26 Ocak 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 11


"Mert Sevdalar"

“Biz mert ve onurlu adamlar sevmiştik aslında. Sadece göstermeyi beceremediler…”


ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI BÖLÜM 11

Sakarya 2003-2004,

Hangisi daha çok korkutuyordu beni bilmiyorum. Geride bıraktıklarım mı yoksa önüme çıkacak olanlar mı? Şimdi tam burada geride bıraktığım ailemdi. Çocukluğumun bana sırt çevirdiği bir yaşta üniversite dedikleri iki katlı bir binanın önündeki köhne tren garında onları son ana kadar gayretle tutabildiğim gözyaşlarımın ağırlığı ile uğurladım. Bana en çok hareket eden trenin camından ağlarken gülmeye çalışarak el sallayan dedemden ayrılmak zor gelmişti. Bu yüzden çok sevdim ağlayan adamları. Bir erkeğe yakışan en güzel aksesuar yalnızca gözyaşlarıydı. Yaşanan sözde sevgiler, bizi terk edip gidenler hatta ilk aşklar bile yeri gelir hatırlanmazken sizin için gözyaşı döken bir erkek asla unutulmazdı.
Üniversiteden öğrenci yurduna yeni ezberlediğim yoldan kafamda bu düşüncelerle varmıştım. Üç katlı bir apartmandan bozma mavi demir kapılı yurdun önünde durup binanın dışına baktım. Biliyordum yeni hayatım bu kapının ardında başlayacaktı. Yukarı çıkmak için merdivenlere doğru yürürken kapı girişindeki ufak yazıhanelerinde duran sevimli karı kocaya sevgiyle gülümsedim. Şimdi bahsi geçen yeni hayatıma başlamadan önce yapmam gereken son bir şey vardı. İkinci kattaki boş dairede bulunan en küçük iki kişilik odaya girip kapıyı arkamdan kilitledim. Etrafa yayılmış eşyalarım tıpkı benim gibi iğreti duruyorlardı. Ranzanın üst katındaki yatağıma girip yorganı kafama çektim. Dünyanın her yanında savaşlar devam ederken, birileri seçmediği hayatları yaşarken, kalp kırıkları içimize batar ve biz ağlamak için bir omuz yerine yastıklara sarılmaya devam ederken hayat bize her şeyin kısmet olmadığını ellerimize cetvelle vura vura öğreten en sert öğretmenlerden beterdi. Kızaran ellerimizdeki taze yaralar bu zor günlerin en acı izlerini taşırdı. Oysa ben güzel ellerim olsun istemiştim. Güzel, narin ve bakımlı…
Bir gürültüyle uyandığımda hava kararmıştı. Nerede olduğumu anlamak için üç saniye odaya göz gezdiren dalgın bakışlarım odanın buğulu cam kapısındaki belirgin siluette takılı kaldı. “Kimse var mı?” diyen bir sese yatakta doğrulup cevap verdim. “Bir saniye.” Ranzanın alışık olmadığım dar merdiveninden inerek küçük odanın kapısını açtım. Upuzun bakır saçların çevrelediği güzel bir yüz karşımda belirdi. “Merhaba. Ben kapı kilitli olunca çaldım ama uyandırdım galiba.” Ağlamaktan şişmiş gözlerim uyku ile iki iri baloncuğa dönüşse de bozuntuya vermedim. “Önemli değil, yol yorgunluğu işte.” Genç kız tamam o zaman dercesine başını sallayıp elini uzattı. “Ben Eren. Yan odada kalıyorum sanırım daire arkadaşıyız.” dedi. Sevgiyle uzatılan eli sıktım. “Merhaba daire arkadaşım bende Aslıhan memnun oldum.” Kenara çekilip odaya girmesi için yol verdim. Merakla odayı incelemeye koyuldu. “Hımmm bu odada dar ve uzunmuş. Bizimkisi kare. Aaa! Şanslısın balkonu da var.” Evet çok şanslıydım gerçekten intihar etmeyi düşünürsem atlayabileceğim bir balkonum bile vardı. Eren ufak plastik masaya ve sandalyeye göz attıktan sonra odadaki dolabı incelemeye koyuldu. “Ya bizde askı bile yok. Şu dolaplara bak. Küçücük. Üstelik dairede bir tane bile ayna göremedim biliyor musun? Yüzümüze nasıl bakacaksak.” Kızın dolapla komik kavgasını seyrederken en son ne zaman aynaya baktığımı düşünüyordum. Odadan çıkıp mutfakla bir olan geniş hole doğru ilerledim. Gelen sesler dairede yalnız olmadığımızı söylüyordu. Mutfakta orta yaşlı bir kadın dolapları karıştırıyordu. “Eren kızım siz burada nasıl yemek yapacaksınız. Bu tezgâh çok küçük.” Beni fark eden kadın durup gülümsedi. “Merhaba evladım ben Eren’in annesiyim. Bakınıyordum öyle etrafa ne var ne yok. Sen de bugün mü geldin kızım.”dedi. Başımı sallayıp az önce tanıştığım kızın yanımdan geçip oturduğu holdeki büyük masadan bir sandalye çekip karşısına oturdum. “Sen yalnız mı kalıyorsun?” diye devam eden kadına yalnızlığımın sadece şuandan ibaret olmadığını anlatmak isterdim. “Evet bugün ailemi yolcu ettim.” dedim. “Okul bu hafta başlamayacakmış galiba bir hafta burada ne yapacağız.” Karşımda oturan kız bu soruyu bana sormuştu fakat annesi benden önce cevapladı. “Ne demek ne yapacağız kızım eve dönersiniz haftaya okul açılınca gelirsiniz.” dedi. Eve gidip gelmenin elimdeki paranın üçte birini götüreceğini söyleyemezdim tabi. Bu yüzden çoğu zaman yaptığım gibi dış sesim yerine iç sesle konuşmaya başladım. Gidin dedim içimden sizde gidin terk edin beni. Sen kal yalnızlık sen cezalısın!
Ertesi gün Eren’le okula yaptığımız ufak keşif sonrasında derslerin önümüzdeki hafta başlayacağını da öğrenmiş olduk. O dönüş yolunda sevinçle bir şeyler konuşuyordu. Önümüzdeki günler için planlar yapan kızı çaktırmadan inceledim. Oldukça güzel yüzünün hakkını veren aydınlık bir gülüşe sahip ve kendine güveni yerinde olan bir kızdı. Benim olamayacağım biri gibiydi ve benim olamayacağım o kız bir saat sonra annesi ile kendilerini bekleyen dolmuşa binerken odamın balkonundan onlara sadece el salladım. Ardından yalnızlığıma bir damla intizar ekleyip iyice karıştırdıktan sonra tekrar içime attım. Bilen bilir bu yalnızlık tecrübesinin kati şartıdır.
*****
Yurttaki dairede tek kaldığım bir hafta boyunca ilk görüşte kanımın kaynadığı Ayşegül ile güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Ayşegül aynı katta bulunan bir başka daireye yerleşmiş olan ve belki de benimle aynı olabilecek sebeplerden ötürü bir haftayı burada geçirmek zorunda kalan bir kızdı. Ben mütevazı insanları her zaman bir başka sevmiştim. Kenarda kalan, kendini göstermeyen ve hep geç keşfedilen. Yakınlarımızda bulunan ilçe merkezine hafta boyunca küçük yürüyüşler yapmış, basit ama doyurucu sofralar kurmuş, birbirimizi tanımaya çalışmıştık. Ayşegül ile oda arkadaşı olan Havva’da aramıza katılmış ve bir haftanın daha çabuk geçmesine yardımcı olmuştu. Bir hafta sonra üniversitenin açılmasından önceki gece dairemizdeki bütün yatakların üstü bavullardan çıkarılmış kıyafetler ve onları özenle dolaplarına yerleştiren birbirinden hoş kızlarla dolmuştu. Yurt sonunda olması gerektiği doluluğuna kavuşmuştu. Eren’in oda arkadaşı Zeynep’le de tanıştıktan sonra kendi odamdaki boş yatağa baktım. Hiç şaşırmamıştım koca yurtta sadece boş kalan iki yataktan birinin benim odamda olmasına. Zaten boşta sayılmazdı orda yıllardır benimle olan en kadim dostum yatacaktı. Yalnızlık. Yedi kişilik dairenin üçüncü ve son odasında kalan podyumdan fırlamış üç güzel de beni nazikçe selamlamışlardı. Kızların hangi ajansa kayıtlı olduğunu düşünürken hiçbir yerde ayna olmadığına sevindim. Dairenin ben en çirkin kızı şuanda kendimi görmeye pekte dayanamazdım.
*****
Yarınki büyük gün öncesi ilk buluşma da benim odasında toplanmıştık. Boş yatakta beş kız pijamalar ve ellerimizdeki kupalarla koyu bir sohbetin içine dalmıştı. Herkes kendini tanıtıyor, geldikleri yerlerden bahsediyor ve yeni heyecanların coşkusu saatin sabaha karşı olduğunu bize unutturuyordu. Eren’in annesi de ilk gece bizi yalnız bırakmamıştı. Bize başımızın çaresine bakmadan önceki son ziyafetlerimizi çekmemiz için bir dolap dolusu yemek yapmıştı. Yadigâr Teyze yarım saatte bir “Haydi kızlar yatın yarın nasıl kalkacaksınız?” dedikçe kupalara yeni çaylar dolduruluyordu. Bu kadını sebepsizce çok sevmiştim. Sonradan öğrendiğimde sebepsiz olmadığını fark ettim. Eren’in babası o çocukken vefat etmiş ve annesi ikisi sağır ve dilsiz iki çocuğuna kol kanat germişti. Demek bu tanıdık sebep Eren’le aramızda ilk günden itibaren özel bir bağ oluşturmuştu.
Çayından büyük bir yudum alan Zeynep “Şu okulu seçtiğime inanamıyorum ya arkadaşlarıma bu okulda okuyorum diyemem ben. Bizim lise bile bundan daha güzeldi. Ama biliyor musun kampüsteki derslere katılabiliyormuşuz. İnternetten araştırdım çok güzel arada oradaki derslere de katılabiliriz. Keşke bende birinci öğretim olabilseydim. İstanbul’a sadece iki saatlik mesafe de bulunan bu bir üniversitenin böyle olmaması gerekirdi.”dedi. Zeynep; Ayşegül, Eren ve benden biraz farklı bir kızdı. İçinden geçeni pat diye söyleyen, biraz fazlaca konuşkan ve heyecanlı bir kişiliğe sahipti. Bu özelliklerinin başımıza çok işler açacağının tabii ki o zamanlar farkında değildik. Konular uzadıkça uzamıştı. Havva’nın memleketi Konya’dan, Eren’in yedi yıllık sevgilisi Barış’a, Zeynep’in İstanbul’daki üniversite okuyanlara olan hayranlığından, Ayşegül ile ikimizin birinci öğretim puan sistemi muhabbeti sabahın ilk saatlerine kadar sürdü. Yatağa girdiğimde okunan ezan sesi içime su serpmişti. Yataktan kalkarak sadece intihar etmek için kullanılmayacak kadar güzel manzaralı balkona çıktım. Belki de Eren haklıydı. Belki de şanslıydım. Belki de yeniden başlamalıydım.
*****

Ertesi sabah herkes harıl harıl son hazırlıklarını tamamlamakla meşguldü. İlk hafta birinci ve ikinci öğretim aynı anda derse girecekti. Makyajlı yüzler, düzleştirilmiş saçlar arasında kot pantolonum ve beyaz gömleğimle tam bir liseli gibi duruyordum. Ya o kaşlara ne demeli. Kaşlar demek haksızlık olurdu zira birbirinden ayrılamayan sevgililer gibi birleşmişlerdi. Evden topluca çıkarken Yadigâr Teyze’de bizimle üniversiteye kadar gelmişti. Derse uğurladıktan son trenle İstanbul’a dönüp bizi kaderimizle baş başa bırakacaktı. Vedalaşmanın özel olduğunu düşündüğüm için yanlarından ayrılıp diğer kızlara doğru ilerlerken Yadigâr Teyze arkamdan seslendi. “Görüşmek üzere fındık kurdu.” Hızla dönüp gülümserken işaret parmağımla kendimi gösteriyordum. “Ben mi?” dedim. “Sen tabi ben ömrümde böyle güzel fındık kurdu görmedim.” dedi. Gülümsedim, güzel bir şey olduğunu hissetmiştim ve güzel şeyler duymaya alışkın olmadığım için birazda kızarmıştım. Arkamı dönüp üniversitenin kapısına doğru yürüdüğüm sırada yüzümdeki hafif alev harlanarak tüm vücudumu kaplayan bir yangına dönüşmüştü. Bu benim onu gördüğüm ilk andı. Okulun kapısından giren kalabalık bir erkek grubunun içinde gülümseyerek yürüyordu. Üzerindeki ananemin hırkasına benzeyen hırka, dağınık saçlar ve kirli sakaldan oluşan genel hat profili önce beynime sonrada kalbime sadece bir saniye de kazıdım. Bedenim benden izin almadan harekete geçmiş ve grubun arkasına takılmıştı bir kere. Gülüşerek merdivenlerden çıkan erkeklerin arkasında hipnoz olmuş gibi ilerlerken ilk görüşte aşk ironisine bu güne kadar neden inanmadığıma lanet ettim. Grup ikinci kattaki bir sınıfa girdi. Bende peşlerinden girerken dönüp hangi bölüm olduğuna bakmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Grup amfi dersliğin cam kenarındaki arka dört sırasını iştigal ederek yerleşti. Ne kadar şanslıydım ki; o orta sıraya yakın tarafa oturup elindeki defteri dünyanın en güzel hareketi ile masaya bırakmıştı. Kurulmuş bebekten farksız kesik kesik hareketlerle gelip orta sıranın tam onun hizanda kalan yan sırasına oturdum. Gelen gülüşmeler devam ederken elimde parçalarcasına tutmuş olduğum kitapları derin bir nefesle masaya bıraktım. Bu hareketle elimde var olduğunu unuttuğum kalem yere düştü. Eğilip kalemi almak için çabalarken birisi son derece ilgi alanımda olan kişiye seslendi. “Mert oğlum biz senin gibi paralı okumuyoruz. Hakkımızla geldik buralara.” dedi. Mert mi? Adı Mert miydi? Bir adama bundan daha güzel yakışan bir isim olamazdı herhalde diye uyuşmuş beynimle düşünürken arkamdan biri beni hafifçe dürttü. “Niye beni beklemedin?” Arkamı dönüp yanıma yerleşen Eren’e baktım. “Çoluk çocuk kaynıyor ya şu çıkardıkları gürültüye bak.” dedi. Baktım bende. Gürültünün içinde en sevimli şekilde mırıldanan kişiye. “İkinci öğretimmiş bunlar sen yaşadın. Bunlarla ders mi dinlenir ya.”diye hayıflandı. Eren grubun içinde kendisine bakan erkeklerden birini fark edip başını çevirdi. O anda aynı bölümde okuduğumuz için sevinmeli mi yoksa ikinci öğretim olmadığıma kahretmeli miydim bilemedim. Yani onunla sadece bir haftamı derse girebilecektim. Başıma dikilen tanıdık bir ses işittim. “Aslıhan kaysana.” Ayşegül ve Zeynep oturmak için beni bekliyorlardı. Bari bir hafta görebilecektim bırakında tadını çıkarayım bakışı ile yüzlerine bakarken “Ben solağım o yüzden bu başa geçtim Eren’in yanına geçseniz?” Yalvarış dolu çıkan bu istek karşısında kızlar Eren’in yanına geçmek üzere hareketlenirken yandaki grubun gözleri de üzerlerindeydi. Ben girdiğimde farkında bile olmayan gözler şimdi beni es geçip yanıma oturan üç güzele kaymıştı. Sıranın üzerindeki ilk kitabın kapağını açıp karalamaya başladım. Bu benim için en gergin olduğum zamanlar beynimin uyguladığı bir oyalanma yöntemiydi. Az sonra derse giren orta yaşlı bir kadın sınıfta kısa sürede sessizliği sağlayıp dersin Türk Dili ve Edebiyatı olduğunu açıkladı. Sayısal alanda okuyan biri için işkence sayılan bu ders benim içimi acıtan hayallerimi bir kez daha hatırlattı. Şuan olmak istediğim bölümü ve nerede olduğumu. İnsan ideallerinden sapar ve hayallerinden uzaklaşırdı elbette ama benimki resmen ters köşeye yatmaktı. Hani bugün her şey yeniden başlayacaktı.
Hoca Türk Edebiyatı’ndan örnek vermek ve ilk dersi bu önemli eserler hakkında konuşarak geçireceğimizi söylediğinde bildiğim bütün eserlerin isimlerini önündeki kitaba az önce çizdiğim iç dünyamı oldukça yansıtan tuhaf resimlerimin altına sıralamaya başlamıştım. Yedinci ismi yazarken duyduğum bir ses kalemi kâğıda çiviledi.
“Mert sen yanlış tarafa oturmuşsun. Sıranın sol tarafına oturacaktın.” Arsız çocuğun göz kırpıp beni gösterdiği o anı sadece yarım saniye olsa yakalamıştım. Kıkırdayarak sıraya kapaklanan çocuk şimdi gülme krizine girmişti. Sakinleştirici sinyaller beynime doğru kayarken dikkatimi hocaya verdim. Bana söylüyor olamazdı. Olamazdı değil mi? Olamaz canım ne alakası var. Sus Aslıhan kes artık kendi kendine konuşmayı. Derse odaklan bak şans bir sonraki dönem gelmeyecek! Başım hocaya dönükken göz ucum ve tüm dikkatim yan masadaydı. Yanındaki yılışık çocuğun ne söylediğini tam olarak duyamasam da Mert ona okkalı bir tekme attıktan sonra ilk kez bana başını çevirme lütfünde bulunarak baktı.
O sırada fark etmiştim hoca sınıfa seslenerek bir şeyler soruyordu. Ne sorduğunu bilmiyordum. Çünkü şimdi tüm benliğimle yan tarafa doğru akıyordum. “Evet gençler içinizde örnek vermek isteyen var mı?”
Mert şimdi başını tekrar arkadaşına çevirip fısıldadı. “Saçmalama. Söz konusu bile olamaz. Baksana o biraz şey.. yani şey…” Masanın üzerinde kalem tutan elinin ne olduğumu anlatmaya çabalayan hareketi görüş alanıma girdiğinde ifade edemediği o şeyi ben dile getirmiştim. Hem de farkında olmadan yüksek sesle. “Fındık Kurdu”
Ağzımdan çıktığı anda duyduğum pişmanlıkla elimle dudaklarımı kapasam da artık çok geçti. Başımı çevirdiğimde hoca dâhil herkesin bana baktığını gördüm. Mert’in bile. Şimdi o umursamaz surat beş karış açıkağızla ve gözleri de yuvalarından fırlamış gibi bakıyordu. Biz mert ve onurlu adamlar sevmiştik aslında. Sadece göstermeyi beceremediler. Onlar bizim gözümüzde birer film kahramanı şu küçük yaratık Gremlinler ya da herkesin evinde olan patlak gözlü Furby’ler olarak kalacaktı. Sen de benim Furby’im olacaktın.
Cevap bekleyen hocaya dönüp yüksek sesle yanıtladım. “Fındık Kurdu ile Furby hocam. Henüz yazmaya başlamadım. Karakter oluşturma aşamasındayım.” Hoca’nın ve tüm sınıfın Türk Edebiyatına verdiğim bu en güzel örnekle ağzı beş karış açık kalmıştı...

3 Ocak 2014 Cuma

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 10


“Hayal Bahçesi”

İstanbul 2003,


Trenin son kompartımanına doğru hızla koşuyordum. Arkamdan gelen yüzü maskeli adam her adımda aramızdaki mesafeyi kapatarak ilerliyordu. İri bedeni hızla yaklaşırken vücudundan yayılan öfke dalgaları beni ondan önce yakalıyordu. Beynimde çalan alarm zilleri bana tek bir şeyi söylüyordu. “Seni öldürmek istiyor.” Son kompartımanın kapısı açıp içeri girdim. Bomboş vagonda çığlık çığlığa bağırıyordum. “Yardım edin. Lütfen bana yardım edin.” Sesime gelen tek cevap az önce geçtiğim kapının sertçe açılması oldu. Vagonun sonuna vardığımda trenin son kapısını açıp hızla uzaklaşan demir rayları gördüm. Ya atlayıp ölecektim ya da kendimi karşımdaki bedenin insafına teslim edecektim. Karşımdakinin insaf derecesini az çok kestirebilsem de cesaretsizce kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Kaderime teslim olmadan önce son bir umutla adamın görünmeyen yüzüne diktim gözlerimi. “Lütfen, lütfen bana zarar verme!”

“Aslıhan?” Biri adımı seslenmişti ya da ölmeden önce insanların gördüğünü söylediği halüsinasyonlardan birinin başlangıcındaydım. Başımı çevirdiğimde yan tarafımdaki koltuklarda oturan kadını gördüm. “Meliha Hanım?” Kadının oturduğu koltuğun tarafına doğru kendimi atıp dizlerinin önüne çömeldim. “Meliha Hanım yardım edin lütfen beni öldürecek.” Tren mi sallanıyordu yoksa benim bedenim mi sarsılıyordu bilmiyordum. Başımı kadının kucağına gömüp maskeli adamın boynumu koparmasını bekledim. Sonra derin bir patırtı duyuldu. Hala yerinde olan kafamın üzerinden bir şeyler dökülüyordu. Başımı kaldırdığımda kadının ağzından dökülen böceklerin her yanıma dağıldığını gördüm. Aldığım son nefesle haykırdım.

“Aaaaaa!” Soluk soluğa yatakta doğruldum. Bu son bir ayda haftanın üç dört günü gördüğüm kâbuslardan sadece bir tanesiydi. Ter içinde kalmış bedenimi tekrar yatağa bırakmadan önce yorganın içini ve yastığın altını iyice kontrol ettim. Zaten araknofobisi olan ben için bu kadarı tüm gün boyunca kaşınma ve mide bulantısı demekti.

Gözlerimi kapatıp üzerimdeki korkuyu atmaya çalışırken çalar saatin sesi ile ikinci kez sıçradım. “Lanet olsun. Lanet. Lanet. Lanet saat.” Saati hızla devirerek susturdum. Yataktan doğrularak ayaklarımı sallandırdım. Bugün günlerden pazartesiydi. Bankaya gitmem gerekiyordu. Açmamam gereken o lanet çekmeceyi açmamın üzerinden bir buçuk ay geçmişti. Tek güvendiğim insan olan Beyhan Hanım’da iki hafta önce birçok personel gibi mali kriz sebebiyle erken emekli edilerek görevden alınmıştı. Artık o cehennemde tek başınaydım. Bunun bilinci ile yemeklerin içini kaşıkla kontrol etmeden yemiyor, gerekmedikçe öğrenmek adına tek kelime soru sormuyor ve yolda gördüğüm tüm bordro renkli BMW’ler de o tanıdık plakanın olup olmadığını kontrol ediyordum.

Ruh halimin oldukça bozuk olduğu o dönemde birkaç ay önce söyleseler çok üzüleceğim ama benim için şimdilerde tek umut ışığı olan şey gerçekleşti. Stajyerler arasında departman değişikliği yapılacaktı. Beni alt katta mevduat servisindeki Selda Hanım’ın yanına verip diğer iki stajyerden ilk andan beri yıldızımızın bir türlü barışmadığı Cansu’yu Meliha Hanım’ın yanına vermeleri ise keyfime keyif katmıştı. Bakalım Cansu Hanım bu duruma ne kadar katlanacaktı.

*****

Alt kattaki yoğunluk beni kısa sürede içine almıştı. Hiçbir şey düşünmeden sadece işimle ilgileniyordum. Yine böyle günlerden birinde bankanın mutfağından içeri girdim. Karnımdaki gurultulardan anladığım kadarıyla açlıktan ölmek üzereydim. Yemekçi Erkan Bey tabldotları hazırlamış yemekhaneye taşıyordu.

“Hımm ne yemekler var.” dedim aç kurt misali.

“Yemekler hazır kızım sen geçip başlayabilirsin.” dedi. Hızla masanın üzerinde diğerlerinden ayrı duran tabldota uzanmıştım ki Erkan Bey “Sen bunu al kızım.” diyerek elime diğerinin aynısı başka bir tabldot tutuşturdu. İşte yine aynı şey olmuştu. Aşağı kata geçmiş olmam bu olaylardan kaçmam için yeterli olmayacaktı demek ki.

“Peki” diyerek bana uzatılanı kaptım. Erkan Bey kendi taşıyacaklarını almakla meşgulken boynumdaki ucunda yeşim taşı olan kolyeyi kopararak çıkarıp bana yasak olan tabldottaki çorbanın içine bıraktım. Adam arkasını dönüp “Eee hadi ne bekliyorsun yemekhaneye geçsene.” dedi.

“Bir tane daha ver Selda Hanım’ın yemeğini de çıkarayım.” dedim tüm şirinliğimle. Adam elindekilerden birini daha bana uzatırken mutfağı gelini tarafından ele geçirilmiş kaynana gibi suratıma baktı.

Beş dakika sonra muhasebe ile aynı katta bulunan yemekhanede Selda Hanım’ın tepsisindeki çorbayı keyifle içiyordum. Personel yavaş yavaş yerlerini alırken Cansu tüm sinir bozan görüntüsü ile gelip karşıma oturdu. Meliha Hanım’da az sonra gelip Cansu’nun yanına oturunca kızın hiçbir şeyden henüz haberi olmadığını anladım. İştahla çorbasına ilk kaşığını daldırırken Erkan Bey elinde özenle tutarak getirdiği tabldotu kimin önüne koyacağını başından beri bildiğim yere koydu. Meliha Hanım’ın önüne konan yemeklere istemsizce bakarken ne tuhaf değil mi diye düşündüm. Aslında hiç tuhaf değildi. Karşımdaki kadın da deli falan değildi. Kadın başından beri doğruyu söylüyordu. Nedenini henüz bilmediğim bir sebeple kadına zarar veriyorlardı. Meliha Hanım son bir umutla yanında çorba içen kıza baktı. Cansu’dan bir hayır gelmeyeceğini anlayınca çaresizce kaşığa uzanıp çorbasına daldırdı. İşte bizim aramızdaki bu dostluk o gün çorbaya dalan o kaşıkla başladı. Kaşığın içindeki parlak yeşim taşı onun bu yolda artık yalnız olmadığını gösterircesine parlıyordu. Taşın kime ait olduğunu adı gibi bilen kadının yüzü aydınlandı. Yanımdaki henüz sahipsiz tabldotlardan birini ona doğru uzattım.

“Siz bunu alın Meliha Hanım.” dedim. “Bu günlerde nerden ne çıkacağı hiç belli olmuyor doğrusu.”

Kendini uyanık sanan insanları her zaman çok sevmişimdir. O muhteşem akılları ile o kadar meşgullerdir ki karşısındakinin zekâsından zerre şüphe etmezler. İnsan en çok onları şaşırtmaktan zevk alır. Erkan Bey’in taşa bakarkenki şaşkın yüzü de işte bana böyle zevk vermişti.

Benim artık beyaz atlı prensler, güçlü dükler ve gözü kara şövalyelerin oluşturduğu hayal bahçemde ölüm isteyen maskeli adamlar, zehir saçan cani insanlar, nereden çıkacağı belli olmayan böcekler ve henüz kim olduğunu bilmediğim katiller vardı.

Ve ben küçük Hercule Poirot* iş başındaydım.

 

 

*****

“Bakın şimdi bu yoldan gidersek internet cafede çalışan Ayhan’ı görürüz ama cafeye gelmeden şu sokaktan dönersek ilerideki oto yıkamada bir esmer güzeli var ki görmeye değer.” dedi Serap sevinçle. Sana da esmer güzeline de dedim içimden. Bu yarım akıllı ile aynı okula gittiğim için üzülmeli miydim? Yoksa böyle bir kuzenim olmadığı için sevinmeli miydim? Karar veremiyordum doğrusu. O günlerde Ergül genç bir çocuktan hoşlanmaya başlamıştı. Metin evlerine giden cadde üzerinde bir spor mağazasında çalışıyordu. Alışveriş yaptığı sırada tanışmışlar ve aralarında şu yüksek voltajlı elektriklerden biri oluşmuştu. Ergül içimde kelebekler uçuşuyor diye tarif etmişti hissettiği heyecanı. Benim içimdeki kelebeklere ne olmuştu? Bir tanesi bile üç yıldır tek kanat çırpmıyordu. Bir günlük o heyecana bile razıydım oysa.

“Caddeden gidelim Serap” dedi Ergül. “Aaaa neden ama bak çok yakışıklı diyorum size.” diyerek çocukça sesler çıkarmaya başladı. Acaba kaldırıma oturup ağlamaya başlar mı diye düşündüğüm sırada kız gelip koluma girdi. “Sen yakışıklı görmek istemez misin Aslıhan?” dedi. “İsterim isterim tabi ama bunun için yolumu uzatıp dükkânının önünden göz süzerek geçmeyi istemem Serap’cım.” dedim. “Aslında haklısınız cadde üzerinde de bol yakışıklı çalıştıran dükkân var.” bu kız beni hiç şaşırtmıyordu.

On beş dakika sonra spor mağazasında Ergül beğendiği birkaç ayakkabı modelini denerken Serap tezgâha yaslanmış pis pis göz süzüyordu. Yine kimi gözüne kestirdiğine bakmak için dönünce başka bir müşteri ile ilgilenen ve az önce bize yardımcı olan genci gördüm. Metin’i. Çocuğun bu yarım akıllının beyninde yer etmemesi için hızla koltukta bir yeni ayakkabı denemeye girişen Ergül’e döndüm. “Ergül hadi gidelim artık sen sonra başka zaman bakarsın.” dedim. Ergül başını kaldırıp yüzüme baktı “Ne oldu ya? Daha iki kelime bile konuşamadım.” dedi. “Sonra konuşursun hadi.” diyerek kendi ayakkabılarını ona uzattım. Arkamı dönünce Serap’ı az önceki tezgâh önü yerine camda bir şey işaret ederek Metin’le konuşurken gördüm. Artık çok geçti benim saf arkadaşım burada ayakkabı denerken kuş kafese girmişti.

“Ergül bu Serap senin Metin’den hoşlandığını biliyor mu?” dedim. “Evet biliyor biraz bahsettim.” dedi. Hala benim neden bahsettiğimi anlamamıştı. “Peki onun bu çocuk olduğunu biliyor mu?” elimle mağazanın girişinde kıkırdayarak kuzenin konuştuğu çocuğu gösterdim.

“Evet anlamış olmalı ki Serap mağazaya girdiğimizde bana cimdik attı.” dedi neşeyle. Başımı olumsuz anlamında salladım belki Serap anlamıştı ama Ergül henüz kuzeninin nasıl biri olduğunu anlamamıştı ve bunu anlaması için kalbinde uçuşan tüm kelebeklerini benzin döküp yapması gerekecekti.

*****

Peki ondan sonra ne mi oldu?

Nilay Bahtiyar’la evlenip ömrünün sonuna kadar aramızdaki en bahtiyar kişi oldu.

Nurdan Caner Ağabeyi’nin nişan tepsisini tutmak zorunda kaldığı gün bir daha âşık olmayacağına yemin etti. Yeminine sadık kalarak yıllar içerisinde karşısına çıkan tüm teklifleri geri çevirdi ve halen kimseye kalbini açmamakta kararlı.

 Ergül bir zamanlar en sevdiği kuzeni olan Serap’ın o spor mağazasında işe girdiğini öğrendiği günden beri onu bir daha hiç affetmedi ama en çokta kendini.

Ve ben. Herkesin beklediği şeyi yapmıştım. İlk senede İstanbul’a yakın bir ildeki üniversiteyi kazanmıştım. Hem de en kısa yoldan. Bu mutlu haberi önce ailem ve canım dostum Edamla paylaştım. Şimdi paylaşma sırası en az benim kadar sevineceğine inandığım birindeydi. İki hafta önce stajımı tamamlayıp ayrıldığım bankanın kapısında içeri girdim. Güvenlik görevlisi Tahsin Bey’le hemen kapıda, başta Selda Hanım olmak üzere alt kattaki tüm personel ile bankanın ortasında sevinçle paylaştım. Herkes tek tek tebrik edip tekrar onları görmeye geldiğim için teşekkür ettiler. Kalbim üst kattaki kadına koşmak için can atıyordu. Kazanırsam söz verdiği gibi beni kâğıt helva arası dondurma ısmarlamaya götürecekti. Hızla merdivenleri çıkarken Selda Hanım’ın seslendiğini işittim.

“Aslıhan Meliha Hanım işten ayrıldı.” dedi. Merdivenlerde tökezleyerek durdum. “Nasıl yani bankadan ayrıldı mı?” dedim. “Evet geçen hafta istifasını verdi.” Hah! Meliha Hanım asla istifa etmezdi. Kadının elindeki tek umudu ileride alacağı emekli maaşıydı. İnanmayarak başımı salladım üst kata çıkıp kendim gözlerimle görmeden de inanmayacaktım. Hızla yarısında dikildiğim merdivenleri tamamladım. Üst kata çıkıp ufak sevimli ofisimize girdiğimde gözlükleri burnunun üzerine düşmüş kır saçlı bir kadın bana bakıyordu.

“Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. Önce kendi masama sonrada kadının oturduğu Meliha Hanım’ın masasına içim acıyarak baktım.

“Meliha Hanım?” diyebildim sadece gözlerimde biriken yaşlar nedeniyle kadını gri bir siluet olarak görebiliyordum şimdi. Gri siluet hareketlenerek yaklaşırken gözlerimde biriken yaşı sildim. “Meliha Hanım ayrıldı. Ben yardımcı olabilir miyim size?” dedi. Hayır dedim içimden sen hiçbir şeye yardımcı olamazdın. Dur bir dakika belki de olabilirdi. “Ben Meliha Hanım’ın stajyeriydim. İki hafta önce ayrıldım. Hatta masam şurasıydı efendim. Kendisine ulaşmam lazım şu dolapta personel özlük dosyaları olacaktı. İzin verirseniz adresini alabilir miyim?” dedim. Kadın hayır derse bile zaten gidip zorla alacaktım.

“Tabi ki.” dedi. Hızla bir zamanlar Beyhan Hanım’ın olan büyük masanın arkasındaki ahşap dolabı açtım. Bankadaki tüm personelin özlük dosyalarının bulunduğu klasörü alıp masaya bıraktım. İçindeki dosyaları sırayla çevirip aradığım dosyayı yerinden çıkardım. Masadan aldığım ufak bir bloknota telefon ve adresi karalayarak dosyayı yerine koyup dolaba kaldırdım.

“Teşekkür ederim. İyi günler.” diyerek ofisin kapısına doğru hızla ilerledim. Gri saçlı kadın bana ofisten çıkamadan seslendi. “Burası benim masam demiştiniz, bu kitap sizin olabilir mi?”

Kadının uzattığı elindeki tanıdık kitabı aldım. “Evet benim teşekkürler.” Ofisin kapısında elimdeki kitaba bakınca içimdeki şeytan ayağa kalkarak dile geldi. “Affedersiniz adınız nedir?“ dedim. Yaşlı kadın burnuna düşmüş gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. “Neriman Soykan.” dedi. “Neriman Hanım bence çok dikkat edin dışarıdan banka gibi görünen bu yerde çekmecelerinizden türlü böcekler fışkırabilir, iş arkadaşlarınız tarafından takip edilebilir hatta yemeklerinize zehir konabilir ve siz sırf bunlara ayak dirediğiniz için işten zorla istifa ettirilebilirsiniz.” Kadının söylediklerimin tek kelimesine inanmayan şaşkın yüzüne bakıp odadan ayrıldım.

 

*****

İstanbul’un dar bütçeli ailelerinin oturduğu bir evin kapısı yedinci defa çalıyordum. Çalmanın fayda etmediğini anlayıp kapıyı yumrukladım. Tam iki gündür telefonla ulaşmaya çalıştığım evden çıt çıkmıyordu. “Meliha Hanım benim Aslıhan? Açın Lütfen. Bana kâğıt helva sözünüz var.” dedim başımı eski iki katlı evin kalın tahta kapısına yaslayarak. Bitişik evden genç bir kadın sonunda sesime çıktı. “Kızım buyur” dedi. Bir umutla kadına doğru ilerledim. “Meliha Hanım’a bakmıştım da.” dedim.

“Neyi olurdun kızım.” genç kadın evin önündeki basamaktan inerken sormuştu.

“Şey ben arkadaşıydım.” dedim kadına saçma geleceğini bilsem de kafamdan yalan uyduracak gücüm hiç yoktu.

“Takdir-i ilahi kızım başın sağolsun.” dedi avuçlarını havaya açarak. “Ne takdiri ne diyorsunuz siz!” diye kadının üzerine doğru yürüyünce kadın kolumu tutarak “Sakin ol kızım yapacak bir şey yok hepimizin gideceği yer orası.” dedi. Beni asıl yıkan kadının devamında söyledikleri olmuştu. Meliha Hanım üç gün önce komşularının günlerdir evden ses gelmemesi üzerine polise haber vermeleri ile evinde ölü bulunmuştu. “Tam ne oldu bizde anlamadık. Sanırım zehir mi içmiş intihar mı etmiş zaten son günlerde çok tuhaftı. Kızım nereye başın sağolsun tekrar.”

Başıma ağır bir cisimle vurmuşlar gibi sağa sola ilerlerken deli gibi ağlıyordum. Sokağın başına geldiğimde gözyaşlarımın arasından gördüğüm bordro bir renk hızla hareket etti. Plakasına ilk kez bakmaya bile gerek görmediğim BMV hızla uzaklaşırken ben hayal bahçemdeki bütün kelebekleri o gün benzin döküp kendi ellerimle yakmıştım.

 

 

Meliha Tekin anısına…Küçük Hercule Poirot’undan.

 

 

 

*Ünlü cinayet romanı yazarı Agatha Chrıstıe’nin yazarın kendi kurguladığı başkahramanı, dedektif.