22 Şubat 2015 Pazar

Aşk Çarpar Gönül Kayar 17.Bölüm


 

Oturduklarından beri masada süregelen sessizliği sadece çatal bıçakların ve küçük yudumlar aldıktan sonra altlığına yerleştirilen porselen fincanların çıkardığı sesler bölüyordu. Onlarda olmasa bu kahvaltı masası tamamen bir cenaze töreni sessizliğine gömülecekti. Emily hemen yanında -masanın başköşesinde- oturan ve ciddiyetle gazetesini okuyan babasına kaçamak bir bakış attı. Onun böyle sessiz kalmayı tercih etmesi sadece içinde toplanmaya başlayan korkuyu daha da hızlanması için tetikliyordu. Christian Amca’nın yürüyüşe çıkmamış ve kahvaltıda kendilerine eşlik ediyor olmasını isterdi. Kurduğu tek bir cümle ile bütün masayı neşelendirebilirdi fakat dün akşam olanlardan sonra kimsenin neşelenmek istemediği gayet açık bir şekilde ortadaydı. Brooks’ların balkonunda geçirdiği bir saatin sonunda salona geri dönmeden herkesten önce oradan ayrılmıştı. Dylan Hebert kızını tanıştıracağı konukları ile öylece kalakalmışken Emily kendini eve atıp kimse gelmeden odasına çıkmıştı. Bir hafta önce büyük hayallerle gelmesini beklediği bu gece gözyaşı ile ıslanan bir yastığın ucunda işte böyle sona ermişti.
Herkesin içinde boğulduğu bu sessizliği Matthew sona erdirdi. “Yeni romanın nasıl gidiyor Emily?”

Ağzına götürmek üzere olduğu çatalını tabağın kenarına usulca bıraktıktan sonra gülümseyerek cevapladı. “New York’a döndükten sonra sıkı bir çalışma ile yılbaşına yetiştirebileceğimi düşünüyorum.”

Dylan Hebert elinde tuttuğu gazetenin bir sonraki sayfasını hışımla çevirdi. Bu, onun bir durumu onaylamadığını gösterdiği en kesin ifade biçimiydi. İşler hep böyle yürürdü. Konuşmaktan çok beden dili ile karşısındakine düşüncelerini belli etmeyi tercih ederdi. Küçük kızının Amerika’ya yerleşeceğini ilk öğrendiğinde de elinde tuttuğu gözlüğünü masaya öyle bir hızla bırakmıştı ki, sol camı bu şiddet dolu hareketle çatlamıştı. Belki de o gün çatlayan sadece basit bir gözlük camı değildi, belki de karşısında ona dolu gözleriyle bakan kızının kalbini de çatlatmıştı ve belki de çatlaktan yavaş yavaş akan şey bir kızın babasına duyduğu o büyük sevginin ta kendisiydi.
Emily sol tarafının çatladığı o gün babasını anlamaya çalışmaktan vazgeçmişti. Evet, o hep karşılıksızca anlaşılmayı istemişti, anlamaya çalışmak ise ne yazık ki inandığı bir ritüel değildi. Artık onun kendisi ile ilgili istediği şeylerden o kadar da emin olamıyordu. Mutlu olmasını, sevdiği şeyi yapmasını istediğini sanıyordu. Kızından utanmak yerine gurur duymaya başladığını sanıyordu. Yoksa yanılıyor muydu?
Pes etmediğini belli eden bir ifade ile onun onaylamadığı yeni romanı hakkında bilgi vermeye girişti. “Üzerinde çalıştığım hikâyedeki ana karakterler farklı kültürlerden geliyorlar.” Çedar peynirinden büyük bir parça kesip iştahla ağzına attı. Her zaman yeni romanları hakkında sorulan sorulardan büyük bir keyif almıştı.

“İlginç, sakıncası yoksa biraz anlat lütfen.” Matthew bir yandan çayını yudumlamaya bir yandan da ilgiyle onu dinlemeye devam ediyordu. Edebiyata karşı hep ilgili olmuştu. Gerçek bir ilgiden bahsediyordu. Sadece karısının kız kardeşine sorması gereken nazik sorulardan biri gibi değildi bu. Emily’nin yazdığı şeyleri gerçekten başarılı bulduğu gibi bu başarısının en az ailesinde önemsenmesini de garipsiyordu. Amerika’daki üç kadından biri onun hayranı olsa da ailedeki üç kadından biri bile bu konuyla ilgili tek bir soru sormuyordu. Bu haksızlıktı ve masanın başında oturan buzdağına rağmen ona yeni romanını sormayı göze almıştı.
Emily için mükemmel insan olmadığı gibi mükemmele yakın erkekte yok denilebilecek kadar azdı. Matthew bu üstün azınlıktan bir parçayken Hailey onun gibi bir adamla evlendiği için çok şanslıydı. Alberta Üniversitesi’nin belki de ona kazandırdığı en önemli şey kocası olmuştu. Doğa bilimleri profesörü Stephanie Miron ile çalışan akademisyen Matthew Patel ilk görüşte ona âşık olmuştu. Genç adam yaklaşık dört yıl önce, pedoloji üzerine sıradan bir konferans için üniversitede bulunuyordu.* Profesör konuşmasını yaparken o da kürsüdeki yerinde birlikte hazırladıkları dosyadan konuşmanın gidişatını takip ediyordu. Toprak bilimleri üzerine her zaman fazla bir eğilimi olmuştu. Gerek Kanada’nın çeşitli bölgelerindeki iklim değişiklikleri sebebiyle farklılaşan toprak türleri gerekse ülke nüfusun çoğunun geçimini topraktan kazanmaya olan isteği bu ülkede pedolojiye olan merakını fazlasıyla uyandırıyordu. Çalışmak isteyen kesime karşın işlenmemiş onca değerli cevheri elinde tutan zengin ve züppe toprak sahipleri uzlaşmaya yanaşmıyordu. Paraya ihtiyaçları olmayan bu insanlar oturdukları köşeden kıçlarını kaldırmak istemiyorlardı. Kanada Toprak Bilimleri Cemiyeti’ne de bu yüzden girmişti. Kaldırdığı her kıç, onun için bir zaferdi. Stephanie Miron’la da işte bu ortak görüşte buluşmuş ve öyle çalışmaya başlamıştı. Profesör konuşmasını bitirdiğinde sıra bir buçuk saattir onları dinleyen öğrencilerden gelecek olan sorulardaydı. Matthew öğrencilere konuşması için sırasıyla izin vermeye başladı. Her soru yanındaki adam tarafından en açık şekilde cevaplanıyordu. Birkaç konuşmacıdan sonra yüzünü seçemediği arka sıralarda havaya kalkmış bir el gördü ve kalemi o tarafa doğru uzatarak konuştu.
“Siz, arka sıradaki,” dedi ve başını tekrar gelen soruları not aldığı kâğıdına çevirdi. Az önceki mikrobiyal gübre sorusun altını çizdikten sonra gelecek olan soruyu not almak için bakışlarını kalemin ucuna sabitledi. Bekledi... Bekledi... Beklemeye neredeyse bir dakika kadar devam etti.

Ta ki kağıda aktaracağı kelimeleri hafif bir meltemden farksız, duru bir sesten işitene kadar. “Yapay bir adaletsizliğin içinde doğal gerçeklik aramayı doğru bulmuyorum.” Matthew kalemini burada durdurdu. Başını kaldırıp kalabalığın içinde ayakta dikilen kıza bir an için boş gözlerle baktı. Saçını kulağının arkasına doğru çekiştirirken konuşmaya devam ediyordu.
Ekilmemiş çok miktarda toprağı olan bir ülkede, çalışmak isteyen çok sayıda insanın dilenmesine izin verilmesinin ardındaki neden ne olabilir diye kendi kendime sordum. Bu topraklar sadece ve sadece oyunun kuralını bozmamak adına bomboş.”* Matthew şimdi kendisine baktığına emin olduğu kızın “Böyle demiş Başkan Jefferson, yüzyıllardır süregelen toprak adaletsizliğini böyle anlatmak istemiş. Yapay olan kullanılan gübreler ya da bileşkenler değil biziz.  İşte benim gördüğüm en doğal gerçeklik bu.”
Matthew yavaşça koltuğunun arkasına yaslandı ve kalemini dudaklarına götürüp kemirmeye başladı. Çok güzeldi, buradan bakınca bile diye düşündü, ayrıca yanılmıyorsa epeyce dik başlıydı muhtemelen geçimini zor kazanan bir çiftçinin kızı olmalıydı. Profesörün kendisine baktığını, genç kıza verdiği cevabı ve son olarak ona sorduğu soruyu işitmedi bile.
Onu girdiği hayal dünyasından kurtaran yine kızın hafif sesi olmuştu. Sesi hafifti ama verdiği ağır cevap kalemi elinden yere düşürmesine sebep oldu.
“Hebert’ların büyük kızlarıyım efendim,”

 Emily işte bu tanışma hikayesinin bir kısmını yaklaşık üç buçuk saat kadar telefonda dinlemişti. Üstelik her iki dakikada bir ‘onu görmeliydin Emily çok yakışıklıydı’ nakaratı eşliğinde… Tıpkı senin şu Anthony gibi diyordu Hailey. Olamaz! O adamı yazdığı kitapta geçen malum karakter gibi görüyordu. Ablasına Anthony gibi bir erkeğin gerçekte nefes almasının mümkün olmadığı söylemek istediyse de yapamadı. Hayallerini yıkamadı… Ve o gün en doğru şeyi yaptığını düğün günü hikayenin geri kalanını genç adamdan dinlediğinde anladı.

Üç yıldan fazla olmuştu demek. İlk kez geçen zamanın büyüklüğünü bu denli idrak edebildi. Gerçek olamayacak kadar hayali o kahramanı yazalı uzun zaman olmuştu. Kimse bilmese de kendisini günlerdir aramayan Michael’den intikamını böyle almıştı. Sadece bir buçuk ay sonra ise ablasının düğün töreni için Kanada’ya uzun yıllar sonra ilk kez ayak basmıştı. Kim bilir belki de bütün bu sihri Anthony yapmıştı.

Emily bir süredir baktığı reçelden gözlerini kaldırıp dış sesin geldiği yöne odaklandı. Hailey dehşet bir ifade ile kocasına onu gösterirken adını sesleniyordu. Aslında daha çok kuyruğuna basılmış bir kedi gibi tuhaf sesler çıkartıyordu.
“Şey, neler oluyor,” Emily çaresizce etrafına göz attığında babasının gazetesini kenara bırakmış olduğunu, Matthew’in ise çoktan kahvaltısını tamamladığını fark etti.
“Sen iyi değilsin Emily, bence bir doktora görünmelisin, sence de öyle değil mi hayatım, az önce nasıl da ölü gibi duruyordu.”
Emily kendini toparlayıp telaşla masada duran peçetesine uzandı. “Hayır, hayır ben iyiyim. Gerçekten,” Kalkarken sandalyeyi öyle büyük bir gürültü ile geriye itti ki babasının homurdandığını işitti.
“Affedersiniz, şimdi gitmek zorundayım. Akşam için yani, akşam biliyorsunuz davet var, yani...”
Baş belası ablası bir kez daha sözünü kesti. “Emily on beş gün boyunca her akşam davet var,” dedikten sonra da size söylemiştim der gibi masadaki iki erkeğe kaşlarıyla tuhaf sinyaller gönderdi.
“Ee, romanından bahsediyordun,” Matthew’in ablası gibi fesat bir amaçla sormadığını bilse de ortamdan bir an önce kaçmak için kısaca hiç başlanmamış bir hikaye uyduruverdi. Aslında bu hikayeyi uydurmaya bile ne zaman karar verdiğini bilmiyordu.
“Farklı kültürler bir araya geliyor,” İki elini havada birleştirip sertçe birbirine vurdu. “Sonra ayrılıyorlar, yapamıyorlar. Neden? Çünkü adam kendini bilmez bir hayvan.”
Hailey korkuyla kocasına sokulurken fısıldadı. “Sen her zaman mükemmel erkekler yazardın.”
“Bu sefer bir hayvanı yazıyorum, tamam mı?” Emily hikayenin sonunu da kendi istediği gibi getirdi. “Zaten bırakıp gidiyor kızı şelalelerde…”

“Şelale mi?” Konuşan uzun süredir sessizliğini koruyan babası olmuştu.
Sesin şiddetinden mi yoksa ağzından kaçırdığı şeyden ötürü mü bilemedi ama Emily çaresizce konuşup farkında olmadan sorunlarına bir yenisini daha eklemeye devam etti. “Şelale mi? Hayır şelalede değil, ırmak, ırmak yatağında, hayvan yatakta bırakıyor kızı.”

❥❥❥❥❥

“Aşkın Piyesi adlı romanınızdaki Anthony karakterini oluştururken esinlendiğiniz özel birisi var mıydı, gerçekte böyle bir aşk oyununa hangi erkek razı olabilir?”
Babası tarafından adeta masadan masaya sürüklenen Emily sayamadığı kadar çok insanla tanışmış ve bir o kadarının tuhaf sorularını içinde bulunduğu gergin ortamda elinden gelen en nazik şekilde cevaplandırmaya çalışmıştı. Sabah yaşananlardan ötürü ona karşı koymamak ve dahası öfkesini arttırmamak en doğru olanıydı. Şimdi bulunduğu masanın çevresinde dikilen dört bayan ise muhtemelen atlatması en zor olanlarıydı. Bir tanesini tanıyordu, soruyu soran bu kadın geçen sene Manitoba bölgesindeki ‘ekmek sepeti’ denilen tarım alanlarında geniş bir araziye sahip olan bir adamla ikinci evliliğini yapmıştı. Ovalardan oluşan bu bölgede yetiştirdiği ürünlerini başta Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika olmak üzere Kuzey Amerika ülkelerine satan toprak sahipleri son on yılda hatırı sayılır bir servete kavuşmuşlardı.
Kadına doğru dönüp kibarca “Anthony gerçek olamayacak kadar donanımlı bir hayal ürünüdür.” dedi. İçinden bir ses aldığı bu cevapla gözleri parlayan kadının onu üne kavuşturan ilk romanındaki ana karakterine benzer bir erkek aradığını ve bulduğu en benzer erkeğin kocası olduğunu düşündüğünü söylüyordu. Yanındaki genç kızın ise kadına olan benzerliğinden onun kızı olduğunu anlamak güç değildi.
Genç kız ona doğru eğilip fısıltıyla konuştu. “Sizce Amerika’ya taşınmalı mıyım? Bana bir bakın lütfen Bayan Hebert, orada yaşamayı başarabilir miyim?” Beyazlar içindeki genç kızın sorusuna gülümserken aynı şekilde fısıltıyla karşılık verdi. “Eğer bunu bana soruyorsan başaramazsın.” Kız tekrar doğrulup etrafı gösteren bir bakış attı ve hemen sonra yüzünü buruşturdu. “Buradan bir Anthony çıkar mı, emin değilim.” dedi.
Ama Emily emindi, buradan Anthony’nin ayak parmağı bile çıkmazdı. Kaldı ki Anthony’nin ayak parmakları romanın en önemli detayıydı. Ona bütün kapıları açmamış mıydı?

“Amerika’da kadınların evlilik yaş ortalamasının otuz beş olduğu söyleniyor? Kendi kültürünüzdeki farklılıklara rağmen danışanlarınıza bunu tavsiye ediyor musunuz?” Başını sol tarafında dizilmiş duran iki kadına çevirdi. Önce yaşı otuz beş civarlarındaki alımlı ve kurnaz kadına sonra da aynı yaşlardaki solgun ve hasta gibi görünen kadına. Taşımakta zorlandığı kitaplarını masaya bıraktı. “Şu kitaplara imza alabilir miyim?”  Kadın titreyen eliyle çantasından çıkardığı kalemi ona doğru uzatırken de kendi adını fısıldadı.  Emily her an bayılacakmış gibi duran kadının kitaplarını süratle imzalarken aynı anda diğerinin sorusunu cevapladı.
Cevabı ve imzaları bittiğinde ise özgür kalmasının da zamanı gelmişti. Kadınlara güzel bir gece diledikten sonra mümkünse en uzak köşedeki sahipsiz bir masaya doğru yol almak üzere yanlarından ayrıldı.

❥❥❥❥❥

Vakit geçmek bilmiyordu... Saatler, dakikalardan sonra saniyeler bile ona karşı apaçık bir düşmanlık besliyordu. Geçmeyen tek şey zaman değildi aslında, içindeki korku da geçmediği gibi önlenemez bir hızla büyümeye devam ediyordu. Kabul etmek gerekirse bu zor bir geceydi. Her anlamda zor bir gece ve henüz yarım saat önce başlamış olan bir gece...
Kendisini oyalayacak bir şeyler aradı. Otuz saniye bile olsa. Üzerindeki kırmızı, uzun gece elbisesinin eteklerini düzeltirken bir kez daha sessiz bir köşe bulup saklanmayı ve bulduğu ilk fırsatta burayı terk etmeyi istedi. Tabi ki bunu yapamazdı, hele birkaç masa ileride ev sahibi Bay Collard ile sözde sohbet eden babası tarafından sıkı bir göz hapsine maruz kalmışken buharlaşıp yok olmayı başaramazsa buradan çıkması tam olarak imkânsızdı. Kaldı ki bu gece tek gardiyanı da babası değildi. Michael Wilson, bir zamanlar âşık olduğu ve onu ihanet denilen acı duyguyla aşkta asılı bırakan o adam yanındaki ihanetin kreması gibi yayılmış kadına aldırış etmeden keskin bakışlarını üzerine çevirdi. Kaçamak değildi, kesinlikle değildi yoğun bir dikkatle gözlerini dikmeye devam ederken başıyla belli belirsiz selam verdi. Emily kendisi gibi başkalarının da fark edip etmediğini anlamak için çevresindeki yüzleri hızlıca taradı.  Çoğu konuk dans müziklerinin başlamasını beklerken yanındakilerle sohbet ediyor, yeni gelenlerde yüzyıllardır birbirlerini görmemişçesine selamlaşıyorlardı. Onun olduğu tarafa çaktırmadan kısa bir bakış attığında bir kez daha göz göze gelmeleriyle hırsla önündeki yüksek, dar masaya döndü. Kadehe uzanıp büyük bir yudum alırken karşısındaki büyük duvarda asılı gösterişli saate bir kez daha baktı. Sadece bir dakika geçmiş olması akıl alır gibi değildi. Biraz, çok az rahatlayabilseydi...
Christian Amca ve Hailey sessiz çığlıklarını duymuş gibi o anda masasında bittiler. İkisi de keyifleri oldukça yerinde görünüyorlardı. Hailey evli bir kadından çok küçük bir kız çocuğu gibi oradan oraya koşturuyor, tüm davetlilerle sohbet edip hiç durmaksızın gülüyordu. Böyle giderse kısa bir süre sonra büyükannesi gibi kırış kırış bir yüze ve kendisi de yirmi yıl sonra Hailey’in çocuklarının katıldığı tamda böyle bir gecede kendi köşesinden etrafı seyreden somurtkan ama kesinlikle bebeksi cilde sahip Emily teyzeleri olacaktı.
Masaya gecenin tuhaf havasına uygun ilginç kostümlü genç bir adam tarafından bırakılan dolu kadehlerden birine uzanıp önüne doğru çekti. Hailey etrafı gözleriyle tararken bir saniye sonra bağırarak konuştu. “Michael sürekli buraya bakıyor, eminim sende fark etmişsindir.” Emily devirmek üzere olduğu kadehi son anda yakaladı. “Kahretsin Hailey, yapma şunu!”
Yediği azarla küsen çocuklar gibi bir şekle büründü. “Pekâlâ, tamam susuyorum,” Elini önce amcası ve kardeşine çevirip işaret parmağını onlara doğru salladı. “Konuşmam için bana yalvaracaksınız.” dedikten sonra da ağzına götürüp yarım düzine hayali fermuarı arka arkaya kapattı.
Emily hiç inanmadığını belli edercesine amcasına dönüp “Sadece beş dakika, göreceksin,” dediğinde Christian içten bir kahkaha attı. Hailey tüm gece boyunca konuşmamakta ısrarcı olduğunu onlara çatık kaşları eşliğinde başını hızla sağa sola çevirerek gösterdi.
Bir dakika bile geçmemişti oysa, Hailey’in çatık kaşları hızla düzeldi. Düzelmekle kalmayıp tüm yüzüyle birlikte gerildi. Gözleri ise aralanan dudaklarına rakip olmak istercesine sonuna kadar açılmıştı. “Aman Tanrım!” dedi nefes nefese.
Emily ellerini iki yana açıp amcasına döndü. “Sana demiştim,” dedi. Ablası onları duymuyordu, aslında hiç kimseyi duymuyor gibi duruyordu. Önündeki kadehini kaptığı gibi kafasına dikti ve gözlerini bir gerçeğe inanmak ister gibi tekrar sonuna kadar açtı. “Geldi, geldi... Geldi,” dedi ve son nefesini verir gibi yanaklarından derin bir nefes çıkarıverdi.
“Ne saçmalıyorsun, kim geldi?” Emily ablasından bir cevap alamayacağını anladığında cevabı amcasının yüzünde aradı. O da kıpırdamadan arkasında kalan bir noktaya bakmaya devam ediyordu. Emily o an duvarda asılı duran saatin beyaz işlemeli yelkovanından gelen sesi işitti. Bir dakika daha atmıştı. Bunu duyabilmesi için... Bir dakika... Bu kadar gürültüde bunu duyması mümkün değildi. Başını Collard’ların balo salonuna çevirdiğinde tüm davetlilerin donmuş gibi hareketsiz durduklarını gördü. Kanada için bir gün tamamen donacak dedikleri bir kehanet değildi demek. Gerçekti, nefes aldıklarını bile sanmıyordu, belki de bu sihirli gecede zaman tamamen durmuştu. Michael bile alt çenesi aşağı düşmüş Jasmine’nin yanında bir mumya gibi dikiliyordu. Derken Emily kulaklarına dolan güçlü ve ritmik bir ses işitti. Derin bir sessizlikte mermer zeminde ilerleyen ayak seslerini... Kendisinden başka hala yaşayan birinin olduğunu bilmenin rahatlığı ile olduğu yerde döndü ve salonun girişindeki beyaz mermer merdivenlere baktı.

Bu yaptığı en büyük hata olmuştu, çünkü kalbi on saniye kadar deli gibi attıktan sonra küt diye durmuştu. O da ölmüştü, donmuştu ya da herhangi bir zaman dilimine ışınlanmıştı. Nereye ışınlandığını ise o zaman idrak edebildi.
Anthony demek istedi fakat ağzından “Antiy” diye bir ses çıktı ve sonra her şey son seste bırakılmış bir radyo gibi aniden açılıp büyük bir uğultu ile geri döndü. Herkes konuşuyor uğultular deli gibi yükseliyordu. Kimsenin ne dediğini anlamadan ona yaklaşan adama bakmaya devam etti. Anthony olamazdı, olamazdı değil mi? Anthony diye biri yoktu, daha az önce onun en donanımlı hayal ürünü olduğunu kendisi söylemişti. Ortaya çıkan karakterleri için yaptığı en doğru tespit bu olmalıydı. Mükemmel erkeklerdi. İtaatkâr, yetenekli ve stil sahibi… Ama bu defa işler onun istediği gibi yürümemişti. Bu defa kahramanı kitabına sığmamış, hiç beklemediği bir anda karşına dikilivermişti. Onun dünyasına sızmıştı! Bir yerden tanıdık gelen biçimli yüze, koyu renk saçlarına, üzerinde dikilmiş gibi harika oturan smokine her bir detayını çözmeye çalışan bir güçle baktı. Biliyordu şimdi gözlerini kapatsa bile adamı her detayı ile zihnine kazıyabilirdi.
“Bu o, Tanrım bu o gazetedeki adam!” Emily dönüp konuşan ablasına boş gözlerle baktı ve sonra hayatında sorduğu en aptalca soruyu sordu. “Hangi gazete?”
Hailey kendilerine yaklaşan adama gülümserken “Bu o federal, geldi işte geldi.” diye patladı. Patlaması görülmeye değerdi. Emily o an bütün bedeninin tutuştuğunu hissetti. Yanıyordu, lanet olsun yanıyordu. Kalbinin gümbürtüsünü kulaklarında duyuyordu. Elleri zonkluyor, midesine ani ve sert bir yumruk atılmış gibi hissediyordu. Beyninde ise tek bir kelime dönüp duruyordu.
Federal... Federal... Federal...
Uzun zamandır hafızası olmayan bir hastanın her şeyi hatırladığı anı yaşıyordu. Tüm hatıralarını sırtladığı gibi dönüp onun yüzüne baktı ve adam kendisine ulaşmadan bir kaç adım önce onaylamasını bekler gibi “John?” dedi, hala emin değildi. Çarpıştıklarını hatırlıyordu, onu daha sonra asansörde, evinde, Boston’da görmüştü. Her şey tamamdı hatta adamın yüzünü her ne kadar anımsatsa da aradaki fark dağlar kadardı. Kendisine gelmiyor olabilirdi, her an ani bir manevra ile başka bir tarafa dönecek olabilirdi. Ama dönmedi adam tek bir hareketle onu çekip kollarının arasına aldı ve en azından yakındaki bir kaç masanın duyabileceği bir sesle konuştu. “Özür dilerim sevgilim işleri ancak toparlayabildim,” dedi.
Emily kendini çekmedi ama sarılmadı da. Gözleri kapalı adamın göğsüne gömülmüşken tepkisiz bir şekilde durmaya devam etti. Beni kim toparlayacak diye düşündü. Kim? Kim? Ta ki etraftan bir kaç ıslık sesi ve gülüşmeler işittiğinde kendini geri çekmeyi akıl etti. Gözlerini korkuyla açıp salona baktığında ağzının suyu akmış kadınları yanlarındaki kendini belli eden bir kıskançlık ile dikilen adamlarla birlikte gördü. Tüm salon sanki gözleriyle onları yiyordu. Emily çok daha büyük topluluklar önüne birçok kez çıkmış olmasına rağmen ilk kez utandığını hissetti.
“Aşkın gerçek yazarına bir roman kahramanı,” Büyükannesinin sesini işittikten sadece bir saniye sonra önlerine atladığını gördü.  Hayır atlamamıştı, büyükanne Kaitly az önce bir tavşan gibi zıplamıştı. Büyükannesinin eline hafif ve dokunaklı bir öpücük bırakan adama inanamayan gözlerle baktı. O federal yani bu adam kibarca bir kadının elini öpmüştü, üstelik bunu nezaket kurallarına uygun olarak ve beden dilini de kullanarak yapmıştı. Tanrı aşkına, bunları yapmayı ne zaman öğrenmişti!
Kaitly Hebert zevkten dört köşe olmuş bir halde dostlarına durumu açıklayan bir konuşma yaparken Emily az önce babasının olduğu tarafa baktı. Yoktu. Yine kararlarına saygı duymuyordu. Öfkesini yanındaki adamdan çıkarmaya koyuldu. Pat diye konuştu. “Niye geldin sen?”

Bu genç adamın kesinlikle beklediği ilk soru değildi. O yüzden her gün takındığı umursamaz tavrına büründü. “İşlerde ufak bir aksilik çıktı, ben gelmek zorunda kaldım.” Demek zorunda kaldın! Emily onu baştan aşağıya süzdükten sonra hırsını almak için en beklemediği yerlerden vurmaya devam etti. “Ayrıca mesajda yazdığın tuhaf zevkimin bu olduğu da nereden çıkardın?”
Büyük annesi uzaktan onlara çalan müziği işaret ettiğinde Emily kibarca gülümsedi.
“İlk dansını yapmak için beni beklediğini biliyorum, geçelim mi?” John dün geceki mesajı bilerek erken bir saatte attığını içinden kendine itiraf etti.
Emily onun eğilip kulağına söylediği şeyi duyunca renk vermedi. “Sen öyle san, dün gece buraların altını üstüne getirdim.”
Ablası nereden çıktığını anlamadan aralarına yıldırım gibi düştüğünde Emily korkuyla sıçradı. “Ben Haileeeey, Emily’nin ablasıyııııım.” Niye böyle ağzını yayarak konuşuyordu. Memnun oldum diyen adam akabinde ablasını da küçük bir öpücükle memnun etti. Ne zaman bitecekti bu el öpmeler?
Hailey kıkırdayıp bakışlarını dans eden çiftlere çevirdi ve Emily kaşlarını saçına değecek kadar kaldırsa da arsızca sırıtıp “Kardeşim de ilk dansı için sizi bekliyordu, inanın biri onu kaldıracak diye dün gece kimseye haber vermeden… Ah!” Yediği tekme ile çenesini geçte olsa kapatmayı başarmıştı. Gülümseyerek ve aynı anda sekerek yanlarından uzaklaştı.

“Ablanı sevdim, neşeli biri.”
Emily öfkeli gözlerle dans eden çiftlere bakarken duygusuzca cevapladı. “Öyledir.”
Ruhsuz. Bu kadını anlatabilecek yegane kelime buydu. John derin bir nefes aldı ve ona karşı kibar olmanın kendisi ne kadar da zorladığını düşündü. Burada gecesini hatta hayatını kurtarmaya çalıştığını anlayıp anlamadığının cevabını onun yüzünde aradı. Yönünü kaybeden bakışları aşağılara, onun vücudunu saran ateş kırmızısı elbiseye kaydığında kadının anladığı dilden konuşmaya başladı. Ona biraz daha yaklaştı.
“Ne kadar kaçarsanız kaçın unutmayın Bayan Hebert, her aşk hikâyesinde iki taraftan en az kafası çalışanın kalbini tutuşturacak bir dans sahnesi mutlaka vardır.”
“Bizimki bu mu?”

Düz bir tonda sadece “Bu,” demekle yetindi.  Belki de devamını yazara bırakmak istemiş olabilirdi. Ne de olsa bu kadının işiydi.
“Bu,” diyerek onun sahiplendiği kelimeyi yineledi genç kadın. Gözlerindeki ormandan ve bir karış mesafede duran gözlerdeki okyanustan hiç çalmadan bu, siyah beyaz bir roman diye tamamladı. Kimin kafasının daha az çalıştığı gün gibi ortadaydı. Dışından ise “Bu gece dans edebileceğimizi sanmıyorum.” diye bir cevap çıktı. İleride kendilerine yaklaşan ağzı beş karış açık kadın topluğunu gösterip sevimsiz bir şekilde sırıttı. “Sana iyi el öpmeler.”

John, onun yanında kalmasını sağlamak için koluna uzanmıştı ki, telefonu buna fırsat tanımadı. Emily tek kaşını kaldırmış geriye doğru ondan uzaklaşırken “Gece yarısı bahçede seni bekleyeceğim,” dedi ve telefonu cevapladı.
❥❥❥❥❥
Konuşma kısa sürdü, Marc durumu John’a hızlı bir şekilde anlattıktan sonra telefonu hışımla kapattı. Boston’dan gelen haberlere hala inanamıyordu. John ile bütün bir gece boyunca kafa patlattıkları senaryoları tam anlamıyla çöpe gitmişti. Torres’ler geçirdikleri araba kazasında ölmüşlerdi. Ne William ne de karısı Pelipa hayatta değildi. Çocuklarını ise cenazeden hemen sonra yakınları Fransa’ya götürmüştü. Oysa William’ın kendi ailesini bile aldattığını ve Jack Peterson adı ile Amerika’ya yerleştiğini düşünmüşlerdi.

Şimdi bütün teori yıkılmıştı, en başa olmasa bile başlangıca yakın bir noktaya geri dönmüşlerdi. Marc yanında dikilen Sophia’ya çaresizce gözlerle baktı. “Şimdi ne yapacağız?”
Genç kadın belli belirsiz omuz silkti. “Bence ailelerine ulaşıp mezarların açılması için yasal izin isteyelim. Başta türlü gerçeği öğrenemeyiz.”
Marc ayağını sertçe kaldırımın kenarına vurdu. “Mason tepemizde, buna izin verir mi sence? Bayan Hebert o evde bir kadınla konuşmuş ve kadın kendisinin Bayan Torres olduğunu söylemiş. Sophia belki de o gün evdeki kadın katilin kendisiydi.”
“Bu mümkün, başından beri katilin bir kadın olduğuna inandık.”
“Lanet olsun,” derken ellerini saçlarına geçirip öfkeyle çekti. Kendi etrafında bir tur döndü. Serseri bir mayından faksızdı, patlayacak daha doğrusu yüzünü patlatacağı birisine ihtiyacı vardı. İhtiyacı yolun kenarında çaresizce bir o yana bir bu yana dönerken uzaktan kendisini gösterdi. Gözleri karanlıkta kendilerini izleyen birini seçti. “Orada biri var,” dedi. Sophia onun işaret ettiği caddenin karşı köşesine baktı. Gölge bir an sonra kayboldu. Kahretsin Sophia’ya aptal gibi işaret ederek gösterdiğine inanamıyordu. Yürümeye dahası koşmaya başlarken uzanıp silahını çıkardı. “Hayır, hayır Marc indir o silahı,” Umursamadan mermiyi silahın ağzına getirdi. Artık vakit yoktu. Caddeyi deli gibi koşarken arkasında kalan kadına diğer taraftan dönmesini işaret etti.
Sophia onun dediğini yapıp süratle diğer taraftan caddeyi tamamladığında Marc’ı duvar kenarında bir adama silahını doğrultmuş olarak gördü. Kendi silahını indirmeden onlara yaklaşırken nefes nefese “İyi misin?” dedi, “Marc iyi misin?”
Marc onu duymuyordu ensesine silahını dayadığı bedeni sertçe duvara vurdu. Karşı koymayan gölge siyah bir toz bulutu gibi yere çöktü. Nazikçe dahası bir kadın gibi çöktü…

❥❥❥❥❥
Üzerine sardığı tuhaf örtünün altında ciddiyetle merdivenlerden inerken attığı her adımda etrafa kırmızı, yoğun bir ışık yayılıyordu. Adam duruşunu bozmadı, ellerini ceplerinden çıkarmadan bahçenin ortasında onun gelişini seyretti. Işık tüm gücüyle onu içine almaya her saniye daha da yaklaşırken kaçmak yerine yaklaşmakta olan yüze tüm dikkatini vermeyi seçti. Genç kadın merdivenlerin bitiminde yavaşça duraksadı ve başını yoğun bir coşkuyla gökyüzüne kaldırdı. Eğdiğinde ise gözlerini bir şeyler anlatmak isteyen çocuklar gibi irice açmıştı. Konuştu, sesinde bu defa belirgin bir mutluluk vardı.
“Harika bir gece,” diye bağırdı yüksek sesle ve bahçenin ortasında kendisini bekleyen adama doğru ilerledi.
Yalın bir mutluluktu bu. Küçük bir kız gibi... İlk gösterisinde ailesinin beğenisini kazanmış küçük bir kız gibi mutluydu. Gergin başlayan gece tüm salonla tanışmayı bitirdiğinde neredeyse son bulmuştu. Sezon uzundu, kim bilir bu aşk piyesi kaç kere daha sahnelenecek arsız ve kesinlikle ahlaksız bir oyundu. Aralarında ahlaksız olan biri varsa onun kendisi olduğunu zaten biliyordu. Sırf Peterson denilen herifi yakalamak için çaresizce alet ettiği bu kadınla birlikte yüzden fazla insanı kandırıyorlardı. Kadının ünlü biri olduğu düşünülürse çok yakında tüm dünyayı kandırmak zorunda kalacaklardı. Farkında olmadan tuttuğu nefesini yavaşça bıraktı.
Genç kadının meraklı bakışlarının ardında “İyi misin?” diyen sesini işittiğinde onu düşünmekten onu unuttuğu kişiye baktı. Sadece ona baktı. John bu loş ışıkta bile gözlerinin renginin belirginliğine inanamadı. Parlaklardı. Sadece parlak değil ayrıca konuşkanlardı. Yanakları ise hafifçe kızarmıştı. Belli belirsiz bir pembelikle oradaydılar. Demek sadece sinirlenince değil üşüyünce de pembeleşiyorlardı. Bu kadın gerçekten tuhaf bir varlıktı. Evet onu bir haftadır yeterince görmüştü, ama bu gece bir başkalık vardı. Başkalığın karşısındaki kadından mı, kendisinden mi yoksa bulundukları ülkenin havasından mı kaynaklandığını çözemedi. Onu hep bir cadı olarak görmüştü. Pekâlâ, şu masallarda bahsedilen cadılarla uzaktan yakından bir ilgisi olamayacak kadar güzeldi. Üstelik kötü kalpli de değildi ama bu zamana kadar tanıdığı masum kadınlara da hiç benzemiyordu. Bu, bu bakışlar, bunlar bir insanın üzerinde kesinlikle izinsiz şekilde sadece bir sihirbaz ya da cadının başarabileceği bir etki bırakıyorlardı. Tanrım bu kadın, hayatını raydan çıkarıyordu! Olmadığı birine dönüşüyor ve asla yapmayacağı şeyleri yapıyordu. Saçlarımı salon erkeği gibi kestirdiğime inanamıyorum diye geçirdi içinden. Zaten askıyı çıkardığından beri pantolonu kıçından düşecekmiş gibi hissediyor ve sürekli kimin ne düşüneceğini umursamadan üzerini yokluyordu. Şu kemer denilen lanet bel bağına ise hiçbir zaman alışamayacaktı. Bakışlarını bir süredir sabitlediği pembeliklerden uzakta ışıklandırılmış havuza kaydırdı telaşla. Fazla romantik, yeterince saçma, çok gereksiz bir geceydi. Tehlikeli sulara doğru ansızın çekildiğini hissetti.
Genç kadın “Bu gece gerçekten iyi iş çıkardık,” dedi alayla.
Emily tam olarak böyle düşünüyordu, bu gece muhtemelen küçük toplulukların -aslında yalnızca basit dedikodulardan oluşan- seviyeli sohbetlerinin baş konusu olacaklardı. Hepsi bu adamdan gözlerini uzun süre alamamışlardı. O da alamamıştı. Elbette şaşkınlıktan. Şelalelerde yaptıkları anlaşmadan sonra onu bir daha göreceğini düşünmemişti. Ama söylediğine göre işler ters gitmiş ve bu işi kendisi üstlenmek zorunda kalmıştı. İş demişti, olaya iş olarak bakmıştı, haklıydı da, bu sadece basit bir iş anlaşmasıydı. Emily özellikle iş kelimesini cümlenin temeline yerleştirmişti. Dudaklarından daha çok gizli bir soru cümlesi gibi çıkmıştı. Bu gece gerçekten iyi iş çıkardık, sence de öyle değil mi? İş bu öyle değil mi?
John onun gözlerindeki parıltının bir an için kaybolduğunu sandı. “Evet ilk beş dakika hariç oldukça iyiydik. İlk gördüğün an yüzünün ifadesinden üzerime atlayıp beni boğazlayacağını sandım.”
Genç kadının örtünün altındaki omuzları belli belirsiz kıpırdandı. “Sadece şaşırdım, ben aslına bakarsan seni beklemiyordum.”
John ilk kez duruşunu bozdu, ellerini ceplerinden çıkarıp göğsünde kavuşturdu. “Beklediğin özel biri mi vardı?”
Ne şimdi bu? Gerçekten tam bir kaçıktı, başka açıklaması yoktu. Durumunu bilmesine rağmen neden saçma sorular sormaya devam ediyordu. Dahası ne öğrenmeye çalışıyordu. “Yoktu, olsaydı sana ihtiyacım olmazdı, olsaydı böyle bir anlaşmaya mecbur kalmazdım.” dedi.
Olsaydı sana mecbur kalmazdım demekti bu! “Seni sıkan bu mecburiyetini sona erdirmek için elimden gelen en kısa sürede katili yakalayacağım.” Buz gibi bir ses tonu ile soğuk bir söz vermişti.
Oysa içi yanıyordu, kimin başlattığını bildiği bir yangın bedenini ele geçiriyordu. John aynı zamanda içinde zehirli bir bitki gibi büyümeye başlayan öfkeyi de hissetti. Bir kadının kendini bir adama mecbur hissetmesini istemiyordu elbette. Bu zorlama olurdu ve kahretsin zorla bir kadının hayatında yer kaplıyordu. Onun karşısında durmuş gökyüzünü seyrederken derin bir iç çektiğini işitti. Pişman mı olmuştu? Aralarındaki anlaşmaya bir isyandı bu ve kadın isyankâr bir sesle konuştu. Sanki kendi kendine ya da yıldızlarla konuşuyordu.
“Bir gün, yerini haritada tam olarak gösteremediğim bir ülkede, kadınlarında kalplerinden geçeni yapma şansları olacak, biliyorum.”
John koyu bir öfkeyle yanıtladı. Elleri iki yanına düşmüş ve farkında olmadan bedeni bir kaç adım yaklaşmıştı. “O yeri haritadan silmek istiyorum!”
Beklemeden verdiği bu cevap ansızın onları göz göze getirdi. Emily geçmişte onun kalbinden geçeni yapan bir kadın olup olmadığını merak ettiyse de sormadı. Belki de haritadan sildiği o ülkede bırakmıştı onu. Kalbinden silmediği ise açıkça belliydi. Beynindeki düşünceler gözlerinden onun gözlerine doğru yol aldı. Kaçak bir gemiden inen yolcular gibi, gizli gizli yürüyorlardı. Bakışlarını ilk kaçıran John oldu. Emily’de bu beklenmedik ayrılığa uydu ve oda gözlerini başka bir yöne çevirdi, havuzdan akan suyu seyretti bir süre, sonra bakışlarını omzunun üzerinden arkasında kalan malikâneye kaydırdı ve işte o anda babasını gördü. Çalışma odasının penceresinden her zamanki o belirsiz ifadesi ile onları seyrediyordu. Bu gece kafa tutan taraf o olmuş ve dün gecenin intikamını almak istercesine akşamdan beri ortadan yok olmuştu. Konuştuklarını duyamayacağını bilse de aralarında bir arabanın geçeceği mesafeyi fark edip paniğe kapıldı.
John açacak basit sıradan bir konu arıyordu. Bulamadı, işine yoğunlaşsa iyi olacaktı. Yarın bir belki bir saat kadar kitaplar hakkında konuşmaları gerektiğini söylemeyi düşündü. O kitaplardan cinayetler ile ilgili bir ipucu yakalayacaklarına emindi. Sonra Marc’dan öğrendiği son şeyleri de anlatmalıydı. Derken durdu ve aklına nerden geldiğini bilmediği aptalca bir şey söyledi. “Seni ilk gördüğümde köpek sanmıştım.” Cümlesi ağzından çıktığı an pişman oldu.
Emily babasının kendilerini izlediğinin şokunu üzerinden atamadan yeni bir tuhaflıkla karşı karşıya kaldı. Genç kadın tekrar ona döndü ve yüzüne düşen bir tutam saçı eliyle itti. Tek kaşını ilgiyle kaldırmıştı. “Köpek,” dedi. Daha çok soru sorar gibi konuşmuştu. Muhtemelen karşısındaki adamın konuştuğu dili çözmeye ve ne anlatmak istediğini anlamaya çalışıyordu. John ona hafifçe sırtını döndü ve sadece kendisinin duyabileceği kadar kısık sesli bir küfür savurdu. Artık geri dönemezdi madem başlamıştı, devamını da getirecekti.
Tekrar yüzünü döndüğünde onu bıraktığı yerde meraklı gözlerle beklerken bulmayı umuyordu. Ama öyle olmadı, genç kadın tam olarak bir adım ötesinde duruyordu. Neden sanki bu kadar yaklaşmıştı? Gözlerini gözlerinden çekmeden konuştu “Seni o gün ilk kez, yani o üzerindeki şeyle ayaklarımın dibinde görünce sandım ki…”
"Ne sandın?” Emily ona doğru son derece cesur sayılabilecek o son adımı attı ve artık aralarındaki mesafe yok denecek kadar azdı. Hayır hayır az değildi, mesafe iki şeyin arasındaki uzaklık ise şuan da birbirlerine değerken mesafe yanlış bir kelimeydi. Hepsini yutmuşlardı, tüketmişlerdi mesafelerin. Bu kadar yolu ne zaman kat ettiklerini bilmiyordu. Umarım babam bu cesaretimin karşılığını veriyor ve hala pencerede dikiliyordur diye düşündü genç kadın.
John onun tuhaf hallerine alışmıştı, şuan kesinlikle en tuhafını sergilese de onun yakınlığından hoşnuttu.
“Yani çok kabarık olunca şey, bilirsin işte şu sevimli hayvanlardan biri sandım.”
Emily geçici bir süre çevrimdışı bıraktığı beynini işte o anda tekrar oturuma açtı. Adamın kurduğu cümleler teker teker beyin ekranına döküldü. Burada dibinde durmuş onunla şey yapmaya çalışırken o kendisine hakaret mi ediyordu yani! “Off!” dedi gürültülü bir şekilde. Nefesi aralarındaki boşluğu doldurmuş ve adamın yüzüne vurmuştu.
Pes etmedi. “Biraz şöyle döner misin?” Adamın kolunu tutup sağ tarafa doğru çekiştirdi, yerinden kıpırdatamadı, büyük bir kaya gibi olduğu yerden oynamıyordu.
“İki adım sağa gelir misin? O açıdan öpüşüyormuş gibi durmuyoruz.”
“Ne,” Kadın öpmek fiilini mi kullanmıştı!
“Babam pencerede, ah hayır bakma lütfen.” John başını oynatmaya çalıştığı an iki yanağına konan ellerle donakaldı. Şuan istese de hiç bir şeyi oynatamazdı. Soğuktu ve bedenindeki sıcaklığa iyi gelmişti. Kendisine soğuk buz torbası vazifesi gören eller ili saniye sonra hızlıca geri çekildi.
Emily yutkundu ve titrek sesle belli belirsiz “Lütfen,” dedi. Vücut ısısı kaçtı bu adamın? Kanada’ya gelen yabancılar her zaman alışık olmadıkları soğuktan şikâyet eder, çoğu da ilk günden hasta olurlardı. Ama bu adam yanıyordu! Biri yardım etsin. Adam yanıyordu! Babasının onları izlediğini bilmese onu havuza doğru sürükler ve ateşini düşürmeyi denerdi. Ama şimdi...
Lütfen sözü onu yerinden oynatan kelime oldu. Belli belirsiz bir nefes gibi dökülmüştü çenesinin hemen altındaki dudaklardan. Dediğini yaptı ve iki adım yana kaydı. Vazifesi bittiğinde yeni emirlerini bekleyen sadık bir askerin tok sesi ile konuştu. “Emrinizdeyim Bayan Hebert.” dedi arsız bir gülüş eşliğinde.
Emily gözlerini bir kaç kez kırpıştırdı ve bulundukları son derece çirkin durumlarından zevk alabilen adama baktı.
“Rica ederim şu durumda gülme, Tanrım şu yaptığıma bak babama öpüştüğümü göstermeye çalışıyorum, ah hayır öpüşüyormuş gibi yaptığımı göstermeye çalışıyorum.”
“Sende göstermeye çalışma, sadece yap.” dedi.
Emily dehşetle inledi. “Beni köpek olarak gören bir adamla öpüşecek kadar aptal değilim.” John da inledi. Kadınlar…
“Bir kere,” Tek elini örtünün içinden çıkarıp havaya kaldırdı ve işaret parmağını yanı başındaki kaskatı kesilmiş çeneye doğru uzattı. “Onun adı gelinlik. Her ne kadar o gün üzerimdeki eski bir model olsa da, biz kadınlar kendimizi onun içinde özel hissederiz. Saçımızın hangi renk olduğunun bir önemi olmaz, ya da kalçamızın kaç santim olduğunun, biz o gün kendi dünyamızın en güzel kadını oluruz. Dünyanın en güzel kadını gibi hissederiz, kesinlikle bir köpek değil.”
"Hatırlatırım, gözüme çarpmıştın.”
“Kaymıştım,” diye soludu genç kadın.
“Hı hı, ayaklarımın dibine!” Bunu o kadar büyük bir zevkle söylemişti ki Emily bir köpek gibi üzerine atlayıp onu parçalayana kadar ısırmak istedi ama yapamazdı. Bu felaketi olurdu. Geri de çekilemezdi, bir süre daha onun yakın varlığına katlanmak durumundaydı. Uzlaşmacı bir yol seçti. “Bu, kuralları açıkça belli olan bir anlaşma, o yüzden işimize bakalım.”
Son darbeyi indirmek için parmak uçlarında hafifçe yükseldi. Hareketi üzerindeki örtünün omuzlarından kaymasına sebep olmuştu. İşte bu arkadaki açıdan bakan biri için tam bir öpüşme sayılırdı. Genç adamın bakışları tepki vermeden büyülenmiş gibi bu ana kilitlenmişti. Bu bir cadı işi değilse neydi?
“Ayrıca federal, ayaklarına kapanmam için kafama bir silah doğrultman gerekir. Aksi mümkün değil.” Sözlerini açık ve net dile getirmişti. Sanırım artık huzur içinde ölebilirdi. Son sözü söylemenin rahatlığı ve bu kaba adama karşı koymanın zevki ile bedenini dikleştirdi ve tekrar açılan omuzlarını örttü. John’un kendinden geçmiş bakışları da işte o zaman genç kadının omzundan arkasında kalan bir noktaya kaydı. Uzakta, bahçenin ilerisinde, ormanın başlangıcındaki kör bir noktaya. Bir ağacın yanında duran karartıya…
Genç kadın attığı golün verdiği güçle saçlarını savurarak büyük bir çalım eşliğinde arkasını dönmüş ve sadece bir adım atmıştı ki güçlü bir kuvvetle geri çekildi. Hazırlıksızdı, bir an kalbinin yerinden söküldüğü sandı. Adamın göğsüne doğru kapandığında kendini sert kayalarla çevrilmiş sahile vuran o ilk dalga gibi hissetti. Adamın omzuna koyduğu elinden aldığı destekle doğrulmaya çalıştı. Aslında desteğe ihtiyacı yoktu, belini saran el zaten onu kendine uygunsuzca yapıştırmıştı. Çenesini kaldırıp onun yüzüne baktı. Gözleri başının üstünde bir noktaya sabitlenmişti. Babam diye düşündü ve nefesini tuttu. Sırtında gezinen bir ürperti, vücuduna sımsıkı yapışmış olan bedende de hafif bir kıpırtı hissetti. Emily bakışlarını indirdiğinde adamın diğer elinde tuttuğu silahı gördü.
“Silah doğrultman gerekir derken şaka yapmıştım.”d edi.
John başını eğip onun kolları arasında sinmiş korku dolu gözlerini gördüğünde ona daha da sokuldu. Terminallerde vedalaşan çiftler ya da gecenin bir yarısı oynaşan sevgililer gibilerdi. Uzaktan tam olarak böyle görünmelerini istiyordu. Genç kadının kulağına fısıldar gibi konuştu.

“Üçe kadar saydığımda eve doğru koşacaksın.”
“Hayır!”
Kolları arasındaki cadı kıpırdanmaya çalıştı. “Babamı mı vuracaksın, bırak beni ne yapıyorsun?” John onu duymuyordu bile sadece kaba bir güçle tutmaya devam ediyordu.
“Canımı yakıyorsun!” dedi son bir gayretle.
“Az önce ormanın girişinde biri vardı, sanırım birileri bizi izliyor. ”
“Saçmalama ormanda durup bizi kim izlesin, karanlıkta olan göz oyunları hepsi. Hailey’in karanlıkta neler gördüğünü anlatsam, donakalırsın. Hem artık Kanada’dayız. Şu ajanlık işine bir süre ara verip makul sevgilim gibi davranamaz mısın?” Emily onun sabitlendiği yere bakmak için kafasını çevirmeye niyetlendiyse de bu mümkün olmadı.
“Üç dediğimde eve doğru koşacaksın. Anlaşıldı mı?” Sormamıştı emir vermişti açıkça.
Emily çaresizce başını sallarken bir an sonra “Sen,” dedi. Geç kalmıştı. Aynı anda onu bedeninden söküp atan adamın önce “Üç,” diye haykırdığını işitti sonra da pencerede dikilen babasına orman yolunu tuhaf işaretlerle gösterdiğini gördü.
“Lanet olsun saymaya üçten başlanmaz ki!” Emily merdivenlere doğru koşarken bir yandan da arkasına bakmaya devam ediyordu. John bir arenaya salınan fazlaca kızdırılmış bir boğa gibi yerinden çıkmıştı. Serbestti ve onu artık kimse tutamazdı. Merdivenlerin başına ulaştığında ilk basamağa yığıldı ve uzaklaşan adama baktı. Nefes nefesiydi yine de tüm gücüyle “John!” diye seslendi, adam gözden kaybolmak dahası karanlık orman yoluna girmek üzereydi.
“Eve gir!” diye kükredi. Sesi iki yüz metre uzaktan bile yanı başında bağırmış gibi kulaklarına doluvermişti. Bu adam kurduğu paranoyak hayallerinden ne zaman vazgeçecekti. Belki de medeniyetten uzaklaşmak ve ait olduğu yuvasına bir an önce kavuşmak için böyle koşuyordu. Aynı anda bahçenin tüm ışıkları göz kamaştırıcı bir parlaklıkla açıldı, sadece özel davetlerde kullandıkları kenarlardaki dev aydınlatmalarda buna dâhildi. Bir stadyum atmosferi sağlayan ışıklar gözlerini aldığında Emily oturduğu basamaktan yavaşça doğruldu, şimdi babasına neyi anlatmayı çalıştığını anlamıştı. Tuhaf olan babasının da bunu anlamış olmasıydı. Tanışmamışlar ama anlaşmışlardı.
Elini fazla ışığa siper ederek gözlerini kıstı ve onun az önce kaybolduğu noktaya baktı. Şimdi tüm orman girişi gözler önüne serilmişti. Onu kısa sürede seçebildi, hala koşuyordu. Bakışlarını onun ilerlediği noktadan daha ileriye ışığın ulaştığı neredeyse son yere doğru çevirdiğinde gözleri ona ihanet eden bir görüntüye takıldı. Hareket eden ve bir görünüp bir kaybolan o şeye. Ağaçların arkasından hızla ilerleyen siyah siluete... Tıpkı, tıpkı Jack’in ofisinde onu az daha öldürecek olan siyah paltolu katile...

O bir katil değil, o bir seri katil. Ve inan sıradaki kurbanın kim olduğunu bilemezsin.
Kelimeler zihninin içinde deli gibi dönüp dururken Emily elini ağzına götürüp var gücüyle kapadı yoksa tüm ev halkını ayağa kaldıracak kadar güçlü bir çığlık atacaktı. Ev halkını ayağa kaldıran ise geceyi yararcasına arka arkaya ateşlenen üç el silah sesi olmuştu.
Dylan Hebert merdivenleri süratle inip kızının yanına ulaştığında Emily ellerini kulakları bastırmış halde bir histeri krizinin ortasında duruyordu.
“Emily sakin ol, geçti.” dedi. Kendisini duyup duymadığından emin olamadı. Onu kollarının arasına aldığında ve göğsüne bastırdığında bile küçük kızı duruşunu bozmamıştı.

❥❥❥❥❥
“Dur, yoksa ateş edeceğim.”
John ormanın içlerine kadar onun peşinden ilerledi. Ağaç dallarının yürümeyi zorlaştırdığı bir parkurdu. Emily’nin dediği gibi bu siyah uzun paltolu katildi. Ana orman yolundan daha ilk dakikada sapmıştı ve kararlı koşuşu yolları gayet iyi bildiğini söylüyordu. Yine de aradaki mesafe kapanmak üzereydi. Genç adam attığı geniş adımlarla ona her geçen saniye yaklaşıyordu. Bu da demek oluyordu ki ya kaçan bir kadındı ya da çelimsiz bir adamdı. Aynı teze geri dönüyordu, içinden bir ses katilin bir kadın olduğunu söylüyordu. Otuz saniyede bir kurduğu cümleyi tekrarladı. “Dur diyorum, ateş edeceğim.”
Ardından üstelemedi ve havaya uyarı ateşi attı. Gölge olduğu yerde sıçradıktan sonra tereddütle kısa bir süre daha koşmaya devam etti. John onun ağaçların çevrelediği geniş bir düzlüğe vardığında durup ellerini başının iki yanında yukarı kaldığını gördü. Fakat John’un durmaya öfkesi de bedeni de izin vermedi. Ağız dolusu bir küfürle onun üzerine atladı ve onu yüz üstü yere yapıştırdı. Hareket etmesini engellemek için üzerine çıkmıştı ama altındaki kıpırdamadan yatmaya devam ediyordu. Paltosunun üzerinden elleriyle bedenini yokladı. “Silahını ver. Buraya kadar!” dedi. Her şey buraya kadardı, amacına ulaşamamıştı. Bu defa değil, buna izin vermemişti.
Üzerinden kalkmadan onu tek omzundan tutup yüzünü görmek için sertçe çevirdi. Altındaki beden ona karşı koymadan büyük bir istekle döndü ve gözlerini önce yüzüne çevrilmiş silaha ardından da arkasındaki öfke saçan gözlere çevirdi...


* Pedoloji: Doğa bilimlerinin alt dalı olan toprak bilimi.

* Thomas Jefferson, ABD üçüncü başkanı

3 Şubat 2015 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 16.Bölüm



Yüksek tavandaki aydınlatmalardan salona yayılan yoğun parlak ışıkların altında toplanmış kalabalık oldukça göz kamaştırıcıydı. Yaklaşık iki yüz kişi bu seneki etkinliğin ilk gecesi evlerine devasa bir balo salonu yaptıracak kadar görgüsüz olan Brooks’larda akşamın erken saatlerinde bir araya gelmişlerdi. İngilizler için kibirli soylular diyen bu toplulukta aslında kendilerini onlara benzetmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tek fark salonun bir köşesi kendilerine tahsis edilmiş olan orkestranın çaldığı bölgeye özgü müziklerdi. Otantik kıyafetler giymiş olan topluluk onlar için bütün gece durmaksızın ihtiyaçları olan tek şeyi yapacaktı. Ruhlarını müzikle doyuracaktı. Hem de tıka basa...
Çalan her ne kadar bir vals olmasa hatta görünürde tek bir İngiliz soylusu davetli bulunmasa da amaç aynıydı. Hepsi küçük sosyetenin tehlikeli ayak oyunlarının bir parçasıydı. Üstelik herkes bunun farkında olarak burada bulunmaktaydı.
Emily kendi etrafında yavaşça dönerken gözleriyle geniş salonun mimarisini taradı. Dört tanesi köşelerde ve iki tanesi de salonun orta kenarlarından yükselen altı büyük sütun mermer zemini işlemeli tavana bağlıyordu. Sütunların üzerinde ve tavanda çeşitli Kızılderili simgeleri vardı. Kimisi oyularak bir kaçı da iri kabartmalar ile şekillendirilmişti. Öte yandan tüm salon mevsimin hakimi olan çiçeklerle süslenmişti.
“Bu sene harika bir tören olacak, hissedebiliyorum.” Hailey hemen dibinde ağzı kulaklarına varmış vaziyette dikiliyordu. Saçlarının tonuna uygun, uçuk sarı renkte bir elbise tercih etmişti. Kesinlikle harika bir seçimdi. On beş on altı yaşlarında iken saçlarının ablası ile aynı renkte olması için gizlice boyamaya çalışmıştı. Sonuç tam anlamıyla hüsrandı. Boya kızıl saçlarını kapatmamış ve tıpkı palyaço gibi rengârenk bir görüntü ortaya çıkarmıştı. Sabah yediği azarların üstüne gözü yaşlı geçirdiği iki günden sonra istemeden de olsa durumu kabullenmişti. O bir kızıldı.
“Sen seçilmişsin benim maple şurubum.”
Büyükannesinin dediğine göre bu onun sahip olduğu gerçek bir mucizeydi, damarlarında taşıdıkları asil Kızılderili kanının kanıtı. Rengini kaybetmiş saçlarına dokunurken özlemle dolu konuşmuştu. “Soyumuzun en gerçek temsilcisi. Gelecekteki yarım düzine maple şurubunun annesi.” Emily o zamanlar bunun biraz topraktan ve bolca kandan yapılan bir şurup olduğunu düşünmüştü ve bazen hala öyle olduğunu düşünüyordu.
“Michael’i gördün mü?” Emily duyduğu isimle gerildi, onunla karşılaşacağını elbette biliyordu ama o ilk karşılaşmadan elinde olmadan deli gibi korkuyordu.
“Ve şu yanındaki ayaklı porseleni...” Hailey cümlesini tamamladıktan sonra baktığı tarafa doğru hafifçe gülümsedi, ardından dudaklarını küçümser bir tavırla eğip omzunu gelişi güzel silkti. Emily bakışlarını onun yüzüne sabitlemişti. Eğer çeker ve baktığı tarafa kaydırırsa asıl kendi dünyasının kayacağını hissediyordu.
“Neden sahte bir koca yalanını sürdüreceğine Michael’i şu soluk benizlinin elinden almıyorsun?”
Emily etrafa belli etmeden onun kolunu hafifçe sıktı. O soluk benizli ile aynı saç ve ten rengine sahip olduğunu söylemek için tarifsiz bir istek duymasına karşın bunu yapmayı göze alamadı. Onun yerine “Saçmalama,” diyerek konuyu kapattı.
Kapandığını sanmıştı.
“Dylan Hebert için daha mükemmel bir damat düşünemiyorum. Birbirleri için yaratılmış gibiler, zafere giden yolda tüm silahlarını kullanmaktan hiç çekinmiyorlar.”
“Susar mısın artık?”
“Jack artık yok, bu kimin umurunda. Eski sevgilini geri al.”
“Sen susuyor musun yoksa...”
“Ah, Aman Tanrım bu tarafa geliyor...”
Emily bedenindeki tüm kanın yüzüne doğru hızla çekildiğini hissetti ve bir saniye sonra Hailey’i salonun ortasında kendi kendine konuşurken bırakıp arkalarında kalan kalabalığın içine doğru hızlı adımlarla ilerledi.

*****

 Marc elindeki kitaptan bir sayfa daha çevirdi. Sonraki bölüme geçmeden önce karşısındaki koltukta oturan yeni ortağına gizli bir bakış atmayı ihmal etmedi. Aslında ‘yeni’ yerine ‘ilk’ demek daha doğru olacaktı. Bu adam onun ilk ortağıydı. Babasının ölümünden sonra ‘ortaklık’ denilen kavramı hayatından tamamen çıkarmıştı. Yıllardır hiç kimseyle bir kahveyi bile ortak içmemişti. Şimdi ise yarım bir sandviçi tıkınırken gecenin bir yarısı oturmuş aşk romanı okuyordu. Parker’ın tüm dikkatini okuduğu kitaba vermiş olan ifadesiz yüzünün bir kısmını görebiliyordu. Bakışları yarım yüzden diğer yarısını kapatan kırmızı parlak kitap kapağına kaydı.
“Aşkın Piyesi”
İçinden taşan gülme isteğinin önüne geçmek için elini çenesine götürüp kuvvetle bastırdı. Eğer bunu yapmazsa sonu gelmeyen kahkahalar atacaktı ki; bu yaraları iyileşmemiş yüzünde daha taze yaralar açılmasına sebep olacaktı. Burada oturmuş ergen kızlar gibi aşk romanı okuduklarına inanamıyordu. Birbirlerine okudukları kısımlardan hoşlarına giden bölümleri anlatıp iç geçirdiklerini hayal etti ve bu ağzından tuhaf bir ses çıkmasına neden oldu. Kendini toparlamakta geç kalmıştı.
“Sen gülüyor musun?”
Marc şimdi yüzünün tamamını görebildiği adama boş boş baktı. “Hayır” İnandırıcı olmasını diledi.
Elindeki kitabı koltuğun yan tarafına gelişi güzel fırlatan John’un inanmadığı ise her halinden belliydi. “Peki, bundan emin misin?”
Marc teslim olduğunu gösterir bir hareket yaptı ve ona değil de az önce bitirdiği bölümünden gelişigüzel bir yeri -neye güldüğünü göstermek istercesine- yüksek sesle okumaya başladı. “Pekâlâ, şu kısmı dinle, eğer başınızın aşk ile belada olduğunu hissediyorsanız açın ve bir ‘miller’ için, tabi ki geçmez ama kafanız güzel olur. En azından sadece bedeniniz tahrip olur.”
Ve bastırdığı kahkahalarından birini savurdu.
John karşısında gülme krizine girmiş adama tepkisiz bir ifadeyle baktı fakat sözlerinde kendini belli eder bir tepki vardı. “Neresi komik bunun? Her cümlesinden ukalalık fışkırıyor. Bir saattir maymuna çevirdiği adamın aptallıklarını okuyorum.”
“Bence iyi bir tavsiye yani başı belada olanlar için.”
“Kapa çeneni”
“Neden bu kadar öfkelisin? Başın belada mı Parker?”
“Saçmalamayı kes Anderson. Hayatımda bir kadın görüyor musun?” Hayatını gösterir gibi bulundukları odayı gösterdi. “Kadın yok, bela yok ve miller da yok. Ayrıca bir millerin kafamı güzel edeceğini de hiç sanmıyorum.”
Marc koltuğa tekrar kuruldu ve keyifle arkasına yaslandı. Bu sefer bakışlarını kaçırmak yerine direkt olarak karşısındaki adamın gözlerine çivilemişti. “Güzel, o halde Kanada’da Bayan Hebert’a içimden geldiği gibi davranabilirim.”
John ensesine dayanmış bir silah hissetti. Biri hızla ateşlemiş ve kafasını binlerce küçük parçalara ayırmıştı. Yıllardır hareketsiz olan bir yanardağın patladığı an gibi büyük bir öfke ve gürültüyle ayağa kalktı. Marc onun yanındaki küçük sehpayı üzerindekilerle birlikte yere düşürdüğünün farkında olmadığına yemin edebilirdi.
“Eğer o içindekileri şimdi dışarı çıkarmamı istemiyorsan hemen kapat çeneni.” Elinin işaret parmağı havaya kalktığında bir çocuğu azarlar gibi sallamıştı. “Emily’den uzak duracaksın.”
“Bir dakika bir dakika, ona adıyla mı sesleniyorsun?”
“Sana kapat şu çeneni diyorum.” Odadaki gerilimin yükseldiğini hisseden Alice bile çareyi yatak odasına kaçmakta bulmuştu.
“Beni onun sevgilisini oynamam için gönderiyorsun, ondan nasıl uzak durabilirim?”
“Sen... Seni...“ John öfkeden devamını getiremedi fakat Marc onun devamında neler söyleyeceğini inip kalkan göğsünden anlamıştı. Yumruk yaptığı elini işaret edip yanında duran yastığı yüzüne siper etti. “Sakın yüzüme vurma, herkesi kendime hayran bırakmak istiyorum.”
John koltukta yastığın arkasına saklanmış adama doğru konuştu. Bir yastıkla burun buruna konuştuğunun da farkında değildi. “Eğer ona beş santimden fazla yaklaşırsan seni öldürürüm. Hayatında görüp görebileceğin en büyük belan ben olurum. Duydun mu beni!” Yastığa hafif bir yumruk geçirdi. Ardından titreyen omuzların arasındaki saklı yüzü görebilmek için yastığı hışımla tutup çekti.
İnanamıyordu, hala gülüyordu.
Onun kahkahalarla gülen yüzüne bir süre inanamayan gözlerle baktı ve her şeyi o anda anladı.
“Lanet olsun Anderson”
Derin bir nefes verip kendini az önce darmadağın ettiği koltuğuna attı. Elini karışmış saçlarının arasından geçirip sertçe çekti. “Pislik herif”
Marc gülmeye kısa bir ara verdi ve nefes nefese konuştu. Parker’a karşı kazandığı bu ilk zaferini kutlaması gerekti. “Millerin var mı dostum?”
Yumruğunu yüzüne geçirmesi gerekirken güldüğüne inanamıyordu.“Var başımın belası, var.”
İki saat sonra bir düzine boş şişenin arasında “SON” yazısına gelebilmişlerdi...

*****
Korkuluklara yaslanıp ay ışığının gizemli aydınlığında bahçeyi seyretmeye devam etti. Kanada'da yılın en sıcak olduğu yaklaşık iki aylık dönem başlamıştı. Kalın paltolarından sıyrılan insanlar ılık havanın keyfini sürüyorlardı. Kendisi ise hava sıcaklığındaki ani değişimlere bir türlü alışamıyordu. Emily balkonun uzak bir köşesinde duran sevimli çifti fark etti. Adamın avuçları arasına aldığı kızın gölge düşmüş yüzünü yavaşça kendisine doğru kaldırmasını seyretti. Nedenini bilmiyordu ama bunu ilk kez mekanik bulmadı. Büyükannesinin dediği gibi kadınlardaki şefkat duygusu yaş ilerledikçe çoğalıyor olmalıydı. Lena’yı aramak üzere telefonunu çıkardı, ona haber vermeyi tamamen unutmuştu fakat New York’ta saatin gece yarısı olduğunu fark ettiğinde vazgeçti ve çantasına attı. “Yarın sabah.” dedi.
Bakışlarını tekrar parlak gökyüzüne çevirip derin bir iç geçirdi. Yan taraftaki çifte kayan bakışları onların kaçamak öpüşmesinin sonunu yakalamıştı. Telefonunu çıkarıp tekrar eline aldı. Aklına gelen kişiye ait mesajı açtı ve bu sefer daha dikkatli bir şekilde okumaya başladı.
-Bayan Hebert, ben Ajan Parker, size eşlik etmesi için görevlendiğim ajan yola çıktı. Yarın gece yanınızda hazır olacaktır. Kendisini sizin zevk ve tuhaf tarzınıza göre titizlikle seçtiğimi belirtmek isterim. Sizin için bu sezonun güzel geçmesini umut ediyorum. Hoşçakalın… J.P-
“Tuhaf tarzımmış! Sen kendi tuhaf tarzına bak önce.” Çaktırmadan balkonun ucuna doğru tekrar baktı. Az önce çiftin olduğu yerde şimdi hiç kimse yoktu. Gitmişlerdi, muhtemelen ilk danslarını yapmak için salona geri dönmüşlerdi. Kendisinin ilk dansı için ise; bir gece daha beklemesi gerekecekti. Hem zaten ne fark ederdi ki, hepsi baştan sona bir piyes değil miydi? İstemeden de olsa içinin burkulduğunu hissetti. Aşkın Piyesi'ni sahnelemek okumaktan daha zordu...
“Umarım Bay Parker, umarım yolladığın adam biraz olsun bir şeye benzer…”

*****
Toronto Doğu Hastanesi, Yerleşik Psikiyatri Bölümü, Kanada
Uzun bir aradan sonra yeniden tek bir rengin hâkim olduğu o parlak dünyadaydı. Beyaz, bembeyaz bir dünya! Alçı duvarlardan kireç gibi insan yüzlerine kadar hepsi beyaz. Etini kesse kanlarının bile beyaz akacağı insanlar...
Beyazın ötesinde bir beyaz daha var mıydı? Bilmiyordu. Bildiği tek şey siyahın ötesinde tonlarca siyah olduğuydu. Her tonda biraz daha kararan ve sonunda içindekini de yutan bir boşluk. Bir kara delik! Uzun zamandır ışığa ihtiyaç duymadan bu delikte yaşıyordu. Avını yakalamak için buna mecburdu. Karanlık! Sahi kendini karanlığa adayalı ne kadar olmuştu? İşte onu da bilmiyordu.
Kısacası; karanlığa alışık bir yarasanın kısa süreli körlük haliydi içinde bulunduğu bu durumun özeti.
“Son iki aydır Bayan Gray’in durumunda herhangi bir değişiklik gözlemlemedik.” Geçtikleri koridorun dibine çömelmiş titreyen ihtiyarı izleyen bakışlarını kendisine eşlik eden adama yöneltti. Cevap olarak sadece tedbiri elden bırakmayan basit bir gülümsemeyle yetindi. Profesör yıllardır süregelen ziyaretlerinde kendisine eşlik eden tek isimdi. Şükürler olsun ki bu sefer beyaz bir şeyler yerine koyu mavi bir takım giymişti. “Duygu geçişleri sakin fakat kendisine uyguladığımız tedavilere bir yanıt verdiğini söylemem pek mümkün değil. Kendisinden aynı tepkileri ve aynı yanıtları almaya devam ediyoruz. Emin olduğumuz şey, Bayan Gray balmumlulaşma yani donakalım bozukluğu sergiliyor.”
Ondan her seferinde dinlediği ve hiç umurunda olmadığı bilgileri duyma zahmetine katlanmaya devam ederken profesör önünden geçtikleri bir kapıda aniden durup cebinden bir anahtar tomarı çıkardı.
İşte bu umurunda olduğu bir durumdu. “Odasını mı değiştirdiniz?”
Seçilen anahtar kilitte dönerken profesör usulca soruyu cevapladı. “Evet, Bayan Gray gün ışığını seviyor.”
Ve küçük hücrenin demir kapısı açıldığında yüzüne çarpan ışık bir kez daha gözlerini almıştı. İçeri girmeden önce bedeni her zaman ki gibi gerildi ve olduğu yerde bir kaç adım geriledi. Profesör ondan önce davranıp çoktan odaya girmişti. “Bayan Gray bugün nasılsınız bakalım?”
Margaret Gray yüzü pencereye dönük beyaz bir masanın başında oturuyordu. Seyrelmiş uzun saçları omuzlarına dökülmüştü. Beyaz elinde tuttuğu kalemle önündeki kâğıda bir şeyler karalıyor ve hafifçe mırıldanıyordu.
“Bazen yalnız kalırım… Bazen çaresiz kalırım...”
Yüzünü göremese de onun şarkı söylerken gülümsediğine emindi. Aklını kaybetmeden önce de kaybettikten sonra da fark etmez o hep gülümserdi. Zaten başlarına gelenlerin tüm sorumlusu o gülümsemeler değil miydi?
Profesör kadından bir tepki almak umudu ile yanına iyice yaklaşıp bir kez daha iletişime geçmek için çabaladı. “Ne güzel bir gün değil mi Bayan Gray? Oldukça güneşli. Hem bakın bir ziyaretçiniz var.”
“Bazen kötülükten bıkarım… Ve şeytan bizi yutarken dehşete kapılırım...”
Profesör arkasını dönüp son yıllarda düzenli olarak gelen tek ziyaretçiye ümitsiz gözlerle baktı. Yıllar geçmişti ve Bayan Gray’in gelen ziyaretçileri de teker teker kayıplara karışmıştı. Buraya yatırılan hastaların çoğunun başına geldiği gibi, doğrusu buymuş gibi… Sadece yirmi gün önce buraya gelen bir memur dikkatini çekmişti. O adamı daha öncede bir yerlerde gördüğüne emindi. Adım Ray Allen demişti. İsim tanıdık gelmiyordu fakat yüzünü bir yerden çıkartacağını biliyordu.
Ziyaretçiye dönüp güven dolu bir sesle konuştu. “Hemen kapının dışında olacağım.”
Arkasında kalan kapının sesiyle ‘ziyaretçi’ odanın içine doğru yavaş adımlarla ilerledi. Gün ışığı içini kamaştırana kadar, ayakları önündeki sandalyeye ve elleri saçların örttüğü düşük omuzları kavrayana kadar ilerledi.
“Tanrı’yı duyana kadar susarım… Ölüm kapıma gelene kadar susarım...”
Eğilip yaşlı kadının omzunun üzerinden fısıldadı. “Merhaba”
Margaret Gray şarkıya ara verip ensesinden gelen boğuk sese kulak verdi. Yüzünü hafifçe döndüğünde ziyaretçisi de güçten düşüp önünde diz çökmüştü. Yaşlı kadın karşısındaki yüzde bir şeyler arar gibi uzun süre sadece baktı ve aradığını bulamayan bir ifadeyle mırıldandığı şarkıya devam etmeye başladı.
“Bazen yalnız kalırım… Bazen çaresiz kalırım...”
Ziyaretçi başını onun dizlerine yasladı. “Yine ben geldim işte, çocukça korkularımı bastırmaktan yorulduğum için geldim. Bastırılamayacak kadar çok korku var benliğimde, sen bilirsin yeryüzünde akıl sağlığını yok edecek kadar çok korku var.”
“Bazen kötülükten bıkarım… Ve şeytan bizi yutarken dehşete kapılırım...”
“Zaman bile bazı yaraları iyileştirmekte aciz kalıyor. Çünkü zamansız açılan yaralar zamanla iyileşmiyor!” Sesi daha güçlü çıkmıştı bu defa. Zayıflık ona göre değildi.
“Tanrı’yı duyana kadar susarım… Ölüm kapıma gelene kadar susarım...”
Ama bu kadın karşısında aciz kaldığı tek yaratıktı. Başını hafifçe eğip bir süre onun kalemin ucuna sabitlenmiş gözlerine ve hala gülümseyebilen yüzüne baktı ardından birbirine bastırdığı dişlerinin arasından tısladı. “Hatırla anne, her şeyin sorumlusu olduğunu hatırla, gülümsediğinde ne kadar güzel bir kadın olduğunu, kadınlardan neden nefret ettiğimi hatırla, bana neden postacı dediklerini hatırla anne, âşıklarına yazdığın tüm o mektupları bana taşıttığını hatırla!” Nefes nefese kaldığı soluğunu düzenlemeye çalıştı. “Sen-senden neden nefret ettiğimi hat-hatırla Anne!”
Margaret’in gülümsemesi solmuştu fakat gözlerinde hala onu tanıdığına dair en ufak bir belirti yoktu. Titreyen elinin dışıyla karşısındaki öfkeli yüze dokundu. Şakaklarından çenesinin altına kadar hatlarını dikkatle olmayan hafızasına kazımaya çalışır gibi ustaca dokundu. Margaret onun dudaklarından soluduğu güçlü nefesi hissetmiş, elmacık kemiklerinin değişen rengini ve kör olmak üzere olan biri gibi kırptığı kirpiklerini seçebilmişti. Elini onun yüzünden çekip omuzlarının gerisine götürdü. Sırtında dolaştırdı bu defa ve hemen sonra onun üzerindeki -şimdi yerleri süpüren- siyah paltonun başlığını tutup ait olduğu karanlığa dönmesi için usulca kapattı, korkularına dönmesi için kapattı…

*****
Edmonton Havaalanı, Kanada

Edmonton’un en lüks otelinin önünde duran araçtan inen takım elbiseli adam elindeki ufak bavulla otelin girişine doğru ilerledi. Kapıdaki görevli bu gösterişli adamı hafif bir baş selamı ile karşıladı. “Hoşgeldiniz efendim.”
Gözlüklerin arkasındaki yüz tebessüm etmekle yetindi. Kendisine açılan kapıdan girdi ve otelin geniş lobisine doğru emin adımlarla ilerledi. Yanından geçen bir grup kadının son derece açık ve övgü dolu sözlerini işittiğinde kendi kendine gülümsedi. Laf atılmasına alışık olmayan biri için oldukça tuhaf bir durum içerisindeydi. Resepsiyona vardığında gözlüklerini çıkardı ve önündeki bankoya bıraktı. “İyi günler, bir oda istiyorum.”
Karşısındaki iki bayan konuşmaya niyetleri olmadığı gibi kıpırdamadan kendisine bakmaya devam ediyorlardı. İkisi de hafif aralık gözler ve dudakları ile sudan yeni çıkmış balıklara benziyorlardı.
“Bayanlar, biriniz benimle ilgilenecek misiniz?”
Sarışın olan kız derin bir nefes bırakarak kurulmuş bir bebek gibi seri şekilde cevapladı. “Elbette efendim. Otelimize hoş geldiniz, umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir, Alberta’nın kalbi olan bu …”
Adam bankoya elini koyup biraz daha yaklaştı. “Oda.” İstediği şey sadece buydu.
“Tabi, hemen. Caddeye mi baksın, ormana mı?”
Genç kadının sorusunu ona fısıltıyla cevapladı. “Ormana,”
Kadın güçlükle yutkundu, orman adamın gözlerinden geçmişti.
Kumral olan kız fırsatı değerlendirip anahtarların olduğu tarafa doğru koştu. Dönerken kesinlikle ormana baktığına emin olduğu bir odanın anahtarını getirip avuçlarına bıraktı. “606 numara efendim.”
Adam teşekkür olarak iki kıza da ayrı ayrı göz kıptı ve ormana bakan odasına gitmek üzere yanlarından ayrıldı.
Sarışın olan diğer kızın kolunu tutup farkında olmadan sıkmaya başladı. “Oda servisini ben yapacağım Shley.”

Aşk Çarpar Gönül Kayar 15.Bölüm



“Şimdi bana neler olduğunu hemen anlatıyorsun küçük hanım.” Emily sertçe alt dudağını ısırdı. Ablasının kolundan çıkıp merdivenleri önden tırmanmaya başladı. “Ne dediğin hakkında hiç bir fikrim yok.”
Hailey üst katta ona yetişip az önceki işlemi bu sefer kalçasında uyguladı. İşe yaramıştı. Aldığı cevap önce hafif bir çığlık ve ardından gelen sessiz bir itiraftı.
“Terkedildim”
İtirafı yaptığı sırada koridordan gelen bir sesle iki kadında olduğu yerde sıçradı. Sadece bir saniye sonra Emily sesin geldiği tarafa doğru dönüp şaşkınlık içinde baktı ve ayaklarını yerden kesen mutluluk dolu bir çığlık attı. “Aman Tanrım amca, burada olduğunu bilmiyordum!”
Christian Hebert kolları açık vaziyette küçük yeğenine doğru ilerlerdi. Konuşmaya başladığında sesine her zamanki o muzip tını yerleşmişti. “Bu fırsatı kaçıramazdım hayatım. Sanırım artık vakti geldi. Kendime uygun bir eş bakmak için can atıyorum.“
Emily, ablasına daha önce söylemediği için hesap soran sitem dolu bir bakış attıktan sonra babasının aksine her zaman sevgisini cömertçe sunmayı bilen amcasına büyük bir coşkuyla sarıldı. “Seni gördüğüme çok sevindim, hala berbat derecede yakışıklı görünüyorsun.”
Christian Hebert altta kalmaktan memnuniyet duymayan bir adamdı. “Sen de hala berbat derecede yalan söylüyorsun.” diyerek bu konudaki iddiasını da sürdürdü. Kucaklaşmaya kaldıkları yerden bir süre daha devam ettiler. Emily bu gün olabilecek en güzel şeyle karşılaştığı için içten içe şükretti. Christian Amca ailede en sevdiği kişilerden biriydi. Onu en son üç sene önce Hailey’in düğününde görmüştü. Amcası ile birlikte çok anılarının olmamasına her zaman üzülmüştü. Kanada’ya, köklerine nadiren ziyaret yapan bir adamdı. Emily küçüklüğünden beri bunun böyle yürüdüğünü hatırlıyordu. Sebebi çok eskilere dayanan bir aile sırrından kaynaklanmaktaydı. Önemli tarihlerde her zaman ailesinin yanında olan bu adam sonrasında kimseye veda etmeden sessizce giderdi, tıpkı ilk gittiği gece de olduğu gibi...
Kokusunu içine çekmeye devam ederken yağmurun hiç dinmediği bir gecede büyükannesinin bıçak gibi keskin sözlerini hatırladı. Altı yedi yaşlarındayken kütüphanenin aralık kapısından onları izlemişti. Babası geniş bir koltukta oturuyor, büyükannesi ise ayakta karşısında dikilen en büyük oğlunu azarlıyordu.
“Aileni bir fahişeye tercih edemezsin Christian. Burada toprakların, mülkün ve dahası bir karın var.”
“Umurumda değil onu seviyorum. Ben senin gibi, Dylan gibi değilim. Bu topraklara diri diri gömülmeyeceğim.”
“Baban bu günleri görebilseydi eğer eminim bugün ölürdü. Soyumuza bir hakaretsin sen. Hemen çık git bu evden, tek bir çöp bile almadan çık git Christian.” Büyükannesinin parmağı şimdi arasından baktığı kapıyı işaret ediyordu. Emily’nin gizlice izlediği bu konuşmadan sonra amcası önce kütüphaneden sonra da büyük bir hızla malikâneden ayrılmıştı. Emily bahçe kapısına kadar onun peşinden koşmuştu. “Chris Amca gitme!”
Gitmişti, bahçe kapısının demir parmaklıklarına başını dayamış ve boşalırcasına yağan yağmurun altında onun gözden kayboluşunu izlemişti. Bir hafta sonra da karısı, Emily’nin hep sessiz bir kadın olarak hatırladığı Samantha Hebert kendini evin geniş avlusundaki ağaca asmıştı. Kimilerine göre bu basit bir intihar kimilerine göre ise bölgedeki Hebert’lara düşman olan sayılı toprak sahiplerinin işlemiş olabileceği bir cinayetti fark etmez, olayın ardından o dev ağaç kesilmiş ve yerine zengin mülk sahiplerinin yaptırdığı günün modası olan mermer havuzlardan biri yaptırılmıştı. Tam yirmi yıl önce Christian Hebert dönemi kapanmış ve bıraktığı tahta babası Dylan Hebert geçmişti. Otoritesi, sağduyusu ve beklenmedik zamanlarda yaptığı hamlelerle topraklarını bugünkü sınırlara kadar dayamayı bilmişti.
On yıl sonra geri döndüğünde ise Kaitly Hebert çevreye karşı hep söylediği yalanı en büyük oğlu yanındayken bir kez daha tekrarlamıştı. Karısının ölümünü kabullenemeyip ülkeden ayrılmış ama asla ailesini unutmamıştı. Tüm iradeyi kardeşine bırakıp acısını yaşamak için uzaklaşmıştı. Ve o günden sonra Christian Hebert bölgedeki en sadık adam olarak anılmıştı. Amcası ile evlenmek isteyen kadınların sayısı kısa bir süre içinde elliyi kişiyi aşmıştı.
Emily o yıl gizlice yaptığı üniversite başvurusunu artık saklamamaya karar vermişti. Biliyordu ki; bir gün o da bu topraklarda en gözü kara kadın olarak anılacaktı.
Hailey yanlarına gelip amcasının diğer koluna atıldı. “Hey, bana da yer bırak Emily.”
Bu genç kadını daldığı düşten uyandırıp kendine getirmişti. “Kıskanç” dedi.
“Berbat yalancı”
“Sensin o”
“Aslında haklısın, aşama kaydediyorsun. Baksana şu ana kadar babamlardan terkedildiğini saklamayı başardın.”
“Bunu bir daha yüksek sesle söylersen seni öldürürüm.”
Christian Hebert güçlü bir kahkaha attıktan sonra iki yeğenini de alnından öpüp göğsüne bastırdı. “İkiniz de hala bahçede peşimden koşturan o küçük kız çocuklarından farksızsınız.”
Emily başını kaldırıp amcasının yüzüne bir kez daha uzun uzun baktı. Babası asla böyle şımarmalarına izin vermezdi. Onlara sarılmaz ve onları kendi kriterlerinde mevcut olan asil başarılardan birine ulaşmadıkça öpmezdi.
“Pekâlâ, şu terkedilme olayı nedir?” Bakışları birbirine bakan iki kardeşin arasında gidip geldikten sonra ekledi. “Eee, karar verildi mi? Hanginiz anlatacak?”
Hailey bir adım gerileyip olduğu yerde zıpladı. “Ben anlatırım.”
“Hailey!” Emily uzanıp onun koluna sertçe vurdu. Ama bu uslanmaz ablasını yola getirmemişti. “Jack Emily’i terk etmiş, hem de son törene sayılı günler kala.”
“Sen susacak mısın? Şuna bak amca, koca bir kadın oldu ama hala çocuk gibi davranıyor.”
“Emily! Hailey! Odanıza hemen!” Merdivenlerin başında duran babalarının sesiyle bir kez daha oldukları yerde sıçradılar.
“Ba-ba?” Emily daha çok soru sorar gibi hitap etmişti. Bir şey duydun mu baba der gibi. Beklenen cevap gelmeyince dönüp hızlı ve sessiz adımlarla odalarına girdiler.
Dylan Hebert bakışlarını kaçırmadan karşısında dikilmeye devam eden ağabeyinin yanına doğru ilerledi. Uzun zamandır artık hangisinin büyük kardeş olduğu belli değildi.
Uyarıcı bir ses tonuyla konuştu. “Umarım bu seferki ziyaretin uzun sürmez Christian.”
Christian cevap vermek yerine tek bir duygu belirtisi bile göstermeden usulca yanından geçip gitti...
❥❥❥❥❥
Marc ve John arkalarında kalan metal merdivenden çıkan ayak sesleriyle silahlarına sarılıp oldukları yerde seri bir hareketle döndüler. Şimdi iki namlunun ucunda da tek bir kişi dikilmekteydi.
İlk konuşan John olmuştu. “Şef!”
Mason Carter sigarasını yere atıp ayağıyla ezdikten sonra güçlü bir alkış tutturdu. John göz ucuyla Marc Anderson’a baktığında genç adamın da şaşkın gözlerle kendisine baktığını gördü.
“Yanlış anlamayın kendimi alkışlıyorum. FBI’ın en aptal ajanlarından oluşan bir ekibi idare ediyorum.”
Marc silahını indirip kılıfına yerleştirdi. “Şef biz...”
“Sana evi araman için izin verdim altını üstüne getirmen için değil.”
“Ben sadece...”
“Kapa çeneni Anderson” Bakışlarını diğer tarafta elinde silahla dikilen John’a çevirdi.
“Ajan Parker siz dünden beri nerelerdeydiniz?”
Merdivenden gelen hareketlilikle üç adam da bakışlarını kapı girişine çevirdi. Arabada daha fazla beklemeye dayanamayan Sophia merdivenlerden yavaşça inerken üç adamın da yüzünü tek tek inceledi. Son basamağa geldiğinde ise Mason eliyle onun da aptal ekip arkadaşlarının yanına geçmesini işaret etti. Genç kadın ikisinin arasına geçince John az önce kendisine yöneltilen soruyu cevaplamaya girişti. “Şef ben dün tüm gün iz peşindeydim. Jack Peterson’un kim olduğunu öğrendim. Adam Boston’lu dolandırıcının tekiymiş.”
“Yeter!” Bir kaç adım ilerleyip üçlünün tam önünde durdu. “Ben sana ne dedim? O kadından uzak duracaksın dedim. Sen ne yaptın?”
John söylediklerinin Carter tarafından anlaşılmadığına emindi. “Sana o adamın izini buldum diyorum...”
“Haddini bil Parker, ben bu ekibin şefiyim ve yediğiniz her boktan haberim üstten duyduklarım sayesinde oluyor.”
Sophia herkesi sakinleştirmek adına söze karıştı. “Şef biz sadece elle tutulur bir delille karşınıza çıkmak istedik, beklememizin sebebi de buydu.”
“Bu mu bulduğunuz delil?” Eliyle arkalarında duran duvarı işaret etti. “Ben en iyi adamımın pisliğini örtmeye çalıştıkça dosyayı eşeleyip duruyorsunuz. Siz bu adamın suçunu ne zaman içinize sindireceksiniz? FBI’ın içinde bir hain olduğu ortaya mı çıksın istiyorsunuz, dağıtsınlar mı hepimizi?”
John sol tarafındaki duvara güçlü bir yumruk geçirdi. “Ray katilse niye bu kadar araştırma yapsın? Bu duvarda yazan saçmalıklar ne?”
Mason Carter derin bir nefes aldı ve birkaç saniye tuttuktan sonra hızlıca bıraktı. “Anlaşıldı.” dedi, fakat birbirine bakan üç kişi de hiç bir şey anlamamıştı.
“Sen Sophia, bir daha öğrendiğin tek bir delili bile anında benimle paylaşmazsan kendini masa başı işinde sicil dosyalarını düzenlerken bulursun.” Genç kadın gözlerini irice açıp gözyaşlarını tutmaya çabaladı.
“Sophia’nın bir suçu yok ona ben...”
“Kapa çeneni Parker”
Garajın içinde bir kaç adım ilerleyip Marc’ın burnunun dibinde durdu. “Sen Anderson, seni bana şantaj yapmaya kalktığı ilk gün Washington’a postalamam gerekirdi. Yeni yetme bir ajan kalkmış bana kafa tutuyor. Baban iyi bir ajandı ve bir çatışmada öldü. Bunu bir an önce kabul etsen senin için iyi olur. Bu sana ilk ve son uyarım yoksa atandığın ilk dosyadaki işlediğin bu suç ile kariyerin başlamadan biter. Quantico’da ajan eğitmenliğinden öteye gidemezsin!”
Genç adam soğuk nefesi her kelimede yüzünde hissetmişti. Başını belli belirsiz salladığında Mason ilgisini ondan da çekti ve asıl zor olan konuşmayı yapacağı kişiye yöneltti. Ona doğru yaklaşırken içinde bir biri içine geçmiş sayısız duygu barındırıyordu. Hangisinin baskın olduğuna karar vermek için çabalarken elindeki büyük taşlı yüzükle oyalandı.
“Beni en çok sen hayal kırıklığına uğrattın John. Sana o kadar güveniyordum ki! Yanımda olacağına, Ray konusunda bana destek olacağına...” Yutkunup konuşmaya devam etmeye çabaladı. “Sen tanıdığım en aklı başında ajanlardan biriydin. Beni yanılttın.” Elindeki yüzüğü öfke ile çevirmeye devam etti. “Yönetimin kararı belli, seni uyardım fakat geldiğimiz noktaya bakılırsa beni hiç ciddiye almadığın ortada. Evlat şu dakika itibariyle açığa alındın. Sadece bu değil hiç bir dosyada hakkındaki soruşturman sona erene kadar görev almayacaksın.”
“Ne?” John başka bir dilde konuştuğunu sandığı adamın yüzüne dikkatle baktı, başka bir dili konuşursa nasıl olup da onu anlayabiliyordu ki. “Şef ben sadece gerçeğe ulaşmak istedim.”
“Üzgünüm John, bu cinayetlerde parmağın olabileceği bile söz konusu.”
Çıldırmak üzere olduğunu hissediyordu. Kafasından gelen uğultuyu bastırmaya çalıştı. “Anlamadım na-nasıl?”
“Rozetini ve silahını ver evlat.”
Marc iki adamın arasına girdi. “Bak burada olanlarla ilgiliyse bir şey olmadı, aramızda bir mesele vardı ve...”
Mason Carter onu kaile bile almayarak son sözünü tekrarladı. “Rozetini ve silahını ver.”
John karşısındaki gözlere öfkeyle bakarken usulca ceketinin cebindeki rozete uzanıp çıkardı ve diğer elinde hala silah tutan avucuna koydu. Arkasını dönüp bir zamanlar sağ ve ortağı olan adamın gizli odasına doğru ilerledi.
Duyduğu uğultuların sesi o kadar şiddetlenmişti ki; gerisinde kalan üç kişinin konuşmalarını artık duyamaz hale gelmişti.
Bu cinayetlerde parmağın olabileceği bile söz konusu.
Kim olduğunu henüz bilmediği birileri girdikleri o delikte bir düğmeye basmışlardı. Çarkın sadece kendilerine dönmesini sağlayan bir düğmeye... Ve evet onlara doğru dönüyordu işte, şimdilik, kim olduklarını bilmiyordu, şimdilik...
Küçük ahşap masanın üzerine tüm varlığını bırakır gibi hiddetle bıraktı elindekileri. Arkasını dönmeden önce başını kaldırıp tahtadaki iki kadın fotoğrafına, etrafında alınan tüm notlara son kez baktı, tüm görüntüyü hafızasına yazmak istercesine.
Ve sonra iki resimden aşağı doğru çizilen iki okun kesiştiği noktaya...
Okuduğu kelimeyi önce aklına yazdı.
Hayır, artık yazmayacaktı, çıkmayacak en derindeki hücrelerine büyük bir titizlikle kazıyacaktı. Ölse bile aklında tek o isim kalacaktı.
İki okun ucunda sadece bir isim yazıyordu, büyük harflerle yazılmış ve altı iki kez çizilmiş bir isim, bir takma ad, Ray’in gelebildiği son nokta.
John’un artık adı gibi emin oldu tek şey, Ray’in onun kim olduğunu öğrenmiş olduğuydu. Öğrenmiş ve bu yüzden öldürülmüştü.
Yazan kelimeyi içinde parçalara ayırarak sayısız kere tekrarladı.
Postacı, postacı, postacı
❥❥❥❥❥
Emily odaya girdiklerinden beri yaptığı üzere başını ellerinin arasına almış vaziyette oturmaya devam ediyordu. “Ben şimdi ne yapacağım?”
Hailey başını gardolaptan çıkarıp gülümsedi. “Bence topuz yap, sana yakışıyor.”
Genç kadın derin bir iç çekip karşısındaki aynada uzun uzun kendisini seyretti. Solgun görünüyordu, bir zamanlar sahip olduğu o ışıltıdan yüzünde eser yoktu. Emily ne kadar sonra aynada arkasında durmuş elindeki elbise ile dikilen ablasını fark etti.
“Bence bu ilk gece için oldukça iyi bir seçim, sana çok yakışacak. Sen ne dersin?” Emily onun üzerine tuttuğu siyah elbiseye boş gözlerle baktı.
Birini göndereceğini söylemişti. Kendisine yardım edeceğine söz vermişti. Acaba arayıp ne zaman göndereceğini sormalı mıydı? Bir dakika... Neden arıyordu ki, kendisinden yardım isteyen oydu! O aramalıydı. Evet, kesinlikle onun aramasını bekleyecekti.
“Emily, sevgili kardeşim, Dünya’ya dön artık!”
“Ne?”
“Kafandan neler geçiyor senin?” Emily kafasından geçenleri bilse ablasının ne tepki vereceğini düşündü. “Yok bir şey ben iyiyim, evet o elindeki elbise harika bir seçim.” Konuyu hızla geçiştirip giyinmek üzere ayağa kalktı. Ablasının elinde tuttuğu elbiseye uzanmıştı ki; Hailey arkasına saklayarak bir kaç adım geriledi.
“Anlat” dedi.
“Neyi, anlatacak bir şey yok ver şunu, geç kalacağız!”
Odadaki yataklardan birinin üzerine çıkan Hailey bu konudaki ısrarını sürdürdü. “Ya bana neler olduğunu en başından anlatırsın ya da...”
Emily elbiseye uzanmak için zıplarken cevapladı. “Ya da ne?”
“Ya da aşağı inip babamlara her şeyi anlatırım, zaten amcam yüzünden cinleri tepesinde.”
”Yapamazsın!”
“Öyle bir yaparım ki aklın şaşar.”
Hailey’in tehdidi işe yaramıştı. Emily aniden zıplamayı kesip ölümcül bakışlarının altından kendini arkasındaki yatağa attı. Gözlerini beyaz yüksek tavana sabitlenmişti.
“Biri var.” dedi. İşte o an Hailey’de üzerinde zıpladığı yatağa kendini bırakıp sessizce kardeşini dinledi.
“Bana yardım edeceğini söyleyen biri” Bakışlarını sabitlediği noktadan çekmeden isteksizce gülümseyip omuz silkti. “Sıkı dur o bir ajan.”
“Aman Tanrım! Yoksa şu gazetelerde çıktığın yakışıklı herif mi?” Hailey başını kaşırken sesli düşünmeye de devam etti. “Ama onun sadece bir reklam olduğunu söylemiştin?” Kulaklarını işaret etti. “Kulaklarımla duydum, o gün hani şu basın toplantısında...”
Derin bir nefes verdikten sonra cevapladı. “Öyle söylemek zorunda kaldım!”
Hailey sorusunu elindeki en yeni elbisesini yatağın kenarına vurduğunun farkında bile olmadan heyecanla yöneltti. “Peki ama neden?”
Emily başını tavandan çevirip karşı yatakta meraklı gözlerle ağzından çıkacak olan cevabı sabırsızlıkla bekleyen ablasına çevirdi. “FBI öyle istedi.”
Hailey öyle bir çığlık atmıştı ki; odaya birinin koşup girmemesi mucizeydi.
“Ne yapıyorsun, herkesi başımıza mı toplamak istiyorsun?”
“Ah Affedersin! Sadece bir an boş bulundum. Se-sen az önce FBI mı dedin?”Emily başını evet anlamında salladı.
“Aman Tanrım, bu şey, bu çok heyecanlı.” Elindeki elbiseyi dişlemeye devam ederken ekledi. “Çok baştan çıkarıcı”
“Bir cinayet dosyasında yollarımız kesişti. Ortağının ölümünü araştırıyor.”
“Ah! Ne cesurca.”
“Hailey dedim.”
“Tamam tamam sustum”
“Şüphelilerin arasında Jack’ de var.”
“Zaten o kravatlı züppeyi, hiç bir zaman sevmemiştim.”
“Ve korkarım Bay Parker haklı, Jack karanlık biri.”
Hailey elbiseyi boynuna atkı gibi dolarken bir yandan da sorularına devam etti. “Adı Parker mı?”
“Adı John”
“Ne yani, ona soyadıyla mı hitap ediyorsun? Onca şey yaşadıktan sonra...”
“Biz hiç bir şey yaşamadık, sana dediğim gibi sadece kötü bir tesadüf sonucu karşılaştık. Ben her zaman Bayan Hebert, o da daima Bay Parker olacak. Bu böyle… Sonsuza kadar da böyle kalacak...”
“Ay, tıpkı şu yazdığın kitaplardaki adamlar gibi…”
“Onu tanısaydın emin ol bu lafı ettiğine pişman olurdun. Onun o kaba, kendini beğenmiş tavırları, insanı küçümser bakışları. Ya o kıyafetlerine ne demeli, bak aklıma geldikçe bile kötü oluyorum. Küçükken tesadüf eseri ormanda bulunup medeniyete bırakılmış gibi.” Onu kelepçelediği gün aklına geldiğinde ise sözlerini öfkeyle sürdürdü. “Ne yaparsa yapsın kanında hep bir hayvanlık var.”
“Peki madem bu kadar kötü biri, bu adamdan beklediğin yardım ne?”
Emily yatakta doğruldu, dağınık saçlarını zaman kazanmak istercesine yavaş hareketlerle yüzünden çekti. Ve sonra sırrını rutin yaptıkları bir şeyden bahsedercesine sıradan bir tonda dile getirdi. “Bana sahte bir koca adayı bulacak!”
Hailey’in attığı ikinci çığlıkta tüm ev halkı bulundukları odaya toplanmıştı…
❥❥❥❥❥
John elindeki mama dolu kabı yere bıraktıktan sonra koltuğa kuruldu. Alice bir saniye sonra koşup büyük bir iştahla yemeğe koyulmuştu. Ağzına aldığını çiğnerken sahibine minnetle bakıyor, kuyruğunu da mutlulukla sallamaya devam ediyordu. “Aferin sana kızım”
Kahvesini eline alıp yudumlamaya başladı. Televizyonda her zamanki ratingi tavan yapan saçma talk showlardan biri yayınlanıyordu. Şuan Peterson denilen herifin ensesine silahını doğrultuyor olması gerekirken tek yapabildiği televizyona kumandayı doğrultmaktı. Bu canını fena halde sıkıyordu. John kapı çaldığında Alice ile göz göze geldi. Hayvan yemeğini bırakıp kapıya doğru koştu. Arka arkaya havlamaya başladığında John elini yastığın arkasına sokup usulca silahını çıkardı. FBI’ın üst düzey yapıda profesyonel silahlarından biri olmasa da üzerine kayıtlı silahı da iyi bir iş çıkarır kalibreye sahipti. Çıplak ayakları ile kapıya ulaşıp delikten baktı ardından gelenden hiç memnun olmadığını belirtir bir ifade ile homurdandı. Homurtusu Alice’yi bile bastırmıştı.
Kapıyı hızla açıp silahının ucu ile kafasını kaşıdı. “Burada ne işin var?”
“Sana yemek getirdim.” Marc izin istemeden içeriye dalınca John sıktığı yumruğunu ağzına götürdü. Bu herifi öldüreceğim! Alice ise yemek getiren herkese duyduğu minnetle adamın peşinden salona koşmuştu bile.
“Şirin bir evin varmış.” Marc çalışma masasına paket yemekleri çıkardıktan sonra arkasını döndü ve önünde dili dışarıda onu büyük bir dikkatle izleyen sevimli tüy torbasını gördü. Eğilip kafasını okşarken “Ve şirin bir köpeğin” diyerek iltifatını sürdürdü. “Adı ne?”
Cevap gelmedi. John kollarını kavuşturmuş salonun kapısında dikilmeye devam ediyordu. Marc başını kaldırıp ona bakınca öğrenmek için yanıp tutuştuğu soruyu tekrar sordu. “Burada ne işin var Anderson?”
“Pekâlâ, düşündüm ve sen haklı olabilirsin yani Ray Allen konusunda. Allen’in gizli çalışma odasını inceledim. Bir katilden çok katilin peşindeki biri gibi gözüküyor.”
“Yani?” John kapıdan ayrılıp ona doğru yaklaştı.
“Yani, birlikte çalışabiliriz. İkimizin de kaybedecek hiç bir şeyi yok. Sen zaten açığa alındın mesleğin askıda ve ben bu dosyadan sonra ajan olmasam da olur ve son olarak ikimizde gerçek katili bulmak istiyoruz.”
John odanın içinde hem gezinmeye hem de düşünmeye başladı. “Sen Lucas Anderson’u tanıyorsun, ben Ray Allen’i.”
“Aynen öyle, bu iki eski ortak, aynı türde seri cinayetleri çözerken öldürüldü. Bu bir tesadüf mü?”
John sırıttı. “Asla”
Marc da sırıttı ve ardından elini karşısındaki adama doğru uzattı. “Bu işte güvendiğim tek ortağım olur musun Ajan Parker? Bir başkasına değil sana geldim çünkü ortağın için neler yapabildiğini gördüm ve işin aslı kıçımı kollayacak senin gibi birine ihtiyacım var.”
John çok düşünmeden onun uzattığı eli tüm gücüyle sıktı. Bir gece de iki adamın düşünceleri de kökünden değişmişti.
Artık biliyordu, Ray Allen aslında babasının gerçek katili değildi.
Artık biliyordu, Marc Anderson içlerindeki gerçek hain değildi.
Ve yaklaşık dört saat uzaklıktaki mesafede bulunan görgüsüz Brooks’lara ait balo salonunun girişinde Emily babası Dylan Hebert’ın hemen yanında ev sahiplerini selamlamak üzere sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Genç kadın çalan telefonu ile çantasına uzandı. Telefonundaki kısa mesajın sahibini görünce ekrana inanamayan gözlerle baktı.
“Bayan Hebert, ben Ajan Parker, size eşlik etmesi için görevlendiğim ajan yola çıktı. Yarın gece yanınızda hazır olacaktır. Kendisini sizin zevk ve tuhaf tarzınıza göre titizlikle seçtiğimi belirtmek isterim. Sizin için bu sezonun güzel geçmesini umut ediyorum. Hoşçakalın… J.P.”