Oturduklarından beri
masada süregelen sessizliği sadece çatal bıçakların ve küçük yudumlar aldıktan
sonra altlığına yerleştirilen porselen fincanların çıkardığı sesler bölüyordu.
Onlarda olmasa bu kahvaltı masası tamamen bir cenaze töreni sessizliğine gömülecekti.
Emily hemen yanında -masanın başköşesinde- oturan ve ciddiyetle gazetesini
okuyan babasına kaçamak bir bakış attı. Onun böyle sessiz kalmayı tercih etmesi
sadece içinde toplanmaya başlayan korkuyu daha da hızlanması için tetikliyordu.
Christian Amca’nın yürüyüşe çıkmamış ve kahvaltıda kendilerine eşlik ediyor
olmasını isterdi. Kurduğu tek bir cümle ile bütün masayı neşelendirebilirdi fakat
dün akşam olanlardan sonra kimsenin neşelenmek istemediği gayet açık bir
şekilde ortadaydı. Brooks’ların balkonunda geçirdiği bir saatin sonunda salona geri
dönmeden herkesten önce oradan ayrılmıştı. Dylan Hebert kızını tanıştıracağı
konukları ile öylece kalakalmışken Emily kendini eve atıp kimse gelmeden odasına
çıkmıştı. Bir hafta önce büyük hayallerle gelmesini beklediği bu gece gözyaşı
ile ıslanan bir yastığın ucunda işte böyle sona ermişti.
Herkesin içinde boğulduğu
bu sessizliği Matthew sona erdirdi. “Yeni romanın nasıl gidiyor Emily?”Ağzına götürmek üzere olduğu çatalını tabağın kenarına usulca bıraktıktan sonra gülümseyerek cevapladı. “New York’a döndükten sonra sıkı bir çalışma ile yılbaşına yetiştirebileceğimi düşünüyorum.”
Dylan Hebert elinde
tuttuğu gazetenin bir sonraki sayfasını hışımla çevirdi. Bu, onun bir durumu
onaylamadığını gösterdiği en kesin ifade biçimiydi. İşler hep böyle yürürdü.
Konuşmaktan çok beden dili ile karşısındakine düşüncelerini belli etmeyi tercih
ederdi. Küçük kızının Amerika’ya yerleşeceğini ilk öğrendiğinde de elinde
tuttuğu gözlüğünü masaya öyle bir hızla bırakmıştı ki, sol camı bu şiddet dolu
hareketle çatlamıştı. Belki de o gün çatlayan sadece basit bir gözlük camı değildi,
belki de karşısında ona dolu gözleriyle bakan kızının kalbini de çatlatmıştı ve
belki de çatlaktan yavaş yavaş akan şey bir kızın babasına duyduğu o büyük
sevginin ta kendisiydi.
Emily sol tarafının çatladığı o gün babasını
anlamaya çalışmaktan vazgeçmişti. Evet, o hep karşılıksızca anlaşılmayı
istemişti, anlamaya çalışmak ise ne yazık ki inandığı bir ritüel değildi. Artık
onun kendisi ile ilgili istediği şeylerden o kadar da emin olamıyordu. Mutlu
olmasını, sevdiği şeyi yapmasını istediğini sanıyordu. Kızından utanmak yerine
gurur duymaya başladığını sanıyordu. Yoksa yanılıyor muydu?Pes etmediğini belli eden bir ifade ile onun onaylamadığı yeni romanı hakkında bilgi vermeye girişti. “Üzerinde çalıştığım hikâyedeki ana karakterler farklı kültürlerden geliyorlar.” Çedar peynirinden büyük bir parça kesip iştahla ağzına attı. Her zaman yeni romanları hakkında sorulan sorulardan büyük bir keyif almıştı.
“İlginç, sakıncası yoksa
biraz anlat lütfen.” Matthew bir yandan çayını yudumlamaya bir yandan da
ilgiyle onu dinlemeye devam ediyordu. Edebiyata karşı hep ilgili olmuştu. Gerçek
bir ilgiden bahsediyordu. Sadece karısının kız kardeşine sorması gereken nazik sorulardan
biri gibi değildi bu. Emily’nin yazdığı şeyleri gerçekten başarılı bulduğu gibi
bu başarısının en az ailesinde önemsenmesini de garipsiyordu. Amerika’daki üç
kadından biri onun hayranı olsa da ailedeki üç kadından biri bile bu konuyla
ilgili tek bir soru sormuyordu. Bu haksızlıktı ve masanın başında oturan
buzdağına rağmen ona yeni romanını sormayı göze almıştı.
Emily için mükemmel insan
olmadığı gibi mükemmele yakın erkekte yok denilebilecek kadar azdı. Matthew bu üstün
azınlıktan bir parçayken Hailey onun gibi bir adamla evlendiği için çok
şanslıydı. Alberta Üniversitesi’nin belki de ona kazandırdığı en önemli şey
kocası olmuştu. Doğa bilimleri profesörü Stephanie Miron ile çalışan
akademisyen Matthew Patel ilk görüşte ona âşık olmuştu. Genç adam yaklaşık dört
yıl önce, pedoloji üzerine sıradan bir konferans için üniversitede bulunuyordu.*
Profesör konuşmasını yaparken o da kürsüdeki yerinde birlikte hazırladıkları
dosyadan konuşmanın gidişatını takip ediyordu. Toprak bilimleri üzerine her
zaman fazla bir eğilimi olmuştu. Gerek Kanada’nın çeşitli bölgelerindeki iklim
değişiklikleri sebebiyle farklılaşan toprak türleri gerekse ülke nüfusun
çoğunun geçimini topraktan kazanmaya olan isteği bu ülkede pedolojiye olan
merakını fazlasıyla uyandırıyordu. Çalışmak isteyen kesime karşın işlenmemiş
onca değerli cevheri elinde tutan zengin ve züppe toprak sahipleri uzlaşmaya
yanaşmıyordu. Paraya ihtiyaçları olmayan bu insanlar oturdukları köşeden
kıçlarını kaldırmak istemiyorlardı. Kanada Toprak Bilimleri Cemiyeti’ne de bu
yüzden girmişti. Kaldırdığı her kıç, onun için bir zaferdi. Stephanie Miron’la
da işte bu ortak görüşte buluşmuş ve öyle çalışmaya başlamıştı. Profesör konuşmasını
bitirdiğinde sıra bir buçuk saattir onları dinleyen öğrencilerden gelecek olan
sorulardaydı. Matthew öğrencilere konuşması için sırasıyla izin vermeye başladı.
Her soru yanındaki adam tarafından en açık şekilde cevaplanıyordu. Birkaç
konuşmacıdan sonra yüzünü seçemediği arka sıralarda havaya kalkmış bir el gördü
ve kalemi o tarafa doğru uzatarak konuştu. “Siz, arka sıradaki,” dedi ve başını tekrar gelen soruları not aldığı kâğıdına çevirdi. Az önceki mikrobiyal gübre sorusun altını çizdikten sonra gelecek olan soruyu not almak için bakışlarını kalemin ucuna sabitledi. Bekledi... Bekledi... Beklemeye neredeyse bir dakika kadar devam etti.
Ta ki kağıda aktaracağı kelimeleri
hafif bir meltemden farksız, duru bir sesten işitene kadar. “Yapay bir
adaletsizliğin içinde doğal gerçeklik aramayı doğru bulmuyorum.” Matthew
kalemini burada durdurdu. Başını kaldırıp kalabalığın içinde ayakta dikilen
kıza bir an için boş gözlerle baktı. Saçını kulağının arkasına doğru
çekiştirirken konuşmaya devam ediyordu.
“Ekilmemiş
çok miktarda toprağı olan bir ülkede, çalışmak isteyen çok sayıda insanın
dilenmesine izin verilmesinin ardındaki neden ne olabilir diye kendi kendime
sordum. Bu topraklar sadece ve sadece oyunun kuralını bozmamak adına bomboş.”*
Matthew şimdi kendisine baktığına emin olduğu kızın “Böyle demiş Başkan
Jefferson, yüzyıllardır süregelen toprak adaletsizliğini böyle anlatmak
istemiş. Yapay olan kullanılan gübreler ya da bileşkenler değil biziz. İşte benim gördüğüm en doğal gerçeklik bu.”Matthew yavaşça koltuğunun arkasına yaslandı ve kalemini dudaklarına götürüp kemirmeye başladı. Çok güzeldi, buradan bakınca bile diye düşündü, ayrıca yanılmıyorsa epeyce dik başlıydı muhtemelen geçimini zor kazanan bir çiftçinin kızı olmalıydı. Profesörün kendisine baktığını, genç kıza verdiği cevabı ve son olarak ona sorduğu soruyu işitmedi bile.
Onu girdiği hayal dünyasından kurtaran yine kızın hafif sesi olmuştu. Sesi hafifti ama verdiği ağır cevap kalemi elinden yere düşürmesine sebep oldu.
“Hebert’ların büyük kızlarıyım efendim,”
Üç yıldan fazla olmuştu
demek. İlk kez geçen zamanın büyüklüğünü bu denli idrak edebildi. Gerçek
olamayacak kadar hayali o kahramanı yazalı uzun zaman olmuştu. Kimse bilmese de
kendisini günlerdir aramayan Michael’den intikamını böyle almıştı. Sadece bir
buçuk ay sonra ise ablasının düğün töreni için Kanada’ya uzun yıllar sonra ilk
kez ayak basmıştı. Kim bilir belki de bütün bu sihri Anthony yapmıştı.
Emily bir süredir baktığı
reçelden gözlerini kaldırıp dış sesin geldiği yöne odaklandı. Hailey dehşet bir
ifade ile kocasına onu gösterirken adını sesleniyordu. Aslında daha çok
kuyruğuna basılmış bir kedi gibi tuhaf sesler çıkartıyordu.
“Şey, neler oluyor,” Emily
çaresizce etrafına göz attığında babasının gazetesini kenara bırakmış olduğunu,
Matthew’in ise çoktan kahvaltısını tamamladığını fark etti.“Sen iyi değilsin Emily, bence bir doktora görünmelisin, sence de öyle değil mi hayatım, az önce nasıl da ölü gibi duruyordu.”
Emily kendini toparlayıp telaşla masada duran peçetesine uzandı. “Hayır, hayır ben iyiyim. Gerçekten,” Kalkarken sandalyeyi öyle büyük bir gürültü ile geriye itti ki babasının homurdandığını işitti.
“Affedersiniz, şimdi gitmek zorundayım. Akşam için yani, akşam biliyorsunuz davet var, yani...”
Baş belası ablası bir kez daha sözünü kesti. “Emily on beş gün boyunca her akşam davet var,” dedikten sonra da size söylemiştim der gibi masadaki iki erkeğe kaşlarıyla tuhaf sinyaller gönderdi.
“Ee, romanından bahsediyordun,” Matthew’in ablası gibi fesat bir amaçla sormadığını bilse de ortamdan bir an önce kaçmak için kısaca hiç başlanmamış bir hikaye uyduruverdi. Aslında bu hikayeyi uydurmaya bile ne zaman karar verdiğini bilmiyordu.
“Farklı kültürler bir araya geliyor,” İki elini havada birleştirip sertçe birbirine vurdu. “Sonra ayrılıyorlar, yapamıyorlar. Neden? Çünkü adam kendini bilmez bir hayvan.”
Hailey korkuyla kocasına sokulurken fısıldadı. “Sen her zaman mükemmel erkekler yazardın.”
“Bu sefer bir hayvanı yazıyorum, tamam mı?” Emily hikayenin sonunu da kendi istediği gibi getirdi. “Zaten bırakıp gidiyor kızı şelalelerde…”
“Şelale mi?” Konuşan uzun
süredir sessizliğini koruyan babası olmuştu.
Sesin şiddetinden mi yoksa
ağzından kaçırdığı şeyden ötürü mü bilemedi ama Emily çaresizce konuşup farkında
olmadan sorunlarına bir yenisini daha eklemeye devam etti. “Şelale mi? Hayır
şelalede değil, ırmak, ırmak yatağında, hayvan yatakta bırakıyor kızı.”
❥❥❥❥❥
“Aşkın Piyesi adlı
romanınızdaki Anthony karakterini oluştururken esinlendiğiniz özel birisi var
mıydı, gerçekte böyle bir aşk oyununa hangi erkek razı olabilir?”
Babası tarafından adeta
masadan masaya sürüklenen Emily sayamadığı kadar çok insanla tanışmış ve bir o
kadarının tuhaf sorularını içinde bulunduğu gergin ortamda elinden gelen en
nazik şekilde cevaplandırmaya çalışmıştı. Sabah yaşananlardan ötürü ona karşı
koymamak ve dahası öfkesini arttırmamak en doğru olanıydı. Şimdi bulunduğu
masanın çevresinde dikilen dört bayan ise muhtemelen atlatması en zor
olanlarıydı. Bir tanesini tanıyordu, soruyu soran bu kadın geçen sene Manitoba
bölgesindeki ‘ekmek sepeti’ denilen tarım alanlarında geniş bir araziye sahip
olan bir adamla ikinci evliliğini yapmıştı. Ovalardan oluşan bu bölgede
yetiştirdiği ürünlerini başta Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika olmak
üzere Kuzey Amerika ülkelerine satan toprak sahipleri son on yılda hatırı
sayılır bir servete kavuşmuşlardı. Kadına doğru dönüp kibarca “Anthony gerçek olamayacak kadar donanımlı bir hayal ürünüdür.” dedi. İçinden bir ses aldığı bu cevapla gözleri parlayan kadının onu üne kavuşturan ilk romanındaki ana karakterine benzer bir erkek aradığını ve bulduğu en benzer erkeğin kocası olduğunu düşündüğünü söylüyordu. Yanındaki genç kızın ise kadına olan benzerliğinden onun kızı olduğunu anlamak güç değildi.
Genç kız ona doğru eğilip fısıltıyla konuştu. “Sizce Amerika’ya taşınmalı mıyım? Bana bir bakın lütfen Bayan Hebert, orada yaşamayı başarabilir miyim?” Beyazlar içindeki genç kızın sorusuna gülümserken aynı şekilde fısıltıyla karşılık verdi. “Eğer bunu bana soruyorsan başaramazsın.” Kız tekrar doğrulup etrafı gösteren bir bakış attı ve hemen sonra yüzünü buruşturdu. “Buradan bir Anthony çıkar mı, emin değilim.” dedi.
Ama Emily emindi, buradan Anthony’nin ayak parmağı bile çıkmazdı. Kaldı ki Anthony’nin ayak parmakları romanın en önemli detayıydı. Ona bütün kapıları açmamış mıydı?
“Amerika’da kadınların
evlilik yaş ortalamasının otuz beş olduğu söyleniyor? Kendi kültürünüzdeki
farklılıklara rağmen danışanlarınıza bunu tavsiye ediyor musunuz?” Başını sol
tarafında dizilmiş duran iki kadına çevirdi. Önce yaşı otuz beş civarlarındaki
alımlı ve kurnaz kadına sonra da aynı yaşlardaki solgun ve hasta gibi görünen
kadına. Taşımakta zorlandığı kitaplarını masaya bıraktı. “Şu kitaplara imza
alabilir miyim?” Kadın titreyen eliyle çantasından
çıkardığı kalemi ona doğru uzatırken de kendi adını fısıldadı. Emily her an bayılacakmış gibi duran kadının
kitaplarını süratle imzalarken aynı anda diğerinin sorusunu cevapladı.
Cevabı ve imzaları
bittiğinde ise özgür kalmasının da zamanı gelmişti. Kadınlara güzel bir gece
diledikten sonra mümkünse en uzak köşedeki sahipsiz bir masaya doğru yol almak
üzere yanlarından ayrıldı.
❥❥❥❥❥
Vakit geçmek bilmiyordu...
Saatler, dakikalardan sonra saniyeler bile ona karşı apaçık bir düşmanlık
besliyordu. Geçmeyen tek şey zaman değildi aslında, içindeki korku da geçmediği
gibi önlenemez bir hızla büyümeye devam ediyordu. Kabul etmek gerekirse bu zor
bir geceydi. Her anlamda zor bir gece ve henüz yarım saat önce başlamış olan
bir gece...
Kendisini oyalayacak bir
şeyler aradı. Otuz saniye bile olsa. Üzerindeki kırmızı, uzun gece elbisesinin
eteklerini düzeltirken bir kez daha sessiz bir köşe bulup saklanmayı ve bulduğu
ilk fırsatta burayı terk etmeyi istedi. Tabi ki bunu yapamazdı, hele birkaç
masa ileride ev sahibi Bay Collard ile sözde sohbet eden babası tarafından sıkı
bir göz hapsine maruz kalmışken buharlaşıp yok olmayı başaramazsa buradan
çıkması tam olarak imkânsızdı. Kaldı ki bu gece tek gardiyanı da babası
değildi. Michael Wilson, bir zamanlar âşık olduğu ve onu ihanet denilen acı
duyguyla aşkta asılı bırakan o adam yanındaki ihanetin kreması gibi yayılmış
kadına aldırış etmeden keskin bakışlarını üzerine çevirdi. Kaçamak değildi,
kesinlikle değildi yoğun bir dikkatle gözlerini dikmeye devam ederken başıyla
belli belirsiz selam verdi. Emily kendisi gibi başkalarının da fark edip
etmediğini anlamak için çevresindeki yüzleri hızlıca taradı. Çoğu konuk dans müziklerinin başlamasını
beklerken yanındakilerle sohbet ediyor, yeni gelenlerde yüzyıllardır
birbirlerini görmemişçesine selamlaşıyorlardı. Onun olduğu tarafa çaktırmadan kısa
bir bakış attığında bir kez daha göz göze gelmeleriyle hırsla önündeki yüksek,
dar masaya döndü. Kadehe uzanıp büyük bir yudum alırken karşısındaki büyük
duvarda asılı gösterişli saate bir kez daha baktı. Sadece bir dakika geçmiş
olması akıl alır gibi değildi. Biraz, çok az rahatlayabilseydi...Christian Amca ve Hailey sessiz çığlıklarını duymuş gibi o anda masasında bittiler. İkisi de keyifleri oldukça yerinde görünüyorlardı. Hailey evli bir kadından çok küçük bir kız çocuğu gibi oradan oraya koşturuyor, tüm davetlilerle sohbet edip hiç durmaksızın gülüyordu. Böyle giderse kısa bir süre sonra büyükannesi gibi kırış kırış bir yüze ve kendisi de yirmi yıl sonra Hailey’in çocuklarının katıldığı tamda böyle bir gecede kendi köşesinden etrafı seyreden somurtkan ama kesinlikle bebeksi cilde sahip Emily teyzeleri olacaktı.
Masaya gecenin tuhaf havasına uygun ilginç kostümlü genç bir adam tarafından bırakılan dolu kadehlerden birine uzanıp önüne doğru çekti. Hailey etrafı gözleriyle tararken bir saniye sonra bağırarak konuştu. “Michael sürekli buraya bakıyor, eminim sende fark etmişsindir.” Emily devirmek üzere olduğu kadehi son anda yakaladı. “Kahretsin Hailey, yapma şunu!”
Yediği azarla küsen çocuklar gibi bir şekle büründü. “Pekâlâ, tamam susuyorum,” Elini önce amcası ve kardeşine çevirip işaret parmağını onlara doğru salladı. “Konuşmam için bana yalvaracaksınız.” dedikten sonra da ağzına götürüp yarım düzine hayali fermuarı arka arkaya kapattı.
Emily hiç inanmadığını belli edercesine amcasına dönüp “Sadece beş dakika, göreceksin,” dediğinde Christian içten bir kahkaha attı. Hailey tüm gece boyunca konuşmamakta ısrarcı olduğunu onlara çatık kaşları eşliğinde başını hızla sağa sola çevirerek gösterdi.
Bir dakika bile geçmemişti oysa, Hailey’in çatık kaşları hızla düzeldi. Düzelmekle kalmayıp tüm yüzüyle birlikte gerildi. Gözleri ise aralanan dudaklarına rakip olmak istercesine sonuna kadar açılmıştı. “Aman Tanrım!” dedi nefes nefese.
Emily ellerini iki yana açıp amcasına döndü. “Sana demiştim,” dedi. Ablası onları duymuyordu, aslında hiç kimseyi duymuyor gibi duruyordu. Önündeki kadehini kaptığı gibi kafasına dikti ve gözlerini bir gerçeğe inanmak ister gibi tekrar sonuna kadar açtı. “Geldi, geldi... Geldi,” dedi ve son nefesini verir gibi yanaklarından derin bir nefes çıkarıverdi.
“Ne saçmalıyorsun, kim geldi?” Emily ablasından bir cevap alamayacağını anladığında cevabı amcasının yüzünde aradı. O da kıpırdamadan arkasında kalan bir noktaya bakmaya devam ediyordu. Emily o an duvarda asılı duran saatin beyaz işlemeli yelkovanından gelen sesi işitti. Bir dakika daha atmıştı. Bunu duyabilmesi için... Bir dakika... Bu kadar gürültüde bunu duyması mümkün değildi. Başını Collard’ların balo salonuna çevirdiğinde tüm davetlilerin donmuş gibi hareketsiz durduklarını gördü. Kanada için bir gün tamamen donacak dedikleri bir kehanet değildi demek. Gerçekti, nefes aldıklarını bile sanmıyordu, belki de bu sihirli gecede zaman tamamen durmuştu. Michael bile alt çenesi aşağı düşmüş Jasmine’nin yanında bir mumya gibi dikiliyordu. Derken Emily kulaklarına dolan güçlü ve ritmik bir ses işitti. Derin bir sessizlikte mermer zeminde ilerleyen ayak seslerini... Kendisinden başka hala yaşayan birinin olduğunu bilmenin rahatlığı ile olduğu yerde döndü ve salonun girişindeki beyaz mermer merdivenlere baktı.
Bu yaptığı en büyük hata
olmuştu, çünkü kalbi on saniye kadar deli gibi attıktan sonra küt diye
durmuştu. O da ölmüştü, donmuştu ya da herhangi bir zaman dilimine
ışınlanmıştı. Nereye ışınlandığını ise o zaman idrak edebildi.
Anthony demek istedi fakat
ağzından “Antiy” diye bir ses çıktı ve sonra her şey son seste bırakılmış bir
radyo gibi aniden açılıp büyük bir uğultu ile geri döndü. Herkes konuşuyor
uğultular deli gibi yükseliyordu. Kimsenin ne dediğini anlamadan ona yaklaşan
adama bakmaya devam etti. Anthony olamazdı, olamazdı değil mi? Anthony diye
biri yoktu, daha az önce onun en donanımlı hayal ürünü olduğunu kendisi
söylemişti. Ortaya çıkan karakterleri için yaptığı en doğru tespit bu
olmalıydı. Mükemmel erkeklerdi. İtaatkâr, yetenekli ve stil sahibi… Ama bu defa
işler onun istediği gibi yürümemişti. Bu defa kahramanı kitabına sığmamış, hiç
beklemediği bir anda karşına dikilivermişti. Onun dünyasına sızmıştı! Bir
yerden tanıdık gelen biçimli yüze, koyu renk saçlarına, üzerinde dikilmiş gibi
harika oturan smokine her bir detayını çözmeye çalışan bir güçle baktı.
Biliyordu şimdi gözlerini kapatsa bile adamı her detayı ile zihnine
kazıyabilirdi.“Bu o, Tanrım bu o gazetedeki adam!” Emily dönüp konuşan ablasına boş gözlerle baktı ve sonra hayatında sorduğu en aptalca soruyu sordu. “Hangi gazete?”
Hailey kendilerine yaklaşan adama gülümserken “Bu o federal, geldi işte geldi.” diye patladı. Patlaması görülmeye değerdi. Emily o an bütün bedeninin tutuştuğunu hissetti. Yanıyordu, lanet olsun yanıyordu. Kalbinin gümbürtüsünü kulaklarında duyuyordu. Elleri zonkluyor, midesine ani ve sert bir yumruk atılmış gibi hissediyordu. Beyninde ise tek bir kelime dönüp duruyordu.
Federal... Federal... Federal...
Uzun zamandır hafızası olmayan bir hastanın her şeyi hatırladığı anı yaşıyordu. Tüm hatıralarını sırtladığı gibi dönüp onun yüzüne baktı ve adam kendisine ulaşmadan bir kaç adım önce onaylamasını bekler gibi “John?” dedi, hala emin değildi. Çarpıştıklarını hatırlıyordu, onu daha sonra asansörde, evinde, Boston’da görmüştü. Her şey tamamdı hatta adamın yüzünü her ne kadar anımsatsa da aradaki fark dağlar kadardı. Kendisine gelmiyor olabilirdi, her an ani bir manevra ile başka bir tarafa dönecek olabilirdi. Ama dönmedi adam tek bir hareketle onu çekip kollarının arasına aldı ve en azından yakındaki bir kaç masanın duyabileceği bir sesle konuştu. “Özür dilerim sevgilim işleri ancak toparlayabildim,” dedi.
Emily kendini çekmedi ama sarılmadı da. Gözleri kapalı adamın göğsüne gömülmüşken tepkisiz bir şekilde durmaya devam etti. Beni kim toparlayacak diye düşündü. Kim? Kim? Ta ki etraftan bir kaç ıslık sesi ve gülüşmeler işittiğinde kendini geri çekmeyi akıl etti. Gözlerini korkuyla açıp salona baktığında ağzının suyu akmış kadınları yanlarındaki kendini belli eden bir kıskançlık ile dikilen adamlarla birlikte gördü. Tüm salon sanki gözleriyle onları yiyordu. Emily çok daha büyük topluluklar önüne birçok kez çıkmış olmasına rağmen ilk kez utandığını hissetti.
“Aşkın gerçek yazarına bir roman kahramanı,” Büyükannesinin sesini işittikten sadece bir saniye sonra önlerine atladığını gördü. Hayır atlamamıştı, büyükanne Kaitly az önce bir tavşan gibi zıplamıştı. Büyükannesinin eline hafif ve dokunaklı bir öpücük bırakan adama inanamayan gözlerle baktı. O federal yani bu adam kibarca bir kadının elini öpmüştü, üstelik bunu nezaket kurallarına uygun olarak ve beden dilini de kullanarak yapmıştı. Tanrı aşkına, bunları yapmayı ne zaman öğrenmişti!
Kaitly Hebert zevkten dört köşe olmuş bir halde dostlarına durumu açıklayan bir konuşma yaparken Emily az önce babasının olduğu tarafa baktı. Yoktu. Yine kararlarına saygı duymuyordu. Öfkesini yanındaki adamdan çıkarmaya koyuldu. Pat diye konuştu. “Niye geldin sen?”
Bu genç adamın kesinlikle
beklediği ilk soru değildi. O yüzden her gün takındığı umursamaz tavrına
büründü. “İşlerde ufak bir aksilik çıktı, ben gelmek zorunda kaldım.” Demek zorunda kaldın!
Emily onu baştan aşağıya süzdükten sonra hırsını almak için en beklemediği
yerlerden vurmaya devam etti. “Ayrıca mesajda yazdığın tuhaf zevkimin bu olduğu
da nereden çıkardın?”
Büyük annesi uzaktan onlara
çalan müziği işaret ettiğinde Emily kibarca gülümsedi.“İlk dansını yapmak için beni beklediğini biliyorum, geçelim mi?” John dün geceki mesajı bilerek erken bir saatte attığını içinden kendine itiraf etti.
Emily onun eğilip kulağına söylediği şeyi duyunca renk vermedi. “Sen öyle san, dün gece buraların altını üstüne getirdim.”
Ablası nereden çıktığını anlamadan aralarına yıldırım gibi düştüğünde Emily korkuyla sıçradı. “Ben Haileeeey, Emily’nin ablasıyııııım.” Niye böyle ağzını yayarak konuşuyordu. Memnun oldum diyen adam akabinde ablasını da küçük bir öpücükle memnun etti. Ne zaman bitecekti bu el öpmeler?
Hailey kıkırdayıp bakışlarını dans eden çiftlere çevirdi ve Emily kaşlarını saçına değecek kadar kaldırsa da arsızca sırıtıp “Kardeşim de ilk dansı için sizi bekliyordu, inanın biri onu kaldıracak diye dün gece kimseye haber vermeden… Ah!” Yediği tekme ile çenesini geçte olsa kapatmayı başarmıştı. Gülümseyerek ve aynı anda sekerek yanlarından uzaklaştı.
“Ablanı sevdim, neşeli
biri.”
Emily öfkeli gözlerle dans
eden çiftlere bakarken duygusuzca cevapladı. “Öyledir.”Ruhsuz. Bu kadını anlatabilecek yegane kelime buydu. John derin bir nefes aldı ve ona karşı kibar olmanın kendisi ne kadar da zorladığını düşündü. Burada gecesini hatta hayatını kurtarmaya çalıştığını anlayıp anlamadığının cevabını onun yüzünde aradı. Yönünü kaybeden bakışları aşağılara, onun vücudunu saran ateş kırmızısı elbiseye kaydığında kadının anladığı dilden konuşmaya başladı. Ona biraz daha yaklaştı.
“Ne kadar kaçarsanız kaçın unutmayın Bayan Hebert, her aşk hikâyesinde iki taraftan en az kafası çalışanın kalbini tutuşturacak bir dans sahnesi mutlaka vardır.”
“Bizimki bu mu?”
Düz bir tonda sadece “Bu,”
demekle yetindi. Belki de devamını
yazara bırakmak istemiş olabilirdi. Ne de olsa bu kadının işiydi.
“Bu,” diyerek onun
sahiplendiği kelimeyi yineledi genç kadın. Gözlerindeki ormandan ve bir karış
mesafede duran gözlerdeki okyanustan hiç çalmadan bu, siyah beyaz bir roman diye
tamamladı. Kimin kafasının daha az çalıştığı gün gibi ortadaydı. Dışından ise
“Bu gece dans edebileceğimizi sanmıyorum.” diye bir cevap çıktı. İleride
kendilerine yaklaşan ağzı beş karış açık kadın topluğunu gösterip sevimsiz bir
şekilde sırıttı. “Sana iyi el öpmeler.”
John, onun yanında
kalmasını sağlamak için koluna uzanmıştı ki, telefonu buna fırsat tanımadı.
Emily tek kaşını kaldırmış geriye doğru ondan uzaklaşırken “Gece yarısı bahçede
seni bekleyeceğim,” dedi ve telefonu cevapladı.
❥❥❥❥❥Konuşma kısa sürdü, Marc durumu John’a hızlı bir şekilde anlattıktan sonra telefonu hışımla kapattı. Boston’dan gelen haberlere hala inanamıyordu. John ile bütün bir gece boyunca kafa patlattıkları senaryoları tam anlamıyla çöpe gitmişti. Torres’ler geçirdikleri araba kazasında ölmüşlerdi. Ne William ne de karısı Pelipa hayatta değildi. Çocuklarını ise cenazeden hemen sonra yakınları Fransa’ya götürmüştü. Oysa William’ın kendi ailesini bile aldattığını ve Jack Peterson adı ile Amerika’ya yerleştiğini düşünmüşlerdi.
Şimdi bütün teori yıkılmıştı, en
başa olmasa bile başlangıca yakın bir noktaya geri dönmüşlerdi. Marc yanında
dikilen Sophia’ya çaresizce gözlerle baktı. “Şimdi ne yapacağız?”
Genç kadın belli belirsiz omuz
silkti. “Bence ailelerine ulaşıp mezarların açılması için yasal izin isteyelim.
Başta türlü gerçeği öğrenemeyiz.”Marc ayağını sertçe kaldırımın kenarına vurdu. “Mason tepemizde, buna izin verir mi sence? Bayan Hebert o evde bir kadınla konuşmuş ve kadın kendisinin Bayan Torres olduğunu söylemiş. Sophia belki de o gün evdeki kadın katilin kendisiydi.”
“Bu mümkün, başından beri katilin bir kadın olduğuna inandık.”
“Lanet olsun,” derken ellerini saçlarına geçirip öfkeyle çekti. Kendi etrafında bir tur döndü. Serseri bir mayından faksızdı, patlayacak daha doğrusu yüzünü patlatacağı birisine ihtiyacı vardı. İhtiyacı yolun kenarında çaresizce bir o yana bir bu yana dönerken uzaktan kendisini gösterdi. Gözleri karanlıkta kendilerini izleyen birini seçti. “Orada biri var,” dedi. Sophia onun işaret ettiği caddenin karşı köşesine baktı. Gölge bir an sonra kayboldu. Kahretsin Sophia’ya aptal gibi işaret ederek gösterdiğine inanamıyordu. Yürümeye dahası koşmaya başlarken uzanıp silahını çıkardı. “Hayır, hayır Marc indir o silahı,” Umursamadan mermiyi silahın ağzına getirdi. Artık vakit yoktu. Caddeyi deli gibi koşarken arkasında kalan kadına diğer taraftan dönmesini işaret etti.
Sophia onun dediğini yapıp süratle diğer taraftan caddeyi tamamladığında Marc’ı duvar kenarında bir adama silahını doğrultmuş olarak gördü. Kendi silahını indirmeden onlara yaklaşırken nefes nefese “İyi misin?” dedi, “Marc iyi misin?”
Marc onu duymuyordu ensesine silahını dayadığı bedeni sertçe duvara vurdu. Karşı koymayan gölge siyah bir toz bulutu gibi yere çöktü. Nazikçe dahası bir kadın gibi çöktü…
❥❥❥❥❥
Üzerine sardığı tuhaf örtünün
altında ciddiyetle merdivenlerden inerken attığı her adımda etrafa kırmızı,
yoğun bir ışık yayılıyordu. Adam duruşunu bozmadı, ellerini ceplerinden
çıkarmadan bahçenin ortasında onun gelişini seyretti. Işık tüm gücüyle onu
içine almaya her saniye daha da yaklaşırken kaçmak yerine yaklaşmakta olan yüze
tüm dikkatini vermeyi seçti. Genç kadın merdivenlerin bitiminde yavaşça duraksadı
ve başını yoğun bir coşkuyla gökyüzüne kaldırdı. Eğdiğinde ise gözlerini bir şeyler
anlatmak isteyen çocuklar gibi irice açmıştı. Konuştu, sesinde bu defa belirgin
bir mutluluk vardı.“Harika bir gece,” diye bağırdı yüksek sesle ve bahçenin ortasında kendisini bekleyen adama doğru ilerledi.
Yalın bir mutluluktu bu. Küçük bir kız gibi... İlk gösterisinde ailesinin beğenisini kazanmış küçük bir kız gibi mutluydu. Gergin başlayan gece tüm salonla tanışmayı bitirdiğinde neredeyse son bulmuştu. Sezon uzundu, kim bilir bu aşk piyesi kaç kere daha sahnelenecek arsız ve kesinlikle ahlaksız bir oyundu. Aralarında ahlaksız olan biri varsa onun kendisi olduğunu zaten biliyordu. Sırf Peterson denilen herifi yakalamak için çaresizce alet ettiği bu kadınla birlikte yüzden fazla insanı kandırıyorlardı. Kadının ünlü biri olduğu düşünülürse çok yakında tüm dünyayı kandırmak zorunda kalacaklardı. Farkında olmadan tuttuğu nefesini yavaşça bıraktı.
Genç kadının meraklı bakışlarının ardında “İyi misin?” diyen sesini işittiğinde onu düşünmekten onu unuttuğu kişiye baktı. Sadece ona baktı. John bu loş ışıkta bile gözlerinin renginin belirginliğine inanamadı. Parlaklardı. Sadece parlak değil ayrıca konuşkanlardı. Yanakları ise hafifçe kızarmıştı. Belli belirsiz bir pembelikle oradaydılar. Demek sadece sinirlenince değil üşüyünce de pembeleşiyorlardı. Bu kadın gerçekten tuhaf bir varlıktı. Evet onu bir haftadır yeterince görmüştü, ama bu gece bir başkalık vardı. Başkalığın karşısındaki kadından mı, kendisinden mi yoksa bulundukları ülkenin havasından mı kaynaklandığını çözemedi. Onu hep bir cadı olarak görmüştü. Pekâlâ, şu masallarda bahsedilen cadılarla uzaktan yakından bir ilgisi olamayacak kadar güzeldi. Üstelik kötü kalpli de değildi ama bu zamana kadar tanıdığı masum kadınlara da hiç benzemiyordu. Bu, bu bakışlar, bunlar bir insanın üzerinde kesinlikle izinsiz şekilde sadece bir sihirbaz ya da cadının başarabileceği bir etki bırakıyorlardı. Tanrım bu kadın, hayatını raydan çıkarıyordu! Olmadığı birine dönüşüyor ve asla yapmayacağı şeyleri yapıyordu. Saçlarımı salon erkeği gibi kestirdiğime inanamıyorum diye geçirdi içinden. Zaten askıyı çıkardığından beri pantolonu kıçından düşecekmiş gibi hissediyor ve sürekli kimin ne düşüneceğini umursamadan üzerini yokluyordu. Şu kemer denilen lanet bel bağına ise hiçbir zaman alışamayacaktı. Bakışlarını bir süredir sabitlediği pembeliklerden uzakta ışıklandırılmış havuza kaydırdı telaşla. Fazla romantik, yeterince saçma, çok gereksiz bir geceydi. Tehlikeli sulara doğru ansızın çekildiğini hissetti.
Genç kadın “Bu gece gerçekten iyi iş çıkardık,” dedi alayla.
Emily tam olarak böyle düşünüyordu, bu gece muhtemelen küçük toplulukların -aslında yalnızca basit dedikodulardan oluşan- seviyeli sohbetlerinin baş konusu olacaklardı. Hepsi bu adamdan gözlerini uzun süre alamamışlardı. O da alamamıştı. Elbette şaşkınlıktan. Şelalelerde yaptıkları anlaşmadan sonra onu bir daha göreceğini düşünmemişti. Ama söylediğine göre işler ters gitmiş ve bu işi kendisi üstlenmek zorunda kalmıştı. İş demişti, olaya iş olarak bakmıştı, haklıydı da, bu sadece basit bir iş anlaşmasıydı. Emily özellikle iş kelimesini cümlenin temeline yerleştirmişti. Dudaklarından daha çok gizli bir soru cümlesi gibi çıkmıştı. Bu gece gerçekten iyi iş çıkardık, sence de öyle değil mi? İş bu öyle değil mi?
John onun gözlerindeki parıltının bir an için kaybolduğunu sandı. “Evet ilk beş dakika hariç oldukça iyiydik. İlk gördüğün an yüzünün ifadesinden üzerime atlayıp beni boğazlayacağını sandım.”
Genç kadının örtünün altındaki omuzları belli belirsiz kıpırdandı. “Sadece şaşırdım, ben aslına bakarsan seni beklemiyordum.”
John ilk kez duruşunu bozdu, ellerini ceplerinden çıkarıp göğsünde kavuşturdu. “Beklediğin özel biri mi vardı?”
Ne şimdi bu? Gerçekten tam bir kaçıktı, başka açıklaması yoktu. Durumunu bilmesine rağmen neden saçma sorular sormaya devam ediyordu. Dahası ne öğrenmeye çalışıyordu. “Yoktu, olsaydı sana ihtiyacım olmazdı, olsaydı böyle bir anlaşmaya mecbur kalmazdım.” dedi.
Olsaydı sana mecbur kalmazdım demekti bu! “Seni sıkan bu mecburiyetini sona erdirmek için elimden gelen en kısa sürede katili yakalayacağım.” Buz gibi bir ses tonu ile soğuk bir söz vermişti.
Oysa içi yanıyordu, kimin başlattığını bildiği bir yangın bedenini ele geçiriyordu. John aynı zamanda içinde zehirli bir bitki gibi büyümeye başlayan öfkeyi de hissetti. Bir kadının kendini bir adama mecbur hissetmesini istemiyordu elbette. Bu zorlama olurdu ve kahretsin zorla bir kadının hayatında yer kaplıyordu. Onun karşısında durmuş gökyüzünü seyrederken derin bir iç çektiğini işitti. Pişman mı olmuştu? Aralarındaki anlaşmaya bir isyandı bu ve kadın isyankâr bir sesle konuştu. Sanki kendi kendine ya da yıldızlarla konuşuyordu.
“Bir gün, yerini haritada tam olarak gösteremediğim bir ülkede, kadınlarında kalplerinden geçeni yapma şansları olacak, biliyorum.”
John koyu bir öfkeyle yanıtladı. Elleri iki yanına düşmüş ve farkında olmadan bedeni bir kaç adım yaklaşmıştı. “O yeri haritadan silmek istiyorum!”
Beklemeden verdiği bu cevap ansızın onları göz göze getirdi. Emily geçmişte onun kalbinden geçeni yapan bir kadın olup olmadığını merak ettiyse de sormadı. Belki de haritadan sildiği o ülkede bırakmıştı onu. Kalbinden silmediği ise açıkça belliydi. Beynindeki düşünceler gözlerinden onun gözlerine doğru yol aldı. Kaçak bir gemiden inen yolcular gibi, gizli gizli yürüyorlardı. Bakışlarını ilk kaçıran John oldu. Emily’de bu beklenmedik ayrılığa uydu ve oda gözlerini başka bir yöne çevirdi, havuzdan akan suyu seyretti bir süre, sonra bakışlarını omzunun üzerinden arkasında kalan malikâneye kaydırdı ve işte o anda babasını gördü. Çalışma odasının penceresinden her zamanki o belirsiz ifadesi ile onları seyrediyordu. Bu gece kafa tutan taraf o olmuş ve dün gecenin intikamını almak istercesine akşamdan beri ortadan yok olmuştu. Konuştuklarını duyamayacağını bilse de aralarında bir arabanın geçeceği mesafeyi fark edip paniğe kapıldı.
John açacak basit sıradan bir konu arıyordu. Bulamadı, işine yoğunlaşsa iyi olacaktı. Yarın bir belki bir saat kadar kitaplar hakkında konuşmaları gerektiğini söylemeyi düşündü. O kitaplardan cinayetler ile ilgili bir ipucu yakalayacaklarına emindi. Sonra Marc’dan öğrendiği son şeyleri de anlatmalıydı. Derken durdu ve aklına nerden geldiğini bilmediği aptalca bir şey söyledi. “Seni ilk gördüğümde köpek sanmıştım.” Cümlesi ağzından çıktığı an pişman oldu.
Emily babasının kendilerini izlediğinin şokunu üzerinden atamadan yeni bir tuhaflıkla karşı karşıya kaldı. Genç kadın tekrar ona döndü ve yüzüne düşen bir tutam saçı eliyle itti. Tek kaşını ilgiyle kaldırmıştı. “Köpek,” dedi. Daha çok soru sorar gibi konuşmuştu. Muhtemelen karşısındaki adamın konuştuğu dili çözmeye ve ne anlatmak istediğini anlamaya çalışıyordu. John ona hafifçe sırtını döndü ve sadece kendisinin duyabileceği kadar kısık sesli bir küfür savurdu. Artık geri dönemezdi madem başlamıştı, devamını da getirecekti.
Tekrar yüzünü döndüğünde onu bıraktığı yerde meraklı gözlerle beklerken bulmayı umuyordu. Ama öyle olmadı, genç kadın tam olarak bir adım ötesinde duruyordu. Neden sanki bu kadar yaklaşmıştı? Gözlerini gözlerinden çekmeden konuştu “Seni o gün ilk kez, yani o üzerindeki şeyle ayaklarımın dibinde görünce sandım ki…”
"Ne sandın?” Emily ona doğru son derece cesur sayılabilecek o son adımı attı ve artık aralarındaki mesafe yok denecek kadar azdı. Hayır hayır az değildi, mesafe iki şeyin arasındaki uzaklık ise şuan da birbirlerine değerken mesafe yanlış bir kelimeydi. Hepsini yutmuşlardı, tüketmişlerdi mesafelerin. Bu kadar yolu ne zaman kat ettiklerini bilmiyordu. Umarım babam bu cesaretimin karşılığını veriyor ve hala pencerede dikiliyordur diye düşündü genç kadın.
John onun tuhaf hallerine alışmıştı, şuan kesinlikle en tuhafını sergilese de onun yakınlığından hoşnuttu.
“Yani çok kabarık olunca şey, bilirsin işte şu sevimli hayvanlardan biri sandım.”
Emily geçici bir süre çevrimdışı bıraktığı beynini işte o anda tekrar oturuma açtı. Adamın kurduğu cümleler teker teker beyin ekranına döküldü. Burada dibinde durmuş onunla şey yapmaya çalışırken o kendisine hakaret mi ediyordu yani! “Off!” dedi gürültülü bir şekilde. Nefesi aralarındaki boşluğu doldurmuş ve adamın yüzüne vurmuştu.
Pes etmedi. “Biraz şöyle döner misin?” Adamın kolunu tutup sağ tarafa doğru çekiştirdi, yerinden kıpırdatamadı, büyük bir kaya gibi olduğu yerden oynamıyordu.
“İki adım sağa gelir misin? O açıdan öpüşüyormuş gibi durmuyoruz.”
“Ne,” Kadın öpmek fiilini mi kullanmıştı!
“Babam pencerede, ah hayır bakma lütfen.” John başını oynatmaya çalıştığı an iki yanağına konan ellerle donakaldı. Şuan istese de hiç bir şeyi oynatamazdı. Soğuktu ve bedenindeki sıcaklığa iyi gelmişti. Kendisine soğuk buz torbası vazifesi gören eller ili saniye sonra hızlıca geri çekildi.
Emily yutkundu ve titrek sesle belli belirsiz “Lütfen,” dedi. Vücut ısısı kaçtı bu adamın? Kanada’ya gelen yabancılar her zaman alışık olmadıkları soğuktan şikâyet eder, çoğu da ilk günden hasta olurlardı. Ama bu adam yanıyordu! Biri yardım etsin. Adam yanıyordu! Babasının onları izlediğini bilmese onu havuza doğru sürükler ve ateşini düşürmeyi denerdi. Ama şimdi...
Lütfen sözü onu yerinden oynatan kelime oldu. Belli belirsiz bir nefes gibi dökülmüştü çenesinin hemen altındaki dudaklardan. Dediğini yaptı ve iki adım yana kaydı. Vazifesi bittiğinde yeni emirlerini bekleyen sadık bir askerin tok sesi ile konuştu. “Emrinizdeyim Bayan Hebert.” dedi arsız bir gülüş eşliğinde.
Emily gözlerini bir kaç kez kırpıştırdı ve bulundukları son derece çirkin durumlarından zevk alabilen adama baktı.
“Rica ederim şu durumda gülme, Tanrım şu yaptığıma bak babama öpüştüğümü göstermeye çalışıyorum, ah hayır öpüşüyormuş gibi yaptığımı göstermeye çalışıyorum.”
“Sende göstermeye çalışma, sadece yap.” dedi.
Emily dehşetle inledi. “Beni köpek olarak gören bir adamla öpüşecek kadar aptal değilim.” John da inledi. Kadınlar…
“Bir kere,” Tek elini örtünün içinden çıkarıp havaya kaldırdı ve işaret parmağını yanı başındaki kaskatı kesilmiş çeneye doğru uzattı. “Onun adı gelinlik. Her ne kadar o gün üzerimdeki eski bir model olsa da, biz kadınlar kendimizi onun içinde özel hissederiz. Saçımızın hangi renk olduğunun bir önemi olmaz, ya da kalçamızın kaç santim olduğunun, biz o gün kendi dünyamızın en güzel kadını oluruz. Dünyanın en güzel kadını gibi hissederiz, kesinlikle bir köpek değil.”
"Hatırlatırım, gözüme çarpmıştın.”
“Kaymıştım,” diye soludu genç kadın.
“Hı hı, ayaklarımın dibine!” Bunu o kadar büyük bir zevkle söylemişti ki Emily bir köpek gibi üzerine atlayıp onu parçalayana kadar ısırmak istedi ama yapamazdı. Bu felaketi olurdu. Geri de çekilemezdi, bir süre daha onun yakın varlığına katlanmak durumundaydı. Uzlaşmacı bir yol seçti. “Bu, kuralları açıkça belli olan bir anlaşma, o yüzden işimize bakalım.”
Son darbeyi indirmek için parmak uçlarında hafifçe yükseldi. Hareketi üzerindeki örtünün omuzlarından kaymasına sebep olmuştu. İşte bu arkadaki açıdan bakan biri için tam bir öpüşme sayılırdı. Genç adamın bakışları tepki vermeden büyülenmiş gibi bu ana kilitlenmişti. Bu bir cadı işi değilse neydi?
“Ayrıca federal, ayaklarına kapanmam için kafama bir silah doğrultman gerekir. Aksi mümkün değil.” Sözlerini açık ve net dile getirmişti. Sanırım artık huzur içinde ölebilirdi. Son sözü söylemenin rahatlığı ve bu kaba adama karşı koymanın zevki ile bedenini dikleştirdi ve tekrar açılan omuzlarını örttü. John’un kendinden geçmiş bakışları da işte o zaman genç kadının omzundan arkasında kalan bir noktaya kaydı. Uzakta, bahçenin ilerisinde, ormanın başlangıcındaki kör bir noktaya. Bir ağacın yanında duran karartıya…
Genç kadın attığı golün verdiği güçle saçlarını savurarak büyük bir çalım eşliğinde arkasını dönmüş ve sadece bir adım atmıştı ki güçlü bir kuvvetle geri çekildi. Hazırlıksızdı, bir an kalbinin yerinden söküldüğü sandı. Adamın göğsüne doğru kapandığında kendini sert kayalarla çevrilmiş sahile vuran o ilk dalga gibi hissetti. Adamın omzuna koyduğu elinden aldığı destekle doğrulmaya çalıştı. Aslında desteğe ihtiyacı yoktu, belini saran el zaten onu kendine uygunsuzca yapıştırmıştı. Çenesini kaldırıp onun yüzüne baktı. Gözleri başının üstünde bir noktaya sabitlenmişti. Babam diye düşündü ve nefesini tuttu. Sırtında gezinen bir ürperti, vücuduna sımsıkı yapışmış olan bedende de hafif bir kıpırtı hissetti. Emily bakışlarını indirdiğinde adamın diğer elinde tuttuğu silahı gördü.
“Silah doğrultman gerekir derken şaka yapmıştım.”d edi.
John başını eğip onun kolları arasında sinmiş korku dolu gözlerini gördüğünde ona daha da sokuldu. Terminallerde vedalaşan çiftler ya da gecenin bir yarısı oynaşan sevgililer gibilerdi. Uzaktan tam olarak böyle görünmelerini istiyordu. Genç kadının kulağına fısıldar gibi konuştu.
“Üçe kadar saydığımda eve
doğru koşacaksın.”
“Hayır!”Kolları arasındaki cadı kıpırdanmaya çalıştı. “Babamı mı vuracaksın, bırak beni ne yapıyorsun?” John onu duymuyordu bile sadece kaba bir güçle tutmaya devam ediyordu.
“Canımı yakıyorsun!” dedi son bir gayretle.
“Az önce ormanın girişinde biri vardı, sanırım birileri bizi izliyor. ”
“Saçmalama ormanda durup bizi kim izlesin, karanlıkta olan göz oyunları hepsi. Hailey’in karanlıkta neler gördüğünü anlatsam, donakalırsın. Hem artık Kanada’dayız. Şu ajanlık işine bir süre ara verip makul sevgilim gibi davranamaz mısın?” Emily onun sabitlendiği yere bakmak için kafasını çevirmeye niyetlendiyse de bu mümkün olmadı.
“Üç dediğimde eve doğru koşacaksın. Anlaşıldı mı?” Sormamıştı emir vermişti açıkça.
Emily çaresizce başını sallarken bir an sonra “Sen,” dedi. Geç kalmıştı. Aynı anda onu bedeninden söküp atan adamın önce “Üç,” diye haykırdığını işitti sonra da pencerede dikilen babasına orman yolunu tuhaf işaretlerle gösterdiğini gördü.
“Lanet olsun saymaya üçten başlanmaz ki!” Emily merdivenlere doğru koşarken bir yandan da arkasına bakmaya devam ediyordu. John bir arenaya salınan fazlaca kızdırılmış bir boğa gibi yerinden çıkmıştı. Serbestti ve onu artık kimse tutamazdı. Merdivenlerin başına ulaştığında ilk basamağa yığıldı ve uzaklaşan adama baktı. Nefes nefesiydi yine de tüm gücüyle “John!” diye seslendi, adam gözden kaybolmak dahası karanlık orman yoluna girmek üzereydi.
“Eve gir!” diye kükredi. Sesi iki yüz metre uzaktan bile yanı başında bağırmış gibi kulaklarına doluvermişti. Bu adam kurduğu paranoyak hayallerinden ne zaman vazgeçecekti. Belki de medeniyetten uzaklaşmak ve ait olduğu yuvasına bir an önce kavuşmak için böyle koşuyordu. Aynı anda bahçenin tüm ışıkları göz kamaştırıcı bir parlaklıkla açıldı, sadece özel davetlerde kullandıkları kenarlardaki dev aydınlatmalarda buna dâhildi. Bir stadyum atmosferi sağlayan ışıklar gözlerini aldığında Emily oturduğu basamaktan yavaşça doğruldu, şimdi babasına neyi anlatmayı çalıştığını anlamıştı. Tuhaf olan babasının da bunu anlamış olmasıydı. Tanışmamışlar ama anlaşmışlardı.
Elini fazla ışığa siper ederek gözlerini kıstı ve onun az önce kaybolduğu noktaya baktı. Şimdi tüm orman girişi gözler önüne serilmişti. Onu kısa sürede seçebildi, hala koşuyordu. Bakışlarını onun ilerlediği noktadan daha ileriye ışığın ulaştığı neredeyse son yere doğru çevirdiğinde gözleri ona ihanet eden bir görüntüye takıldı. Hareket eden ve bir görünüp bir kaybolan o şeye. Ağaçların arkasından hızla ilerleyen siyah siluete... Tıpkı, tıpkı Jack’in ofisinde onu az daha öldürecek olan siyah paltolu katile...
O bir katil değil, o bir
seri katil. Ve inan sıradaki kurbanın kim olduğunu bilemezsin.
Kelimeler zihninin içinde
deli gibi dönüp dururken Emily elini ağzına götürüp var gücüyle kapadı yoksa
tüm ev halkını ayağa kaldıracak kadar güçlü bir çığlık atacaktı. Ev halkını
ayağa kaldıran ise geceyi yararcasına arka arkaya ateşlenen üç el silah sesi
olmuştu.Dylan Hebert merdivenleri süratle inip kızının yanına ulaştığında Emily ellerini kulakları bastırmış halde bir histeri krizinin ortasında duruyordu.
“Emily sakin ol, geçti.” dedi. Kendisini duyup duymadığından emin olamadı. Onu kollarının arasına aldığında ve göğsüne bastırdığında bile küçük kızı duruşunu bozmamıştı.
❥❥❥❥❥
“Dur, yoksa ateş
edeceğim.”John ormanın içlerine kadar onun peşinden ilerledi. Ağaç dallarının yürümeyi zorlaştırdığı bir parkurdu. Emily’nin dediği gibi bu siyah uzun paltolu katildi. Ana orman yolundan daha ilk dakikada sapmıştı ve kararlı koşuşu yolları gayet iyi bildiğini söylüyordu. Yine de aradaki mesafe kapanmak üzereydi. Genç adam attığı geniş adımlarla ona her geçen saniye yaklaşıyordu. Bu da demek oluyordu ki ya kaçan bir kadındı ya da çelimsiz bir adamdı. Aynı teze geri dönüyordu, içinden bir ses katilin bir kadın olduğunu söylüyordu. Otuz saniyede bir kurduğu cümleyi tekrarladı. “Dur diyorum, ateş edeceğim.”
Ardından üstelemedi ve havaya uyarı ateşi attı. Gölge olduğu yerde sıçradıktan sonra tereddütle kısa bir süre daha koşmaya devam etti. John onun ağaçların çevrelediği geniş bir düzlüğe vardığında durup ellerini başının iki yanında yukarı kaldığını gördü. Fakat John’un durmaya öfkesi de bedeni de izin vermedi. Ağız dolusu bir küfürle onun üzerine atladı ve onu yüz üstü yere yapıştırdı. Hareket etmesini engellemek için üzerine çıkmıştı ama altındaki kıpırdamadan yatmaya devam ediyordu. Paltosunun üzerinden elleriyle bedenini yokladı. “Silahını ver. Buraya kadar!” dedi. Her şey buraya kadardı, amacına ulaşamamıştı. Bu defa değil, buna izin vermemişti.
Üzerinden kalkmadan onu tek omzundan tutup yüzünü görmek için sertçe çevirdi. Altındaki beden ona karşı koymadan büyük bir istekle döndü ve gözlerini önce yüzüne çevrilmiş silaha ardından da arkasındaki öfke saçan gözlere çevirdi...
* Pedoloji: Doğa
bilimlerinin alt dalı olan toprak bilimi.
* Thomas Jefferson, ABD
üçüncü başkanı