3 Şubat 2015 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 16.Bölüm



Yüksek tavandaki aydınlatmalardan salona yayılan yoğun parlak ışıkların altında toplanmış kalabalık oldukça göz kamaştırıcıydı. Yaklaşık iki yüz kişi bu seneki etkinliğin ilk gecesi evlerine devasa bir balo salonu yaptıracak kadar görgüsüz olan Brooks’larda akşamın erken saatlerinde bir araya gelmişlerdi. İngilizler için kibirli soylular diyen bu toplulukta aslında kendilerini onlara benzetmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tek fark salonun bir köşesi kendilerine tahsis edilmiş olan orkestranın çaldığı bölgeye özgü müziklerdi. Otantik kıyafetler giymiş olan topluluk onlar için bütün gece durmaksızın ihtiyaçları olan tek şeyi yapacaktı. Ruhlarını müzikle doyuracaktı. Hem de tıka basa...
Çalan her ne kadar bir vals olmasa hatta görünürde tek bir İngiliz soylusu davetli bulunmasa da amaç aynıydı. Hepsi küçük sosyetenin tehlikeli ayak oyunlarının bir parçasıydı. Üstelik herkes bunun farkında olarak burada bulunmaktaydı.
Emily kendi etrafında yavaşça dönerken gözleriyle geniş salonun mimarisini taradı. Dört tanesi köşelerde ve iki tanesi de salonun orta kenarlarından yükselen altı büyük sütun mermer zemini işlemeli tavana bağlıyordu. Sütunların üzerinde ve tavanda çeşitli Kızılderili simgeleri vardı. Kimisi oyularak bir kaçı da iri kabartmalar ile şekillendirilmişti. Öte yandan tüm salon mevsimin hakimi olan çiçeklerle süslenmişti.
“Bu sene harika bir tören olacak, hissedebiliyorum.” Hailey hemen dibinde ağzı kulaklarına varmış vaziyette dikiliyordu. Saçlarının tonuna uygun, uçuk sarı renkte bir elbise tercih etmişti. Kesinlikle harika bir seçimdi. On beş on altı yaşlarında iken saçlarının ablası ile aynı renkte olması için gizlice boyamaya çalışmıştı. Sonuç tam anlamıyla hüsrandı. Boya kızıl saçlarını kapatmamış ve tıpkı palyaço gibi rengârenk bir görüntü ortaya çıkarmıştı. Sabah yediği azarların üstüne gözü yaşlı geçirdiği iki günden sonra istemeden de olsa durumu kabullenmişti. O bir kızıldı.
“Sen seçilmişsin benim maple şurubum.”
Büyükannesinin dediğine göre bu onun sahip olduğu gerçek bir mucizeydi, damarlarında taşıdıkları asil Kızılderili kanının kanıtı. Rengini kaybetmiş saçlarına dokunurken özlemle dolu konuşmuştu. “Soyumuzun en gerçek temsilcisi. Gelecekteki yarım düzine maple şurubunun annesi.” Emily o zamanlar bunun biraz topraktan ve bolca kandan yapılan bir şurup olduğunu düşünmüştü ve bazen hala öyle olduğunu düşünüyordu.
“Michael’i gördün mü?” Emily duyduğu isimle gerildi, onunla karşılaşacağını elbette biliyordu ama o ilk karşılaşmadan elinde olmadan deli gibi korkuyordu.
“Ve şu yanındaki ayaklı porseleni...” Hailey cümlesini tamamladıktan sonra baktığı tarafa doğru hafifçe gülümsedi, ardından dudaklarını küçümser bir tavırla eğip omzunu gelişi güzel silkti. Emily bakışlarını onun yüzüne sabitlemişti. Eğer çeker ve baktığı tarafa kaydırırsa asıl kendi dünyasının kayacağını hissediyordu.
“Neden sahte bir koca yalanını sürdüreceğine Michael’i şu soluk benizlinin elinden almıyorsun?”
Emily etrafa belli etmeden onun kolunu hafifçe sıktı. O soluk benizli ile aynı saç ve ten rengine sahip olduğunu söylemek için tarifsiz bir istek duymasına karşın bunu yapmayı göze alamadı. Onun yerine “Saçmalama,” diyerek konuyu kapattı.
Kapandığını sanmıştı.
“Dylan Hebert için daha mükemmel bir damat düşünemiyorum. Birbirleri için yaratılmış gibiler, zafere giden yolda tüm silahlarını kullanmaktan hiç çekinmiyorlar.”
“Susar mısın artık?”
“Jack artık yok, bu kimin umurunda. Eski sevgilini geri al.”
“Sen susuyor musun yoksa...”
“Ah, Aman Tanrım bu tarafa geliyor...”
Emily bedenindeki tüm kanın yüzüne doğru hızla çekildiğini hissetti ve bir saniye sonra Hailey’i salonun ortasında kendi kendine konuşurken bırakıp arkalarında kalan kalabalığın içine doğru hızlı adımlarla ilerledi.

*****

 Marc elindeki kitaptan bir sayfa daha çevirdi. Sonraki bölüme geçmeden önce karşısındaki koltukta oturan yeni ortağına gizli bir bakış atmayı ihmal etmedi. Aslında ‘yeni’ yerine ‘ilk’ demek daha doğru olacaktı. Bu adam onun ilk ortağıydı. Babasının ölümünden sonra ‘ortaklık’ denilen kavramı hayatından tamamen çıkarmıştı. Yıllardır hiç kimseyle bir kahveyi bile ortak içmemişti. Şimdi ise yarım bir sandviçi tıkınırken gecenin bir yarısı oturmuş aşk romanı okuyordu. Parker’ın tüm dikkatini okuduğu kitaba vermiş olan ifadesiz yüzünün bir kısmını görebiliyordu. Bakışları yarım yüzden diğer yarısını kapatan kırmızı parlak kitap kapağına kaydı.
“Aşkın Piyesi”
İçinden taşan gülme isteğinin önüne geçmek için elini çenesine götürüp kuvvetle bastırdı. Eğer bunu yapmazsa sonu gelmeyen kahkahalar atacaktı ki; bu yaraları iyileşmemiş yüzünde daha taze yaralar açılmasına sebep olacaktı. Burada oturmuş ergen kızlar gibi aşk romanı okuduklarına inanamıyordu. Birbirlerine okudukları kısımlardan hoşlarına giden bölümleri anlatıp iç geçirdiklerini hayal etti ve bu ağzından tuhaf bir ses çıkmasına neden oldu. Kendini toparlamakta geç kalmıştı.
“Sen gülüyor musun?”
Marc şimdi yüzünün tamamını görebildiği adama boş boş baktı. “Hayır” İnandırıcı olmasını diledi.
Elindeki kitabı koltuğun yan tarafına gelişi güzel fırlatan John’un inanmadığı ise her halinden belliydi. “Peki, bundan emin misin?”
Marc teslim olduğunu gösterir bir hareket yaptı ve ona değil de az önce bitirdiği bölümünden gelişigüzel bir yeri -neye güldüğünü göstermek istercesine- yüksek sesle okumaya başladı. “Pekâlâ, şu kısmı dinle, eğer başınızın aşk ile belada olduğunu hissediyorsanız açın ve bir ‘miller’ için, tabi ki geçmez ama kafanız güzel olur. En azından sadece bedeniniz tahrip olur.”
Ve bastırdığı kahkahalarından birini savurdu.
John karşısında gülme krizine girmiş adama tepkisiz bir ifadeyle baktı fakat sözlerinde kendini belli eder bir tepki vardı. “Neresi komik bunun? Her cümlesinden ukalalık fışkırıyor. Bir saattir maymuna çevirdiği adamın aptallıklarını okuyorum.”
“Bence iyi bir tavsiye yani başı belada olanlar için.”
“Kapa çeneni”
“Neden bu kadar öfkelisin? Başın belada mı Parker?”
“Saçmalamayı kes Anderson. Hayatımda bir kadın görüyor musun?” Hayatını gösterir gibi bulundukları odayı gösterdi. “Kadın yok, bela yok ve miller da yok. Ayrıca bir millerin kafamı güzel edeceğini de hiç sanmıyorum.”
Marc koltuğa tekrar kuruldu ve keyifle arkasına yaslandı. Bu sefer bakışlarını kaçırmak yerine direkt olarak karşısındaki adamın gözlerine çivilemişti. “Güzel, o halde Kanada’da Bayan Hebert’a içimden geldiği gibi davranabilirim.”
John ensesine dayanmış bir silah hissetti. Biri hızla ateşlemiş ve kafasını binlerce küçük parçalara ayırmıştı. Yıllardır hareketsiz olan bir yanardağın patladığı an gibi büyük bir öfke ve gürültüyle ayağa kalktı. Marc onun yanındaki küçük sehpayı üzerindekilerle birlikte yere düşürdüğünün farkında olmadığına yemin edebilirdi.
“Eğer o içindekileri şimdi dışarı çıkarmamı istemiyorsan hemen kapat çeneni.” Elinin işaret parmağı havaya kalktığında bir çocuğu azarlar gibi sallamıştı. “Emily’den uzak duracaksın.”
“Bir dakika bir dakika, ona adıyla mı sesleniyorsun?”
“Sana kapat şu çeneni diyorum.” Odadaki gerilimin yükseldiğini hisseden Alice bile çareyi yatak odasına kaçmakta bulmuştu.
“Beni onun sevgilisini oynamam için gönderiyorsun, ondan nasıl uzak durabilirim?”
“Sen... Seni...“ John öfkeden devamını getiremedi fakat Marc onun devamında neler söyleyeceğini inip kalkan göğsünden anlamıştı. Yumruk yaptığı elini işaret edip yanında duran yastığı yüzüne siper etti. “Sakın yüzüme vurma, herkesi kendime hayran bırakmak istiyorum.”
John koltukta yastığın arkasına saklanmış adama doğru konuştu. Bir yastıkla burun buruna konuştuğunun da farkında değildi. “Eğer ona beş santimden fazla yaklaşırsan seni öldürürüm. Hayatında görüp görebileceğin en büyük belan ben olurum. Duydun mu beni!” Yastığa hafif bir yumruk geçirdi. Ardından titreyen omuzların arasındaki saklı yüzü görebilmek için yastığı hışımla tutup çekti.
İnanamıyordu, hala gülüyordu.
Onun kahkahalarla gülen yüzüne bir süre inanamayan gözlerle baktı ve her şeyi o anda anladı.
“Lanet olsun Anderson”
Derin bir nefes verip kendini az önce darmadağın ettiği koltuğuna attı. Elini karışmış saçlarının arasından geçirip sertçe çekti. “Pislik herif”
Marc gülmeye kısa bir ara verdi ve nefes nefese konuştu. Parker’a karşı kazandığı bu ilk zaferini kutlaması gerekti. “Millerin var mı dostum?”
Yumruğunu yüzüne geçirmesi gerekirken güldüğüne inanamıyordu.“Var başımın belası, var.”
İki saat sonra bir düzine boş şişenin arasında “SON” yazısına gelebilmişlerdi...

*****
Korkuluklara yaslanıp ay ışığının gizemli aydınlığında bahçeyi seyretmeye devam etti. Kanada'da yılın en sıcak olduğu yaklaşık iki aylık dönem başlamıştı. Kalın paltolarından sıyrılan insanlar ılık havanın keyfini sürüyorlardı. Kendisi ise hava sıcaklığındaki ani değişimlere bir türlü alışamıyordu. Emily balkonun uzak bir köşesinde duran sevimli çifti fark etti. Adamın avuçları arasına aldığı kızın gölge düşmüş yüzünü yavaşça kendisine doğru kaldırmasını seyretti. Nedenini bilmiyordu ama bunu ilk kez mekanik bulmadı. Büyükannesinin dediği gibi kadınlardaki şefkat duygusu yaş ilerledikçe çoğalıyor olmalıydı. Lena’yı aramak üzere telefonunu çıkardı, ona haber vermeyi tamamen unutmuştu fakat New York’ta saatin gece yarısı olduğunu fark ettiğinde vazgeçti ve çantasına attı. “Yarın sabah.” dedi.
Bakışlarını tekrar parlak gökyüzüne çevirip derin bir iç geçirdi. Yan taraftaki çifte kayan bakışları onların kaçamak öpüşmesinin sonunu yakalamıştı. Telefonunu çıkarıp tekrar eline aldı. Aklına gelen kişiye ait mesajı açtı ve bu sefer daha dikkatli bir şekilde okumaya başladı.
-Bayan Hebert, ben Ajan Parker, size eşlik etmesi için görevlendiğim ajan yola çıktı. Yarın gece yanınızda hazır olacaktır. Kendisini sizin zevk ve tuhaf tarzınıza göre titizlikle seçtiğimi belirtmek isterim. Sizin için bu sezonun güzel geçmesini umut ediyorum. Hoşçakalın… J.P-
“Tuhaf tarzımmış! Sen kendi tuhaf tarzına bak önce.” Çaktırmadan balkonun ucuna doğru tekrar baktı. Az önce çiftin olduğu yerde şimdi hiç kimse yoktu. Gitmişlerdi, muhtemelen ilk danslarını yapmak için salona geri dönmüşlerdi. Kendisinin ilk dansı için ise; bir gece daha beklemesi gerekecekti. Hem zaten ne fark ederdi ki, hepsi baştan sona bir piyes değil miydi? İstemeden de olsa içinin burkulduğunu hissetti. Aşkın Piyesi'ni sahnelemek okumaktan daha zordu...
“Umarım Bay Parker, umarım yolladığın adam biraz olsun bir şeye benzer…”

*****
Toronto Doğu Hastanesi, Yerleşik Psikiyatri Bölümü, Kanada
Uzun bir aradan sonra yeniden tek bir rengin hâkim olduğu o parlak dünyadaydı. Beyaz, bembeyaz bir dünya! Alçı duvarlardan kireç gibi insan yüzlerine kadar hepsi beyaz. Etini kesse kanlarının bile beyaz akacağı insanlar...
Beyazın ötesinde bir beyaz daha var mıydı? Bilmiyordu. Bildiği tek şey siyahın ötesinde tonlarca siyah olduğuydu. Her tonda biraz daha kararan ve sonunda içindekini de yutan bir boşluk. Bir kara delik! Uzun zamandır ışığa ihtiyaç duymadan bu delikte yaşıyordu. Avını yakalamak için buna mecburdu. Karanlık! Sahi kendini karanlığa adayalı ne kadar olmuştu? İşte onu da bilmiyordu.
Kısacası; karanlığa alışık bir yarasanın kısa süreli körlük haliydi içinde bulunduğu bu durumun özeti.
“Son iki aydır Bayan Gray’in durumunda herhangi bir değişiklik gözlemlemedik.” Geçtikleri koridorun dibine çömelmiş titreyen ihtiyarı izleyen bakışlarını kendisine eşlik eden adama yöneltti. Cevap olarak sadece tedbiri elden bırakmayan basit bir gülümsemeyle yetindi. Profesör yıllardır süregelen ziyaretlerinde kendisine eşlik eden tek isimdi. Şükürler olsun ki bu sefer beyaz bir şeyler yerine koyu mavi bir takım giymişti. “Duygu geçişleri sakin fakat kendisine uyguladığımız tedavilere bir yanıt verdiğini söylemem pek mümkün değil. Kendisinden aynı tepkileri ve aynı yanıtları almaya devam ediyoruz. Emin olduğumuz şey, Bayan Gray balmumlulaşma yani donakalım bozukluğu sergiliyor.”
Ondan her seferinde dinlediği ve hiç umurunda olmadığı bilgileri duyma zahmetine katlanmaya devam ederken profesör önünden geçtikleri bir kapıda aniden durup cebinden bir anahtar tomarı çıkardı.
İşte bu umurunda olduğu bir durumdu. “Odasını mı değiştirdiniz?”
Seçilen anahtar kilitte dönerken profesör usulca soruyu cevapladı. “Evet, Bayan Gray gün ışığını seviyor.”
Ve küçük hücrenin demir kapısı açıldığında yüzüne çarpan ışık bir kez daha gözlerini almıştı. İçeri girmeden önce bedeni her zaman ki gibi gerildi ve olduğu yerde bir kaç adım geriledi. Profesör ondan önce davranıp çoktan odaya girmişti. “Bayan Gray bugün nasılsınız bakalım?”
Margaret Gray yüzü pencereye dönük beyaz bir masanın başında oturuyordu. Seyrelmiş uzun saçları omuzlarına dökülmüştü. Beyaz elinde tuttuğu kalemle önündeki kâğıda bir şeyler karalıyor ve hafifçe mırıldanıyordu.
“Bazen yalnız kalırım… Bazen çaresiz kalırım...”
Yüzünü göremese de onun şarkı söylerken gülümsediğine emindi. Aklını kaybetmeden önce de kaybettikten sonra da fark etmez o hep gülümserdi. Zaten başlarına gelenlerin tüm sorumlusu o gülümsemeler değil miydi?
Profesör kadından bir tepki almak umudu ile yanına iyice yaklaşıp bir kez daha iletişime geçmek için çabaladı. “Ne güzel bir gün değil mi Bayan Gray? Oldukça güneşli. Hem bakın bir ziyaretçiniz var.”
“Bazen kötülükten bıkarım… Ve şeytan bizi yutarken dehşete kapılırım...”
Profesör arkasını dönüp son yıllarda düzenli olarak gelen tek ziyaretçiye ümitsiz gözlerle baktı. Yıllar geçmişti ve Bayan Gray’in gelen ziyaretçileri de teker teker kayıplara karışmıştı. Buraya yatırılan hastaların çoğunun başına geldiği gibi, doğrusu buymuş gibi… Sadece yirmi gün önce buraya gelen bir memur dikkatini çekmişti. O adamı daha öncede bir yerlerde gördüğüne emindi. Adım Ray Allen demişti. İsim tanıdık gelmiyordu fakat yüzünü bir yerden çıkartacağını biliyordu.
Ziyaretçiye dönüp güven dolu bir sesle konuştu. “Hemen kapının dışında olacağım.”
Arkasında kalan kapının sesiyle ‘ziyaretçi’ odanın içine doğru yavaş adımlarla ilerledi. Gün ışığı içini kamaştırana kadar, ayakları önündeki sandalyeye ve elleri saçların örttüğü düşük omuzları kavrayana kadar ilerledi.
“Tanrı’yı duyana kadar susarım… Ölüm kapıma gelene kadar susarım...”
Eğilip yaşlı kadının omzunun üzerinden fısıldadı. “Merhaba”
Margaret Gray şarkıya ara verip ensesinden gelen boğuk sese kulak verdi. Yüzünü hafifçe döndüğünde ziyaretçisi de güçten düşüp önünde diz çökmüştü. Yaşlı kadın karşısındaki yüzde bir şeyler arar gibi uzun süre sadece baktı ve aradığını bulamayan bir ifadeyle mırıldandığı şarkıya devam etmeye başladı.
“Bazen yalnız kalırım… Bazen çaresiz kalırım...”
Ziyaretçi başını onun dizlerine yasladı. “Yine ben geldim işte, çocukça korkularımı bastırmaktan yorulduğum için geldim. Bastırılamayacak kadar çok korku var benliğimde, sen bilirsin yeryüzünde akıl sağlığını yok edecek kadar çok korku var.”
“Bazen kötülükten bıkarım… Ve şeytan bizi yutarken dehşete kapılırım...”
“Zaman bile bazı yaraları iyileştirmekte aciz kalıyor. Çünkü zamansız açılan yaralar zamanla iyileşmiyor!” Sesi daha güçlü çıkmıştı bu defa. Zayıflık ona göre değildi.
“Tanrı’yı duyana kadar susarım… Ölüm kapıma gelene kadar susarım...”
Ama bu kadın karşısında aciz kaldığı tek yaratıktı. Başını hafifçe eğip bir süre onun kalemin ucuna sabitlenmiş gözlerine ve hala gülümseyebilen yüzüne baktı ardından birbirine bastırdığı dişlerinin arasından tısladı. “Hatırla anne, her şeyin sorumlusu olduğunu hatırla, gülümsediğinde ne kadar güzel bir kadın olduğunu, kadınlardan neden nefret ettiğimi hatırla, bana neden postacı dediklerini hatırla anne, âşıklarına yazdığın tüm o mektupları bana taşıttığını hatırla!” Nefes nefese kaldığı soluğunu düzenlemeye çalıştı. “Sen-senden neden nefret ettiğimi hat-hatırla Anne!”
Margaret’in gülümsemesi solmuştu fakat gözlerinde hala onu tanıdığına dair en ufak bir belirti yoktu. Titreyen elinin dışıyla karşısındaki öfkeli yüze dokundu. Şakaklarından çenesinin altına kadar hatlarını dikkatle olmayan hafızasına kazımaya çalışır gibi ustaca dokundu. Margaret onun dudaklarından soluduğu güçlü nefesi hissetmiş, elmacık kemiklerinin değişen rengini ve kör olmak üzere olan biri gibi kırptığı kirpiklerini seçebilmişti. Elini onun yüzünden çekip omuzlarının gerisine götürdü. Sırtında dolaştırdı bu defa ve hemen sonra onun üzerindeki -şimdi yerleri süpüren- siyah paltonun başlığını tutup ait olduğu karanlığa dönmesi için usulca kapattı, korkularına dönmesi için kapattı…

*****
Edmonton Havaalanı, Kanada

Edmonton’un en lüks otelinin önünde duran araçtan inen takım elbiseli adam elindeki ufak bavulla otelin girişine doğru ilerledi. Kapıdaki görevli bu gösterişli adamı hafif bir baş selamı ile karşıladı. “Hoşgeldiniz efendim.”
Gözlüklerin arkasındaki yüz tebessüm etmekle yetindi. Kendisine açılan kapıdan girdi ve otelin geniş lobisine doğru emin adımlarla ilerledi. Yanından geçen bir grup kadının son derece açık ve övgü dolu sözlerini işittiğinde kendi kendine gülümsedi. Laf atılmasına alışık olmayan biri için oldukça tuhaf bir durum içerisindeydi. Resepsiyona vardığında gözlüklerini çıkardı ve önündeki bankoya bıraktı. “İyi günler, bir oda istiyorum.”
Karşısındaki iki bayan konuşmaya niyetleri olmadığı gibi kıpırdamadan kendisine bakmaya devam ediyorlardı. İkisi de hafif aralık gözler ve dudakları ile sudan yeni çıkmış balıklara benziyorlardı.
“Bayanlar, biriniz benimle ilgilenecek misiniz?”
Sarışın olan kız derin bir nefes bırakarak kurulmuş bir bebek gibi seri şekilde cevapladı. “Elbette efendim. Otelimize hoş geldiniz, umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir, Alberta’nın kalbi olan bu …”
Adam bankoya elini koyup biraz daha yaklaştı. “Oda.” İstediği şey sadece buydu.
“Tabi, hemen. Caddeye mi baksın, ormana mı?”
Genç kadının sorusunu ona fısıltıyla cevapladı. “Ormana,”
Kadın güçlükle yutkundu, orman adamın gözlerinden geçmişti.
Kumral olan kız fırsatı değerlendirip anahtarların olduğu tarafa doğru koştu. Dönerken kesinlikle ormana baktığına emin olduğu bir odanın anahtarını getirip avuçlarına bıraktı. “606 numara efendim.”
Adam teşekkür olarak iki kıza da ayrı ayrı göz kıptı ve ormana bakan odasına gitmek üzere yanlarından ayrıldı.
Sarışın olan diğer kızın kolunu tutup farkında olmadan sıkmaya başladı. “Oda servisini ben yapacağım Shley.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder