“Hayal Bahçesi”
İstanbul 2003,
Trenin
son kompartımanına doğru hızla koşuyordum. Arkamdan gelen yüzü maskeli adam her
adımda aramızdaki mesafeyi kapatarak ilerliyordu. İri bedeni hızla yaklaşırken
vücudundan yayılan öfke dalgaları beni ondan önce yakalıyordu. Beynimde çalan
alarm zilleri bana tek bir şeyi söylüyordu. “Seni öldürmek istiyor.” Son
kompartımanın kapısı açıp içeri girdim. Bomboş vagonda çığlık çığlığa
bağırıyordum. “Yardım edin. Lütfen bana yardım edin.” Sesime gelen tek cevap az
önce geçtiğim kapının sertçe açılması oldu. Vagonun sonuna vardığımda trenin
son kapısını açıp hızla uzaklaşan demir rayları gördüm. Ya atlayıp ölecektim ya
da kendimi karşımdaki bedenin insafına teslim edecektim. Karşımdakinin insaf
derecesini az çok kestirebilsem de cesaretsizce kapıyı kapatıp sırtımı
yasladım. Kaderime teslim olmadan önce son bir umutla adamın görünmeyen yüzüne
diktim gözlerimi. “Lütfen, lütfen bana zarar verme!”
“Aslıhan?”
Biri adımı seslenmişti ya da ölmeden önce insanların gördüğünü söylediği halüsinasyonlardan
birinin başlangıcındaydım. Başımı çevirdiğimde yan tarafımdaki koltuklarda
oturan kadını gördüm. “Meliha Hanım?” Kadının oturduğu koltuğun tarafına doğru
kendimi atıp dizlerinin önüne çömeldim. “Meliha Hanım yardım edin lütfen beni
öldürecek.” Tren mi sallanıyordu yoksa benim bedenim mi sarsılıyordu
bilmiyordum. Başımı kadının kucağına gömüp maskeli adamın boynumu koparmasını
bekledim. Sonra derin bir patırtı duyuldu. Hala yerinde olan kafamın üzerinden
bir şeyler dökülüyordu. Başımı kaldırdığımda kadının ağzından dökülen
böceklerin her yanıma dağıldığını gördüm. Aldığım son nefesle haykırdım.
“Aaaaaa!”
Soluk soluğa yatakta doğruldum. Bu son bir ayda haftanın üç dört günü gördüğüm
kâbuslardan sadece bir tanesiydi. Ter içinde kalmış bedenimi tekrar yatağa
bırakmadan önce yorganın içini ve yastığın altını iyice kontrol ettim. Zaten
araknofobisi olan ben için bu kadarı tüm gün boyunca kaşınma ve mide bulantısı
demekti.
Gözlerimi
kapatıp üzerimdeki korkuyu atmaya çalışırken çalar saatin sesi ile ikinci kez
sıçradım. “Lanet olsun. Lanet. Lanet. Lanet saat.” Saati hızla devirerek
susturdum. Yataktan doğrularak ayaklarımı sallandırdım. Bugün günlerden
pazartesiydi. Bankaya gitmem gerekiyordu. Açmamam gereken o lanet çekmeceyi
açmamın üzerinden bir buçuk ay geçmişti. Tek güvendiğim insan olan Beyhan
Hanım’da iki hafta önce birçok personel gibi mali kriz sebebiyle erken emekli
edilerek görevden alınmıştı. Artık o cehennemde tek başınaydım. Bunun bilinci
ile yemeklerin içini kaşıkla kontrol etmeden yemiyor, gerekmedikçe öğrenmek
adına tek kelime soru sormuyor ve yolda gördüğüm tüm bordro renkli BMW’ler de o
tanıdık plakanın olup olmadığını kontrol ediyordum.
Ruh
halimin oldukça bozuk olduğu o dönemde birkaç ay önce söyleseler çok üzüleceğim
ama benim için şimdilerde tek umut ışığı olan şey gerçekleşti. Stajyerler
arasında departman değişikliği yapılacaktı. Beni alt katta mevduat servisindeki
Selda Hanım’ın yanına verip diğer iki stajyerden ilk andan beri yıldızımızın
bir türlü barışmadığı Cansu’yu Meliha Hanım’ın yanına vermeleri ise keyfime
keyif katmıştı. Bakalım Cansu Hanım bu duruma ne kadar katlanacaktı.
*****
Alt
kattaki yoğunluk beni kısa sürede içine almıştı. Hiçbir şey düşünmeden sadece
işimle ilgileniyordum. Yine böyle günlerden birinde bankanın mutfağından içeri
girdim. Karnımdaki gurultulardan anladığım kadarıyla açlıktan ölmek üzereydim. Yemekçi
Erkan Bey tabldotları hazırlamış yemekhaneye taşıyordu.
“Hımm
ne yemekler var.” dedim aç kurt misali.
“Yemekler
hazır kızım sen geçip başlayabilirsin.” dedi. Hızla masanın üzerinde
diğerlerinden ayrı duran tabldota uzanmıştım ki Erkan Bey “Sen bunu al kızım.”
diyerek elime diğerinin aynısı başka bir tabldot tutuşturdu. İşte yine aynı şey
olmuştu. Aşağı kata geçmiş olmam bu olaylardan kaçmam için yeterli olmayacaktı
demek ki.
“Peki”
diyerek bana uzatılanı kaptım. Erkan Bey kendi taşıyacaklarını almakla
meşgulken boynumdaki ucunda yeşim taşı olan kolyeyi kopararak çıkarıp bana
yasak olan tabldottaki çorbanın içine bıraktım. Adam arkasını dönüp “Eee hadi
ne bekliyorsun yemekhaneye geçsene.” dedi.
“Bir
tane daha ver Selda Hanım’ın yemeğini de çıkarayım.” dedim tüm şirinliğimle.
Adam elindekilerden birini daha bana uzatırken mutfağı gelini tarafından ele
geçirilmiş kaynana gibi suratıma baktı.
Beş
dakika sonra muhasebe ile aynı katta bulunan yemekhanede Selda Hanım’ın
tepsisindeki çorbayı keyifle içiyordum. Personel yavaş yavaş yerlerini alırken
Cansu tüm sinir bozan görüntüsü ile gelip karşıma oturdu. Meliha Hanım’da az
sonra gelip Cansu’nun yanına oturunca kızın hiçbir şeyden henüz haberi
olmadığını anladım. İştahla çorbasına ilk kaşığını daldırırken Erkan Bey elinde
özenle tutarak getirdiği tabldotu kimin önüne koyacağını başından beri bildiğim
yere koydu. Meliha Hanım’ın önüne konan yemeklere istemsizce bakarken ne tuhaf
değil mi diye düşündüm. Aslında hiç tuhaf değildi. Karşımdaki kadın da deli
falan değildi. Kadın başından beri doğruyu söylüyordu. Nedenini henüz
bilmediğim bir sebeple kadına zarar veriyorlardı. Meliha Hanım son bir umutla
yanında çorba içen kıza baktı. Cansu’dan bir hayır gelmeyeceğini anlayınca
çaresizce kaşığa uzanıp çorbasına daldırdı. İşte bizim aramızdaki bu dostluk o
gün çorbaya dalan o kaşıkla başladı. Kaşığın içindeki parlak yeşim taşı onun bu
yolda artık yalnız olmadığını gösterircesine parlıyordu. Taşın kime ait
olduğunu adı gibi bilen kadının yüzü aydınlandı. Yanımdaki henüz sahipsiz
tabldotlardan birini ona doğru uzattım.
“Siz
bunu alın Meliha Hanım.” dedim. “Bu günlerde nerden ne çıkacağı hiç belli
olmuyor doğrusu.”
Kendini
uyanık sanan insanları her zaman çok sevmişimdir. O muhteşem akılları ile o
kadar meşgullerdir ki karşısındakinin zekâsından zerre şüphe etmezler. İnsan en
çok onları şaşırtmaktan zevk alır. Erkan Bey’in taşa bakarkenki şaşkın yüzü de
işte bana böyle zevk vermişti.
Benim
artık beyaz atlı prensler, güçlü dükler ve gözü kara şövalyelerin oluşturduğu
hayal bahçemde ölüm isteyen maskeli adamlar, zehir saçan cani insanlar, nereden
çıkacağı belli olmayan böcekler ve henüz kim olduğunu bilmediğim katiller
vardı.
Ve
ben küçük Hercule Poirot* iş başındaydım.
*****
“Bakın
şimdi bu yoldan gidersek internet cafede çalışan Ayhan’ı görürüz ama cafeye
gelmeden şu sokaktan dönersek ilerideki oto yıkamada bir esmer güzeli var ki
görmeye değer.” dedi Serap sevinçle. Sana da esmer güzeline de dedim içimden.
Bu yarım akıllı ile aynı okula gittiğim için üzülmeli miydim? Yoksa böyle bir
kuzenim olmadığı için sevinmeli miydim? Karar veremiyordum doğrusu. O günlerde
Ergül genç bir çocuktan hoşlanmaya başlamıştı. Metin evlerine giden cadde
üzerinde bir spor mağazasında çalışıyordu. Alışveriş yaptığı sırada tanışmışlar
ve aralarında şu yüksek voltajlı elektriklerden biri oluşmuştu. Ergül içimde
kelebekler uçuşuyor diye tarif etmişti hissettiği heyecanı. Benim içimdeki
kelebeklere ne olmuştu? Bir tanesi bile üç yıldır tek kanat çırpmıyordu. Bir
günlük o heyecana bile razıydım oysa.
“Caddeden
gidelim Serap” dedi Ergül. “Aaaa neden ama bak çok yakışıklı diyorum size.” diyerek
çocukça sesler çıkarmaya başladı. Acaba kaldırıma oturup ağlamaya başlar mı
diye düşündüğüm sırada kız gelip koluma girdi. “Sen yakışıklı görmek istemez
misin Aslıhan?” dedi. “İsterim isterim tabi ama bunun için yolumu uzatıp
dükkânının önünden göz süzerek geçmeyi istemem Serap’cım.” dedim. “Aslında
haklısınız cadde üzerinde de bol yakışıklı çalıştıran dükkân var.” bu kız beni hiç
şaşırtmıyordu.
On
beş dakika sonra spor mağazasında Ergül beğendiği birkaç ayakkabı modelini
denerken Serap tezgâha yaslanmış pis pis göz süzüyordu. Yine kimi gözüne
kestirdiğine bakmak için dönünce başka bir müşteri ile ilgilenen ve az önce
bize yardımcı olan genci gördüm. Metin’i. Çocuğun bu yarım akıllının beyninde
yer etmemesi için hızla koltukta bir yeni ayakkabı denemeye girişen Ergül’e
döndüm. “Ergül hadi gidelim artık sen sonra başka zaman bakarsın.” dedim. Ergül
başını kaldırıp yüzüme baktı “Ne oldu ya? Daha iki kelime bile konuşamadım.”
dedi. “Sonra konuşursun hadi.” diyerek kendi ayakkabılarını ona uzattım. Arkamı
dönünce Serap’ı az önceki tezgâh önü yerine camda bir şey işaret ederek
Metin’le konuşurken gördüm. Artık çok geçti benim saf arkadaşım burada ayakkabı
denerken kuş kafese girmişti.
“Ergül
bu Serap senin Metin’den hoşlandığını biliyor mu?” dedim. “Evet biliyor biraz
bahsettim.” dedi. Hala benim neden bahsettiğimi anlamamıştı. “Peki onun bu
çocuk olduğunu biliyor mu?” elimle mağazanın girişinde kıkırdayarak kuzenin
konuştuğu çocuğu gösterdim.
“Evet
anlamış olmalı ki Serap mağazaya girdiğimizde bana cimdik attı.” dedi neşeyle.
Başımı olumsuz anlamında salladım belki Serap anlamıştı ama Ergül henüz kuzeninin
nasıl biri olduğunu anlamamıştı ve bunu anlaması için kalbinde uçuşan tüm
kelebeklerini benzin döküp yapması gerekecekti.
*****
Peki
ondan sonra ne mi oldu?
Nilay
Bahtiyar’la evlenip ömrünün sonuna kadar aramızdaki en bahtiyar kişi oldu.
Nurdan
Caner Ağabeyi’nin nişan tepsisini tutmak zorunda kaldığı gün bir daha âşık
olmayacağına yemin etti. Yeminine sadık kalarak yıllar içerisinde karşısına
çıkan tüm teklifleri geri çevirdi ve halen kimseye kalbini açmamakta kararlı.
Ergül bir zamanlar en sevdiği kuzeni olan
Serap’ın o spor mağazasında işe girdiğini öğrendiği günden beri onu bir daha
hiç affetmedi ama en çokta kendini.
Ve
ben. Herkesin beklediği şeyi yapmıştım. İlk senede İstanbul’a yakın bir ildeki
üniversiteyi kazanmıştım. Hem de en kısa yoldan. Bu mutlu haberi önce ailem ve
canım dostum Edamla paylaştım. Şimdi paylaşma sırası en az benim kadar
sevineceğine inandığım birindeydi. İki hafta önce stajımı tamamlayıp ayrıldığım
bankanın kapısında içeri girdim. Güvenlik görevlisi Tahsin Bey’le hemen kapıda,
başta Selda Hanım olmak üzere alt kattaki tüm personel ile bankanın ortasında
sevinçle paylaştım. Herkes tek tek tebrik edip tekrar onları görmeye geldiğim
için teşekkür ettiler. Kalbim üst kattaki kadına koşmak için can atıyordu. Kazanırsam
söz verdiği gibi beni kâğıt helva arası dondurma ısmarlamaya götürecekti. Hızla
merdivenleri çıkarken Selda Hanım’ın seslendiğini işittim.
“Aslıhan
Meliha Hanım işten ayrıldı.” dedi. Merdivenlerde tökezleyerek durdum. “Nasıl
yani bankadan ayrıldı mı?” dedim. “Evet geçen hafta istifasını verdi.” Hah!
Meliha Hanım asla istifa etmezdi. Kadının elindeki tek umudu ileride alacağı
emekli maaşıydı. İnanmayarak başımı salladım üst kata çıkıp kendim gözlerimle
görmeden de inanmayacaktım. Hızla yarısında dikildiğim merdivenleri tamamladım.
Üst kata çıkıp ufak sevimli ofisimize girdiğimde gözlükleri burnunun üzerine
düşmüş kır saçlı bir kadın bana bakıyordu.
“Buyrun
nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. Önce kendi masama sonrada kadının
oturduğu Meliha Hanım’ın masasına içim acıyarak baktım.
“Meliha
Hanım?” diyebildim sadece gözlerimde biriken yaşlar nedeniyle kadını gri bir
siluet olarak görebiliyordum şimdi. Gri siluet hareketlenerek yaklaşırken
gözlerimde biriken yaşı sildim. “Meliha Hanım ayrıldı. Ben yardımcı olabilir
miyim size?” dedi. Hayır dedim içimden sen hiçbir şeye yardımcı olamazdın. Dur
bir dakika belki de olabilirdi. “Ben Meliha Hanım’ın stajyeriydim. İki hafta
önce ayrıldım. Hatta masam şurasıydı efendim. Kendisine ulaşmam lazım şu
dolapta personel özlük dosyaları olacaktı. İzin verirseniz adresini alabilir
miyim?” dedim. Kadın hayır derse bile zaten gidip zorla alacaktım.
“Tabi
ki.” dedi. Hızla bir zamanlar Beyhan Hanım’ın olan büyük masanın arkasındaki
ahşap dolabı açtım. Bankadaki tüm personelin özlük dosyalarının bulunduğu
klasörü alıp masaya bıraktım. İçindeki dosyaları sırayla çevirip aradığım
dosyayı yerinden çıkardım. Masadan aldığım ufak bir bloknota telefon ve adresi
karalayarak dosyayı yerine koyup dolaba kaldırdım.
“Teşekkür
ederim. İyi günler.” diyerek ofisin kapısına doğru hızla ilerledim. Gri saçlı
kadın bana ofisten çıkamadan seslendi. “Burası benim masam demiştiniz, bu kitap
sizin olabilir mi?”
Kadının
uzattığı elindeki tanıdık kitabı aldım. “Evet benim teşekkürler.” Ofisin
kapısında elimdeki kitaba bakınca içimdeki şeytan ayağa kalkarak dile geldi. “Affedersiniz
adınız nedir?“ dedim. Yaşlı kadın burnuna düşmüş gözlüklerini çıkarıp masaya
bıraktı. “Neriman Soykan.” dedi. “Neriman Hanım bence çok dikkat edin dışarıdan
banka gibi görünen bu yerde çekmecelerinizden türlü böcekler fışkırabilir, iş
arkadaşlarınız tarafından takip edilebilir hatta yemeklerinize zehir konabilir
ve siz sırf bunlara ayak dirediğiniz için işten zorla istifa
ettirilebilirsiniz.” Kadının söylediklerimin tek kelimesine inanmayan şaşkın
yüzüne bakıp odadan ayrıldım.
*****
İstanbul’un
dar bütçeli ailelerinin oturduğu bir evin kapısı yedinci defa çalıyordum.
Çalmanın fayda etmediğini anlayıp kapıyı yumrukladım. Tam iki gündür telefonla
ulaşmaya çalıştığım evden çıt çıkmıyordu. “Meliha Hanım benim Aslıhan? Açın
Lütfen. Bana kâğıt helva sözünüz var.” dedim başımı eski iki katlı evin kalın
tahta kapısına yaslayarak. Bitişik evden genç bir kadın sonunda sesime çıktı.
“Kızım buyur” dedi. Bir umutla kadına doğru ilerledim. “Meliha Hanım’a bakmıştım
da.” dedim.
“Neyi
olurdun kızım.” genç kadın evin önündeki basamaktan inerken sormuştu.
“Şey
ben arkadaşıydım.” dedim kadına saçma geleceğini bilsem de kafamdan yalan
uyduracak gücüm hiç yoktu.
“Takdir-i
ilahi kızım başın sağolsun.” dedi avuçlarını havaya açarak. “Ne takdiri ne
diyorsunuz siz!” diye kadının üzerine doğru yürüyünce kadın kolumu tutarak
“Sakin ol kızım yapacak bir şey yok hepimizin gideceği yer orası.” dedi. Beni
asıl yıkan kadının devamında söyledikleri olmuştu. Meliha Hanım üç gün önce
komşularının günlerdir evden ses gelmemesi üzerine polise haber vermeleri ile
evinde ölü bulunmuştu. “Tam ne oldu bizde anlamadık. Sanırım zehir mi içmiş
intihar mı etmiş zaten son günlerde çok tuhaftı. Kızım nereye başın sağolsun
tekrar.”
Başıma
ağır bir cisimle vurmuşlar gibi sağa sola ilerlerken deli gibi ağlıyordum.
Sokağın başına geldiğimde gözyaşlarımın arasından gördüğüm bordro bir renk
hızla hareket etti. Plakasına ilk kez bakmaya bile gerek görmediğim BMV hızla
uzaklaşırken ben hayal bahçemdeki bütün kelebekleri o gün benzin döküp kendi
ellerimle yakmıştım.
Meliha
Tekin anısına…Küçük Hercule Poirot’undan.
*Ünlü
cinayet romanı yazarı Agatha Chrıstıe’nin yazarın kendi kurguladığı
başkahramanı, dedektif.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder