10 Ocak 2016 Pazar

Aşk Çarpar Gönül Kayar 23. Bölüm


John, bahçenin ortasına anlamsızca dikilmiş ve her bir yana savrulmuş yaprakları ile halinden gayet memnun olan isfendan ağacının gövdesine yaslanmış beklemeye devam ederken artık yok saymanın ahmaklık olarak algılanacağı hislerini kontrol altına almak için kendince sıkı bir hazırlık yapıyordu. Başını kaldırdı ve ağacın yükseklerde kalan incecik dallarına, gülkurusuna yakın renklerdeki canlı yapraklarına ilham almak isteyen gözlerle bakarken sesli bir şekilde mırıldanmaya devam etti. 
“Gitmek zorundayım ama geri geleceğim.” Başını yere eğdi ve kulağa son derece klasik kaçan cümle karşısında öfke içinde sızlandı. Daha iyisini yapabileceğini biliyordu, bu yüzden yeniden denedi.
“Emily, şimdi belki gidiyorum ama geri geleceğim.” Ayaklarının altındaki bir yaprak kümesini tekmeledi. “Belki mi? Gidiyorsun işte geri zekâlı. Neden belki diyerek kafa karıştırıyorsun ki…”
Derin bir soluk alıp yapraklarla boğuşmaya ara verdi. Yüzünün keskin hatları adeta kendini gösteriyordu. Ağacın bir kadın vücudu gibi biçimli gövdesine çevirdi yüzünü. “Emily, gidiyorum ama mutlaka geri geleceğim. Hayır hayır, sonu gidiyorum ama mutlaka senin için döneceğim olmalı…”
Profesör Freddy, her sabah olduğu gibi yine bu sabahta uğradığı, vaktiyle evlerinin yanına inşa ettikleri, ona bir bakıma karısının emaneti ve şimdilerde kendini adadığı tek meşgalesi sayılan küçük serasında günlük işlerini bitirmişti. Naylon kapının altından geçip dışarıya adımını attığında uzakta o kırmızı cennetinin altında kısa bir süredir evinde misafir ettiği genç adamlardan bir tanesini gördü. Ne dediği işitilemeyecek kadar uzak mesafedeydi ama ağacın altındaki belli bir alanda gidip gelirken kendi kendine konuşmayı sürdürdüğü görülebiliyordu. Freddy yavaşça eğilip elindeki çapayı duvarın kenarına dayadı. Ellerini birbirine vurup topraktan temizlenmeye çalışırken bahçenin ortasındaki adamın yanına doğru ilerlemeye başladı. Yürürken kullanmaları için onlara öğrettiği evin orman yoluna çıkan arka girişinde bekleyen aracı fark etti. Uzağı seçmekte zorlanan gözlerini kıstı ve arabanın içinde oturan diğer genç adamı seçti. Şu arada bir de olsa gülümseyen ve adı Marc olanı. Delikanlı okuduğu her ne ise başı elindeki şeye gömülmüş vaziyetteydi. Profesör planlarda bir değişiklik olup olmadığı ile ilgili kaygıya kapıldı. Dün gece kararlaştırdıklarına göre çoktan yola çıkmış olmaları gerekiyordu oysa hala buradaydılar.
Yürümeye devam etti ve henüz kendisini fark etmeyen adama neredeyse bir metre kala mesafede durdu. Ağacın gövdesine böylesine derin bakışlarla bakarken yaptığı hararet dolu konuşmasına ister istemez kulak misafiri olmak üzereydi.
“Geri döneceğime söz veriyorum, ne olursa olsun, senin için mutlaka döneceğim…” Profesörün ağır işiten kulakları bu cümle ile sağlıklı duyma yetisini tekrar kazanmış gibiydiler. Tabiata olan aşırı duyarlılığı ile kentin dışında bir yaşamı seçen profesör ağaçlara sarılmanın ve çiçeklerle konuşmanın bir çocuk etkinliği olarak kaldığı bu dünyada kendisi gibi derdini doğaya anlatan insanları görmeye pek alışık değildi. Ne de olsa artık aynalarla konuşmak modaydı. Freddy duygularının ona ağır geldiği bir noktada dayanamadı ve patladı.
“Aferin evlat! Sen tam bir doğa aşığısın.”
John kendini o kadar kaptırmıştı ki yaşlı adamın yanına kadar sokulduğunu fark etmemişti. Bu yüzden kulağına kendi sesinden son derece farklı gelen o sesi işittiği an konuşmayı bıraktığı gibi ağaç ile bakışmayı da kesti. Yavaşça yüzünü dönüp gülümsedi. Toparlanmaya çalışırken sesi hayatındaki çoğu kimsenin duymadığı kadar ilgi dolu çıkmıştı. Bu hareket tamamen adamın algısını değiştirmeye yönelikti. “Günaydın Profesör, bugün nasılsınız?”
İki gündür ortalarda surat asıp duran genç adamın yüzünün bu yeni şekli doğrusu ihtiyarın da hoşuna gitmişti. Şaşkınlığı konuşmasına yansıdı. “Ben, ben gayet iyiyim,” Keyifli bir kahkahanın ardından uzakta kalan serayı işaret etti. “Topraktan gelen şeylerle ilgilenmek insana iyi geliyor.”
John onu onaylamak istese de ağzından bir anda çıkanlar tam tersini söyledi. “Bu günlerde sizin kadar iyimser olamıyorum.” dedi.
Onu içten içe yiyen derdine rağmen güçlü durmaya çalışmasını takdir eden profesör konuyu değiştirmek adına arabayı göstererek sordu. “Sahi siz neden gitmediniz?” Onun biraz daha gerilmesinden aslında konunun pekte değişmediğini hissetmek zor değildi. “Her neyse, size iyi yolculuklar.” dedi. Kafası düşüncelerle dolu bu genç adamı yalnız bırakmaya karar verip arkasını döndü ve geldiği yoldan eve doğru ilerledi.
John eğilip gözüne çarpan gülkurusu renginde bir yaprağı yerden alırken “Sebebini bir bilebilsem…” diye fısıldadı. Başlarda önemsemese de sebebini yeni yeni anlamaya başlıyordu aslında. Asıl anlamlandıramadığı şey bundan neden korktuğuydu. Çocuklaşıyordu. Sevdiği ilk kadın annesi tarafından terk edilmenin arızalı halini hala içinde taşıdığını fark ediyordu. Geçen onca yıla rağmen ne yazık ki içine yerleşmiş olan o korku geçmek bilmiyordu. Hala günün birinde yeniden sevip kaybedeceğini düşünüyordu. Şimdi korktuğu şey başına gelmişti. Bir kadına doğru amansızca çekilirken yine korku dolu küçük bir çocuğa dönüşüyordu. Avucunda tuttuğu yaprak tıpkı çam ağacının basit ve geniş yapraklarına benziyordu fakat rengi kendisine özel birini hatırlatmıştı. Sanki varlığını yanı başında hissedebiliyordu. Tuhaf bir hisle başını kaldırıp önünde yükselen yapıya baktı. Gözleri, profesörün şimdi kapısından girdiği evin üst katına, onu son gördüğü odanın penceresine çevrildi. Yanılmamıştı.
Oradaydı, pencerenin arkasından tıpkı bir hayal gibi durmuş gidişini izlemekteydi. John elindeki yaprakla birlikte olduğu yerde doğrulup güneşe doğru hasretle dönen günebakanlar gibi tüm bedeniyle ona doğru döndü. Mesafeler önemini yitirdi. Bu zamana kadar bir kadında asla ilgisini çekmeyen kızıl saçlar, yeşil gözler ve o bembeyaz ten seçemeyeceği kadar uzağında değildi ama dokunabileceği kadar yakınında gibi geliyordu ona. Tutulmuş gibi, bitmek tükenmek bilmeyen bir zaman diliminde birbirlerine bakarlarken tıkanıp kaldığı bütün sözcükler genç adamın dudaklarından dökülüverdi. Sözcüklerinin duyulmamasını önemsemedi, biliyordu ki duymasa bile hissedecekti.
John aralarında oluşan bu sessiz ve sakin dili seviyordu. İçinden geçenleri onun da anladığını hissediyordu. Tam durup bir şeyler söylemesi gerektiği sırada yalnızca gözleriyle konuşan bu kadının bağımlılık yapan o hazır cevap bakışlarını ayrı kaldığı ilk dakika da özlüyordu. Eğer elinde olsa onu yanından bir an bile ayırmayı düşünmezken şimdi yeni bir ayrılığın kıyısındaydı. Bunun adı benimsemek, diye düşündü. Ve benimse dedi, aynı suskun dille. Yeryüzünde başka hiçbir dil ve hiçbir aksan şu saatten sonra önemli değildi.
 “Yüzüme bak. Hayır! Böyle değil.” Gülümseyerek ağacın altından ortaya çıktı.
“Ben karşına geçip geveleyecek bir şeyler bulamadığım zamanlarda tıpkı bir budala gibi ağzımdan çıkan o anlamsız bir kaç kelimeyi tekrar ederken, durup baktığın gibi bak bana!” İnsan ömrünün yarısını sevmek diğer yarısını da nefret etmek kaplıyorsa John açık alanda ilerlerken sevmekle ilgili tarafa geçmiş olduğunu biliyordu. Ellerini sözlerini desteklemek ister gibi kullanmaya çalıştı. “Dudaklarının bitiminde oluşan çukurlarla iki kaşının ortasında beliren o incecik çizgiyi yarıştırmakta neyin nesi! İnsan hiç kaş çatarken gülümser mi? Tanrı seni inandırsın, bana böyle baktıkça sen bunu da başarırsın…”
Emily bahçenin ortasındaki ağacın altına diktiği bakışlarını bir an bile çekmeden pencereye iyice sokuldu. Kendisini belki başından beri bu adama doğru çeken bir şeylerin var olduğunu hissediyordu. Başını tahmin ettiğinden de soğuk olan cama yasladı ardından da elini yavaşça cama koydu. Adamın tamamen ortaya çıkmasıyla seçebildiği o kıpırdayan dudaklarını bakışlarının yeni hedefi seçti. Sanki sorusunu duyabilir ve cevabını alabilirmiş gibi fısıldadı. “Neden bekliyorsun?”
Adamın da o dakikalarda susmaya hiç niyeti yoktu. Dudaklarının bir kez daha aralandığı seçilebiliyordu. “Bekledim. Bana veda edip etmeyeceğini görmek için bekledim.” Heyecanla yutkundu. “İçimde yavaş yavaş eriyen bir kurşunla burada sadece bir an için bile olsa gözlerinde özleme dair bir küçücük ışık görmek için bekledim.” Pencerenin ardında söylediklerini anlamaya çalışan çatık kaşlı güzel yüze bakıp gülümsedi. Duyamıyor olmaktan hoşlanmayan kadın aynı zamanda camın arkasından muzip bir ifadeyle gülümsüyordu. Kaşları meraklı bir ifadeyle işte yine en sevdiği şekilde çatılmıştı.
John bu görüntü karşısında güç bela bir araya getirdiği o kelimeleri de unuttu. Aklında yanında gidip gözbebeklerini seyre dalmaktan ve ilk önce sağa mı yoksa sola mı kayacaklarını tahmin etmekten başka bir düşünce yoktu. Her tahmininde yanılıyordu. Bir daha ve bir daha yanılmak istiyordu. Siyahın her rengi yuttuğu konusunda da yanılmak istiyordu. Adam siyah ve kadın kızıldı.
Ve adam ilk kez bir kızılın alevinde yanmak istiyordu...
Genç kadına yavaşça arkasını dönerken bile yandığının farkındaydı. Onu bekleyen araca doğru ilerledi. Gergin bacakları adım atmamak için ona direniyor ve kalbinde geri dönmek için karşı koymakta zorlandığı bir his duyuyordu.
“Kalbim,” diye fısıldadı. Hiç bir zaman bir kadına kaptırabileceği bir kalbinin olduğuna inanmamıştı. Kalp onun için sadece yaşaması için göğüs kafesinin altında atan bir organdan ibaretti. İlk kez kendisine soyut bir şeyler ifade ediyordu. Aşk gibi sıcak, tutku gibi yakıcı ve sevgi gibi sahiplenici şeyler. Zor da olsa arabanın yanına vardığında kapıyı açtı. Arkasında bırakmak zorunda olduğu kadına bakarken kolunu aracın kapısına yasladı. Adı kadar emindi. Gördüğü ilk gün neredeyse nefret ettiği bu kadın şimdi onun olmazsa olmazıydı!
Genç adam için yokluğu yadsınamaz ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamazdı.
John son bir gayretle bedenini arabaya soktu. Yerine yerleştikten sonra kalbine yenik düşmeden önce hızla aracı çalıştırdı. Dylan Hebert’in aracı ile burun buruna geldiğinde durup yaşlı adamı başıyla selamladı.

❧❧❧
Emily’e kendini her zaman iyi hissettiren bu eyalet parkı şimdi gözüne dipsiz ve karanlık bir kuyudan farksız görünüyordu. Savaş alanının ortasında kendi ordusundaki bir hain tarafından sırtından bıçaklanmış bir asker gibiydi adeta. Yaralı ve şaşkın bir asker gibi...
Bir kez daha ihanet yanı başında kol geziyordu. Ama durum bu kez çok farklıydı. Bu Jack’in ya da Michael’in ihanetiyle kıyaslanamazdı bile. Bu kez kendisine ihanet eden her türlü kötü koşulda sığınabileceği tek limanıydı. Korunaklı bildiği o liman aslında onu en sert dalgalara iten gizli bir düşmandı. Azgın bir denizde limanı çöken küçücük bir tekne nereye sığınırdı?
Genç kadın babasının yüzünün aldığı şekli görmemiş olsaydı eğer bunun bir şaka olduğunu düşünebilirdi. Üstelik Dylan Hebert’in şakadan hoşlanmayan mizacını bile umursamazdı. Ama o yüzü görmüştü işte. Ne hale geldiğini gözleriyle görmüştü! Babasının başı kucağında her saniye biraz daha ağırlaşırken oturduğu banktan destek alarak ayağa kalktı ve önünde uzanan göle doğru bir kaç adım attı. Hiç bir şey hissedemez bir haldeydi. Sanki içine dolan acı soğuğu yalayıp yutmuş, geriye bir tek hissizlik denilen duyguyu bırakmıştı.
“Emily?” Dylan elini uzatıp boş banka sıkıca tutundu. Çömelmiş vaziyette dengesini korurken başını kaldırıp kızının önünden geçip giden beyaza dönmüş yüzüne baktı. Tepki vermeden öylece göle doğru ilerliyordu.
“Bir şey söylemeyecek misin?” dedi doğrulmaya çalışırken.
Ona, yıl kadar uzun gelen bir süre sonunda “Düşünüyorum,” cümlesi döküldü kızının göremediği dudaklarından. Arkası dönük dikilirken saçları rüzgârda adeta bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Dylan gözyaşlarını ona göstermekten ilk kez çekinmedi. Böyle yaparak acısının büyüklüğünü göstermek ister gibiydi. Yanına vardığında bile gözleri hala yaşlarla doluydu.
“Ne düşünüyorsun?” dedi anlamsız bir ifadeyle. Kafasında alacağı cevaplar fır dönüyordu.
“Bir baba kızına bundan daha büyük ne gibi bir kötülük yapabilir onu düşünüyorum.” Sakinliği sanki fırtınaya gebeydi. Genç kızın aksine Dylan cayır cayır yandığını biliyordu. Avuçlarından dışarı vuran teri hissedebiliyordu. “Kızım bak ben...” diye söze başlamıştı ki Emily hissiz yüzünde beliren ilk duygu olan öfkeyle ona doğru döndü.
“Yapamaz. Bundan daha büyük bir kötülük yapamaz!” Ayağını yere vururken sesinin tonunu alabildiğince yükseltti. “Önemli olan ne biliyor musun baba? Sen bana ait hiç bir şeye değer vermedin. Ne yaptığım işe ne de sevdiğim adamlara. Sen bana hiç değer vermedin! Bir kuklayla oynar gibi oynadın benimle. Ben ayaklarımın üzerinde durduğumu düşünürken iplerini istediğinde sıkıp istediğinde gevşettiğin aklı ve kalbi olmayan bir kukla gibi oynattın beni!”
“Hayır, asla...”
“Senin soyadını taşıyor olmam senin kuklan olduğum anlamına gelmezdi! Unuttuğun şey benimde bir aklımın ve kalbimin olduğuydu. En büyük kavgalarımızda bile kararlarına hep saygı duydum. Sana içimde bir yerlerde hak da verdim üstelik. Babam dedim. Ama bu... Bu...”
“Senin iyiliğin için...”
“Benim iyiliğim için öyle mi? O adamı sevebileceğimi düşündün mü hiç? Hayatıma soktuğun o sahtekârı yine hayatımdan kendi kararın ile istediğin zaman çıkarırken canımın ne kadar yanacağını düşündün mü? İyilik bunun neresinde cevap ver bana!”
Dylan aylarca korktuğu gerçekle yüz yüze geldi. Cevabından deli gibi korksa da “Yoksa onu gerçekten sevdin mi?” diye sormadan edemedi.
Emily babasının takılıp kaldığı detayla iyice çileden çıktığını hissetti. Sanki yaptıklarının hiç bir önemi yoktu da tek önemli olan sevip sevmediğiydi. “Onun beni sevmiş olmasına şükrettim. Bu ne demek biliyor musun? Söyle biliyor musun?”
“Ben...”
Emily ilk kez babasından güçlü hissediyordu kendini. Onun karşısında sıkılıp utanmadan konuşmanın öfke ile kuşatılmış rahatlığını yaşıyordu. “Üç yıl boyunca hiç bir adamın bana yaklaşmasına da izin vermedin değil mi?”
Cevap sessizlikti ama genç kadın o suçlu gözlerde aradığı yanıtı bulmakta gecikmedi. “Kendimi yıllarca senin yüzünden asla sevilmez biri gibi hissettim. En ağrıma giden zamanlarda bile bunu benim suçum sanıp durdum. Tanrım! Bana danışan tüm o kadınları bile yanlış yönlendirdim. Erkekler değer vermez sandım ve asla sevmez. Sonra ne oldu biliyor musun? Beni sevdiğini söyleyen ilk adama sorgusuz sualsiz inanıverdim. O aşağılık adamına inanıverdim. Çünkü sevilmek böyle bir şey sandım. Bir hayal çizdim. Ve şimdi karşıma geçmiş gayet basit bir şey açıklarmış gibi o adamı ben tuttum diyorsun.”
“Yanılıyorsun seni sevdim! Hep de seveceğim. Nasıl sevmem? Sen benim kızımsın. Üstelik Michael’da seni gerçekten sevdi.”
Emily kısa bir çığlık koyuverdi. “Michael beni aldattı baba!” Durdu ve onun yüzüne iğrenir gibi baktı. “Sen de öyle.”
Artık konuşmak istemiyordu dahası onu görmeye bile tahammülü yoktu. Emily üzerindeki örtü ile kendini sarmaya çalışıp ondan uzaklaştı. Arkasını dönüp gölün kenarından geldikleri yoldan gerisin geri ilerlemeye başladı. Jack, William ya da daha başka kaç ismi varsa, o adam toplamda satılık adi bir pislikten başka bir şey değildi.
“Emily dinle beni, lütfen sana her şeyi anlatmama izin ver...”
Genç kadın başını hızlıca sallarken arkasına doğru bağırdı. “Git buradan, seni görmek istemiyorum!”
Jack’in döneceğine dair beslediği o ufacık umutta cılız bir mum ışığı gibi tükenip söndü. Ve kendini yoklayınca buna üzülmediğini fark etti. Ortaya çıkmasını istemesinin uzun zamandır tek sebebi her şeyi sonlandıracak adam olmasıydı. Ona karşı hakkında öğrendiği bu gerçekten çok daha önce hissizleşmişti. İtiraf etmek gerekirse bu hayatına John Parker denilen adamın girdiği zamanlara denk geliyordu. Kavgaları, çekişmeleri, istisnasız her gün bir araya gelmeleri ile geçen süreçte genç kadın Jack’in sadece çıkıp kendisini aklaması konusuyla ilgilenmişti. Hatta evli olduğunu öğrendiğinde bile kıskançlık denilen duygu yerine kendi akılsızlığı ile meşgul olmuştu. Ve tüm bu yaşananlarda yanında tek bir isim vardı. Evet o. Parker. İlk günden beri onun basit, adi ve yalancı biri olduğuna inanıp durmuştu. Ne tuhaf, diye düşündü. Şimdi hayatında kalan tek temiz adam da oydu. Hayat denilen bu garip yolda birçok insanla tanışıyorduk, ama gerçekte çok azını tanıyorduk!
Dylan onunla bir yabancı gibi konuştuktan sonra çekip giden kızının ardından geldikleri orman yoluna daldı. “Bilmen lazım... Konuşalım,” diyen ısrarcı halini sürdürmeye devam etti.
Emily ağlamamaya gayret ettiyse de başarılı olamadı. Gözyaşları yavaşça yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Görüntü bulanıklaşınca ağaçlara tutunarak ilerlemeye devam etti. Üzerindeki şalı omuzlarından kayıp yere düştüğünde almak için geri dönmedi. Tek istediği bir an önce profesörün evine varabilmekti. Yoldaki bir taşa takılıp tökezlediğinde bile duraksamadı. Sadece arayı kapatan babasına bir kez daha “Peşimden gelme,” diye emrivaki bir dille konuştu. Ama boşunaydı. Dylan kızının düşürdüğü kumaşı yerden aldı ve kokusunu içine çekerken yüzünü bez parçasına gömdü. “Özür dilerim,” dedi duyulmayacak bir sesle ve ardından onu bahçe kapısına kadar sessizce takip etmeye devam etti.
Arkasından gelen ayak sesleriyle karışık yaprak hışırtılarını duyabiliyordu. Emily orman yolunun sonundaki tahta kapıyı hafifçe ittirip aynı hızla profesörün arka bahçesine daldı. Hala konuşacak bir şeyleri kalmış gibi inatla peşinden gelmesine anlam veremiyordu. Yüzleşmek için zamana ihtiyacı vardı. Hatta uzun bir zamana...
Her şey bir yana cinayetlerden konuşmaya korkuyordu şu anda. Fazla insan, çok fazla insan ölmüştü ve tüm bu yaşananların içinde babasının parmağının olabileceği ihtimali onu ürkütüyor, gencecik kadınların ellerini adeta boğazında hissediyordu. Şimdi yeniden üşümeye başladığını hissetti. John. Onunla konuşmalı ve ona her şeyi anlatmalıydı. Çarpıcı gerçekle olduğu yerde aniden duraksadığında pembe renkli bir yaprak gözünün önünden geçip yere indi. Düştüğü yere alışamayan küçük yaprak rüzgârla savrulup gözden kaybolurken Emily başını kaldırıp tepesindeki ağacın dallarına baktı. Cinayete kurban gidenlerden birinin ismi o ağacın kalın dallarından birinin kırılıp başına geçmesi gibi bir anda indi.
Ray Allen. John’un ortağı olan o adam!
John’un sesi sert esen bir rüzgâr olup kulaklarına bütün gücüyle doldu. ‘Ray’in gizli ofisinde senin fotoğrafını bulduk.’
Hızla arkasını dönüp bahçe kapısında duran babasının yüzüne baktı. Sert rüzgâra direnen bedenine karşın seyrelmiş kır saçları kendini bu akışa çoktan bırakmıştı. Ceketinin bir yakası havalanmış ve boynuna kapaklanmıştı. Emily ona bakarken korkuyla yutkundu.
“Bu olamaz. Hayır olmamalı... Lütfen olmasın...”
Biliyordu,  eğer Ray Allen’in cinayetinde babasının parmağı varsa bu üçü için de sonsuz bir felaket olacaktı. Gerçeği öğrenene kadar ona bir gölge gibi eşlik edecek olan bu şüphe tarafından hırpalanacağını biliyordu.
“İşte buradasınız!”
Emily arkasından gelen sesi işittiğinde bakışları hala babasının yüzüne sabitlenmişti. Bu profesörün ya da John’un sesi değildi. Marc’ın da öyle. Ve kesinlikle Matthew’e de ait değildi. Burayı bilen herkesin ismi aklından delicesine bir hızla geçip gitti. Kalbinin ivme kazanıp yükseldiğini ve tam olarak boğazında bir yerlerde attığını hissetti. Çünkü sesi bir yerden tanıdığına yemin edebilirdi. Babası ise kendisinin aksine her şeyin kontrolü altında olduğunu gösterir bir duruş sergiliyordu. Ona bir kez daha ihanet mi etmişti? Bu iki ihanet arası için oldukça kısa bir süreydi. Ne acımasızca ve ne gaddarca diye düşündü. Burayı en azından bir süre daha başka kimsenin bilmemesi gerekiyordu. Emily artık güvenini yitirdiği babasına sakın beni pişman etme, bakışı attı ve oldukça yavaş bir hareketle boynunu çevirip yerden doğru sesin sahibi olan adama baktı.
Siyah parlak ayakkabılarına neredeyse değen upuzun gri paltoyu takip eden gözleri yukarılara doğru çıktıkça içindeki korku da yükseldi. Paltonun sonu geldiğinde genç kadının başı da dikleşmişti. Bakışlarını biraz daha yukarı çevirse görebileceği o yüze bakmak yerine uzun bir süre özenle bağlanmış kravatta takılı kaldı gözleri. Ve kendini hazır hissettiğinde gerçeği bir kerede görmek ister gibi aniden sesin sahibi olan yüze baktı. Yüz demek kısmen hata olurdu çünkü Emily kasketli büyük bir şapka ve kara gözlüklerin gizlediği yarım yamalak bir yüzle burun buruna geldi. Boş gözlerle adama bakmayı sürdürürken onun o kâbus gecesinde babasının yanında gördüğü dedektif tipli adam olduğunu fark etti. Korku romanlarındaki akla hayale sığmayan tüm o fantezilerin kitaplardan fırlayıp kendi hayatında can bulduğunu düşünmek herhalde yanlış olmazdı. Kim olsa yanı başında yükselen şu komik görüntüsüyle o geceki adam olduğunu tanırdı. Ama fazlası yoktu. Daha önce konuşmadığı hatta yarı sarhoş bir haldeyken hayal meyal gördüğü bir adamın sesi nasıl olur da tanıdık gelebilirdi?
Zorlu bir zamandan geçen onurlu bir savaşçı gibi davranmayı tercih etti. Bir başkasının kalesinde esir ve yaralı bir halde Tanrı’ya şu ‘sonunda iyiler kazandı’ diyen o son kahraman gibi dimdik bakışlarla, sakınmadan ve çekinmeden konuştu.
 “Göster yüzünü!”
Adam kafasına yer etmiş gibi duran şapkasını çıkarıp eline aldı ve gözlüklerine uzandı. Gördüğü yüzün etkisi genç kadına giderek yayılan bir şaşkınlık olarak yansıdı. “Ama... Siz!” diyebildi sonunda. Ani bir hareketle dönüp babasına baktı ve cevabı bir kez de onun yüzünde aradı. “Nasıl? Nasıl olur?”
İki adam akıl dışı ve gayet samimi bir tavırla selamlaşırken Emily bir buda heykeli gibi taş kesilmiş vaziyette bu görüntüyü kendi içinde bir yerlere koymaya çalıştı. Genç kadının şaşkınlık kotasını dolduran bu olay sonrasında iki adam durum değerlendirmesi yapmaya başlamışlardı bile.
Paltosunun cebine uzanırken “Dylan fazla zamanımız yok. Adamlarım nerede?” dedi. Babasının soruya omuz silkip kendisine dönmesini de aynı şaşkınlıkla izledi. “Hiçbir fikrim yok! Sabah buradan ayrılırken gördüm. Emily onların nereye gittiğini biliyor musun?”
Emily sesinin çıkmadığını fark etti. Mason Carter onun yüzüne bakmaya devam ettiği sürece de sesi çıkmayacaktı. Bu yüzden bilmediğini sadece başını sallayarak gösterdi. Adam cebinden çıkardığı kalın bir puroyu ağzına götürürken “İyi eğleneceğimden şüphem yok. O iki ahmak beni görünce oldukça şaşıracak.” dedi.
İki adam evin kapısında dikilen profesöre doğru ilerlerken Emily kendini hafifçe tokatladı. Görüntü değişmeyince kırmızıya dönen yanaklarıyla kalakaldı. Babasının parmağı mı! Bu işte babasının parmağı değil eli hatta oldukça uzun da bir kolu vardı.
Ortada ne düşman, ne esaret ne de o kahraman kadın kalmıştı. Öyle ki ağacın dalından kopup tam olarak ellerine düşen bir yaprak Emily’nin aklını aldı. Dünya’nın neye dönüştüğünü öğrenmek genç kadın için böyle bir şeydi...
❧❧❧

Marc’ın bu güzel ve iç açıcı günde yapmakta oldukları yolculuktan beklediği şeyler vardı. Bir işaret, küçücük bir detay, yanıt bekleyen onlarca sorudan sadece birisine verilebilecek basit bir cevap beklentilerinden yalnızca birkaçıydı.
Evet öyleydi, bugün Marc Anderson için güzel ve iç açıcı bir gündü. Gelecek olan günün güzelliği kendini bir önceki geceden belli etmişti.  Doğrusu Ray Allen’in evinin bodrumunda Emily Hebert ile birlikte fotoğrafını gördükleri şu diğer kadının, Margaret Gray’in, Toronto’da bir hastanede tedavi altında olduğunu öğrendiği andan beri onunla görüşebilmek için sabırsızlanıyordu. Ve işte şimdi bugün bunu gerçekleştirmeye gidiyorlardı. O gece Hebertlar’ın evinde yaşananlar hiç olmasaydı planlarında partiden sonraki gün bunu yapmak vardı ama bu davadaki aksilikler peşlerini bir türlü bırakmamıştı.
Yolculuklarında altı saati çoktan geride bırakmışlardı. John’un Emily’i her ne kadar yalnız bırakmak istemese de onu bu yolculuğa beraberinde sürüklemek istememesini anlıyordu. Öncelikle kız yaralıydı ve dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bu uzun yolculuk için yeteri kadar sağlıklı görünmüyordu.  İkincisi ise Bay Hebert böyle bir yolculuğa asla müsaade etmezdi!
Dün akşam Dylan Hebert’dan gelen telefon imdatlarına yetişmişti. Emily’e şimdilik gizlendikleri yerde babası göz kulak olurken onlar da bu küçük ziyareti gerçekleştirebileceklerdi. Bay Hebert’ın hemen akabinde Jasmine Bouchard ile ilgili hastaneden gelen sevindirici haber de bu yolculuk öncesi uzun bir aradan sonra ilk kez iyi bir uyku çekmelerini sağlamıştı. Kadının kritik süreci atlatmış olması çok önemliydi. Bölge polisinden sonra bizzat kendileri de Bayan Bouchard ile görüşmeye gideceklerdi. Sonuçta Emily Hebert’in akıbeti Jasmine Bouchard’ın ağzından çıkacaklara bağlıydı.
Edmonton’un merkezinden kiraladığı eski model Chevrolet’in umduğundan da sağlam çıkması Marc’ı sevindirmişti. Önlerinde Toronto’ya kadar uzanan saatler sürecek bir yolculuk varken şehir merkezinde durup bir de araç değiştirmekle uğraşmak zorunda kalmamışlardı. Öğlen olmuştu ve karasız güneş kendini arada sırada olsa da gösteriyordu. Genç adam iç cebindeki sigara paketine uzandı ve eline gelen ilk dalı dudaklarına sıkıştırdı. Aracın çakmağını yerine takıp sigarasından çektiği ilk güçlü nefesi yoğun duman eşliğinde geri bıraktı. Direksiyondaki ortağına göz kırparken az önceki sorusunu bir kez daha tekrarladı. Hoparlörü açık telefonuna bakıp konuştu.
“Beni arayıp soran yok yani?”
Telefonun diğer ucunda klavye sesleri kesildi. Açık hoparlörden Sophia’nın bezgin sesini işittiler. Kadın sabırla “Beşinci kez cevap veriyorum Ajan Anderson. Seni arayan yok! Tabi Mason haricinde. Günlerdir kafamı ütüleyip durdu.” diye cevap verdi.
John aracı Edmonton’un bitiminden kente göre daha küçük bir yerleşim yeri görüntüsü veren Sherwood Park’a doğru kırarken Marc da Ajan Campbell’e laf yetiştirmekle meşguldü. “Mason’u ben hallederim, sen onu bana bırak,”
Sophia klavye seslerinin arasından bir kez daha çıkıştı. “İnan bana bunu memnuniyetle yaparım. Sen yeni yetme çaylak, kendi meseleni hallederken Mason’a benim de saha ajanı olduğumu hatırlat lütfen. O da ortalarda yok. Burada masa başı elemanına döndüm. Bu arada John’a ulaştın mı? Merak ettiğimi sanma, kıçı sıkışmış olsa beni arardı zaten.”
John alayla başını sallarken sırıttı. “Merhaba Sophia, ben iyiyim, kıçım da gayet iyi durumda.” Yanında oturan genç adama doğru eğilirken sesini alçalttı. “Bu kadının kıçıma her zaman garip bir zaafı vardır.”
Hoparlörden küçük bir inilti işittiler. “Ah John? Seni duydum pislik herif. Tabi ya birliktesiniz. Tanrım Marc sesi dışarı verdiğine inanamıyorum!”
“Bana bulaşma Sophia, aranızda halledin.” Marc arkasına iyice yaslanıp keyifle konuşmaya devam etti. “Ne de olsa ben daha yeni yetme bir çaylağım.”
Sophia’nın sesinde bu sefer bariz bir merak vardı. “Siz iki kaçık Kanada’da neler karıştırıyorsunuz?”
John güven veren bir sesle konuştu. “Sorun yok Sophia, yakında orada olacağız.”
“Olsanız iyi olur. Önce Ray, sonra sen şimdi de Anderson. Ofise tam adamakıllı birini yolladılar diye umutlanmıştım. Hayal kırıklığı doluyum John, onu da fazlasıyla kendine benzetmişsin.”
Marc sırıtırken telefona doğru “Gururum okşandı.” diye bağırdı.
“Coşkunuzu anlıyorum tek derdiniz sırtınızın sıvazlanmasıysa bunu seve seve yaparım.”
John uzanıp ortağının ağzının kenarından sallanan sigarasını aldı ve kendi dudaklarına yerleştirdi. “Neden kendine bir erkek arkadaş bulmuyorsun Sophia?”
Kulaklarına kadının güçlü nefesi vurdu. “Deniyorum ama olmuyor, benimle bir şeyler içen her adam mesleğimi öğrendiği dakika topukları yağlıyor.”
Marc açık cama kolunu koyup başını yasladı. “Bence şu yaygın hatları denemelisin, telefonda hiç de fena değilsin.”
“Adi herifler!”
İki adam da arabanın içinde sesli bir kahkaha attıktan sonra John Marc’ın karnına hafifçe vurdu. “Sophia bu aptalı boşver. Seninle konuşmak her zaman güzel bunu biliyorsun. Her neyse, Kanada yetkililerinden bizimle ya da soruşturma ile ilgilenen olursa bize haber vermeyi unutma.”
Kızgın ses tonu kendini belli etmeye devam ediyordu. “Avucunuzu yalarsınız!”
“Biz de seni seviyoruz. Görüşürüz.” Marc görüşmeyi sonlandırdıktan sonra bir süre daha gülmeye devam etti. “Bu kızın neden bir erkek arkadaşı yok?”
“Kendi cevapladı zaten Anderson. Bizim meslek böyle, seni ister istemez yalnızlığa itiyor. Bizim gibi silahla yatıp kalkan insanlar hoş karşılanmıyor. Üstüne üstlük Sophia bir kadın. Bir aile kurmak istediğine eminim. Ray onu ayrı severdi. İkisinin iyi diyalogları vardı. Bakma sen, Sophia çoğu zaman kadın olduğuna aldırış etmeden gittiğimiz her yerde bize ayak uydururdu.” O günlere özlemle derin bir iç çekti. “Onu da ihmal ettiğimin farkındayım.”
Marc’ın gülümsemesi kayboldu. Büyük bir nefretle içlerine girdiği bu ekibin şimdi hayatında daha değerli ve çok daha anlamlı bambaşka bir yeri vardı. John ve Sophia hatta Mason ile çalışmayı kendisi için büyük bir şans olarak görüyordu. Genç adam daha aralarına girmeden karar verdiği üzere bu iş bittiğinde yaşanacak olan o ayrılığa şimdilerde pek de hazır değildi. “Belki bizde, yani geri döndüğümüzde, üçümüz gidip bir yerlerde kafa dağıtırız.” dedi.
John onu gözlerini diktiği yoldan çekmeden “Harika olur,” diye cevapladı. Her şey bittiğinde yapmak istediği oldukça çok şey vardı.
Marc bir yandan da hala neden peşine düşmediklerine bir anlam veremiyordu. Tekrar helikopteri ya da FBI’a ait başka bir aracı kullanmayarak izlerini önemli ölçüde kaybettirmişlerdi. Kiraladıkları arabayı bulmaları da uzun sürmezdi ama bu onlara yeteri kadar vakit kazandırırdı. Zaman elbette önemliydi fakat gizlilik şu an için her şeyin üstündeydi. FBI, Kanada Polisi dahası Amerikan Gizli Servisi’nin onları bulması için uğraşmaları gerekecekti. “Sence Kanada polisi neden hala harekete geçmedi? FBI ile çoktan bağlantı kurmaları gerekirdi.” dedi. Ortağının fikirlerini duymak istiyordu.
“O iş o kadar kolay değil. Hedeflerindeki isim ülkelerindeki en önemli adamlardan birisinin kızı. Yani üst makamlardan emir gelmedikçe iş Amerika’ya sıçramaz. Fakat içimden bir his yakında onunda kokusu çıkacak diyor.”
Marc yeniden pakete uzanıp bir sigara daha çıkardı. “Neden öyle dedin?”
John bir yandan yoldaki Saskatoon yönü tabelasını yakalamaya çalışırken “Bilmiyorum dedim ya sadece bir his...” dedi.
“Ajan Parker ne zamandan beri hislerine göre hareket ediyor?”
“Ajan Anderson ne zamandan beri beni bu kadar iyi tanıyor?”
Marc’ın kaybolan neşesi tekrar yerine geldi. “Sophia ne dedi? Sana benziyormuşum.”
John’un yüzüne ister istemez acı bir gülümseme yerleşirken “Benzeme Anderson,”dedi. “Emin ol bunu gerçekte hiç istemezsin!”

❧❧❧
Hayatına bir anda bir zorunlulukla giren o adam şimdi arkasını dönüp gitmişti. Belki çok şey anlatmak istemiş ama gerçekte tek bir kelime bile etmeden gitmişti. Gitmesi gerektiğini ikisi de biliyordu. Genç kadın kendisini onun işini yaptığı konusunda telkin etmeye her çalıştığında tahmin ettiğinden çok daha fazla acı çektiğini hissediyordu. Onun gözünde ait olduğu yeri asla unutmamalıydı. Bu yüzden yüksek sesle bir kez daha tekrarladı. “Ben sadece bir tanığım!”
Aslına bakılırsa tanık işin güzel tarafıydı. Kendini tüm bu yaşananlardan sonra onun gözünde adi bir şüpheli olarak görüyordu. Fakat içten içe duyduğu garip ve yabancı bir his ise olayların tam da ortasında duran bir hedef olduğunu söylüyordu. Gerçek olduğuna inandığı o mektubu unutamıyordu. Aynanın karşısında dikilmeye devam ederken solgun yüzünü, düşük omuzlarını incelemeyi sürdürdü.  “Neyim ben, bir şüpheli yoksa bir hedef mi?”
Kızıl saçları, soluk teni ve yorgun görünen yeşil gözleri sorusunu adeta yanıtsız bıraktı. Son günlerde yaşadıklarına dair anımsayamadığı o kadar çok boşluk vardı ki, başkalarına karşı kendini her ne kadar savunsa da içinde yalancı bir varlıkla yaşıyor gibiydi. O kopuk zaman dilimlerinden en çok kendisi korkuyor olsa da tekrar ve tekrar sormadan edemiyordu. Jasmine’i yaralamış olabilir miydi? Aklını kaybetmek üzere olabilir miydi? Manhattan’daki dairesinde sıcacık yatağında kötü bir rüyanın son saniyelerinde olabilir miydi? Uyandığında her şey 3 Temmuz sabahına dönebilir miydi?
3 Temmuz sabahına dönebilseydi bile rutin giden hayatında artık büyük bir boşluğun oluşacağını biliyordu. Bu boşluğun kalbindeki adı John Parker denilen o adam olacaktı. Bu zamana kadar bir şekilde yokluğunu kabullendiği, kabullenemese bile her defasında üstesinden geldiği ona ne kadar uzak duygu varsa hepsi ayaklarının önüne serilmişti. Şimdi artık ne arkasını dönebiliyor ne de üstüne gidebiliyordu. Sadece bekliyordu. Elden bir şey gelmediği zamanlarda durup bir veda sahnesi çekmek insana en ağır geleniydi.  Emily bu ağırlığın altında ezildiğini hissediyor, bir camın ardından sessizce veda ettiği o adam geri dönene kadar da biraz olsun hafiflemeyeceğini biliyordu. Seviyordu, üstelik ilk kez karşılık beklemeden. Yaşadıkları ona bunu da öğretmişti. Koşulsuz sevgi bir karşılık bile beklememekte yatıyordu. Kabalıkları da dâhil ona ait barındırdığı şeylerin hepsini, karşılıklı atışmalarını, sonunun ne olacağı belli olmayan çıktıkları bu yolu bile seviyordu. Üstelik John ona söz vermişti. İstesen bile gitmiyorum, demişti. Yine de genç kadın sevenlerin geri dönmeleri için onları bırakmak gerektiğini biliyordu...
Profesör aralanan kapıda belirince Emily toparlanıp yüzünü ona döndü. Yaşlı adam sakin giden hayatındaki bu çalkantıdan gayet memnun bir ifadeyle kendisine bakıyordu. Freddy’nin konuşmasını beklerken aynadan uzaklaşıp soğuk yatağına doğru ilerledi.
“Bize katılmaya ne dersin? Misafirlerin yukarıda seni bekliyor.” Emily’nin yatağın kenarına oturup davetine herhangi bir cevap vermediğini görünce adeta çocuk kandıran bir ebeveyn edasıyla devam etti. “Harika yemekler ve bolca konyak var. Yukarının buradan daha sıcak olduğuna da eminim.”
Emily başarısızca tebessüm etti. Daha babasının sözlerini hazmedememişken Mason Carter ile nasıl tanıştıklarını duymak onu kalpten götürebilirdi. Üstelik kendini hiç aç hissetmiyor soğuğu da pek umursamıyordu. “Beni affedin profesör. Onlarla konuşmak için henüz hazır değilim.” dedi.
Yaşlı adam onu anladığını belirten bir ifadeyle başını sallarken bir kaç adım atıp odanın içine ilerledi. Kararan havanın yuttuğu bembeyaz duvarlara bakındı. Durduğu yer tam olarak genç kıza yaptığı sakinleştirici ile onun kendinden geçtiği yerdi. Dudaklarından çaresiz bir dilek gibi dökülen son sözlerini net olarak anımsıyordu. Lütfen John’a zarar verme, demişti. Yaşlı adamın kafasındaki bütün taşlar şimdi yerine oturuyordu. Kızın üzgün hali genç adamın gitmek ve kalmak arasındaki kararsızlığı ile çakışıyordu.
 Freddy durduğu yerin ona anımsattıklarından garip bir rahatsızlık hissetti. İyi bir amaca hizmet gayesi ile olsa bile kızın canını tam da bu noktada yakmıştı. Bir kaç adım geriledikten sonra aralık kapının koluna tutundu. Yatakta oturan genç kıza doğru sevgi dolu bir babanın bakışıyla baktı. Doğrusu bu hissi bilmiyordu, yıllarca eşi ile istemelerine rağmen bir çocuk sahibi olamamışlardı. Belki Tanrı onlara lütuf etmiş olsa tam da bu yaşlarda bir kızları olabilirdi. Matthew onun bir akrabası olmasının yanı sıra ünlü bir yazar hatta hatırlı bir ilişki uzmanı olduğunu da söylemişti. Freddy böyle bir evlatla sonsuza kadar gurur duyacağını adı gibi biliyordu. Hiç bir zaman kaderine isyan eden bir adam olmamıştı. Karısını kaybettiğinde bile. Ama şimdi geriye ikisinden bir hatıra, bir çocuk bahşedilmemesine öfkelendi. O mutlu yaşamlarından ona kalan tek hatıra koridor boyunca sıraladığı duygu döngülerinden ibaretti. Kimi acıyı, kimi aşkı kimi de çaresizliği anlatıyordu.
Bu kız, bu zamana kadar bu eve gelen en genç bireydi. Aslında yolu düşen demek daha doğru olurdu çünkü profesörün kasabadan eski bir kaç tanıdığı ve pazarlık için gelen cebi dolu alıcılar dışında yıllardır gelen gideni hiç olmamıştı. İçinde bastırdığı tüm duyguları ayağa kaldıran şey de bu olmuştu. Sabahtan beri gördüğü hüzünlü yüz yaşlı adamın içine oturmuştu. Bir de gençlerin işine akıl ermez, derlerdi ama profesör doğru yolda olduğunu hissediyor ve aklının bu kez ona yardım edeceğini biliyordu. Genç kıza güç vereceğine emin olduğu küçük bir iyilik yapmak istedi ve kapıyı kapatmadan önce hafifçe öksürüp bir şeyler geveledi.
“Geri döneceğime söz veriyorum, ne olursa olsun, senin için mutlaka döneceğim.” Emily’nin pencereden batan güneşe bakan dolu dolu gözleri ilgiyle profesörün yüzüne çevrildi. Kirpiklerini hızlı hızlı oynatması bir damlanın yanağından süzülmesine sebep olmuştu. Boş bakışlarının eşliğinde konuştu. “A...Anlamadım?”
Freddy eliyle burnunun ucuna düşmüş gözlüklerini düzeltirken kızı harekete geçireceğini bildiği halde hiç bozuntuya vermeden sıradan bir şeyden bahseder gibi “John, şu bahçede kendi kendine konuşan suratsız hergele, aynen böyle söylemişti.” dedi. Kapıyı usulca kapattı. İçindeki isyanın bastırıldığını hissediyordu.  Şimdi kapanan kapının her iki tarafında kalan yüzlerde koca bir tebessüm vardı...
Freddy uzun koridor boyunca sırayla dizilmiş olan tabloları keyifle süzerken ilerlemeye devam etti. Hepsi servet değerindeydi,  eşinin ölümünden sonra Londra ve Paris’ten sayısız alıcı çıkmasına karşın hiçbirini satmamakta ayak diretmişti. Yaşlı adam kalan ömrünü bu evde karısından kalan bu anılarla geçirmeyi seçmişti. İşte Freddy’e eşinden kalan tek mirasta bu olmuştu. Bir çocuk gibi canlı olamayan sessiz bir hazine. Önünden geçip gittiği her tablo ile içinden ondan geriye doğru saydı. Merdivenin başına vardığında dokuza gelmişti. Önce kapattığı kapının açıldığını işitti sonra da o tarafa doğru baktığında süzülen ışığın arasından Emily’nin üzerindeki hırkasını çekiştirerek ona doğru geldiğini gördü. İhtiyar bedenini gülmemek için kasarken yavaş fakat bir o kadar da aldırmaz bir tavırla basamaklara yöneldi. Daha bir kaç basamak çıkmıştı ki genç kız aniden yanı başında belirdi. Gözlerinde biriken yaşları silmişti. “Düşündüm de profesör gidip bir an önce o iki ihtiyarla yüzleşsem iyi olacak.”
“Bence oldukça doğru bir karar verdiniz kızım,” dedi. Hala gülmemek için kendini sıkmaya devam ediyordu.
“Siz teklif ettiğiniz için geliyorum, düşündüm de yaptığınız onca iyilikten sonra kabul etmemek büyük kabalık olurdu.”
“Kesinlikle,”
Emily yaşlı adamın koluna girip onunla birlikte üst kata çıkarken hala kendince mazeretler üretmeye devam ediyordu. “Hem acıktım, oda da oldukça soğuk,”
“Hı... hı!”
Merdivenlerin bitimindeki dar holde ilerlerken konuşmaya devam etti. Küstah, dediğim dedik ve çokbilmiş o kadına yani gerçek Emily Hebert’a dönüşmesi tam tamına on dokuz basamak sürmüştü. Dün vaktinin büyük bir kısmını geçirdiği odayı gösterdi. “Bakın şöminenin sıcaklığı buradan bile hissediliyor, onlar burada keyif çatarken aşağıda donacak değilim.” Bu sefer onaylayıcı bir cevap gelmeyince dönüp birkaç adım arkasında kalan profesöre baktı. Adam küçük bir mendili ağzına götürmüş çırpınıyordu. Yaşlı adamın boğulduğunu ya da bir öksürük krizine yakalandığını sandı. Elini adamın omzuna koyup telaşla yüzüne doğru yaklaştı. “Profesör siz iyi misiniz? Lütfen bir şeyler söyleyin!”
Freddy rengi kırmızıya dönen yüzünü kaldırıp genç kıza baktı. Gülme krizinin eşiğine geldiğini bilmesini istemiyordu fakat onun bazı şeyleri anlamayan şu bunaklardan biri olduğunu düşünmesine de katlanamazdı. Bu yüzden ciddi bir ifade takınarak oltayı salladı. “Bu işe bir aşkın karışmadığı kalmıştı.” dedi.
Emily cümleyi aklının süzgecinden hızlıca geçirdi. Tabi ki yemi görmüştü ve tongaya basmaya hiç niyeti yoktu. Anlamamış gibi yapmak genç kıza o an için en iyi yol gibi göründü. “Aşk mı Tanrı aşkına siz neden bahsediyorsunuz?” Elini boğazına götürüp yakasını çekiştirdi. Şimdi öksürük krizi geçiren sanki kendisiydi.  “Bilmem ki nereden geliyor aklınıza böyle şeyler?” diye geveledi.
“Bilmem ki nereden geliyor?” diyen profesör kafasını hafifçe salladı. Aceleyle tekrar yaşlı adamın koluna giren Emily oturma odasına doğru onu sürüklerken konuyu değiştirmek adına tepelerinde iplerle tavandan sarkıtılmış çeşitli maketleri gösterdi ve “Çok güzeller,” dedi. Aslında evde bariz varlığı hissedilen iki şeyi -tablolar ve maketleri- dünden beri ona sormak istemişti. Ama şu an ki soru daha çok kurtuluş sebepliydi.
Freddy çocukça bulduğu bu hareketi “İnsan amatörce oyalanacak şeyler arıyor,” diyerek karşıladı. Her ne kadar bir yazar ve ilişki uzmanı olsa da karşısında âşık genç bir kadın vardı ve çocuk gibi davranması, üstelik aşktan korkup bocalaması doğaldı.
Genç kız uzanıp bir kaçına dokunurken “Bence bunlar hiç de amatör işi değil muhteşem görünüyorlar, sanki hepsinin ayrı bir hikâyesi var gibi,” Emily yaralı avucunda yaşlı adamın elini hissetti. “Biliyor musun bunu söyleyen ikinci kişi sensin.”
Merakla atılıp sordu. “İlki kimdi?”
“Carol Gordon.” Tanıtmak isteyerek hevesle devam etti. “Benim sevgili eşim. Bir İngilizdi. O da senin gibi bir sanatçıydı. Bir yazar değil elbette Carol hiçbir zaman hislerini kelimelerle anlatmazdı, o bir ressamdı.”
Emily’nin gözleri parladı. “Yani aşağıdaki o tablolar...”
“Evet, karımdan bana kalan tek hazine onlar.”
Emily profesörün kolundan çıkıp dar koridorun bir yanı boyunca devam eden ahşap merdivenin korkuluklarına yaslandı ve bu konuda pek bilgisi olmasa da tabloları dün gezinirken incelediği kadarıyla değerlendirmeye çalıştı. Her biri bir sanat galerisinden fırlamış gibiydi. Doğrusu Emily sanat aşığı sandığı bu adamın hepsini dünyanın bir ucuna yaptığı seyahatlerinde dudak uçuklatan rakamlara satın aldığını düşünmüştü. “Resimden çok anlamasam da onların bir servet değerinde olduklarını görebiliyorum.” dedi ve aklına kazınmış olan bir tanesine yoğunlaştı. “Özellikle tam ortadaki diğerlerine göre daha büyük ve göze çarpan olanı, bana...”
Profesör o tabloya olan hassasiyetini gizleyemeden onu cesaretlendirmek istercesine araya girdi. “Lütfen devam edin Bayan Hebert.”
“Bana, birinin hayatında büyük bir rol oynamayı düşündürttü,” dedi.
Freddy Gordon gözlüğünü yeniden düzeltirken bu anlarda alabildiği sayılı nefesi de adeta tutmuştu.
“Tablodaki adamı tasvir edişi, onu ön plana çıkarışı, iki beden arasındaki uzaklığı anlatmak istemesi, fırça darbeleri bile sadece aralarındaki kısımlarda tutkulu. Kadın tutsak, adam tutuk ama aşk tutkulu gibi... Kör bir randevuda gözlerini açan iki âşık gibi. Masallardan aklımda kalan tek bir cümle varsa şimdi dilimin ucunda işte. Büyüleyici. Profesör bu büyüleyici.”
Freddy’nin gözlüğünü çıkarıp akmaya başlayan yaşlarını sildiğini görünce daldığı hayal âleminden çıkıp  “Beni affedin, sizi üzdüm.” diye ekledi.
“Aksine genç bayan beni mutlu ettiniz. Uzun zamandır hiç olmadığım kadar mutlu ettiniz. Biliyor musunuz her tablo için bir şeyler karalamak istedim, günü birinde öldüğümde bize ait bir şeyler canlı kalsın istedim. Fakat bu kadar güzel ifade edemezdim. Matthew’in de dediği gibi dilinizde garip bir tılsım var.”
“Matthew abartmış profesör, sadece bana hissettirdiklerini dile getirdim.”
“Bayan Hebert benim adıma bu işi üstlenir misiniz?” Emily beklenmedik bu teklif karşısında afalladı. Yaşlı adam bir kez daha onu yüreklendirmek istedi. “Hiç bir şey tesadüf olmamalı. Olamaz. Buraya gelmeniz, tanışmamız, yıllardır hayalini kurduğum tek şeyi bir nefeste anlatmanız. Bunu gerçekleştirecek olan sizsiniz. Lütfen eşime ait o tabloları siz kaleme alın.”
“Ama ben... kariyerim bile tehlikedeyken bunu kabul etmem...”
“Tüm kalbimle ben sizden istiyorum, lütfen!” Elleri birleştiğinde Emily derin bir nefes bıraktı. “Peki, yapacağım. Söz veriyorum.”
Profesör bitmek bilmeyen minnetle tekrarladı. “Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.”
Emily tek kaşını muzip bir ifadeyle kaldırdı. “Ama...” dedi. “Bir şartla...”
Yaşlı adamın yüzü ilgiyle aydınlandı. “Nedir? Benden istediğiniz nedir?”
Emily küçük bir kız gibi yeniden koluna girip vızıldandı. “Şey, anlatın lütfen, şu suratsız hergele başka neler söylüyordu...”
Freddy sonraki saatler de genç adamdan duyduğu ve duymadığı ama derin bir bağ ile hissettiği birçok şeyi ballandırarak karşısındaki güzel kıza anlattı. Ardından bir başka aşk hikâyesine geçtiler. Tıpkı Emily ve John gibi iki farklı kültürün karşısında duracak olan ve hiç bir engele boyun eğmeyen o aşka... Varlıklı İngiliz ailesinin kızları Carol ile Kanadalı genç akademisyen Freddy’nin kör bir randevu ile başlayan aşklarını dinlerken Emily bir şeyler söylemek yerine dolu dolu gözlerle dinlemek ve sadece gülümsemekle yetindi. Bir masal gibiydi ve elbette her masal gibi büyüleyiciydi.
Dylan’ın kızının yüzünde gördüğü huzur yapacağı konuşmayı ertelemesine sebep oldu. Emily onun Mason Carter ile ortadan kaybolduğunu çok sonra fark edebildi. Genç kadın başına gelen talihsiz olaylara artık üzülmek istemiyordu. Biliyordu ki, tanıştığı bu güzel insanlar kendisine artık sadece güç veriyordu. Son kadehi kafasına dikerken kör bir randevudan farksız çarpıştıkları o büyülü geceyi anımsadı. O gece üzerindeki çirkin gelinliği bile ilk kez güzel buluyordu. Ah evet! O gece... Kadının yanlış yere tutsak, adamın boş yere tutuk kaldığı ve aşkın herkese inat tutkuluyla kol gezdiği o gece...
Maketten yapılmış şirin bir saat gece yarısını gösterirken Emily şömineden yükselen alevlere bakıp şöyle dedi: “Ben artık bu aşkı konuşmak değil solumak istiyorum.”
❧❧❧
Matthew Emily’nin yatağına oturmuş elindeki bir düzine kitabı gözden geçiriyordu. Arkasından yaklaşan ayak seslerini duyunca kapıya doğru kısa bir bakış atıp gülümsedi. Hailey elinde tuttuğu kupayla yatağa doğru ilerledi. “Sana kahve getirdim.”
“Harikasın,” Eline aldığı son kitabın da sayfalarına hızlıca göz attıktan sonra baktıklarının yanına bıraktı. Hailey yatağın başucundaki ahşap tek sıra kitap rafına baktı. Kocası raftaki kitapların tamamını kız kardeşinin yatağına indirmişti. Elindekini komodine bırakıp kocasına sokuldu. “Anlaşılan kütüphanede işin çoktan bitmiş.” dedi. Matthew karısının omuzlarında gezinen ellerinden son derece memnundu. Genç adam incecik zarif parmaklarda gizli olan maharetleri zaten biliyordu. Başını geriye doğru atıp karısının göğsüne yasladı. Gözlerini kapatıp kendini bir kaç saniye de olsa bu anın güzelliğine bıraktı. “Burada da işim bitti.” Sesi oldukça yorgun çıkmıştı. Önceki gün Marc Anderson ile devasa bir kütüphanedeki sayısız kitabı incelemeyi yarılamışlardı. Genç adamın gitmesi gerektiğinde kalan altı büyük kitap dolabını tek başına tamamlamıştı. Tahmin ettikleri o ufacık ihtimal de artık kalmamıştı. Emily’nin bahsettiği o mektubun dayanağı olan kitap evden çıkmamıştı. Kitaplardan umudu kesince sayısı oldukça az olan dergilere, otoparkta biriktirilen bir kaç haftalık eski gazetelere hatta haritalara varıncaya kadar hepsine bakmıştı. Sonuç başarısızdı. Matthew evin içinde araştırmalarına devam eden eyalet polisine çaktırmadan gezinip girdiği bütün odalardaki basılı tüm yayınları inceledi. Ve şimdi Emily’nin odasında da işi bitmişti. Genç kızın başucundaki küçük kitaplığı da boş çıkmıştı. Derin bir nefes bırakıp gözlerini açtı. “Burada da işim bitti.”
Hailey ona kendini iyi hissettirmek istedi. Çenesini kocasının alnına dayarken ona sıkıca sarıldı. “Zaten küçük bir ihtimaldi. Bence o kitap evden çıksa asıl bu şaşılacak bir durum olurdu. Bence bu işi kim yaptıysa kendi karanlık cehenneminde hazırlamıştır.”
“Bilemiyorum,”
“Sevgilim, Emily’nin kitabı neredeyse girdiğin her kitapçıda satılıyor. Dahası onun kitabı olup olmadığından bile emin değiliz.” Genç kadın devamını sesli dile getirmeye çekindi. Bu utanç verici olsa bile bir yanı kız kardeşinin yanılıyor olabileceğini de düşünüyordu. Belki de mektup kitap kelimelerinden hazırlanmamıştı. Hatta ortada bir mektup bile olmayabilirdi. Kafasındaki bu ıstırap verici düşüncelerden kurtulmak istedi. Önemli olan tek şey Marc’dan kardeşinin sağlığının gayet iyi olduğuna dair aldıkları haberdi. Yatağın ucuna oturup kocasına o bilindik muzip bakışlarından gönderdi. “Söyleyin bakalım Ajan Patel bakmadığınız başka bir yer kaldı mı?” Elini baştan çıkarıcı bir hareketle saçlarından geçirirken gülümsedi. Matthew karısının vücuduna büyük bir keyifle baktı. “Bence hala bakmadığım bir yerler var.” Keskin bir hareketle yatağın ucunda oturan genç kadını geriye itti. Hailey’in yatağa düştüğünde sarı saçları kitapların üzerine dağılmıştı. Ondan aşağı kalmak istemeyen kadın da kolunu tutup Matthew’i üzerine çekti. Genç adam üzerine eğildiği karısının göğüslerine arzuyla baktı. “Bence tam burada kalın bir kitap sakladığına eminim.” Onun gözlerinde beliren alev genç kadını da heyecanlandırmıştı. “Teslim oluyorum o halde,” dedi.
“Tanrım Hailey eğer ajanlara karşı bir zaafın varsa seni öldürürüm!”
“Beni zaten öldürüyorsun.” Hailey başını yana yatırıp kendini ona sundu.
Matthew karısının boynunun açıkta kalan kısmına hafif bir öpücük kondurduktan sonra o tanıdık kokusunu içine çekti. “Sen de beni öldürüyorsun Hailey Patel. Beni bitiriyorsun!”
Kollarını kocasının boynuna dolayıp genç adamın başını olduğu yere gömerken nefes nefese konuştu. “Benim tek ajanım sensin,” dedi. Elini onun atan kalbine koydu. “Beni sorguya çekecek olan da sen, bir ömür boyu burada mahkûm edecek olan da yalnızca sensin.”
Matthew için dayanmak artık güçtü. İşittiği bu sözler, bu teslimiyet aklını fazlasıyla başından almıştı. Karısının dudaklarına ulaşıp onu sertçe öptükten sonra kendini çekti. Hailey’in yarı aralık gözlerine bakarken yataktaki kitapları bu anın coşkusuyla hızlıca itip kendileri için geniş bir yer açtı. Aynı iştahla eğilip ona bir kez daha sokuldu. Öpüşmeleri daha da derinleştiğinde genç adam üzerlerindeki fazlalıklardan bir an önce kurtulmak istiyordu. Bu nedenle ilk hamleyi yapmak üzere Hailey’in üzerindeki gözüne şu an kesinlikle bir fazlalık gibi görünen ince kazağına uzandı.
“Evin içi polis kaynıyorken kapısı açık bir oda da sevişmek fazla cüretkârca...”
Matthew öfkeyle umurumda olmadığını belirtti. “Sen benim karımsın,” dedi. “Üstelik sorgu daha yeni başlıyor,” Lanet olası kazağa bir kez daha uzandı.
“Kardeşimin odası!” Bir kez daha durmak zorunda kalan genç adam homurdanıp doğruldu. Ayakta dikilirken kapıyı kapatmayı düşünüyordu. “Eminim Emily çocuk yapmamızı destekleyecektir.” dedi.
“Neden bunu sizin odanızda yapmıyoruz Ajan Patel?” Kocasına doğru uzattığı incecik bileklerini teslim olurcasına havada birleştirdi. Hiçbir suçlu bu kadar baştan çıkarıcı teslim olmaz ve hiç bir ajan o beyaz incecik bileklere soğuk bir kelepçe takamazdı.
“Bir sorgu odanız var değil mi bayım?” Matthew yatakta yatan karısını odalarına götürmek için can atıyordu. Fakat onu durduran bir detay aklını çeldi. Polislerle kovalamaca oynarken misafir odalarına bakmayı atlamıştı. John, Marc ve Emily’nin asistanı olan o genç kızın odasını aramadığını fark etti. Bu aklına gelmemişti. Çünkü misafir odalarında bildiği bir kitaplık yoktu. Konukların eşyalarını karıştırmak ise başlı başına bir hakaretti. Ne yapması gerektiğini bilemez bir halde durup düşündü.
Hailey dirsekleri üzerinde doğrulup kocasına baktı. “Ne oldu? Yanlış bir şey mi söyledim?” dedi. Mahcuptu. Onu reddetmek istememişti. Sadece uygun yerde olmadıklarını söylemeye çalışmıştı. Fakat Matthew aniden kendini odanın dışına atınca korkuyla doğrulup toparlandı ve onun peşinden koşuşturmaya başladı. İlk misafir odası Emily’nin odasının hemen yanında John Parker için hazırlanmış olandı. Durup düşünürse bunu yapamayacağını anlayan genç adam ani bir hareketle odaya dalıp etrafa göz attı. Az bir eşya ile dekore edilmiş oda temiz ve düzenliydi. Üst kattaki en küçük odalardan biriydi. Eşyaların arasında sadece bir kişinin gezinebileceği dar bir mesafe vardı.
Hailey de peşinden odaya girince ona hemen kapıyı kapatmasını söyledi. Kocasının dediğini yapan genç kadın kapıyı üzerlerine kapattı. “Burayı da mı arayacaksın? Ama burası...”
“Biliyorum hayatım burası Ajan Parker’ın odası!” diye kestirip attı. Sonra dayanamadı ve açıklama yapmaya devam etti. “Bana kendilerine yardımcı olmam için evi aramamı söylediler öyle değil mi ve ben de aynen öyle yapıyorum.” Karısının itirazları kesilince eğilip derli toplu duran yatağın altına baktı, sonra başucundaki çekmeceleri karıştırdı ve ardından odadaki tek dolaba doğru ilerledi. Dolabı açtığında içinde John’a ait bir kaç parça asılı kıyafet ve küçük bir valiz vardı.
Valizi eline alıp yatağın üzerine bırakırken karısının kendisine inanamadığını gösteren gözlerine baktı. “Lütfen bana hırsızmışım gibi bakma Hailey! Yapmak zorundayım.” Fermuara uzanıp yavaşça açtı ve valizin içindeki bir kaç parça kıyafeti karıştırmaya koyuldu.
Hailey seslerinin odanın dışına çıkmamasına özen göstererek konuştu. “Ah! Elbette değilsin. Çıkalım buradan Matthew, şimdi biri gelip görecek. Hem ne yani o kitap Bay Parker’ın hususi çantasından çıkacak de...” Genç kadının sözleri kocasının elinde tuttuğu kabı bir pencere gibi oyulmuş kitabı dışarı çıkarmasıyla havada asılı kaldı. Ve gördüğü şeyi idrak etmeye çalışırken cümlesini kekeleyerek tamamladı. “De-de-ğil ya...” Hemen ardından çığlık atmaya hazırlanan ağzını eliyle kapattı.
Matthew yataktan uzaklaşırken şaşkınlıktan kalakalmış karısına haklı çıktım bakışı attı. Elinde tuttuğu kitabın oyulmuş karton kapağını yavaşça kaldırıp iç kapağa göz attı.
Emily Hebert
Aşkın Piyesi
36.Baskı
Hızla kitap sayfalarını karıştırdı. Kitabın belli bölümlerinden yer yer bazı kelimeler aynı kapakta olduğu gibi özenle kesilip çıkartılmıştı. Genç adam da baştan ayağa şaşkındı. Doğrusu sadece göz atmak için girdiği bu odadan kitabın çıkacağına kendisi de ihtimal vermemişti. Sadece ona verilen görevi yerine getirmek istemişti. Kahrolası evin tüm odalarına bakmak istemişti. Kitabı kapatıp kolunun altına sıkıştırdıktan sonra iki adımda karısına ulaşıp onu kollarının arasına aldı.  “Emily haklıymış bir tanem,” dedi.
Hailey için gördüklerini hazmetmek kat ve kat daha zordu. Kardeşine inanmayan bir yanı şimdi pişmanlıktan kıvranıyordu. Kocasının göğsünde gözyaşlarına boğuldu. “Ama bu nasıl olur, o kitap nasıl Bay Parker’ın çantasından çıkar? O adam Emily’i korumak için buraya geldi.”
“Bilmiyorum,” diyen Matthew şimdi ateş püskürüyordu. Onlara inanmıştı. Dahası Emily’i kendi elleriyle onlara teslim etmişti. Yerlerini kimsenin bilmediği bir yere götürmelerine yardım etmişti. Marc Anderson evine gelip onun iyi olduğunun sözünü vermişti. Telefon açmamalarını, polisin yerlerini tespit etmemelerinin gerektiğini söylemişti. Bakışları kolunun altında duran kitaba kaydı.
Söz vermişti demek, içi tıpkı böyle oyulmuş boş bir söz. Hailey’i kendinden uzaklaştırıp telefonuna sarıldı.
“Ne yapıyorsun?” diyen karısının meraklı yüzüne bakarken numarayı çoktan tuşladı. “Profesör Freddy’i arıyorum.”
“Ama aramamızı söylediler, telefonlarımız dinleniyor Matthew, onları tehlikeye atıyor olabiliriz...”
“Ne söyledikleri umurumda değil. Emily’nin iyi olup olmadığını bizzat kendim duymalıyım.” Telefonun çalma sesini duyunca karısının başına hafif bir öpücük kondurup hattın diğer ucunda hala hayatta olan birilerinin açması için sessizce dua etti...
❧❧❧
Emily bölük pörçük uykuyla geçen gecenin sabahında gözlerini sisli bir güne açtı. Profesörün bu gizli mabedi sanki kocaman bir bulutun içinde saklanmış gibiydi. Kimsenin yerini henüz bilmediği bu ev hala bir hayalet ev görünümündeydi. Pencerenin dibine iteklediği sandalyede iki büklüm kıvrılmış ve bu kadar erken dönmeyeceğini bilmesine rağmen onu beklemeyi tercih etmişti. Doğrulup bir kez daha gece boyu her uyandığında yaptığı gibi bahçenin arka kapısına baktı. Görebildiği kadarıyla bahçe yine boştu. Uykusunda biraz olsun boşalan aklına dün gece yaşanan tatsızlıkla ilgili kötü düşünceler doluşu vermişti. Oysa şöminenin önünde uykuya dalmadan önce geceyi ne kadar da umut dolu bitirmişti.  Odanın içindeki dilsiz eşyalara ve çoktan sönmüş olan o şömineye baktı.
Evden gelen o telefon herkesi germişti. En çok da babasını. Aynı şeyleri tekrarlayıp durmuştu. “Buradan hemen gitmeliyiz. Artık güvende değilsin. O adama nasıl olur da benden çok güvenebilirsin? Ben senin babanım. Sana kitap adamın çantasından çıkmış diyorum! Ona güvenmiyorum. Evet burada kesinlikle güvende değilsin. Gün ağarmadan gitmeliyiz! Profesör bu evde silah var mı?”
Kendisi çok da masummuş gibi John’a karşı gözlerinde beliren o canlı hiddete bir anlam veremiyordu. Babasına içini dökmek, asıl güvenilmez olanın kendisi olduğunu yüzüne haykırmak istese de elinden gitmeyeceğini tekrarlamaktan başka bir şey gelmemişti. Profesör de tüm bu kargaşanın ortasında ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Yaşananların çok azını bilen yaşlı adamın babasından işittiği sözler arka arkaya şoklar yaşamasına sebep olurken gözlerinde eğlendiğini belli eden o ışıkta çoktan söndürmüştü. Emily ona sarılıp ben masumum, demek istediyse de yapamadı. Mason Carter araya girip himayesindeki iki adamı için babasına garanti vermeseydi Emily onu zorla buradan götürmeye çalışacağını biliyordu. Ama bu boşa bir hareket olacaktı. Mason ondan tarafta olmasa bile hiç bir güç onu buradan uzaklaştıramazdı. Götürüldüğü yerden kaçıp yine buraya dönerdi. Şimdi gidemezdi, gitmemeliydi. John ile konuşmadan hiç bir yere gitmeyecekti! Ayrıca korkak ve adi bir suçlu gibi kaçmaya da daha fazla dayanamıyordu.
Kendisini gece yarısı bu odaya kapatmış, babasından, sırlardan ve tüm yalanlardan biraz olsun sıyrılmaya çalışmıştı. Ayağa kalktı ve yavaş adımlarla odanın bir köşesinde üzeri maketlerle dolu ahşap masanın başına kadar ilerledi. Telefonunu eline alıp kurcaladı. Sanki sesini sonuna kadar açmamış gibi, her uyandığında kontrol etmemiş gibi hatta uykusunda bile çalsa duymayacakmış gibi herhangi bir çağrı ya da mesaj göremeyince somurttu. Normal hayatı olan insanlar için ne de erken bir saatti! Ama ne kendisi ne de aramayı düşündüğü kişi kesinlikle normal değildi. İnandığı bu tezle rehberi kurcalayıp kısa sürede aradığı ismi buldu. Ararsa yerinin bulunmasını ne kadar daha kolaylaştırabileceğini düşünürken odanın kapısı çalındı.
“Emily girebilir miyim?” Kapının arkasından babasının sesini duyunca irkildi.
Net bir ifade takınarak “Konuşmak istemiyorum.” dedi.
Dylan’ın bu sefer geri adım atmaya hiç niyeti yoktu. Kapıyı açıp sabırsız adımlarla içeri girdiğinde Emily derin bir nefes bırakıp başını pencereden artık sisin tamamen kapladığı bahçeye doğru çevirdi. “Fikrimi değiştirmedim baba hiç bir yere gitmiyorum.” Emily göz ucuyla Mason Carter’ın da odaya girdiğini gördü.
Dylan boştaki bir sandalyeyi kavrayıp onun karşısına çekti ve usulca yerleşti. “Lütfen otur, bu konuşmayı daha fazla erteleyemeyiz.” Aslında Emily de içten içe ertelemek istemiyordu. Kafasındaki bu yorucu düşüncelerle akşamı edemeyeceğini biliyordu. Tüm geceyi geçirdiği sandalyeye geçip oturdu. “Seni dinliyorum.”
Mason Carter da bu konuşmada olacağını göstermek istercesine kapıyı kapatıp masanın yanına geçti. Emily buna şaşırmamıştı. Babası her ne dolaplar çevirdiyse bunu birlikte yaptıklarına emindi. Dylan hazır olduğunu hissettiği an söze başladı.
“Hayallerindeki gibi bir baba olmadığımı biliyorum Emily. Çoğu zaman otoriter ve sağduyudan uzak kararlar aldığımın da ne yazık ki şimdi farkına varıyorum. Ama böyle olmam gerekiyordu. Ailemi bir arada tutabilmek için yaptığım tüm o şeyleri yapmam gerekiyordu. Beni anlamadığını biliyorum. Anlama da zaten, durup düşününce ben de kendimi anlamıyorum.”
Emily sözünü kesmeden hatta duruşunu bozmadan onu dinlemeye devam etti.
“Uzun bir süredir tehdit ediliyorum. Ailem ve topraklarımla alakalı. Yani sahip olduğum her şeyle...”
İşte bu noktada genç kadın yüzünü babasına çevirdi. Sorgulayıcı bir ifadesi vardı. “Tehdit mi? Dylan Hebert’i kim tehdit edebilir ki?”
“Asıl sıkıntı da bu. Buna kimin cüret edebileceğini kestiremiyorum. Bak Emily benim bir oğlum yok, başıma bir şey geldiğinde ailemi, adımı, topraklarımı arkamda bırakabileceğim bir dayanağım ne yazık ki yok. Bu yüzden tek güvencem kızlarımın doğru kişilerle yapacakları başarılı evlilikleri olacaktı. Beni anlıyor musun? Matthew’i seviyorum. O bizden biri, iyi bir adam ama tek başına olmaz. Benden sonra tüm bu komplolar ve tehditlerle tek başına savaşamaz. Bu yüzden Michael için ısrar edip durdum hatta onunla seni geri kazanması için iş birliği bile yapmaktan kaçınmadım. Babanı tanımak mı istiyordun? Gerçekte nasıl rezil bir adam olduğumu öğrenmek mi istiyordun? Güzel öğreneceksin o halde.”
“Baba...” diye fısıldadı. Ona bu kadar kızgın olmasına rağmen kendini bu kadar aşağılayarak konuşması Emily’nin canını yakmıştı.
“Artık genç değilim kızım. Ölüm benim için o kadar da uzak değil. Öldüğümde kalemi kuşatacak sağlam askerler bırakmak istedim. Ama bu gizli planım da baltalandı. Tuttuğum adam bana ihanet etti. Ondan ben de senin gibi bir süredir haber alamıyorum ve sanırım korktuğum başıma geliyor.”
“Korktuğun...”
Dylan hiddetle arkasına yaslandı. “O piç senden önce beni sattı!”
İçindeki kırgınlık her geçen saniye biraz daha gün yüzüne çıkıyordu. “Değdi mi baba? Benim bütün hayallerimi yıkmaya değdi mi?”
“Başka bir ülkenin topraklarında, ailenden uzakta seni başka nasıl koruyabilirdim? Peşine taktığım bütün korumaları geri teptin.” Emily Amerika’ya yerleştikten sonra geçen yıllar boyunca o adamlarla köşe kovalamaca oynayıp durmuştu. Hayatındaki bu büyük sorunu büyükannesine anlattıktan sonra olay çözülmüştü. Kaitly Hebert hiçbir şeyden habersiz bir şekilde oğluna torununu rahat bırakmasını söylediğinde Dylan farklı bir yol aramaya koyulmuştu. Kızını hem güvende tutacak hem de onu şüphelendirmeyecek bir yol. Sonunda bulmuştu da...
“Böyle bir şeye gerek yoktu. Christian Amca var. Pekala o da bizi koruyabilirdi.”
“O benim ağabeyim Emily. Her ne kadar çocuk gibi davransa da onun yaşı benden de ileri. Onlarla nasıl savaşabilir? Üstelik zamanında yaptıklarından sonra, arkasını dönüp gitmeyeceğinin garantisini kim verebilir? Maalesef ağabeyim zaafları olan bir adam. Ailesini, adını hatta karısını Amerikalı bir kadın için tek kalemde silebilecek kadar ileri gitmiş bir adam.”
“Onun bu tehditlerden haberi var mı?”
“Elbette. İşler ciddileşince ondan yardım istedim. Ne yapabileceğimize baktık. Christian evden ayrıldıktan sonra Amerika’da hatırlı dostlar edinmişti. Bu ilişkileri sayesinde genç bir adamla anlaştı ve onu bana getirdi.”
“Tanrım! Yoksa Jack’i amcam mı tuttu?” Christian, Emily’e her fırsatta kalbiyle hareket etmesini öğütlerken nasıl olup da babasıyla arkasından işler çevirmişti. Amcasına daha çok kırıldığını hissetti. Onun neşeli halini, hayata bakış açısını her zaman sevmişti. En çokta babasının aksine taktiklerden ve planlardan uzak yaşamasını takdir etmişti. Christian kalbiyle hareket eden adam, onun hayatı söz konusu olduğunda babasının oyunlarına ayak uydurmayı seçmiş hatta eve geldiğinde hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi onunla Jack hakkında sohbet bile etmişti. Bu da Emily için ayrı bir ihanet demekti.
Dylan kızından sakin olmasını istedi. “Bize kızma. Mecburduk,”
Kızmamak elinde değildi. “Bu çok alçakça, onu satın aldınız.“
Dylan göz ucuyla Mason’a baktı. “Çıkarlarımız doğrultusunda karşılıklı anlaşmaya vardık da diyebiliriz. Adamın hayatı kaymıştı. Ona yepyeni bir hayat sundum. Yeni bir kimlik, göremeyeceği kadar para ve sınırsız imkân. Emin ol bu onunda oldukça hoşuna gitmişti. Fakat bir süre sonra Christian onu bir kaç kadınla daha birlikte gördüğünü söyledi. Önceleri bunun anlaştığı başka işler olduğunu sandık. Adi herif durumu mesleğe çevirmişti bile. Sen ise tanınan biriydin ve artık o da senin sevgilindi. Bu en çok sana zarar verecekti.”
Emily düşündükçe aklını yitirecek gibi oluyordu. “Bütün bu olanlar midemi bulandırıyor!” dedi.
Dylan tezini savunmaya ve kendini haklı göstermeye devam etti. O zamanlar verilebilecek en doğru kararı vermişti. “Düşmanlarımın asla aklına gelmeyecek bir yoldu bu. Hayatına sıradan yolla giren genç ve yakışıklı bir adam. Kimse şüphelenmezdi. Ta ki...”
“Ta ki...”
“O geri zekâlı bu oyunu ciddiye alana kadar. Karşıma çıkıp seni sevdiğini söyleyene kadar.”
Babasının Jack hakkındaki bu itirafı genç kadını etkilemedi bile. “Görürsem kendisine bir teşekkür ederim.” dedi.
“O kadınları bildiğim için seni sevdiğine hiç inanmadım. O küçücük aklıyla beni aldatmasını yediremedim. Ve onu kovdum... Sonra... Sonra tehditleri kesilmedi. Bana açıkça damadım olmak istediğini söyledi. Hatta o kadar ileri gitti ki buraya birlikte gelme fikrini sana aşıladı. Tabi ki diğerleri kimdi ki, sen Dylan Hebert’ın kızıydın. Seninle evlenirse her şeyden yırtacaktı.”
Emily Jack’in biletlerle geldiği o günü hatırlayınca yüzünü buruşturdu. O gün bir süre öncesine kadar hayatının en güzel günüydü. Ona mesafeli davrandığını düşünürken yaptığı bu çıkışla ayakları yerden kesilmişti. Ailesiyle tanışmak için onunla Kanada’ya gelmek istiyordu. “Ne kadar aptalım,” derken gözyaşları harekete geçmeye başlamıştı bile.
“Sana gerçekleri anlatmaması için buraya gelmenizi bekledim. Onun canına burada okumak için... Fakat görünen o ki o çoktan benim canıma okumuş. Bizi sattı. Ona ödediğim son parayı aldıktan sonra tüydü.”
“Peki ya bu cinayetler... Onlarla bir ilişkiniz...” Cümlesini tamamlayamadan babasının hiddetiyle burun buruna geldi.
“Tanrı aşkına Emily, bu ne cüret. Ben katil miyim? Seni televizyonda gördüğüm gün nutkum tutuldu. Cinayetleri ben de o zaman öğrendim! Hatta başka bir şeyi daha...”
Emily gözyaşlarını elinin tersiyle silip nefes nefese sordu. “Daha başka ne var?”
“Öldürülen o kadınların hepsi Jack’in yanındaki kadınlardı. Belki sırada... Kahretsin sırada sen olabilirdin.”
“Keşke beni de öldürseydi, böyle yalanlarla yaşamış olduğumu hiç bir zaman öğrenmeyecektim!” Emily kendini daha fazla tutamadı. Ellerini yüzüne götürüp hıçkırarak ağlamaya başladı.
Dylan sandalyesinden fırlayıp kızının incecik bedenini sardı. Kollarının arasındaki titreyen çaresiz bedeni göğsüne bastırdı. “Asla bunu bir daha tekrarlama. Sen ve Hailey benim tek hazinemsin... Sakın ama sakın bir daha ölümü ağzına alma!”
Emily babasının koluna tutundu ve var gücüyle sıktı. “Canım yanıyor baba, canım çok yanıyor!”
“Biliyorum ve sana söz veriyorum. Her şey bittiğinde sana kendimi affettireceğim. Hiç bir zaman olamadığım o baban olup seni sonsuza kadar istediğin gibi sevmeye devam edeceğim.”
Dylan da gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. İçli içli ağlarken dudaklarını kızının kokusunu özlediği saçlarına gömdü. “Sakın benden vazgeçme Emily, sakın babandan vazgeçme, çünkü sana söz veriyorum bu benim hayatımın da en gerçekçi sınavı olacak... Sevmeyi öğrenmek benim en büyük sınavım olacak...”
Emily hıçkırıkları dindiğinde başını kaldırıp babasının yüzüne baktı. Karşısında yaralı bir aslan gibi duruyordu. Ne kadar çok hata yüklenmiş olsa da bir o kadar da pişmanlık doluydu. Dylan Hebert zor bir adamdı ve böyle adamların hataları da pişmanlıkları da büyük oluyordu...
❧❧❧



Toronto Doğu Hastanesi Otoparkı, 10.35
John Parker’ın dışa dönük ve sosyal bir adam olduğu söylenemezdi. Onunki hayatı boyunca ne elde ettiyse bunu kendi başına başarmanın yalnızlığıydı. Üstelik bağlı olduğu soruşturma bürosunda uzun süredir  ‘Yalnız Jo’ olarak tanınmaktayken kendisi bile bunun aksini iddia edemezdi. Aslında alaycı arkadaş grubunun ona bu lakabı takmasındaki asıl neden hayatında varlığı görülen bir kadının olmamasıydı. John Parker’ın hayatına yerleşmiş olan tek dişi üç sene önce sahiplendiği Amerikan Fokshaund cinsi köpeği Alice’ti. Onu bile evde olmadığı zamanlarda sağır ve dilsiz komşusu Jeffry’e emanet ediyordu. Hayatının son yıllarında yer eden belki de tek gerçek kişi Ray Allen olmuştu. Sert kabuğunu kırmayı başaran o lanet herif, ona dostluğunu sonuna kadar sunmuş ve sonunda da hiç beklemediği bir anda yok olmuştu. Onu kaybetmek genç adamın bir kez daha yapayalnız kalmasına yol açmıştı. Fakat şimdi günden güne kendini yakın hissettiği biri daha vardı. Marc Anderson...
John, Ray gibi davranmak istemiyordu. Her gün içine biraz daha çekildikleri bu davada bildiği ve hissettiği her şeyi yeni ortağı ile paylaşmak istiyordu. İşler ters gider ve Ray gibi öbür tarafa postalanırsa genç adamı tıpkı kendisi gibi kafasındaki bir yığın soruyla baş başa bırakmaya vicdanı el vermiyordu.
Hastane bahçesindeki küçük otoparkta bulduğu ilk boş yere arabayı çekerken Emily ile yaptıkları küçük ziyarete değinmeyi doğru buldu. “Hebertlar’ın arazilerinde tuhaf şeyler oluyor Marc.”
“Nasıl yani?”
“Geçen Emily ile gittiğimiz şu çiftlik. Orada bir şeyler dönüyor. Bölgedeki ağaçlar zehirlenmiş, çiftlik sahiplerini endişelendirmek istemedim. Zaten yeterince gerilmişlerdi. Fakat orada bir şeyler döndüğü de kesin.” Motoru durdurup yüzünü ortağına döndü. “Sonra geçen gece evde yaşananlar. Şu yaralanan kadın...”
Marc ona bahsi geçen kadının adını hatırlattı. “Jasmine Bouchard...”
“Evet o. Kadının Emily ile arasında eskiye dayanan bir düşmanlık var.”
Marc kaşlarını çattı. “Düşmanlık mı? Bu ilginç. Peki, sebebini öğrenebildin mi?”
Gerilen bedeni öfke saçsa da açtığı konunun devamını getirmek için kendisini zorladı. “Bir erkek. Michael Wilson.“ Adamın adı dudaklarından tükürür gibi çıkmıştı. “Emily Hebert’ın eski ve Jasmine Bouchard’ın yeni sevgilisi. Bu anladığım kadarıyla çevrelerinde de bilinen bir durum. İki kadın arasındaki düşmanlıktan herkesin haberi var.”
“Yani bizim Postacı’da bunu biliyordu ve durumu kullandı diyorsun.”
John sıkıntıyla iç çekti. “Bak Marc, yüzlerce kişi arasından o kadının bıçaklanmış olması bana tesadüf gibi gelmiyor. Her ne kadar birbirlerine düşman olsalar da Emily’i böyle bir şeyi yapmayacağını bilecek kadar iyi tanıyorum artık. Üstelik suçun direkt olarak üstüne kalacağını bile bile yapacak kadar da aptal bir kadın değil.”
“Aslına bakarsan John, bir şeyden emin sayılırız. O mektubu yazan kişi ile Jasmine Bouchard’ı öldürmeye teşebbüs eden kişi aynı.”
“Kesinlikle. Hatta ben onun Emily’i iyi tanıyan biri olduğunu düşünüyorum. Unuttun mu Emily mektupta elbisesinin renginden de bahsettiğini söylemişti.”
Marc konuya açıklık getirmek istercesine fikrini belirtti. “O gece kırmızı giyeceği katile malum olmadıysa o halde mektubu da sıcağı sıcağına yazdı.”
“Kısa bir süre önce yazdığı kesin. İki nokta çok önemli, davetin o gece Hebertlar’ın evinde verileceğini önceden biliyordu ikincisi ise...” Cümlenin devamını Marc tamamladı. “Emily’nin kırmızı bir elbise giyeceğini de...”
“Aynen öyle. Katil Hebertlar’ı iyi tanıyan biri. Hatta o gece şahsen davetli olanlardan biri bile olabilir. Akrabalar, aile dostları, hizmetliler, Hebertlar’ın komşuları, topraklarında gözü olan birileri. İleri gitmek gerekirse eve sürekli girip çıkan biri bile olabilir.”
Marc bazı şeyleri kafasında tam olarak oturtamıyordu. “Bay Hebert böyle bir düşmanı göremeyecek kadar kör olamaz.”
“Kör değil zaten. Farkındaysan kadın bir silahla yaralanmadı. İlk başta kimse ne olduğunu anlamamıştı bile tabi bizim haricimizde...”
“Elektriklerin kesildiği an anladım dostum.”
“O da öyle. Bu yüzden Dylan Hebert elinde Rigby Mauser marka bir tüfekle salona daldı. Bir şeylerden korkuyor ya da şüpheleniyor ama onunda kim olduğunu bildiğini sanmıyorum.”
“Peki o halde neden bize hiçbir şey anlatmadı.”
“Güvenmiyor, açık ve net olarak da belirttiği gibi bize güvenmiyor.”
“Ama kızını bize teslim etmeyi göze aldı.”
“Evet bunda damadının da payı var. Sonuçta yeri Matthew belirledi. Ama önemli nokta Dylan Hebert araya hatırı sayılır dostlarını hala sokmadı.”
“Büyük bir soyadı var, düşünmek istemiştir.” Marc gerçeğin bu olduğuna emindi.
“Belki de... Her şey o kadar karışık ve bir o kadar iç içe geçmiş durumdaki.”
“Dylan Hebert’la iyi geçinseydin cevapları ondan alabilirdin.”
“O ketum ihtiyar bana kellesini verir ama sır vermez. Yakında o da anlayacak. Bizden başka güveneceği kimsesi kalmadığında anlayacak.”
“Her şeyi anlıyorum John. Fakat anlamadığım tek nokta eğer peşinde olduğumuz katil Hebertlar’ın bir düşmanı ise yıllar önce babam ve Ray’in peşinde olduğu davadaki cinayetlerle şimdi işlenen cinayetlerin birebir aynı olması ne demek. O dosya bir bakıma hala kapanmadı. Katil ya da katiller bulunamadı. FBI’da dosyayı askıya aldı.”
“FBI almış olabilir ama Ray’in almadığı muhakkak. Şu arkamızda duran binada yatan o kadın ile Emily’nin resminin yan yana olması her şeyi açıklıyor.”
“Bir de kütüphane de ölmesi. Baksana araştırdım da Emily Hebert’ın yeni romanı Ray ölmeden çok kısa bir süre önce dağıtıma çıkmış. Zaten şu üzerinde tek bir parmak izi olmayan kitap da bu son romanı.“
“Chloe denilen kütüphaneci kız temizlemiş olmalı. Sonra da onu temizlediler. Ah! Sözde intihar... Mason’un o kızın katil olduğuna inanmasını hala aklım almıyor. Bu davada Ray ve bana başından beri destek veriyordu. Günlerce kafa patlatmıştık. Terfi bile alacağını söylüyordu. Sonra birden arkamda olan o adamın karşımda durduğunu gördüm. Ray’in ölümünün onu sarstığını biliyorum. Onu suçlamasına bile göz yumdum. Peki o ne yaptı? Tanrım beni açığa aldırdı!”
Marc onu daha iyi tanıyan olarak soruyu John’a yöneltti. “Neden böyle yapmış olabileceğine dair bir fikrin var mı?”
“Bilmiyorum Marc. Sana güvenmiyordum her fırsatta birbirimizi yiyorduk. Büroya seni getiren oydu ve ben o zamanlar onun tarafında olduğunu düşünüyordum. Ta ki...”
“Lucas Anderson’un oğlu olduğumu öğrenene kadar!”
“Kesinlikle. O zaman seni bana göz kulak olman için peşime takmadığını anladım. Sen kendi intikamının peşindeydin.”
Marc bu cümleyi düzeltme gereği hissetti. “Bizim intikamımız. Artık bizim intikamımız.”
John onun omzuna hafifçe vururken “Doğru bizim intikamımız.” diyerek onayladı. Marc inmek için hazırlanırken kucağındaki dosyaları arabanın gözüne tıkıştırdı.
“Bir de hala şu kayıp olan mektup var Marc. Evden çıkmadığını söyledin...”
“Bay Patel ile işe kütüphanedeki kitaplardan başladık. Öncelikle Bayan Hebert’ın romanlarını ele aldık.  Parçalanmış tek bir kitabı yoktu. Daha fazla kalamazdım. Bölge polisinden yeni bir ekip olay yerini incelemeye gelmeden önce oradan sıvıştım. Matthew ben ayrılırken kütüphanenin altını üstüne getirmeye devam ediyordu. Dikkatimi çeken şey ise Bay Hebert’ın kütüphanesini oldukça iyi beslemiş olması. Aklının alamayacağı kadar orijinal eser vardı ve hepsini iyi şartlarda korunmuş. Bırak parçalanmayı kopuk tek bir sayfa yok. Hepsi türlerine göre ayrılmış hatta raflara alfabetik sırayla yerleştirilmiş. Tıpkı şey gibi...”
“Tıpkı gerçek bir kütüphane gibi mi diyecektin?”
Marc bu yalın gerçekle afalladı. “Evet. Sanki kendisinden çok başkalarının da faydalanması için yapılmış. Halka açık ve ziyaretçilerin kolayca bulabilmesi için istiflenmiş gibi...”
“Yani tam da NewYork Halk kütüphanesi gibi...”
“Aynı şeyi mi düşünüyoruz?”
John bir kez daha sıkıntıyla iç geçirirken aynı düşüncelerini tekrarladı. “O evde bir şeyler dönüyor Marc. Ne olduğunu henüz bilmiyorum ama bir şeyler döndüğü kesin.”
Çoğunu içmediği bitmek üzere olan sigarasını söndürürken inandığı şeyi savunmaya devam etti. “Her kim ve ne sebeple yapıyorsa direkt olarak Hebert ismini karalamaya oynuyor.” dedi.
İki adamda araçtan inip ön bahçeye doğru ilerlediler. İki kanatlı dev yapı onları karşılarcasına önlerinde uzanıyordu. Marc hala kitaptan ümidini kesmemeleri gerektiğini düşünüyordu. Telefonunu açıp Matthew’den bilgi almak istedi fakat sonradan yerlerini açık etmemek için bundan vazgeçip “Umalım da Matthew bir şeyler bulmuş olsun.” demekle yetindi.
Tam o sırada binanın yan tarafındaki seyrek ağaçlı bir bahçeden fırlayıp çıkan adamı fark ettiler. Koşturarak gelen yaşlı adam elinde tuttuğu süpürgeyi bir sopa gibi kullanırken yalpalayarak ve bağırarak nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Uzaktan ne söylediği anlaşılmasa da John kollarına yığılıp kalan adamın “Su, su atın, su atın, içerideler... Hala içerideler...” diye sayıkladığını işitti.
İki adamda telaşla önlerinde yükselen binaya göz atıp bir yangın olup olmadığını kontrol ettiler. John yaşlı adamın güçsüz bacakları üzerinde doğrulmasına yardımcı oldu. “Bayım yangın içeride mi?”
Yaşlı adam başını hızla sallarken dilini dışarı çıkarıp tuhaf hırıltılar çıkardı. Az önce çıktığı bahçeden koşarak gelen genç bir hemşire de yanlarına vardığında koruyucu bir ifadeyle yaşlı adamın koluna girdi. “Bay Clayton size kaç kere söyledim. Burada güvendesiniz!” Ardından ilk kez gördüğü oldukça hoş giyimli iki genç adamdan onun adına kibarca özür dilemeye girişti. “Kusura bakmayın lütfen, Bay Clayton ailesini bir yangında kaybetti de...”
John anlayışlı bir ifade ile başını sallamakla yetinirken yaşlı adam tıpkı bir çocuk gibi omuz silkip onu geri götürmeye çalışan kadına riayet etti. Arkalarından bakarlarken zayıf omuzlarını saran genç hemşirenin aynı sakin tonda “Bakın yangın sönmüş, herkes güvende, hadi sizi odanıza götüreyim.” dediğini işittiler. John sessizliğini korurken Marc tepkisini “Vay canına,” diyerek belli etti.
Ağır adımlarla ilerledikleri giriş boyunca John dikkatini yaşlı adamdan alamadı. ‘Toronto Bölge Hastanesi’ yazılı tabelanın altındaki cam kapı ziyaretçilerin varlığını hissettiği an iki yana açılmıştı. İçeri girdiklerinde az önce yaşananların etkisinden de tamamen kurtulmuş oldular. John Marc’a keskin bir bakış attı. “Haydi, gidip Margaret Gray ile konuşmaya çalışalım.”
Marc dosyadaki seyirlerine gülümsemeden edemezken “Bir deliyle konuşmak... Çok yol kat ediyoruz gerçekten.” dedi. Günlerdir buraya gelmeyi beklemiş olsa da az önceki karşılamadan sonra bu fikri pek benimseyemiyordu.
John ortağına nazaran daha umutluydu. “Deli değil sevgili ortağım akıl hastası,”
Marc arkalarında kalan kapıyı işaret etti. “Az önceki ihtiyar gibi. Bu harika,”
“Akıl hastası bir tanık, ölü bir tanıktan her zaman daha iyidir Anderson. Unutma hasta bile olsalar hala arada bir çalışan akılları var.”
“Bozuk saat gibi mi?”
“Aynen öyle,”
“Umarım doğru vakti gösterdiği ana denk gelmişizdir.”
“Güven bana. Aradığımız cevap burada. Hissedebiliyorum.”
Marc onun kendinden emin bakışlarını görünce kolunu büküp elini ceketinin üstünden kalbine doğru götürdü. “Ha! Hissediyorsun demek tamam o zaman gerçekten içim çok rahatladı.” dedi. John ürkütücü hastane koridorlarında ilerlerken bu alayı pek kaile almadı. Marc ise bir yandan onun hızlı adımlarına yetişmeye çalışırken sataşmayı da sürdürüyordu.
“Gerçekten bak! Şimdi içim her zamankinden daha çok rahatladı...”
❧❧❧
FBI’ın Washington merkezinde yıllar önce rafa kaldırılan o dönemin büyük korku ve sansasyona yol açan seri cinayet dosyası bir kaç ay önce Manhattan’da işlenen ilk benzer cinayetle birlikte bağlı bulundukları birime yollanmıştı. Mason Carter’ın başında olduğu ekipteki en kıdemli ajan olan Ray Allen iki dosya arasında aylarca bir bağlantı olduğunu tüm toplantılarında masaya yatırmıştı. Mason kendi bölgelerinde işlenmeye devam eden cinayetlerle arasındaki birebir benzerlikleri görebiliyordu fakat bunun başka biri tarafından taklit edildiğini düşünmekten de kendini alıkoyamıyordu. Tarih boyunca Amerika seri katil taklitlerinin gövde gösterilerine şahit olmuştu. Dahası bu Ray için hassas bir davaydı. Ortağını üzerinde çalıştıkları bu iş sırasında kaybetmiş ve akabinde Manhattan’daki 26. Plaza’ya alınmıştı. Washington’dan kaydırılması hiçbir şeyi unutturamadığı gibi bunun acısını da hiç bir zaman üzerinden atamamıştı.
Herkes gibi Ray’in de şehrin güvenliğini istediğini biliyordu fakat günden güne sessizleşmesi, elindeki diğer tüm dosyaları arkadaşlarına paslayıp daha yoğun bir şekilde bu işe gömülmesi Mason’un dikkatinden kaçmamıştı. Onu köşeye sıkıştırdığında Carter’in aldığı cevap hep aynıydı. “Emin olmak istiyorum,” diyordu. İşte bu noktada Ray’in kaçak sessizliği Mason Carter’i korkutuyordu.
Ah! Tabi bir de Marc Anderson konusu vardı. Genç adam bu birime hala kendi başvurusu üzerine alındığını sanıyordu. Ray’in ölümü ile geriye gerçeği bilen sadece Mason kalmıştı. Marc Anderson bir tesadüf eseri Ray Allen’in birimine atanmamıştı. Onu ekibe almasını Ray’in bizzat kendisi rica etmişti. Ölümünden sadece bir kaç gün önce ona verdiği son söz de bu olmuştu. Mason kendi ofisinde yaptıkları kısacık konuşmanın her kelimesini anımsıyordu. “Şef, söyleyeceklerim ikimizin arasında kalacak.”
Başıyla onu onaylayınca Ray biraz olsun gözüne rahatlamış görünmüştü. Masasının önündeki sandalyeye bıraktığı yorgun bedeni şuan bile gözünün önündeydi. Mason onun cam ofisin dışında çalışan küçük ekibe çevirdiği bakışlarını takip etti. Ketum tutumunu sürdürmeye devam ederken bakışlarını önce Gaby de sonra Sophia da gezdirmişti. Mason neler döndüğünü öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Tekrar konuşmaya karar verdiğinde John Parker’a kilitlenen bakışları net olarak seçilebiliyordu.
“Bana bir şey olması durumunda eski ortağım Lucas Anderson’un oğlunu yerime tayin et. Quantico’dan Washington merkez ofisine bir kaç hafta önce göndermişler.”
“Sana bir şey olması mı? Ray durup dururken bu da nereden çıktı?”
“Söz ver bana Carter, Lucas’ın oğlunu ekibine alacağına söz ver.”
“Pekâlâ, dediğin olsun, onu ekibe alacağım. Ama sebebini...” Cümlesini tamamlayamadan Ray doğrulmuş ve “O bana olan nefreti üzerinden bulması gerekeni bulacak. Ona izin ver, bırak nereyi araştırmak isterse araştırsın.”
“Ray yoksa tehdit mi ediliyorsun? Merak ediyorum anlat.”
Acı acı gülümserken ellerini ceplerine sokup yüzünü cam bölmeden görülen ofise dönmüştü. Onun boğuk sesini tanımasa odada başka birinin konuştuğuna yemin edebilirdi. “Şef, ölüm sebeplerinin yüzde altmışının merak olduğunu bilir misin?”
Mason o gün hissettiği korkuyu hala tarif edemiyordu. Odaya yayılan ve bir anda en ufak bir boşluk bırakmadan her bir köşesini kaplayan o yalın korkuyu. Sanki iblis kendini göstermeden içeriye süzülmüştü. Soru bile soramadan öylece dikilmeye devam eden adamına bakmayı sürdürmüştü.
Ray bu konu hakkında son kez konuşmuştu. “Eğer bütün bunlar bir gün gelir de son bulursa yaşadıklarımızın buna şahit olan bir günah keçisi tarafından kaleme alınmasını çok isterim. O günah keçisini benim için koru.” Söyleyecekleri bittikten hemen sonra da Mason’u korkularıyla baş başa bırakıp geniş adımlarla odadan ayrılmıştı.
Mason profesörün sisle kaplı bahçesinde gezinirken acıyla başını salladı. Sözünü tutmuştu, onun son isteğini yerine getirmişti. Ve Ray haklı çıkmıştı. İçten içe onu yiyen bir nefretle karşısına dikilen genç ajan Marc Anderson tehditkâr bir ifadeyle Ray Allen’in özel mülkünü araştırmak istemişti. Aylarca Ray’in kaçak sessizliğinde ulaştığı tüm ipuçları bir anda önlerine serilmişti. Ray’in gizli ofisinde buldukları fotoğraftaki kadınlardan ikisini de tanıyordu. Biri on beş yıl önce işlenen tüm cinayetlerin üzerine yıkılmasıyla günah keçisi olarak gösterilen Margaret Gray’di. Kadının aklını kaybettiğini ve onu bir tımarhaneye postaladıktan sonra dosyayı kısa sürede kapatıp geçtiklerini biliyordu. Diğer fotoğraf ise John’un peşini bırakmadığı şu kadına aitti. Son dönemin popüler yazarı, Emily Hebert. Dylan’ın kızı ve sıradaki muhtemel günah keçisi.
Dylan Hebert ve Mason Carter’ın tanışıklıkları bundan bir kaç hafta öncesine dayanıyordu. Aslında tam olarak Ray Allen’in ölümünden hemen sonraki günlere. En iyi adamını kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken sınır ötesinden gelen bir telefon kafasını allak bullak etmişti. Kanada’nın tanınmış ve saygın ailelerinin başındaki adam bizzat kendisi ile görüşmek istediğini belirtmişti. Eline dava ile ilgili geçen en yeni isim Emily Hebert’in babası olması aslında her şeyi açıklıyordu. Mason bu görüşme talebini geri çeviremezdi. CSIS ile FBI ve New York Polis Departmanı’nı karşı karşıya getirmek istememesi bunu etkileyen en önemli faktördü. Üstelik karşısındaki adam anlatacağı önemli şeyler olduğundan bahsetmiş, Amerikalı belli bir yaş ve statü sahibi kadınların ölümü kurban listesini oluşturuyorken çoğunun Emily Hebert’i okuyor ve Ray Emily Hebert’in bir diğer günah keçisi olduğunun sinyalini veriyorken bu görüşmeyi askıya alamazdı.
İki adam arasındaki bu görüşme umduğundan kısa ve net geçmişti. Dylan Hebert’in Jack Peterson denen adam ve sözde kurbanları ile ilgili söyledikleri dudak uçuklatıcıydı. Yeri hala tespit edilemeyen Jack Peterson kimliği baştan sona yalandan ibaret olan bir suçluydu ve büyük ihtimalle kullandığı sahte kimliklerinden bir başkasıyla çoktan yurt dışına sıvışmıştı. Dylan’ın ondan istediği açıktı. Emily Hebert isminin temize çıkması karşılığında bildiklerini FBI’a anlatacaktı. Ve Mason bu güvence ile genç yazarın imza gününde bir basın açıklaması yapmasının en doğrusu olduğunu kadına anlatmıştı. Bu işi organize edenin babası olduğundan habersiz olan genç kadın Mason’un söylediklerini harfiyen uygulamıştı. Geriye tek ve büyük sorun kalıyordu. John Parker. Kızın peşini bırakmayacağını anladığında çaresizce onu görevden alıp Dylan ile yaptığı gizli anlaşmaya devam etmeyi seçmişti. Fakat bu bile John’u durdurmaya yetmemişti. Emily Hebert’i Kanada’ya gizlice geçirdiği gibi peşinden gitmekten de çekinmemişti. İşler Mason Carter için sapa sarmaya başlamıştı. Dylan ile ikinci görüşmeleri ise birinciye nazaran daha uzun ve sevimsizdi. Ajanlarını evinden geri çekmesini istiyordu.
Mason üç gün önce CIA tarafından çağırıldığında tam anlamıyla boka battıklarına emin oldu. Kayıtsız şartsız iş birliği istiyorlardı. Kızı teslim ederse dosyanın sonu belliydi. Ya hapsi ya da tıpkı zavallı Margaret gibi akıl hastanesini boylayacaktı. Yardım ederse de büyük ihtimalle mesleğinden olacaktı. Ray’a verdiği sözü anımsayınca bocaladı. Kanada’ya gitmesi ve kızı koruması gerektiği artık kaçınılmazdı!
Mason, Emily ve Dylan’ın sakinleşmesini beklemek için usulca yanlarından ayrılıp bahçeye çıktı. Bu işler için kendini artık yaşlı hissediyordu. Bahçede gezinmeye devam ederken odada eline geçen eski bir savaş uçağı maketiyle oynamayı sürdürdü. Emily Hebert ile konuşma sırasının kendisine gelmesini beklerken üç hafta içerisinde tüm bu yaşananları bir kez daha düşünmek onu yordu. Ve bugün kafasında Emily Hebert’i koruma altına almak için Dylan’ın çıldıracağını bildiği tek bir yol vardı. Ve doğrusu işler tam da o noktada rayından çıkacaktı. Adamın öfkesini tek başına göğüslememek için John ve Marc’ı beklemenin uygun olacağına karar verip kendini Kanada’nın soğuğuna teslim etti. İşlerin buraya varmasında şüphesiz kendi ajanlarının da payı vardı. Her ikisi de sonuçlarına katlanacaktı. Ormanda küçük bir gezintiye çıkarken aklında artık bu dünyada olmayan en iyi adamının o son sözleri vardı.
“Eğer bütün bunlar bir gün gelir de son bulursa yaşadıklarımızın buna şahit olan bir günah keçisi tarafından kaleme alınmasını çok isterim...”
❧❧❧
Doktor ellerinde görüşme izni olmadan buna müsaade edemeyeceğini söylediğinde John bunu umursamadı bile. Elindeki kâğıda bakarken çoktan sırların, yalanların ve ihanetin kol gezdiği bir dünyanın içerisine çekilmişti. O dünyanın kurucusu ise şüphesiz kaybettiği ortağıydı. Ray Allen’in Margaret Gray ile yaptığı görüşmenin yasal iznini gösteren yazılı belge büyüdü büyüdü ve onu içine çeken bu yenidünyada nefessiz bıraktı. Öfkesi büyüktü. Elinde tuttuğu kağıdı parçalara ayırmak, bu hastaneyi yakıp yıkmak ve sonunda kendini en dik uçurumlardan aşağı atmak istiyordu. Hayatında hiç bu kadar kandırılmamıştı. Ziyaret tarihi Mary ile küçük bir tatile çıktıklarını söylediği döneme denk geliyordu. “Tanrım!” diye fısıldadı bir kez daha.
Kolunda onu tutan bir güç hissetti. “Sakin ol,”
John yanında oturan Marc’a boş gözlerle baktı. “Sakin?”
“Belli ki Ray senden bayağı bir şeyler saklamış. Hepsini birlikte öğreneceğiz. Sen sadece sakin ol.” Ardından doktora dönerek bilgisayarını kontrol etmesini istedi. “Görüşme izninin gelip gelmediğine tekrar bakar mısınız lütfen?”
Doktor Barthel homurdanarak önündeki ekranı bir kez daha kontrol ederken John oturduğu yerde kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. “Hissettiğim bu değildi, burada bulacağım cevap bu değildi.”
İzin belgesinin hastane ağına düştüğünü ve sorunsuz olduğunu gören doktor rahatlamış bir ifadeyle ayağa kalktı. “Pekâlâ, Ajan Anderson, sizi hastamızla görüştürebilirim.” Marc da gelen bu haberle ayaklandı. “Teşekkürler,”
John kâğıdı masaya savururcasına bıraktı. Onlara katılmak için hamle yaparken doktor odanın kapısından Anderson’un geçmesine izin verip onu durdurdu. “Gelen izin yalnızca Marc Anderson adına korkarım ki sizi görüştürmem pekte mümkün...” Barthel cümlesini tamamlayamadan kendini az önce karşısındaki adamın burnunun dibinde buldu. Marc atılıp John’un yakasından tutup silkelediği adamı kurtarmaya çalıştı. “John tamam bırak adamı, sakin ol, bırak...”
Marc’ın adamın yakasını o ellerden kurtarmasının mümkünü yoktu. John tüm koridor boyunca duyulacak bir sesle konuştu. “Bana bak, şu an benimle zıtlaşmak için öyle yanlış bir zamanki, sana bunu anlatamam.”
Doktor Barthel üzerine eğilen adamın koyu laciverte dönmüş gözlerine bakarken ölümle dans ettiğinin farkında olmadan inadını sürdürdü. “Güvenlik... güv... çağırır...ım,”
Bu defa ses tonu konuşmaktan hatta bağırmaktan bile öteydi. “Durma tüm personelini çağır!” diye kükredi.
Marc ilk uyarıyı yine ortağına yaptı. “John hayır... ” Çaresizce çırpınan doktora döndü. “Doktor Barthel anlayış gösterin. Çok önemli bir davanın ortasındayız. Ortağımın Bayan Gray ile görüşmesi çok önemli. Küçük bir istisna istiyorum sizden, lütfen.”
Doktorun kararsız ifadesini gören John ellerini adamın yakasından çektiğinde Barthel duvar dibine kaçarak gömleğini düzeltti. Aldığı soluklar düzene girdiğinde ise konuştu. “Hastama da bir zarar verirse...”
Marc John’dan başka bir hamle gelmeden usulca önüne geçti. “Ben tüm sorumluluğu alıyorum. Sadece Bayan Gray’e bir kaç soru sorup gideceğiz. Söz veriyorum çok kısa sürecek.”
“Soru mu? Hah!  Bayan Gray bugüne kadar kendisine sorduğumuz tek bir soruya bile cevap vermedi.”
Doktorun alaycı ifadesinden hoşnut olmayan John bir adım atıp Marc’ın omzunun üzerinden tısladı. “Belki de ben bildiği yerden sorarım.”
Doktor Barthel karşısındaki kaba adama karşı koyamayacağını anlayıp derin bir nefes bıraktı. “Pekala, ama sadece beş dakika. Beş dakikayı geçerse güvenliği ararım.”
John gözlerini adamın gözlerinden bir an olsun ayırmadan yavaşça başını salladı. “Beş dakika,” dedi.
❧❧❧
Yerleşik Psikiyatri Bölümü, 11.50

“Söyleyin Bay Parker, akli bozuklukların size göre çıkış noktası nedir?”
John doktorun kendisiyle dalga geçip geçmediğinden emin olmak istedi. Dar koridoru dolduran cüssesiyle önünde ilerleyen adamı takip ederken tıpkı onun gibi alaycı bir sesle son derece saçma bulduğu bu soruyu cevapladı. “Akıl olabilir mi?”
“Hayır, inançtır. Çünkü insan aklını yitirmeden önce inancını yitirir.”
Önünden geçtikleri her kapının arkasında inancını çoktan yitirmiş birinin olduğunu düşünmek John’u korkutmadı. Barthel aniden diğerlerinden farksız demir bir kapının önünde durduğunda konuşmasını da bitirmek üzereydi. “Kalpten inandıkları elinden alınan her insan gün gelip aklını da yitirir.” Kapının üzerindeki küçük bölmeyi yavaşça kaydırdı. Bir pencere görevi gören aksan tiz bir ses çıkarak açıldığında John yüzünü o küçücük bölmeye yaklaştırıp bir şeyler görmeyi umdu. Koridora göre loş bir ışığın aydınlattığı odanın köşesinde oturan kadını ilk anda seçti. Küçük bir camın önüne yerleştirilmiş masaya gömülmüştü. Zayıf bir kadın olduğu fark ediliyordu fakat daha dikkatli bakınca bir deri bir kemik kaldığını söylemek daha doğru olurdu. Kendi kendine belli belirsiz mırıldanan kadın açılan pencereye yüzünü dönmediği gibi şarkısını da bölmedi. John başını çevirip kulağını boşluğa doğru iyice yaklaştırdı. İşitene hafif bir bahar sabahını anımsatabilecek olan o ses, şarkının sözlerini algıladığı an adeta kulaklarını tırmaladı.
“Bazen yalnız kalırım,
Bazen çaresiz kalırım,
Bazen kötülükten bıkarım

Ve şeytan bizi yutarken dehşete kapılırım...”