3 Şubat 2015 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 15.Bölüm



“Şimdi bana neler olduğunu hemen anlatıyorsun küçük hanım.” Emily sertçe alt dudağını ısırdı. Ablasının kolundan çıkıp merdivenleri önden tırmanmaya başladı. “Ne dediğin hakkında hiç bir fikrim yok.”
Hailey üst katta ona yetişip az önceki işlemi bu sefer kalçasında uyguladı. İşe yaramıştı. Aldığı cevap önce hafif bir çığlık ve ardından gelen sessiz bir itiraftı.
“Terkedildim”
İtirafı yaptığı sırada koridordan gelen bir sesle iki kadında olduğu yerde sıçradı. Sadece bir saniye sonra Emily sesin geldiği tarafa doğru dönüp şaşkınlık içinde baktı ve ayaklarını yerden kesen mutluluk dolu bir çığlık attı. “Aman Tanrım amca, burada olduğunu bilmiyordum!”
Christian Hebert kolları açık vaziyette küçük yeğenine doğru ilerlerdi. Konuşmaya başladığında sesine her zamanki o muzip tını yerleşmişti. “Bu fırsatı kaçıramazdım hayatım. Sanırım artık vakti geldi. Kendime uygun bir eş bakmak için can atıyorum.“
Emily, ablasına daha önce söylemediği için hesap soran sitem dolu bir bakış attıktan sonra babasının aksine her zaman sevgisini cömertçe sunmayı bilen amcasına büyük bir coşkuyla sarıldı. “Seni gördüğüme çok sevindim, hala berbat derecede yakışıklı görünüyorsun.”
Christian Hebert altta kalmaktan memnuniyet duymayan bir adamdı. “Sen de hala berbat derecede yalan söylüyorsun.” diyerek bu konudaki iddiasını da sürdürdü. Kucaklaşmaya kaldıkları yerden bir süre daha devam ettiler. Emily bu gün olabilecek en güzel şeyle karşılaştığı için içten içe şükretti. Christian Amca ailede en sevdiği kişilerden biriydi. Onu en son üç sene önce Hailey’in düğününde görmüştü. Amcası ile birlikte çok anılarının olmamasına her zaman üzülmüştü. Kanada’ya, köklerine nadiren ziyaret yapan bir adamdı. Emily küçüklüğünden beri bunun böyle yürüdüğünü hatırlıyordu. Sebebi çok eskilere dayanan bir aile sırrından kaynaklanmaktaydı. Önemli tarihlerde her zaman ailesinin yanında olan bu adam sonrasında kimseye veda etmeden sessizce giderdi, tıpkı ilk gittiği gece de olduğu gibi...
Kokusunu içine çekmeye devam ederken yağmurun hiç dinmediği bir gecede büyükannesinin bıçak gibi keskin sözlerini hatırladı. Altı yedi yaşlarındayken kütüphanenin aralık kapısından onları izlemişti. Babası geniş bir koltukta oturuyor, büyükannesi ise ayakta karşısında dikilen en büyük oğlunu azarlıyordu.
“Aileni bir fahişeye tercih edemezsin Christian. Burada toprakların, mülkün ve dahası bir karın var.”
“Umurumda değil onu seviyorum. Ben senin gibi, Dylan gibi değilim. Bu topraklara diri diri gömülmeyeceğim.”
“Baban bu günleri görebilseydi eğer eminim bugün ölürdü. Soyumuza bir hakaretsin sen. Hemen çık git bu evden, tek bir çöp bile almadan çık git Christian.” Büyükannesinin parmağı şimdi arasından baktığı kapıyı işaret ediyordu. Emily’nin gizlice izlediği bu konuşmadan sonra amcası önce kütüphaneden sonra da büyük bir hızla malikâneden ayrılmıştı. Emily bahçe kapısına kadar onun peşinden koşmuştu. “Chris Amca gitme!”
Gitmişti, bahçe kapısının demir parmaklıklarına başını dayamış ve boşalırcasına yağan yağmurun altında onun gözden kayboluşunu izlemişti. Bir hafta sonra da karısı, Emily’nin hep sessiz bir kadın olarak hatırladığı Samantha Hebert kendini evin geniş avlusundaki ağaca asmıştı. Kimilerine göre bu basit bir intihar kimilerine göre ise bölgedeki Hebert’lara düşman olan sayılı toprak sahiplerinin işlemiş olabileceği bir cinayetti fark etmez, olayın ardından o dev ağaç kesilmiş ve yerine zengin mülk sahiplerinin yaptırdığı günün modası olan mermer havuzlardan biri yaptırılmıştı. Tam yirmi yıl önce Christian Hebert dönemi kapanmış ve bıraktığı tahta babası Dylan Hebert geçmişti. Otoritesi, sağduyusu ve beklenmedik zamanlarda yaptığı hamlelerle topraklarını bugünkü sınırlara kadar dayamayı bilmişti.
On yıl sonra geri döndüğünde ise Kaitly Hebert çevreye karşı hep söylediği yalanı en büyük oğlu yanındayken bir kez daha tekrarlamıştı. Karısının ölümünü kabullenemeyip ülkeden ayrılmış ama asla ailesini unutmamıştı. Tüm iradeyi kardeşine bırakıp acısını yaşamak için uzaklaşmıştı. Ve o günden sonra Christian Hebert bölgedeki en sadık adam olarak anılmıştı. Amcası ile evlenmek isteyen kadınların sayısı kısa bir süre içinde elliyi kişiyi aşmıştı.
Emily o yıl gizlice yaptığı üniversite başvurusunu artık saklamamaya karar vermişti. Biliyordu ki; bir gün o da bu topraklarda en gözü kara kadın olarak anılacaktı.
Hailey yanlarına gelip amcasının diğer koluna atıldı. “Hey, bana da yer bırak Emily.”
Bu genç kadını daldığı düşten uyandırıp kendine getirmişti. “Kıskanç” dedi.
“Berbat yalancı”
“Sensin o”
“Aslında haklısın, aşama kaydediyorsun. Baksana şu ana kadar babamlardan terkedildiğini saklamayı başardın.”
“Bunu bir daha yüksek sesle söylersen seni öldürürüm.”
Christian Hebert güçlü bir kahkaha attıktan sonra iki yeğenini de alnından öpüp göğsüne bastırdı. “İkiniz de hala bahçede peşimden koşturan o küçük kız çocuklarından farksızsınız.”
Emily başını kaldırıp amcasının yüzüne bir kez daha uzun uzun baktı. Babası asla böyle şımarmalarına izin vermezdi. Onlara sarılmaz ve onları kendi kriterlerinde mevcut olan asil başarılardan birine ulaşmadıkça öpmezdi.
“Pekâlâ, şu terkedilme olayı nedir?” Bakışları birbirine bakan iki kardeşin arasında gidip geldikten sonra ekledi. “Eee, karar verildi mi? Hanginiz anlatacak?”
Hailey bir adım gerileyip olduğu yerde zıpladı. “Ben anlatırım.”
“Hailey!” Emily uzanıp onun koluna sertçe vurdu. Ama bu uslanmaz ablasını yola getirmemişti. “Jack Emily’i terk etmiş, hem de son törene sayılı günler kala.”
“Sen susacak mısın? Şuna bak amca, koca bir kadın oldu ama hala çocuk gibi davranıyor.”
“Emily! Hailey! Odanıza hemen!” Merdivenlerin başında duran babalarının sesiyle bir kez daha oldukları yerde sıçradılar.
“Ba-ba?” Emily daha çok soru sorar gibi hitap etmişti. Bir şey duydun mu baba der gibi. Beklenen cevap gelmeyince dönüp hızlı ve sessiz adımlarla odalarına girdiler.
Dylan Hebert bakışlarını kaçırmadan karşısında dikilmeye devam eden ağabeyinin yanına doğru ilerledi. Uzun zamandır artık hangisinin büyük kardeş olduğu belli değildi.
Uyarıcı bir ses tonuyla konuştu. “Umarım bu seferki ziyaretin uzun sürmez Christian.”
Christian cevap vermek yerine tek bir duygu belirtisi bile göstermeden usulca yanından geçip gitti...
❥❥❥❥❥
Marc ve John arkalarında kalan metal merdivenden çıkan ayak sesleriyle silahlarına sarılıp oldukları yerde seri bir hareketle döndüler. Şimdi iki namlunun ucunda da tek bir kişi dikilmekteydi.
İlk konuşan John olmuştu. “Şef!”
Mason Carter sigarasını yere atıp ayağıyla ezdikten sonra güçlü bir alkış tutturdu. John göz ucuyla Marc Anderson’a baktığında genç adamın da şaşkın gözlerle kendisine baktığını gördü.
“Yanlış anlamayın kendimi alkışlıyorum. FBI’ın en aptal ajanlarından oluşan bir ekibi idare ediyorum.”
Marc silahını indirip kılıfına yerleştirdi. “Şef biz...”
“Sana evi araman için izin verdim altını üstüne getirmen için değil.”
“Ben sadece...”
“Kapa çeneni Anderson” Bakışlarını diğer tarafta elinde silahla dikilen John’a çevirdi.
“Ajan Parker siz dünden beri nerelerdeydiniz?”
Merdivenden gelen hareketlilikle üç adam da bakışlarını kapı girişine çevirdi. Arabada daha fazla beklemeye dayanamayan Sophia merdivenlerden yavaşça inerken üç adamın da yüzünü tek tek inceledi. Son basamağa geldiğinde ise Mason eliyle onun da aptal ekip arkadaşlarının yanına geçmesini işaret etti. Genç kadın ikisinin arasına geçince John az önce kendisine yöneltilen soruyu cevaplamaya girişti. “Şef ben dün tüm gün iz peşindeydim. Jack Peterson’un kim olduğunu öğrendim. Adam Boston’lu dolandırıcının tekiymiş.”
“Yeter!” Bir kaç adım ilerleyip üçlünün tam önünde durdu. “Ben sana ne dedim? O kadından uzak duracaksın dedim. Sen ne yaptın?”
John söylediklerinin Carter tarafından anlaşılmadığına emindi. “Sana o adamın izini buldum diyorum...”
“Haddini bil Parker, ben bu ekibin şefiyim ve yediğiniz her boktan haberim üstten duyduklarım sayesinde oluyor.”
Sophia herkesi sakinleştirmek adına söze karıştı. “Şef biz sadece elle tutulur bir delille karşınıza çıkmak istedik, beklememizin sebebi de buydu.”
“Bu mu bulduğunuz delil?” Eliyle arkalarında duran duvarı işaret etti. “Ben en iyi adamımın pisliğini örtmeye çalıştıkça dosyayı eşeleyip duruyorsunuz. Siz bu adamın suçunu ne zaman içinize sindireceksiniz? FBI’ın içinde bir hain olduğu ortaya mı çıksın istiyorsunuz, dağıtsınlar mı hepimizi?”
John sol tarafındaki duvara güçlü bir yumruk geçirdi. “Ray katilse niye bu kadar araştırma yapsın? Bu duvarda yazan saçmalıklar ne?”
Mason Carter derin bir nefes aldı ve birkaç saniye tuttuktan sonra hızlıca bıraktı. “Anlaşıldı.” dedi, fakat birbirine bakan üç kişi de hiç bir şey anlamamıştı.
“Sen Sophia, bir daha öğrendiğin tek bir delili bile anında benimle paylaşmazsan kendini masa başı işinde sicil dosyalarını düzenlerken bulursun.” Genç kadın gözlerini irice açıp gözyaşlarını tutmaya çabaladı.
“Sophia’nın bir suçu yok ona ben...”
“Kapa çeneni Parker”
Garajın içinde bir kaç adım ilerleyip Marc’ın burnunun dibinde durdu. “Sen Anderson, seni bana şantaj yapmaya kalktığı ilk gün Washington’a postalamam gerekirdi. Yeni yetme bir ajan kalkmış bana kafa tutuyor. Baban iyi bir ajandı ve bir çatışmada öldü. Bunu bir an önce kabul etsen senin için iyi olur. Bu sana ilk ve son uyarım yoksa atandığın ilk dosyadaki işlediğin bu suç ile kariyerin başlamadan biter. Quantico’da ajan eğitmenliğinden öteye gidemezsin!”
Genç adam soğuk nefesi her kelimede yüzünde hissetmişti. Başını belli belirsiz salladığında Mason ilgisini ondan da çekti ve asıl zor olan konuşmayı yapacağı kişiye yöneltti. Ona doğru yaklaşırken içinde bir biri içine geçmiş sayısız duygu barındırıyordu. Hangisinin baskın olduğuna karar vermek için çabalarken elindeki büyük taşlı yüzükle oyalandı.
“Beni en çok sen hayal kırıklığına uğrattın John. Sana o kadar güveniyordum ki! Yanımda olacağına, Ray konusunda bana destek olacağına...” Yutkunup konuşmaya devam etmeye çabaladı. “Sen tanıdığım en aklı başında ajanlardan biriydin. Beni yanılttın.” Elindeki yüzüğü öfke ile çevirmeye devam etti. “Yönetimin kararı belli, seni uyardım fakat geldiğimiz noktaya bakılırsa beni hiç ciddiye almadığın ortada. Evlat şu dakika itibariyle açığa alındın. Sadece bu değil hiç bir dosyada hakkındaki soruşturman sona erene kadar görev almayacaksın.”
“Ne?” John başka bir dilde konuştuğunu sandığı adamın yüzüne dikkatle baktı, başka bir dili konuşursa nasıl olup da onu anlayabiliyordu ki. “Şef ben sadece gerçeğe ulaşmak istedim.”
“Üzgünüm John, bu cinayetlerde parmağın olabileceği bile söz konusu.”
Çıldırmak üzere olduğunu hissediyordu. Kafasından gelen uğultuyu bastırmaya çalıştı. “Anlamadım na-nasıl?”
“Rozetini ve silahını ver evlat.”
Marc iki adamın arasına girdi. “Bak burada olanlarla ilgiliyse bir şey olmadı, aramızda bir mesele vardı ve...”
Mason Carter onu kaile bile almayarak son sözünü tekrarladı. “Rozetini ve silahını ver.”
John karşısındaki gözlere öfkeyle bakarken usulca ceketinin cebindeki rozete uzanıp çıkardı ve diğer elinde hala silah tutan avucuna koydu. Arkasını dönüp bir zamanlar sağ ve ortağı olan adamın gizli odasına doğru ilerledi.
Duyduğu uğultuların sesi o kadar şiddetlenmişti ki; gerisinde kalan üç kişinin konuşmalarını artık duyamaz hale gelmişti.
Bu cinayetlerde parmağın olabileceği bile söz konusu.
Kim olduğunu henüz bilmediği birileri girdikleri o delikte bir düğmeye basmışlardı. Çarkın sadece kendilerine dönmesini sağlayan bir düğmeye... Ve evet onlara doğru dönüyordu işte, şimdilik, kim olduklarını bilmiyordu, şimdilik...
Küçük ahşap masanın üzerine tüm varlığını bırakır gibi hiddetle bıraktı elindekileri. Arkasını dönmeden önce başını kaldırıp tahtadaki iki kadın fotoğrafına, etrafında alınan tüm notlara son kez baktı, tüm görüntüyü hafızasına yazmak istercesine.
Ve sonra iki resimden aşağı doğru çizilen iki okun kesiştiği noktaya...
Okuduğu kelimeyi önce aklına yazdı.
Hayır, artık yazmayacaktı, çıkmayacak en derindeki hücrelerine büyük bir titizlikle kazıyacaktı. Ölse bile aklında tek o isim kalacaktı.
İki okun ucunda sadece bir isim yazıyordu, büyük harflerle yazılmış ve altı iki kez çizilmiş bir isim, bir takma ad, Ray’in gelebildiği son nokta.
John’un artık adı gibi emin oldu tek şey, Ray’in onun kim olduğunu öğrenmiş olduğuydu. Öğrenmiş ve bu yüzden öldürülmüştü.
Yazan kelimeyi içinde parçalara ayırarak sayısız kere tekrarladı.
Postacı, postacı, postacı
❥❥❥❥❥
Emily odaya girdiklerinden beri yaptığı üzere başını ellerinin arasına almış vaziyette oturmaya devam ediyordu. “Ben şimdi ne yapacağım?”
Hailey başını gardolaptan çıkarıp gülümsedi. “Bence topuz yap, sana yakışıyor.”
Genç kadın derin bir iç çekip karşısındaki aynada uzun uzun kendisini seyretti. Solgun görünüyordu, bir zamanlar sahip olduğu o ışıltıdan yüzünde eser yoktu. Emily ne kadar sonra aynada arkasında durmuş elindeki elbise ile dikilen ablasını fark etti.
“Bence bu ilk gece için oldukça iyi bir seçim, sana çok yakışacak. Sen ne dersin?” Emily onun üzerine tuttuğu siyah elbiseye boş gözlerle baktı.
Birini göndereceğini söylemişti. Kendisine yardım edeceğine söz vermişti. Acaba arayıp ne zaman göndereceğini sormalı mıydı? Bir dakika... Neden arıyordu ki, kendisinden yardım isteyen oydu! O aramalıydı. Evet, kesinlikle onun aramasını bekleyecekti.
“Emily, sevgili kardeşim, Dünya’ya dön artık!”
“Ne?”
“Kafandan neler geçiyor senin?” Emily kafasından geçenleri bilse ablasının ne tepki vereceğini düşündü. “Yok bir şey ben iyiyim, evet o elindeki elbise harika bir seçim.” Konuyu hızla geçiştirip giyinmek üzere ayağa kalktı. Ablasının elinde tuttuğu elbiseye uzanmıştı ki; Hailey arkasına saklayarak bir kaç adım geriledi.
“Anlat” dedi.
“Neyi, anlatacak bir şey yok ver şunu, geç kalacağız!”
Odadaki yataklardan birinin üzerine çıkan Hailey bu konudaki ısrarını sürdürdü. “Ya bana neler olduğunu en başından anlatırsın ya da...”
Emily elbiseye uzanmak için zıplarken cevapladı. “Ya da ne?”
“Ya da aşağı inip babamlara her şeyi anlatırım, zaten amcam yüzünden cinleri tepesinde.”
”Yapamazsın!”
“Öyle bir yaparım ki aklın şaşar.”
Hailey’in tehdidi işe yaramıştı. Emily aniden zıplamayı kesip ölümcül bakışlarının altından kendini arkasındaki yatağa attı. Gözlerini beyaz yüksek tavana sabitlenmişti.
“Biri var.” dedi. İşte o an Hailey’de üzerinde zıpladığı yatağa kendini bırakıp sessizce kardeşini dinledi.
“Bana yardım edeceğini söyleyen biri” Bakışlarını sabitlediği noktadan çekmeden isteksizce gülümseyip omuz silkti. “Sıkı dur o bir ajan.”
“Aman Tanrım! Yoksa şu gazetelerde çıktığın yakışıklı herif mi?” Hailey başını kaşırken sesli düşünmeye de devam etti. “Ama onun sadece bir reklam olduğunu söylemiştin?” Kulaklarını işaret etti. “Kulaklarımla duydum, o gün hani şu basın toplantısında...”
Derin bir nefes verdikten sonra cevapladı. “Öyle söylemek zorunda kaldım!”
Hailey sorusunu elindeki en yeni elbisesini yatağın kenarına vurduğunun farkında bile olmadan heyecanla yöneltti. “Peki ama neden?”
Emily başını tavandan çevirip karşı yatakta meraklı gözlerle ağzından çıkacak olan cevabı sabırsızlıkla bekleyen ablasına çevirdi. “FBI öyle istedi.”
Hailey öyle bir çığlık atmıştı ki; odaya birinin koşup girmemesi mucizeydi.
“Ne yapıyorsun, herkesi başımıza mı toplamak istiyorsun?”
“Ah Affedersin! Sadece bir an boş bulundum. Se-sen az önce FBI mı dedin?”Emily başını evet anlamında salladı.
“Aman Tanrım, bu şey, bu çok heyecanlı.” Elindeki elbiseyi dişlemeye devam ederken ekledi. “Çok baştan çıkarıcı”
“Bir cinayet dosyasında yollarımız kesişti. Ortağının ölümünü araştırıyor.”
“Ah! Ne cesurca.”
“Hailey dedim.”
“Tamam tamam sustum”
“Şüphelilerin arasında Jack’ de var.”
“Zaten o kravatlı züppeyi, hiç bir zaman sevmemiştim.”
“Ve korkarım Bay Parker haklı, Jack karanlık biri.”
Hailey elbiseyi boynuna atkı gibi dolarken bir yandan da sorularına devam etti. “Adı Parker mı?”
“Adı John”
“Ne yani, ona soyadıyla mı hitap ediyorsun? Onca şey yaşadıktan sonra...”
“Biz hiç bir şey yaşamadık, sana dediğim gibi sadece kötü bir tesadüf sonucu karşılaştık. Ben her zaman Bayan Hebert, o da daima Bay Parker olacak. Bu böyle… Sonsuza kadar da böyle kalacak...”
“Ay, tıpkı şu yazdığın kitaplardaki adamlar gibi…”
“Onu tanısaydın emin ol bu lafı ettiğine pişman olurdun. Onun o kaba, kendini beğenmiş tavırları, insanı küçümser bakışları. Ya o kıyafetlerine ne demeli, bak aklıma geldikçe bile kötü oluyorum. Küçükken tesadüf eseri ormanda bulunup medeniyete bırakılmış gibi.” Onu kelepçelediği gün aklına geldiğinde ise sözlerini öfkeyle sürdürdü. “Ne yaparsa yapsın kanında hep bir hayvanlık var.”
“Peki madem bu kadar kötü biri, bu adamdan beklediğin yardım ne?”
Emily yatakta doğruldu, dağınık saçlarını zaman kazanmak istercesine yavaş hareketlerle yüzünden çekti. Ve sonra sırrını rutin yaptıkları bir şeyden bahsedercesine sıradan bir tonda dile getirdi. “Bana sahte bir koca adayı bulacak!”
Hailey’in attığı ikinci çığlıkta tüm ev halkı bulundukları odaya toplanmıştı…
❥❥❥❥❥
John elindeki mama dolu kabı yere bıraktıktan sonra koltuğa kuruldu. Alice bir saniye sonra koşup büyük bir iştahla yemeğe koyulmuştu. Ağzına aldığını çiğnerken sahibine minnetle bakıyor, kuyruğunu da mutlulukla sallamaya devam ediyordu. “Aferin sana kızım”
Kahvesini eline alıp yudumlamaya başladı. Televizyonda her zamanki ratingi tavan yapan saçma talk showlardan biri yayınlanıyordu. Şuan Peterson denilen herifin ensesine silahını doğrultuyor olması gerekirken tek yapabildiği televizyona kumandayı doğrultmaktı. Bu canını fena halde sıkıyordu. John kapı çaldığında Alice ile göz göze geldi. Hayvan yemeğini bırakıp kapıya doğru koştu. Arka arkaya havlamaya başladığında John elini yastığın arkasına sokup usulca silahını çıkardı. FBI’ın üst düzey yapıda profesyonel silahlarından biri olmasa da üzerine kayıtlı silahı da iyi bir iş çıkarır kalibreye sahipti. Çıplak ayakları ile kapıya ulaşıp delikten baktı ardından gelenden hiç memnun olmadığını belirtir bir ifade ile homurdandı. Homurtusu Alice’yi bile bastırmıştı.
Kapıyı hızla açıp silahının ucu ile kafasını kaşıdı. “Burada ne işin var?”
“Sana yemek getirdim.” Marc izin istemeden içeriye dalınca John sıktığı yumruğunu ağzına götürdü. Bu herifi öldüreceğim! Alice ise yemek getiren herkese duyduğu minnetle adamın peşinden salona koşmuştu bile.
“Şirin bir evin varmış.” Marc çalışma masasına paket yemekleri çıkardıktan sonra arkasını döndü ve önünde dili dışarıda onu büyük bir dikkatle izleyen sevimli tüy torbasını gördü. Eğilip kafasını okşarken “Ve şirin bir köpeğin” diyerek iltifatını sürdürdü. “Adı ne?”
Cevap gelmedi. John kollarını kavuşturmuş salonun kapısında dikilmeye devam ediyordu. Marc başını kaldırıp ona bakınca öğrenmek için yanıp tutuştuğu soruyu tekrar sordu. “Burada ne işin var Anderson?”
“Pekâlâ, düşündüm ve sen haklı olabilirsin yani Ray Allen konusunda. Allen’in gizli çalışma odasını inceledim. Bir katilden çok katilin peşindeki biri gibi gözüküyor.”
“Yani?” John kapıdan ayrılıp ona doğru yaklaştı.
“Yani, birlikte çalışabiliriz. İkimizin de kaybedecek hiç bir şeyi yok. Sen zaten açığa alındın mesleğin askıda ve ben bu dosyadan sonra ajan olmasam da olur ve son olarak ikimizde gerçek katili bulmak istiyoruz.”
John odanın içinde hem gezinmeye hem de düşünmeye başladı. “Sen Lucas Anderson’u tanıyorsun, ben Ray Allen’i.”
“Aynen öyle, bu iki eski ortak, aynı türde seri cinayetleri çözerken öldürüldü. Bu bir tesadüf mü?”
John sırıttı. “Asla”
Marc da sırıttı ve ardından elini karşısındaki adama doğru uzattı. “Bu işte güvendiğim tek ortağım olur musun Ajan Parker? Bir başkasına değil sana geldim çünkü ortağın için neler yapabildiğini gördüm ve işin aslı kıçımı kollayacak senin gibi birine ihtiyacım var.”
John çok düşünmeden onun uzattığı eli tüm gücüyle sıktı. Bir gece de iki adamın düşünceleri de kökünden değişmişti.
Artık biliyordu, Ray Allen aslında babasının gerçek katili değildi.
Artık biliyordu, Marc Anderson içlerindeki gerçek hain değildi.
Ve yaklaşık dört saat uzaklıktaki mesafede bulunan görgüsüz Brooks’lara ait balo salonunun girişinde Emily babası Dylan Hebert’ın hemen yanında ev sahiplerini selamlamak üzere sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Genç kadın çalan telefonu ile çantasına uzandı. Telefonundaki kısa mesajın sahibini görünce ekrana inanamayan gözlerle baktı.
“Bayan Hebert, ben Ajan Parker, size eşlik etmesi için görevlendiğim ajan yola çıktı. Yarın gece yanınızda hazır olacaktır. Kendisini sizin zevk ve tuhaf tarzınıza göre titizlikle seçtiğimi belirtmek isterim. Sizin için bu sezonun güzel geçmesini umut ediyorum. Hoşçakalın… J.P.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder