... Onlarla bir ilişkiniz...” Cümlesini tamamlayamadan
babasının hiddetiyle burun buruna geldi.
“Tanrı
aşkına Emily, bu ne cüret. Ben katil miyim? Seni televizyonda gördüğüm gün nutkum
tutuldu. Cinayetleri ben de o zaman öğrendim! Hatta başka bir şeyi daha...”
Emily
gözyaşlarını elinin tersiyle silip nefes nefese sordu. “Daha başka ne var?”
“Öldürülen
o kadınların hepsi Jack’in yanındaki kadınlardı. Belki sırada... Kahretsin
sırada sen olabilirdin.”
“Keşke
beni de öldürseydi, böyle yalanlarla yaşamış olduğumu hiç bir zaman
öğrenmeyecektim!” Emily kendini daha fazla tutamadı. Ellerini yüzüne götürüp
hıçkırarak ağlamaya başladı.
Dylan
sandalyesinden fırlayıp kızının incecik bedenini sardı. Kollarının arasındaki
titreyen çaresiz bedeni göğsüne bastırdı. “Asla bunu bir daha tekrarlama. Sen
ve Hailey benim tek hazinemsin... Sakın ama sakın bir daha ölümü ağzına alma!”
Emily
babasının koluna tutundu ve var gücüyle sıktı. “Canım yanıyor baba, canım çok
yanıyor!”
“Biliyorum
ve sana söz veriyorum. Her şey bittiğinde sana kendimi affettireceğim. Hiç bir
zaman olamadığım o baban olup seni sonsuza kadar istediğin gibi sevmeye devam
edeceğim.”
Dylan
da gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. İçli içli ağlarken dudaklarını
kızının kokusunu özlediği saçlarına gömdü. “Sakın benden vazgeçme Emily, sakın
babandan vazgeçme, çünkü sana söz veriyorum bu benim hayatımın da en gerçekçi
sınavı olacak... Sevmeyi öğrenmek benim en büyük sınavım olacak...”
Emily
hıçkırıkları dindiğinde başını kaldırıp babasının yüzüne baktı. Karşısında
yaralı bir aslan gibi duruyordu. Ne kadar çok hata yüklenmiş olsa da bir o
kadar da pişmanlık doluydu. Dylan Hebert zor bir adamdı ve böyle adamların
hataları da pişmanlıkları da büyük oluyordu...
❧❧❧
Toronto Doğu Hastanesi Otoparkı, 10.35
John Parker’ın dışa dönük ve sosyal bir adam olduğu
söylenemezdi. Onunki hayatı boyunca ne elde ettiyse bunu kendi başına
başarmanın yalnızlığıydı. Üstelik bağlı olduğu soruşturma bürosunda uzun süredir ‘Yalnız Jo’ olarak tanınmaktayken kendisi
bile bunun aksini iddia edemezdi. Aslında alaycı arkadaş grubunun ona bu lakabı
takmasındaki asıl neden hayatında varlığı görülen bir kadının olmamasıydı. John
Parker’ın hayatına yerleşmiş olan tek dişi üç sene önce sahiplendiği Amerikan Fokshaund cinsi köpeği Alice’ti. Onu
bile evde olmadığı zamanlarda sağır ve dilsiz komşusu Jeffry’e emanet ediyordu.
Hayatının son yıllarında yer eden belki de tek gerçek kişi Ray Allen olmuştu.
Sert kabuğunu kırmayı başaran o lanet herif, ona dostluğunu sonuna kadar sunmuş
ve sonunda da hiç beklemediği bir anda yok olmuştu. Onu kaybetmek genç adamın
bir kez daha yapayalnız kalmasına yol açmıştı. Fakat şimdi günden güne kendini
yakın hissettiği biri daha vardı. Marc Anderson...
John, Ray gibi davranmak istemiyordu. Her gün içine biraz
daha çekildikleri bu davada bildiği ve hissettiği her şeyi yeni ortağı ile
paylaşmak istiyordu. İşler ters gider ve Ray gibi öbür tarafa postalanırsa genç
adamı tıpkı kendisi gibi kafasındaki bir yığın soruyla baş başa bırakmaya
vicdanı el vermiyordu.
Hastane bahçesindeki küçük otoparkta bulduğu ilk boş yere
arabayı çekerken Emily ile yaptıkları küçük ziyarete değinmeyi doğru buldu.
“Hebertlar’ın arazilerinde tuhaf şeyler oluyor Marc.”
“Nasıl yani?”
“Geçen Emily ile gittiğimiz şu çiftlik. Orada bir şeyler
dönüyor. Bölgedeki ağaçlar zehirlenmiş, çiftlik sahiplerini endişelendirmek
istemedim. Zaten yeterince gerilmişlerdi. Fakat orada bir şeyler döndüğü de
kesin.” Motoru durdurup yüzünü ortağına döndü. “Sonra geçen gece evde
yaşananlar. Şu yaralanan kadın...”
Marc ona bahsi geçen kadının adını hatırlattı. “Jasmine
Bouchard...”
“Evet o. Kadının Emily ile arasında eskiye dayanan bir
düşmanlık var.”
Marc kaşlarını çattı. “Düşmanlık mı? Bu ilginç. Peki, sebebini
öğrenebildin mi?”
Gerilen bedeni öfke saçsa da açtığı konunun devamını
getirmek için kendisini zorladı. “Bir erkek. Michael Wilson.“ Adamın adı
dudaklarından tükürür gibi çıkmıştı. “Emily Hebert’ın eski ve Jasmine
Bouchard’ın yeni sevgilisi. Bu anladığım kadarıyla çevrelerinde de bilinen bir
durum. İki kadın arasındaki düşmanlıktan herkesin haberi var.”
“Yani bizim Postacı’da bunu biliyordu ve durumu kullandı
diyorsun.”
John sıkıntıyla iç çekti. “Bak Marc, yüzlerce kişi
arasından o kadının bıçaklanmış olması bana tesadüf gibi gelmiyor. Her ne kadar
birbirlerine düşman olsalar da Emily’i böyle bir şeyi yapmayacağını bilecek
kadar iyi tanıyorum artık. Üstelik suçun direkt olarak üstüne kalacağını bile
bile yapacak kadar da aptal bir kadın değil.”
“Aslına bakarsan John, bir şeyden emin sayılırız. O
mektubu yazan kişi ile Jasmine Bouchard’ı öldürmeye teşebbüs eden kişi aynı.”
“Kesinlikle. Hatta ben onun Emily’i iyi tanıyan biri
olduğunu düşünüyorum. Unuttun mu Emily mektupta elbisesinin renginden de bahsettiğini
söylemişti.”
Marc konuya açıklık getirmek istercesine fikrini
belirtti. “O gece kırmızı giyeceği katile malum olmadıysa o halde mektubu da
sıcağı sıcağına yazdı.”
“Kısa bir süre önce yazdığı kesin. İki nokta çok önemli,
davetin o gece Hebertlar’ın evinde verileceğini önceden biliyordu ikincisi
ise...” Cümlenin devamını Marc tamamladı. “Emily’nin kırmızı bir elbise
giyeceğini de...”
“Aynen öyle. Katil Hebertlar’ı iyi tanıyan biri. Hatta o
gece şahsen davetli olanlardan biri bile olabilir. Akrabalar, aile dostları,
hizmetliler, Hebertlar’ın komşuları, topraklarında gözü olan birileri. İleri
gitmek gerekirse eve sürekli girip çıkan biri bile olabilir.”
Marc bazı şeyleri kafasında tam olarak oturtamıyordu.
“Bay Hebert böyle bir düşmanı göremeyecek kadar kör olamaz.”
“Kör değil zaten. Farkındaysan kadın bir silahla
yaralanmadı. İlk başta kimse ne olduğunu anlamamıştı bile tabi bizim
haricimizde...”
“Elektriklerin kesildiği an anladım dostum.”
“O da öyle. Bu yüzden Dylan Hebert elinde Rigby Mauser
marka bir tüfekle salona daldı. Bir şeylerden korkuyor ya da şüpheleniyor ama
onunda kim olduğunu bildiğini sanmıyorum.”
“Peki o halde neden bize hiçbir şey anlatmadı.”
“Güvenmiyor, açık ve net olarak da belirttiği gibi bize
güvenmiyor.”
“Ama kızını bize teslim etmeyi göze aldı.”
“Evet bunda damadının da payı var. Sonuçta yeri Matthew
belirledi. Ama önemli nokta Dylan Hebert araya hatırı sayılır dostlarını hala
sokmadı.”
“Büyük bir soyadı var, düşünmek istemiştir.” Marc
gerçeğin bu olduğuna emindi.
“Belki de... Her şey o kadar karışık ve bir o kadar iç
içe geçmiş durumdaki.”
“Dylan Hebert’la iyi geçinseydin cevapları ondan
alabilirdin.”
“O ketum ihtiyar bana kellesini verir ama sır vermez.
Yakında o da anlayacak. Bizden başka güveneceği kimsesi kalmadığında anlayacak.”
“Her şeyi anlıyorum John. Fakat anlamadığım tek nokta
eğer peşinde olduğumuz katil Hebertlar’ın bir düşmanı ise yıllar önce babam ve
Ray’in peşinde olduğu davadaki cinayetlerle şimdi işlenen cinayetlerin birebir
aynı olması ne demek. O dosya bir bakıma hala kapanmadı. Katil ya da katiller
bulunamadı. FBI’da dosyayı askıya aldı.”
“FBI almış olabilir ama Ray’in almadığı muhakkak. Şu
arkamızda duran binada yatan o kadın ile Emily’nin resminin yan yana olması her
şeyi açıklıyor.”
“Bir de kütüphane de ölmesi. Baksana araştırdım da Emily
Hebert’ın yeni romanı Ray ölmeden çok kısa bir süre önce dağıtıma çıkmış. Zaten
şu üzerinde tek bir parmak izi olmayan kitap da bu son romanı.“
“Chloe denilen kütüphaneci kız temizlemiş olmalı. Sonra
da onu temizlediler. Ah! Sözde intihar... Mason’un o kızın katil olduğuna
inanmasını hala aklım almıyor. Bu davada Ray ve bana başından beri destek
veriyordu. Günlerce kafa patlatmıştık. Terfi bile alacağını söylüyordu. Sonra
birden arkamda olan o adamın karşımda durduğunu gördüm. Ray’in ölümünün onu
sarstığını biliyorum. Onu suçlamasına bile göz yumdum. Peki o ne yaptı? Tanrım
beni açığa aldırdı!”
Marc onu daha iyi tanıyan olarak soruyu John’a yöneltti.
“Neden böyle yapmış olabileceğine dair bir fikrin var mı?”
“Bilmiyorum Marc. Sana güvenmiyordum her fırsatta
birbirimizi yiyorduk. Büroya seni getiren oydu ve ben o zamanlar onun tarafında
olduğunu düşünüyordum. Ta ki...”
“Lucas Anderson’un oğlu olduğumu öğrenene kadar!”
“Kesinlikle. O zaman seni bana göz kulak olman için
peşime takmadığını anladım. Sen kendi intikamının peşindeydin.”
Marc bu cümleyi düzeltme gereği hissetti. “Bizim
intikamımız. Artık bizim intikamımız.”
John onun omzuna hafifçe vururken “Doğru bizim
intikamımız.” diyerek onayladı. Marc inmek için hazırlanırken kucağındaki
dosyaları arabanın gözüne tıkıştırdı.
“Bir de hala şu kayıp olan mektup var Marc. Evden
çıkmadığını söyledin...”
“Bay Patel ile işe kütüphanedeki kitaplardan başladık.
Öncelikle Bayan Hebert’ın romanlarını ele aldık. Parçalanmış tek bir kitabı yoktu. Daha fazla
kalamazdım. Bölge polisinden yeni bir ekip olay yerini incelemeye gelmeden önce
oradan sıvıştım. Matthew ben ayrılırken kütüphanenin altını üstüne getirmeye
devam ediyordu. Dikkatimi çeken şey ise Bay Hebert’ın kütüphanesini oldukça iyi
beslemiş olması. Aklının alamayacağı kadar orijinal eser vardı ve hepsini iyi
şartlarda korunmuş. Bırak parçalanmayı kopuk tek bir sayfa yok. Hepsi türlerine
göre ayrılmış hatta raflara alfabetik sırayla yerleştirilmiş. Tıpkı şey
gibi...”
“Tıpkı gerçek bir kütüphane gibi mi diyecektin?”
Marc bu yalın gerçekle afalladı. “Evet. Sanki kendisinden
çok başkalarının da faydalanması için yapılmış. Halka açık ve ziyaretçilerin
kolayca bulabilmesi için istiflenmiş gibi...”
“Yani tam da NewYork Halk kütüphanesi gibi...”
“Aynı şeyi mi düşünüyoruz?”
John bir kez daha sıkıntıyla iç geçirirken aynı
düşüncelerini tekrarladı. “O evde bir şeyler dönüyor Marc. Ne olduğunu henüz
bilmiyorum ama bir şeyler döndüğü kesin.”
Çoğunu içmediği bitmek üzere olan sigarasını söndürürken
inandığı şeyi savunmaya devam etti. “Her kim ve ne sebeple yapıyorsa direkt
olarak Hebert ismini karalamaya oynuyor.” dedi.
İki adamda araçtan inip ön bahçeye doğru ilerlediler. İki
kanatlı dev yapı onları karşılarcasına önlerinde uzanıyordu. Marc hala kitaptan
ümidini kesmemeleri gerektiğini düşünüyordu. Telefonunu açıp Matthew’den bilgi
almak istedi fakat sonradan yerlerini açık etmemek için bundan vazgeçip “Umalım
da Matthew bir şeyler bulmuş olsun.” demekle yetindi.
Tam o sırada binanın yan tarafındaki seyrek ağaçlı bir
bahçeden fırlayıp çıkan adamı fark ettiler. Koşturarak gelen yaşlı adam elinde
tuttuğu süpürgeyi bir sopa gibi kullanırken yalpalayarak ve bağırarak nefes
nefese koşmaya devam ediyordu. Uzaktan ne söylediği anlaşılmasa da John
kollarına yığılıp kalan adamın “Su, su atın, su atın, içerideler... Hala
içerideler...” diye sayıkladığını işitti.
İki adamda telaşla önlerinde yükselen binaya göz atıp bir
yangın olup olmadığını kontrol ettiler. John yaşlı adamın güçsüz bacakları
üzerinde doğrulmasına yardımcı oldu. “Bayım yangın içeride mi?”
Yaşlı adam başını hızla sallarken dilini dışarı çıkarıp
tuhaf hırıltılar çıkardı. Az önce çıktığı bahçeden koşarak gelen genç bir
hemşire de yanlarına vardığında koruyucu bir ifadeyle yaşlı adamın koluna
girdi. “Bay Clayton size kaç kere söyledim. Burada güvendesiniz!” Ardından ilk
kez gördüğü oldukça hoş giyimli iki genç adamdan onun adına kibarca özür
dilemeye girişti. “Kusura bakmayın lütfen, Bay Clayton ailesini bir yangında
kaybetti de...”
John anlayışlı bir ifade ile başını sallamakla yetinirken
yaşlı adam tıpkı bir çocuk gibi omuz silkip onu geri götürmeye çalışan kadına
riayet etti. Arkalarından bakarlarken zayıf omuzlarını saran genç hemşirenin
aynı sakin tonda “Bakın yangın sönmüş, herkes güvende, hadi sizi odanıza
götüreyim.” dediğini işittiler. John sessizliğini korurken Marc tepkisini “Vay
canına,” diyerek belli etti.
Ağır adımlarla ilerledikleri giriş boyunca John dikkatini
yaşlı adamdan alamadı. ‘Toronto Bölge Hastanesi’ yazılı tabelanın altındaki cam
kapı ziyaretçilerin varlığını hissettiği an iki yana açılmıştı. İçeri
girdiklerinde az önce yaşananların etkisinden de tamamen kurtulmuş oldular.
John Marc’a keskin bir bakış attı. “Haydi, gidip Margaret Gray ile konuşmaya
çalışalım.”
Marc dosyadaki seyirlerine gülümsemeden edemezken “Bir
deliyle konuşmak... Çok yol kat ediyoruz gerçekten.” dedi. Günlerdir buraya
gelmeyi beklemiş olsa da az önceki karşılamadan sonra bu fikri pek
benimseyemiyordu.
John ortağına nazaran daha umutluydu. “Deli değil sevgili
ortağım akıl hastası,”
Marc arkalarında kalan kapıyı işaret etti. “Az önceki
ihtiyar gibi. Bu harika,”
“Akıl hastası bir tanık, ölü bir tanıktan her zaman daha
iyidir Anderson. Unutma hasta bile olsalar hala arada bir çalışan akılları
var.”
“Bozuk saat gibi mi?”
“Aynen öyle,”
“Umarım doğru vakti gösterdiği ana denk gelmişizdir.”
“Güven bana. Aradığımız cevap burada. Hissedebiliyorum.”
Marc onun kendinden emin bakışlarını görünce kolunu büküp
elini ceketinin üstünden kalbine doğru götürdü. “Ha! Hissediyorsun demek tamam
o zaman gerçekten içim çok rahatladı.” dedi. John ürkütücü hastane
koridorlarında ilerlerken bu alayı pek kaile almadı. Marc ise bir yandan onun
hızlı adımlarına yetişmeye çalışırken sataşmayı da sürdürüyordu.
“Gerçekten bak! Şimdi içim her zamankinden daha çok
rahatladı...”
❧❧❧
FBI’ın
Washington merkezinde yıllar önce rafa kaldırılan o dönemin büyük korku ve
sansasyona yol açan seri cinayet dosyası bir kaç ay önce Manhattan’da işlenen
ilk benzer cinayetle birlikte bağlı bulundukları birime yollanmıştı. Mason
Carter’ın başında olduğu ekipteki en kıdemli ajan olan Ray Allen iki dosya
arasında aylarca bir bağlantı olduğunu tüm toplantılarında masaya yatırmıştı.
Mason kendi bölgelerinde işlenmeye devam eden cinayetlerle arasındaki birebir
benzerlikleri görebiliyordu fakat bunun başka biri tarafından taklit edildiğini
düşünmekten de kendini alıkoyamıyordu. Tarih boyunca Amerika seri katil taklitlerinin
gövde gösterilerine şahit olmuştu. Dahası bu Ray için hassas bir davaydı.
Ortağını üzerinde çalıştıkları bu iş sırasında kaybetmiş ve akabinde
Manhattan’daki 26. Plaza’ya alınmıştı. Washington’dan kaydırılması hiçbir şeyi
unutturamadığı gibi bunun acısını da hiç bir zaman üzerinden atamamıştı.
Herkes
gibi Ray’in de şehrin güvenliğini istediğini biliyordu fakat günden güne
sessizleşmesi, elindeki diğer tüm dosyaları arkadaşlarına paslayıp daha yoğun
bir şekilde bu işe gömülmesi Mason’un dikkatinden kaçmamıştı. Onu köşeye
sıkıştırdığında Carter’in aldığı cevap hep aynıydı. “Emin olmak istiyorum,”
diyordu. İşte bu noktada Ray’in kaçak sessizliği Mason Carter’i korkutuyordu.
Ah! Tabi
bir de Marc Anderson konusu vardı. Genç adam bu birime hala kendi başvurusu
üzerine alındığını sanıyordu. Ray’in ölümü ile geriye gerçeği bilen sadece
Mason kalmıştı. Marc Anderson bir tesadüf eseri Ray Allen’in birimine
atanmamıştı. Onu ekibe almasını Ray’in bizzat kendisi rica etmişti. Ölümünden
sadece bir kaç gün önce ona verdiği son söz de bu olmuştu. Mason kendi ofisinde
yaptıkları kısacık konuşmanın her kelimesini anımsıyordu. “Şef, söyleyeceklerim
ikimizin arasında kalacak.”
Başıyla
onu onaylayınca Ray biraz olsun gözüne rahatlamış görünmüştü. Masasının
önündeki sandalyeye bıraktığı yorgun bedeni şuan bile gözünün önündeydi. Mason
onun cam ofisin dışında çalışan küçük ekibe çevirdiği bakışlarını takip etti.
Ketum tutumunu sürdürmeye devam ederken bakışlarını önce Gaby de sonra Sophia
da gezdirmişti. Mason neler döndüğünü öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Tekrar
konuşmaya karar verdiğinde John Parker’a kilitlenen bakışları net olarak
seçilebiliyordu.
“Bana bir
şey olması durumunda eski ortağım Lucas Anderson’un oğlunu yerime tayin et.
Quantico’dan Washington merkez ofisine bir kaç hafta önce göndermişler.”
“Sana bir
şey olması mı? Ray durup dururken bu da nereden çıktı?”
“Söz ver bana
Carter, Lucas’ın oğlunu ekibine alacağına söz ver.”
“Pekâlâ,
dediğin olsun, onu ekibe alacağım. Ama sebebini...” Cümlesini tamamlayamadan
Ray doğrulmuş ve “O bana olan nefreti üzerinden bulması gerekeni bulacak. Ona
izin ver, bırak nereyi araştırmak isterse araştırsın.”
“Ray
yoksa tehdit mi ediliyorsun? Merak ediyorum anlat.”
Acı acı
gülümserken ellerini ceplerine sokup yüzünü cam bölmeden görülen ofise
dönmüştü. Onun boğuk
sesini tanımasa odada başka birinin konuştuğuna yemin edebilirdi. “Şef, ölüm sebeplerinin
yüzde altmışının merak olduğunu bilir misin?”
Mason
o gün hissettiği korkuyu hala tarif edemiyordu. Odaya yayılan ve bir anda en
ufak bir boşluk bırakmadan her bir köşesini kaplayan o yalın korkuyu. Sanki
iblis kendini göstermeden içeriye süzülmüştü. Soru bile soramadan öylece
dikilmeye devam eden adamına bakmayı sürdürmüştü.
Ray bu
konu hakkında son kez konuşmuştu. “Eğer bütün bunlar bir gün gelir de son
bulursa yaşadıklarımızın buna şahit olan bir günah keçisi tarafından kaleme
alınmasını çok isterim. O günah keçisini benim için koru.” Söyleyecekleri
bittikten hemen sonra da Mason’u korkularıyla baş başa bırakıp geniş adımlarla
odadan ayrılmıştı.
Mason
profesörün sisle kaplı bahçesinde gezinirken acıyla başını salladı. Sözünü
tutmuştu, onun son isteğini yerine getirmişti. Ve Ray haklı çıkmıştı. İçten içe
onu yiyen bir nefretle karşısına dikilen genç ajan Marc Anderson tehditkâr bir
ifadeyle Ray Allen’in özel mülkünü araştırmak istemişti. Aylarca Ray’in kaçak
sessizliğinde ulaştığı tüm ipuçları bir anda önlerine serilmişti. Ray’in gizli
ofisinde buldukları fotoğraftaki kadınlardan ikisini de tanıyordu. Biri on beş
yıl önce işlenen tüm cinayetlerin üzerine yıkılmasıyla günah keçisi olarak
gösterilen Margaret Gray’di. Kadının aklını kaybettiğini ve onu bir tımarhaneye
postaladıktan sonra dosyayı kısa sürede kapatıp geçtiklerini biliyordu. Diğer
fotoğraf ise John’un peşini bırakmadığı şu kadına aitti. Son dönemin popüler
yazarı, Emily Hebert. Dylan’ın kızı ve sıradaki muhtemel günah keçisi.
Dylan Hebert
ve Mason Carter’ın tanışıklıkları bundan bir kaç hafta öncesine dayanıyordu.
Aslında tam olarak Ray Allen’in ölümünden hemen sonraki günlere. En iyi adamını
kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken sınır ötesinden gelen bir telefon kafasını
allak bullak etmişti. Kanada’nın tanınmış ve saygın ailelerinin başındaki adam
bizzat kendisi ile görüşmek istediğini belirtmişti. Eline dava ile ilgili geçen
en yeni isim Emily Hebert’in babası olması aslında her şeyi açıklıyordu. Mason
bu görüşme talebini geri çeviremezdi. CSIS ile FBI ve New York Polis
Departmanı’nı karşı karşıya getirmek istememesi bunu etkileyen en önemli
faktördü. Üstelik karşısındaki adam anlatacağı önemli şeyler olduğundan
bahsetmiş, Amerikalı belli bir yaş ve statü sahibi kadınların ölümü kurban
listesini oluşturuyorken çoğunun Emily Hebert’i okuyor ve Ray Emily Hebert’in
bir diğer günah keçisi olduğunun sinyalini veriyorken bu görüşmeyi askıya
alamazdı.
İki adam
arasındaki bu görüşme umduğundan kısa ve net geçmişti. Dylan Hebert’in Jack
Peterson denen adam ve sözde kurbanları ile ilgili söyledikleri dudak
uçuklatıcıydı. Yeri hala tespit edilemeyen Jack Peterson kimliği baştan sona
yalandan ibaret olan bir suçluydu ve büyük ihtimalle kullandığı sahte
kimliklerinden bir başkasıyla çoktan yurt dışına sıvışmıştı. Dylan’ın ondan
istediği açıktı. Emily Hebert isminin temize çıkması karşılığında bildiklerini
FBI’a anlatacaktı. Ve Mason bu güvence ile genç yazarın imza gününde bir basın
açıklaması yapmasının en doğrusu olduğunu kadına anlatmıştı. Bu işi organize
edenin babası olduğundan habersiz olan genç kadın Mason’un söylediklerini
harfiyen uygulamıştı. Geriye tek ve büyük sorun kalıyordu. John Parker. Kızın
peşini bırakmayacağını anladığında çaresizce onu görevden alıp Dylan ile
yaptığı gizli anlaşmaya devam etmeyi seçmişti. Fakat bu bile John’u durdurmaya
yetmemişti. Emily Hebert’i Kanada’ya gizlice geçirdiği gibi peşinden gitmekten
de çekinmemişti. İşler Mason Carter için sapa sarmaya başlamıştı. Dylan ile
ikinci görüşmeleri ise birinciye nazaran daha uzun ve sevimsizdi. Ajanlarını
evinden geri çekmesini istiyordu.
Mason üç
gün önce CIA tarafından çağırıldığında tam anlamıyla boka battıklarına emin
oldu. Kayıtsız şartsız iş birliği istiyorlardı. Kızı teslim ederse dosyanın
sonu belliydi. Ya hapsi ya da tıpkı zavallı Margaret gibi akıl hastanesini
boylayacaktı. Yardım ederse de büyük ihtimalle mesleğinden olacaktı. Ray’a
verdiği sözü anımsayınca bocaladı. Kanada’ya gitmesi ve kızı koruması gerektiği
artık kaçınılmazdı!
Mason,
Emily ve Dylan’ın sakinleşmesini beklemek için usulca yanlarından ayrılıp
bahçeye çıktı. Bu işler için kendini artık yaşlı hissediyordu. Bahçede
gezinmeye devam ederken odada eline geçen eski bir savaş uçağı maketiyle
oynamayı sürdürdü. Emily Hebert ile konuşma sırasının kendisine gelmesini
beklerken üç hafta içerisinde tüm bu yaşananları bir kez daha düşünmek onu
yordu. Ve bugün kafasında Emily Hebert’i koruma altına almak için Dylan’ın
çıldıracağını bildiği tek bir yol vardı. Ve doğrusu işler tam da o noktada
rayından çıkacaktı. Adamın öfkesini tek başına göğüslememek için John ve Marc’ı
beklemenin uygun olacağına karar verip kendini Kanada’nın soğuğuna teslim etti.
İşlerin buraya varmasında şüphesiz kendi ajanlarının da payı vardı. Her ikisi
de sonuçlarına katlanacaktı. Ormanda küçük bir gezintiye çıkarken aklında artık
bu dünyada olmayan en iyi adamının o son sözleri vardı.
“Eğer
bütün bunlar bir gün gelir de son bulursa yaşadıklarımızın buna şahit olan bir
günah keçisi tarafından kaleme alınmasını çok isterim...”
❧❧❧
Doktor
ellerinde görüşme izni olmadan buna müsaade edemeyeceğini söylediğinde John
bunu umursamadı bile. Elindeki kâğıda bakarken çoktan sırların, yalanların ve
ihanetin kol gezdiği bir dünyanın içerisine çekilmişti. O dünyanın kurucusu ise
şüphesiz kaybettiği ortağıydı. Ray Allen’in Margaret Gray ile yaptığı
görüşmenin yasal iznini gösteren yazılı belge büyüdü büyüdü ve onu içine çeken
bu yenidünyada nefessiz bıraktı. Öfkesi büyüktü. Elinde tuttuğu kağıdı
parçalara ayırmak, bu hastaneyi yakıp yıkmak ve sonunda kendini en dik
uçurumlardan aşağı atmak istiyordu. Hayatında hiç bu kadar kandırılmamıştı.
Ziyaret tarihi Mary ile küçük bir tatile çıktıklarını söylediği döneme denk
geliyordu. “Tanrım!” diye fısıldadı bir kez daha.
Kolunda
onu tutan bir güç hissetti. “Sakin ol,”
John yanında
oturan Marc’a boş gözlerle baktı. “Sakin?”
“Belli ki
Ray senden bayağı bir şeyler saklamış. Hepsini birlikte öğreneceğiz. Sen sadece
sakin ol.” Ardından doktora dönerek bilgisayarını kontrol etmesini istedi.
“Görüşme izninin gelip gelmediğine tekrar bakar mısınız lütfen?”
Doktor
Barthel homurdanarak önündeki ekranı bir kez daha kontrol ederken John oturduğu
yerde kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. “Hissettiğim bu değildi, burada
bulacağım cevap bu değildi.”
İzin
belgesinin hastane ağına düştüğünü ve sorunsuz olduğunu gören doktor rahatlamış
bir ifadeyle ayağa kalktı. “Pekâlâ, Ajan Anderson, sizi hastamızla
görüştürebilirim.” Marc da gelen bu haberle ayaklandı. “Teşekkürler,”
John
kâğıdı masaya savururcasına bıraktı. Onlara katılmak için hamle yaparken doktor
odanın kapısından Anderson’un geçmesine izin verip onu durdurdu. “Gelen izin
yalnızca Marc Anderson adına korkarım ki sizi görüştürmem pekte mümkün...”
Barthel cümlesini tamamlayamadan kendini az önce karşısındaki adamın burnunun
dibinde buldu. Marc atılıp John’un yakasından tutup silkelediği adamı
kurtarmaya çalıştı. “John tamam bırak adamı, sakin ol, bırak...”
Marc’ın
adamın yakasını o ellerden kurtarmasının mümkünü yoktu. John tüm koridor
boyunca duyulacak bir sesle konuştu. “Bana bak, şu an benimle zıtlaşmak için
öyle yanlış bir zamanki, sana bunu anlatamam.”
Doktor
Barthel üzerine eğilen adamın koyu laciverte dönmüş gözlerine bakarken ölümle
dans ettiğinin farkında olmadan inadını sürdürdü. “Güvenlik... güv...
çağırır...ım,”
Bu defa
ses tonu konuşmaktan hatta bağırmaktan bile öteydi. “Durma tüm personelini
çağır!” diye kükredi.
Marc ilk
uyarıyı yine ortağına yaptı. “John hayır... ” Çaresizce çırpınan doktora döndü.
“Doktor Barthel anlayış gösterin. Çok önemli bir davanın ortasındayız. Ortağımın
Bayan Gray ile görüşmesi çok önemli. Küçük bir istisna istiyorum sizden,
lütfen.”
Doktorun
kararsız ifadesini gören John ellerini adamın yakasından çektiğinde Barthel
duvar dibine kaçarak gömleğini düzeltti. Aldığı soluklar düzene girdiğinde ise
konuştu. “Hastama da bir zarar verirse...”
Marc
John’dan başka bir hamle gelmeden usulca önüne geçti. “Ben tüm sorumluluğu
alıyorum. Sadece Bayan Gray’e bir kaç soru sorup gideceğiz. Söz veriyorum çok
kısa sürecek.”
“Soru mu?
Hah! Bayan Gray bugüne kadar kendisine
sorduğumuz tek bir soruya bile cevap vermedi.”
Doktorun
alaycı ifadesinden hoşnut olmayan John bir adım atıp Marc’ın omzunun üzerinden
tısladı. “Belki de ben bildiği yerden sorarım.”
Doktor
Barthel karşısındaki kaba adama karşı koyamayacağını anlayıp derin bir nefes
bıraktı. “Pekala, ama sadece beş dakika. Beş dakikayı geçerse güvenliği
ararım.”
John
gözlerini adamın gözlerinden bir an olsun ayırmadan yavaşça başını salladı.
“Beş dakika,” dedi.
❧❧❧
Yerleşik
Psikiyatri Bölümü, 11.50
“Söyleyin
Bay Parker, akli bozuklukların size göre çıkış noktası nedir?”
John
doktorun kendisiyle dalga geçip geçmediğinden emin olmak istedi. Dar koridoru
dolduran cüssesiyle önünde ilerleyen adamı takip ederken tıpkı onun gibi alaycı
bir sesle son derece saçma bulduğu bu soruyu cevapladı. “Akıl olabilir mi?”
“Hayır,
inançtır. Çünkü insan aklını yitirmeden önce inancını yitirir.”
Önünden
geçtikleri her kapının arkasında inancını çoktan yitirmiş birinin olduğunu
düşünmek John’u korkutmadı. Barthel aniden diğerlerinden farksız demir bir
kapının önünde durduğunda konuşmasını da bitirmek üzereydi. “Kalpten
inandıkları elinden alınan her insan gün gelip aklını da yitirir.” Kapının
üzerindeki küçük bölmeyi yavaşça kaydırdı. Bir pencere görevi gören aksan tiz
bir ses çıkarak açıldığında John yüzünü o küçücük bölmeye yaklaştırıp bir
şeyler görmeyi umdu. Koridora göre loş bir ışığın aydınlattığı odanın köşesinde
oturan kadını ilk anda seçti. Küçük bir camın önüne yerleştirilmiş masaya
gömülmüştü. Zayıf bir kadın olduğu fark ediliyordu fakat daha dikkatli bakınca
bir deri bir kemik kaldığını söylemek daha doğru olurdu. Kendi kendine belli
belirsiz mırıldanan kadın açılan pencereye yüzünü dönmediği gibi şarkısını da
bölmedi. John başını çevirip kulağını boşluğa doğru iyice yaklaştırdı. İşitene
hafif bir bahar sabahını anımsatabilecek olan o ses, şarkının sözlerini
algıladığı an adeta kulaklarını tırmaladı.
“Bazen
yalnız kalırım,
Bazen
çaresiz kalırım,
Bazen
kötülükten bıkarım
Ve
şeytan bizi yutarken dehşete kapılırım...”