16 Aralık 2014 Salı
Aşk Çarpar Gönül Kayar 14.Bölüm
Hudson’s Hope kasabası soğuk bir öğlenden sonrasını geride bırakmak üzereydi.
Taksi iki yana açılan siyah demir kapıların arasından süzülüp Hebert’ların resmi topraklarına girerken Emily yol boyunca söylemeyi düşündüğü yalanlarını kafasında son kez toparlamaya çalıştı. Elbette onlara yalan söyleyecekti, başka çaresi yoktu ki! Üstelik bu ilk kez yaptığı bir şey de... değildi. Aklı erdiği yaşlardan beri durumu kurtarmak için –çoğunlukla babasına- gerektiğinde yalanlar söylerdi. Fakat hepsi de basit ve uyduruk yalanlardan ibaretti. Oysa şimdi…
Şimdi bildiği tek şey bu sefer ki yalan seansının telefonda yüzünü buruşturarak geçirdiği deneyimlerinden daha zor ve daha can yakıcı olacağıydı. Dizlerinin Kanada’nın unuttuğu soğuğundan mı yoksa heyecandan mı titrediğini bilmiyordu. Belki de sadece yorgunluktandı. Öyle olmalıydı. Günlerdir yaşadıklarından sağlıklı bir uyku çekmeye pekte fırsatı olmamıştı. Zaten yatsa bile uykuya dalabileceğini de hiç sanmıyordu. Aracın soğuk camına başını yasladı. Yol boyunca sıra sıra dizilmiş ağaçların arasından mimarisi büyük büyük babasına ait olan bu dev malikânenin gri çatısı göründü, birkaç saniye sonrada çatı katının tüm odalarında kullanılmış olan üçgen kesimli pencereleri bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştı. Bir kilometrelik ağaçlıklı yolun bitiminde ise tüm bina ve önündeki geometrik kesimlerle şekillendirilmiş tarihi hayli eski olan beyaz mermer havuz net olarak görülebiliyordu. Emily merdivenlerde dizilmiş kalabalığı seçebildiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Tahmin etmek zor olmadığı gibi uzun bir süre bu kadar derin nefes alamayabilirdi.
Araç mermer havuzun etrafından girişe doğru dönerken Emily fıskiyeden akan kuvvetli su sesine rağmen büyükanne Kaitly’nin neşeli sesini işitmişti. Karşılamak için son basamaktan düzlüğe inip ona doğru gelirken kendisi de bir saniye önce duran aracın kapısını açıp kendini hızla dışarı attı.
“Büyükanne!” diye seslendi. Yaşlı kadının üzerindeki pelerinin altından iki yana açtığı kolları ile ortaya çıkan bir Kızılderili kabile reisini anımsatan görüntüsü görülmeye değerdi. Emily kollarına atılıp onun mermerden farksız bembeyaz yanaklarına ilk öpücüğünü bıraktı.
“Ah! Benim tatlı kızım, maple şurubum gelmiş.”* Torununun çenesini tutup sevgi dolu gözlerle onun yüzüne baktı. “Evine hoş geldin hayatım.”
Hemen yanlarında beliren annesini ve Hailey’i bir arada gördüğünde ise mutluluktan öleceğini düşündü. Tanrım onları nasıl da özlemişti! Kollarını açıp ikisiyle de aynı anda kucaklaştı. Üçü de bir yandan kahkaha atıp bir yandan da birbirlerine sarılmaya devam ettiler. Gözlerini kapatıp burnunda tüten kokularını doya doya içine çekti. Gözlerini tekrar açtığında bakışları ileride merdivenlerin başında dikilen babası ile buluştu. Her zamanki gibi ailenin en arkasında güçlü ve dimdik duruyordu.
“Guwa Jack!”**
Emily annesi ve kız kardeşini bırakıp arkasını döndüğünde büyükannesinin arabanın camından onu buraya getiren adamın kolunu çekiştirdiğini gördü. “Evlat sen de inip bize katılmalısın.”
Arabanın içindeki adamı himayesine almaya çalışan büyükanne Kaitly’e doğru telaşla seslendi. “Büyükanne o taksi şoförü, bırak adamı lütfen.”
Büyükannesi gözlerini irice açarak bir süre daha adama bakmayı sürdürdü. İnanmadığı her halinden belliydi. “Peki ama Jack?” Cevabı torunundan değil adamdan bekliyor gibiydi.
Taksi şoförü umursamaz bir tavırla omuzları silkip dudağını büzdüğünde yaşlı kadın başını camdan sokup aracın arka koltuğuna dikkatle göz attı. Başını tekrar dışarı çıkarıp buğulu gözleriyle kendisine baktığında genç kadın içindeki mutluluk denilen duygunun bedeninden hızla koparıldığını hissetti. Ne tuhaf, bunu yavaş yavaş kaybedeceğini düşünmüştü.
Evet, Emily için kısa süren mutlu dakikalar buraya kadardı. Cevap vermeden önce başını çevirip merdivenlerde aynı duruşla dikilmeye devam eden babasına bir kez daha baktı ve konuşmaya yani klasik bir senfoni için yeni yazdığı yalanlarla dolu o günahkar sözleri söylemeye başladı...
❥❥❥❥❥
John, Mary ve ailesinin az ilerisinde Sophia ile birlikte dikiliyordu. Karşısında duran mezarın beyaz mermerinden farksızdı. Adeta taş kesilmişti. Kıpırdayamıyordu, tek bir hareket ederse paramparça olacağını hissediyordu. Harekete gerek yoktu aslında, hafif esecek bir rüzgârda bu güce sahipti. Bir süre sonra başını yavaşça beyaz mermerden çevirip tepelerinde duran ağaçlara baktı. Onlarında tüm yaprakları hareketsizdi. Eğer yanılmıyorsa bunlar Göknar ağaçlarıydı. Hemen sağ tarafındakiler ise Ladin olmalıydı. Tuhaf bu bölgede yetiştiğini daha önce hiç duymamıştı. Babasının ölmeden önce Ladin ağacından bir piyano yaptığını hatırlıyordu. Bakışlarını Ladin ağaçların altında kucağında Lily’i tutan genç kadına çevirdi. Mary’nin kız kardeşi olmalıydı onu nikâhta da gördüğünü anımsıyordu.
Cenaze törenindeki kalabalığın çoğu zaten Mary’nin yakınlarından oluşuyordu. Ray’in annesi ve babası yıllar önce bir kazada hayatlarını kaybetmişlerdi ve yakını olarak cenazede sadece ablası ve kocası vardı. Kilisedeki törende onların yanındaydı fakat defin sırasında kadının gözyaşlarına daha fazla dayanamamış ve bu köşeye kaçmıştı. Birde daha geride bekleyen çalışma arkadaşları vardı. FBI’ın kıdemli ajanını uğurlamaya gelen bir grup federalde cenazede yerlerini almışlardı. Mason Carter ile bakışları kesiştiğinde bedeni istem dışı gerildi. Adamın bakışları yakın zamanda yapılacak yeni bir konuşmanın habercisiydi.
John koluna dokunan eli hissetti. Elin sahibi duru bir sesle konuştu. “Sanki başka birinin cenazesi gibi değil mi? Bir yerlerden çıkacak ve bize kahkahalarla gülecek gibi.”
Başıyla onaylamakla yetindi. Yanındaki belki de şuan onu anlayacak tek kişiydi. Kadının acısının daha derin olduğunu hissetti. O Ray ile sadece üç yılı aşkın süredir çalışmıştı fakat Sophia, onlar neredeyse bir ömür tüketmişlerdi. Genç kadın mezun olduğu ilk sene Ray Allen tarafından kendi ekibine alınmıştı. Bu yaklaşık yirmi sene önceydi. Yaşlı Kurt her zaman işini iyi bilirdi. Quantico’daki eğitimleri devam eden en parlak ajanları belirler ve kendi ekibi için özenle seçerdi. FBI’ın cinayet biriminin en mükemmel ekibini oluşturmak hiç kolay değildi. Sophia gibi, kendisi gibi, şu yeniyetme ajan gibi. John başını tekrar ajanların olduğu tarafa çevirdi. Aradığı yüzü bulamayınca yavaşça yanındaki kadına doğru eğildi.
“Marc nerede?”
Sophia gözlerini kaçırmadan usulca cevap verdi. “Katılmayacağını bildirdi.”
John onun yüzüne dikkatle baktı. “Ne demek katılmayacağını bildirdi. Oscar töreni mi bu!” Öfkesini sıktığı yumruklarına geçirdi. “O herifi ekipte istemiyorum, ona güvenmiyorum Sophia.” Jack Peterson’a içerden birinin yardım ettiğine adı gibi emindi.
“Fark ettim fakat bu bizim vereceğimiz bir karar değil, Mason Marc’ı çok tutuyor.”
“Kendine benziyor da ondan.”
“John böyle fevri davranmanın kimseye bir yararı yok bu sadece...”
“FBI’ın bünyesinde bir hain var Sophia, içimizde mesleğine ihanet etmiş bir satılmış var.”
Sophia korkuyla irkildi, birkaç saniye sonra başını karşılarında duran mermere çevirdi. Kurumuş dudaklarının arasından bir nefes gibi fısıldadı. “Şey... Ben onun kim olduğunu biliyorum galiba.”
John ani bir refleksle genç kadına döndü. Uzun zamandır hareket etmeden dikilen gövdesi yay gibiydi. Gergin ve kopmaya çoktan hazır bir yay gibi.
“Anlamadım?”
“Dediğimi duydun onun kim olduğunu biliyorum.”
“Kim Sophia, onun kim olduğunu söyle bana. Onu kendi ellerimle öldüreceğim!” Son cümleyi gereğinden yüksek bir sesle söylemişti. Sophia elini tekrar onun koluna koyup hafifçe sıktı. “Sakin ol. Herkes bize bakıyor.”
“Umurumda değil, söyle Sophia.”Etraftan mırıldanma seslerini işittiyse de bunu umursamadı ve kendinden emin bir tavırla tekrarladı. “Onu öldüreceğim.”
Sophia’nın etraflarındaki insanlara bakan telaşlı gözleri duyduğu son cümle ile karşısındaki adamın yüzüne kilitlendi. Daha fazla uzatmanın gereği yoktu. “Bu mümkün değil, çünkü o zaten öldü John.”
Kadın yanından uzaklaşırken John onun sözlerini idrak etmek için bir süre öylece kaldı. Ne dediğini anlayamıyordu, ne demek zaten öldü. Öyle olsa içlerindeki hainin ölüm haberini o da duyardı. Son zamanlarda hiç bir ajanın öldüğünü hatırlamıyordu. Sophia ne anlatmaya çalışıyordu! Niçin böyle...
Gerçek yerin altından toprağı delen bir canavar gibi çıkıp karşısına dikildiğinde John kısa bir nefes verdi. Aslında nefes almak istemişti ama ne yaptığının çokta bilincinde değildi. Başını yavaşça beyaz mermerden yapılmış gösterişli mezara çevirdi. Bulanık görüntüyü dağıtmak için koluyla sertçe gözlerini sildi.
O zaten çoktan öldü.
“Ray,”
Mezarın başında siyahlar içindeki kadına kaydı gözleri. Tanıdığı kadından uzaktı, sanki bir gecede on yaş yaşlanmıştı. Bedeni sağ fakat ruhu çoktan kendini teslim etmiş gibiydi.
John onun gözlerine baktığı an anladı, Mary her şeyi biliyordu.
❥❥❥❥❥
Emily yüksek tavanlı tamamı antika mobilyalar ile döşenmiş devasa salonun en rahat koltuğuna yerleştirilmişti. Annesi sürekli arkasına yastık tıkmakla meşguldü. Sanırım evdeki bütün yastıkları arkasına almıştı. Bu iyiydi aslında olur da bayılırsa koltuğun altın rengi varaklı arkalığına kafasını çarpmamış olacaktı. İçeride anlatacağını söyleyerek yaşamını bir kaç dakika daha ertelemek ne büyük aptallıktı. Oysa bahçedeyken kolayca kaçabilirdi. Hatta koşarak Niagara’dan tekrar geçer ve eve kadar aynı hızla devam bile edebilirdi. Ama şimdi kaçmaya çalışması pekte mümkün gözükmüyordu. Yanında oturan büyükannesi elini tutmuş ona ne kadar zayıfladığını ve uygun bir beslenme programı ile ilgili bir şeyler anlatıyordu. Kafasında çalan siren sesinden duyabildikleri ancak bu kadardı. Avcının menziline girdiğini hisseden bir hayvan gibi tehlikeyi yanı başında hissediyordu. Hailey ise karşı koltukta zevkle kıkırdamaya devam ediyordu. Onu bu kadar özlememiş olsaydı, yem diye ortaya kesinlikle onu atardı. Salona babası girdiğinde Emily oturduğu koltuğun altından kaydığını hissetti. Avcı bir kez daha ortaya çıkmıştı. Sanki koltuk yerine yerde kuş tüyü yastıkların üzerinde uzanıyor ve babası attığı her adımda tepesine çökmeye biraz daha yaklaşıyordu.
Sonunda Sarah Hebert yerine geçerek bacak bacak üstüne attı ve daha fazla içinde tutamadığı soruyu ortama bıraktı. “Hayatım Jack nerede? Bir sorun yok değil mi?” Babası annesinin yanına oturup ceketini özenle düzeltti. Evet oradan ateş ederse kurşun kesinlikle kalbine girerdi.
Yutkundu. Biliyordu, artık geçiştirebileceği dakikaları kalmamıştı ve sonra aniden alelade bir şey anlatan bir edayla elini havada sallandırdı. “İşler işte bilirsiniz, tam olarak son anda bir işi çıktı. Ama bugün yarın burada olur, ya da öbür gün, ya da bir sonraki gün.” Omuzunu silkip beceriksizce gülümsedi. Daha fazla yaşamak istiyordu.
“Umarım festivalin sonuna yetişir.” Babasının iğneleyici sözüyle gülümsemesi kısmen soldu. Onun ise yüzü her zaman olduğu gibi ifadesizdi.
Büyükannesi oturduğu koltuğun kenarına hafifçe vurdu. “Dylan kızın üstüne fazla gitme, zaten zor bir süreçte. Evlenme öncesindeki kızların üzerine gidilmesini her zaman yanlış bulmuşumdur.” Emily içinden teşekkürlerini sundu. Sağol büyükanne ne demezsin! Usulca babasının tepkisini ölçmeye koyuldu. Yüzü yine onu bu Dünya’da azarlayabilecek tek kişiye karşı oluşturduğu o tuhaf ifadeye bürünmüştü. Emily bu azarların kaynağının sevgiden kaynaklı olduğunu biliyordu. Kaitly iki oğlundan en çok küçük olanını seviyordu. Diğerine karşı duyduğu bariz öfkeyi bir diğerine karşı beslediği gizli sevgiyle yenebiliyordu. Değişemezdi. Yüz yaşına yaklaşmış bir kadından daha fazlasını beklemek hatadan başka bir şey değildi.
Üniformalı genç bir kadın elindeki bavulla kapıda belirdi. Tanrım o bavul! Sınırı geçince Ontario’da bulduğu ilk mağazadan uygun bir kaç parça kıyafet satın almıştı. Elindeki tüm parasını yok pahasına Kanada Doları’na çevirten o bavulu görmek dahi istemiyordu. Neyse ki işe yarar bir kaç gece kıyafeti almayı başarabilmişti gerisini de Hailey ile halledebilirlerdi.
Ablası sesini duymuş gibi yerinden fırladı ve muzip bakışlarla ona doğru yaklaştı. Fakat sözleri ayaklarının aksine salondaki diğer aile üyelerine yönelikti. “Müsaade ederseniz Emily ile yukarı çıkalım. Akşama az kaldı ve gecenin yıldızının küçük kardeşim olmasını hepimiz istiyoruz. Öyle değil mi?”
Annesinin anlaşılan biraz daha bilgi almaya ihtiyacı vardı, oturuşunu değiştirip koltuğun ucuna kaydı. “Hailey, çay ve kurabiye getirmelerini söylemiştim. Emily’nin sevdiği şu elmalı kurabiyelerden,”
Hailey onları kurtarabilecek tek kişiye dönüp başını yana yatırdı ve bir çocuk gibi suratını astı. “Ama büyükanne?” Bu her zaman işe yaramıştı, umarım bu seferde yarardı.
Bay Hebert olduğu yerde homurdanmaya devam ederken büyükanne hafifçe titreyen elini Emily’ in omzuna şefkatle yerleştirdi. “Tüm Alberta erkeklerine ellerinden neyi kaçırdıklarını göster. Onların gece boyunca ağızlarını açık görmek istiyorum maple şurubum.”
Emily dudaklarını omzundaki ele götürüp tatlı bir öpücük kondurdu. Gülümseyerek ayağa kalktığında annesi de kısa fakat derin bir iç geçirdi. “Özellikle de Michael’ın.”
İsmi duyduğunda Emily hafifçe ürperdiğini hissetti. Onu düşünmeyi uzun zaman önce bırakmıştı. Michael’ın onu terk ettiği günden bu güne kadar. Üstelik hiç bir sebep göstermeden. Ah! Aslında bir sebep vardı. Emily meçhul sebebi üç sene önce ablasının Matthew ile nişanlarını ilan ettikleri törende onu yıldızının hiçbir zaman barışmadığı Jasmine ile yan yana gördüğü gün acı bir şekilde öğrenmişti. Artık sebep meçhul değildi ve Michael pisliğin tekiydi.
Hailey çaktırmadan göz kırpıp kardeşinin koluna girerek onu salonun çıkışına doğru sürüklerken hala dikilmekte olan hizmetçiye seslendi. “Kalya bavulu hazırladığımız odaya çıkarır mısın lütfen,”
Genç hizmetçi onaylar bir ifade ile başını sallayıp servis koridorunda gözden kaybolduğunda Hailey kardeşinin koluna küçük fakat can yakan bir çimdik attı.
“Şimdi bana neler olduğunu hemen anlatıyorsun küçük hanım.” Emily sertçe alt dudağını ısırdı. Ablasının kolundan çıkıp merdivenleri önden tırmanmaya başladı. “Ne dediğin hakkında hiç bir fikrim yok.”
Hailey üst katta ona yetişip az önceki işlemi bu sefer kalçasında uyguladı. İşe yaramıştı. Aldığı cevap önce hafif bir çığlık ve ardından gelen sessiz bir itiraftı.
“Terkedildim”
İtirafı yaptığı sırada koridordan gelen bir sesle iki kadında olduğu yerde sıçradı.
❥❥❥❥❥
Marc yanındaki bir kaç ajanla birlikte Allen’lerin evinin altını üstüne getirmeye devam ediyordu. Hem de büyük bir zevkle.
Cenaze sebebiyle boşalan evi aramak için izni bugüne alma fırsatını asla kaçıramazdı. Bir tarafta mezarı kazılırken o da kendi elleriyle kuyusunu kazacaktı. Bu her anlamda Ray Allen’in yerin dibine girdiği gün olarak hatırlanacaktı. Evi aramak için gerekli izni almak ise tahmin ettiğinden çok daha kolay olmuştu. Mason Carter sandığından da korkak biri çıkmıştı. Şanslıydı, Washington’dan New York’a atanmak için kullandığı koz bugün bir kez daha işine yaramıştı.
Aramaya ilk olarak üst kattaki çalışma odası ve yatak odalarından başlamışlardı ve şu ana kadar elle tutulur tek bir delil bile bulamamışlardı. Çalışma odası temiz ve düzenliydi. Çoğu İngilizce kitapların oluşturduğu geniş bir kütüphane ve son on yıla ait kapanan cinayet dosyaların birer kopyalarının bulunduğu küçük bir arşiv dolabı vardı. Kasadan bir miktar para ve eşine ait değeri düşük bir kaç parça mücevher çıkmıştı. Şaşırmıyordu, o herif arkasında bu kadar kolay iz bırakmazdı. Yatak odalarında da durum farksızdı. Temiz, düzenli ve sıfır ipucu ile sanki onlarla kafa bulmaktaydı. Belki de Bayan Allen’ da işin içindeydi. Sabah arama iznini gösterdiğinde yüzüne bunun olacağını biliyor gibi gayet tepkisiz bakmıştı. Ne olaya direnmiş ne de evinde ne aradıklarını sormuştu. Sadece içeri girmeleri için onlara yol vermişti.
Üst katla işi bittiğinde çerçevelerin asılı durduğu ahşap merdivenleri hızla indi. Alt kata vardığında nereden başlaması gerektiğini düşünürken merdivenlerin başında durup etrafına kısaca göz attı. Adımlarını alt katın doğu tarafının tamamını kaplayan büyük salona doğru çevirdi. Evin diğer odaları gibi burası da oldukça sade döşenmişti. Açık renk az sayıda koltuk, üzerinde bir kaç emlak ve moda dergisi bulunan geniş cam bir sehpa, düğün fotoğraflarının çoğunlukta olduğu albümlerle dolu yine cam bir dolap gözüne ilk çarpanlar olmuştu.
Lanet olsun! Bu evde hiç bir halt yoktu.
Koltuğa kendini bıraktı ve aklını daha fazla düşünmeye zorladı. “Herkesten gizlemek istediğin bir sırrın varsa bunu nereye saklardın?” Eliyle saçlarını karıştırdı. “Düşün Marc, nereye koyardın? O pislik herif gibi düşün! Bir katil gibi, hayır seri katil gibi düşün!”
Bakışları batı tarafında kalan mutfak kapısına doğru kaydığında zihninde bir kaç fikir oluşmaya başlamıştı. Oturduğu koltuktan hızla kalkıp üç adımda salonu geçti. Diğer kanada bağlayan geniş hole çıkmıştı ki mutfağa geçemeden evin geniş kapısı büyük bir gürültüyle üzerine açıldı. Her şey o kadar ani ve o kadar beklenmedik gelişmişti ki Marc silahına uzanmış fakat çekecek fırsatı bulamamıştı. Dahası donup kalmıştı. Belki dikkatsizliği yüzünden ölümüne sebep olabilecek bir durumu atlatmışken Marc karşısındaki tanıdık yüzü gördüğüne sevinemedi. John Parker öfkeden deliye dönmüş gözlerle hala olduğu yerde –girişte- öylece dikiliyordu. Aklını kaçırmış gibi kendisine bakan gözlerini es geçip onun kuvvetli bir şekilde kalkıp inen göğsüne baktı ve istemeden de olsa bir kaç adım geriledi. Ellerini kaldırıp açıklama yapmaya çalıştı. “Benim arama iznim va...” Kalkanı işe yaramamıştı. Çenesine yediği ilk güçlü darbe ile yere kapaklandı.
John merdivenlerden inen iki federali tek elini kaldırarak durdurdu ve sıktığı dişlerinin arasından öfkeyle konuştu “Sakın kimse karışmasın. Defolun!” Adamlar indikleri hızla yukarı çıkıp gözden kayboldular. FBI’ın her bölgedeki tüm birimleri Allen’in kafadan çatlak ortağını iyi tanırdı, onunla ters gitmek belayı peşin kabullenmekti. Tıpkı istihbarat birimindeki ajanın ya da koordinasyon ofisi bölüm şefinin sonu gibi. Ajan Anderson için ise bu sorun değildi. Çünkü genç adamın belaya her zaman ayrı bir zaafı olmuştu.
Marc başını sallayarak bir süre bekledi ve görüntü netleşince merdivenlerin ahşap korkuluğundan destek alarak ayağa kalktı. “Ne yaptığını sanıyorsun Parker? Hiçbir şeyden haberin yok, ortağın bir katil.”
John onu yakasından tutup sertçe kendine çekti. Dudağının sol tarafı net bir şekilde patlamıştı, süzülen kanın bir kısmı ellerine damladı. “Ayakta uyuyorsun!”
Gördüğü kadarıyla ona zarar vermişti ama işittiğine bakılırsa çenesini tam anlamıyla kırmayı başaramamıştı. Bu sefer yumruğu yerine başını kullandı. Genç adam merdivenlerin arka tarafına doğru sırt üstü düştü ve burnunu tutarak yatmaya devam etti.
“Kim adına çalışıyorsun? Konuş Anderson.”
Yerde yatan bedenden bir homurtu yükseldi. “Kimse adına çalışmıyorum.”
John onu tekrar kaldırmak için üzerine doğru hamle yaptı fakat karnına yediği beklenmedik bir tekme onu yere yuvarladı. Marc kırılan burnunu tutmayı bırakıp dirseği üzerinde doğruldu ve yanında acı ile yatan adamın yüzüne sıkı bir yumruk attı. “Aptal herif.” Tükürdü. Kan sadece burnundan değil ağzından da geliyordu. Tadını alıyordu. Doğrulup ayağa kalktı ve başını dik tutmaya çalıştı. Arkasında dikilen bedenin ise buna izin vermeye hiç niyeti yoktu. John onu tutup hızla karşı tarafa savurdu. Amacı onu duvara fırlatmaktı fakat adam garaj kapısına çarpmış ve bodruma inen merdivenlerden yuvarlandıktan sonra gözden kaybolmuştu. Kapıya koşup ışığı yaktı ve yerde hareketsiz yatan adamın yanına inmek için ilk merdivene adımını attı. Metal konstrüksiyondan yapılmış olan merdivenler evin altındaki garaja ve aynı zamanda Mary’nin kullanmadıkları eşyaları ile doldurduğu bodrum katına iniyordu.
Garajda bulunan tek arabanın üstü kapatılmıştı. Arka taraf ise kalın bir perde ile ayrılmıştı. Perdenin aralık kısımdan görünen beyzbol malzemeleri ve üst üste dizilmiş kumaşı eskimiş koltuklar gözüne çarptı. Bunlar Ray’in bekâr evinden kalma üzerine her akşam bira döktüğü koltuklarıydı. Mary Yüce bir kadın olmalıydı, onları atmadığına inanamıyordu.
Marc yerde hareketlenmeye başladığında John tüm ilgisini tekrar ona yöneltti. “Sana bir soru sordum cevap ver bana!”
“Sana verecek bir cevabım yok. Çünkü o aradığın hain ben değilim.” Karnını tutarak güçlükle öksürdü. “O hain sen kabul etmesen de Allen’di.”
John haykırdı. Sesi yankılandı ve katlanarak çoğaldı. “Sus, yoksa elimde kalacaksın.”
“Parker elimde kaset var, cinayet gecesi Allen, Bayan Hebert’in sevgilisinin ofisinde görüntülenmiş.”
John elleriyle yüzünü kapattı, birkaç saniye sonra açtı ve başını hızla sağa sola salladı. “Sana inanmıyorum.”
Genç adam yavaşça ayağa kalktı ve gömleğinin kenarını tutup kaldırdı, burnunu ve çenesini temizledi. “Sen haklıydın, Jack Peterson belki Emily Hebert bile işin içinde. Ray Allen’la bağlantıları var.”
“Bağlantıları yok!” Ses derinden gelmişti, içinden, ta en derinlerinde bir yerden. Sebebini bilmiyordu ama Ray ve Emily arasında bir bağlantı olmadığını hissediyordu. John içinden koparıp söktüğü bütün acıları da nefesiyle beraberinde dışarı çıkardı. Savurduğu son yumruğun ise kendi canını yakacağından hiç haberi yoktu.
Ayakta durmakta güçlük çeken Marc bu son darbe ile geriledi ve kaçınılmaz olarak yere serildi. Yere kapaklanmadan önce elinden gelen son mücadele arkasındaki kalın perdeye tutunabilmekti. Perdenin bir kısmı tavandan koparak yırtılırken arkasında gizlediği gizemli sırrı da açığa çıkardı. Koltukların hemen yanında eski bir çalışma masası duruyordu. Arkasındaki duvarda bulunan tahtada ise bir fotoğraf, çeşitli isim ve semboller vardı. Masanın üzerindeki dosyalar, yarım sigara izmariti ve kirli bir bardak öylece bırakılmıştı. Bu kullanılmayan bir masa değildi, aksine çok yakın bir zaman önce kullanılmış ve burada çalışılmıştı. John dizlerinin üzerine doğrulmuş Marc Anderson’a baktı. Adam ise hayattan kopmuş odaklandığı tek bir şeye bakıyordu. Duvara yapıştırılmış genç bir kadının fotoğrafına.
“Bu kadını tanıyorum. Bu babamın üzerinde çalıştığı son dosyadaki kadın. Bu o kadın!” Marc bedenindeki bütün acıyı unutmuş halde deli gibi bağırıyordu. “Parker bu o kadın!”
“Baban mı? Ne babası, Tanrım sen iyi misin?”
“Benim babam bir federal ajandı. FBI’ın özel ajanlarından Lucas Anderson. Yani senin anlayacağın Ray Allen’in Manhattan’a postalanmadan önceki eski ortağı.”
“Ne?” John son ana kadar direnmek istiyordu. Başka bir tepki vermeden öylece dikilmeye devam etti. Tek yapabildiği duvardaki kadın fotoğrafına bakabilmekti. Marc gizli ofise doğru karnını tutarak yavaşça ilerledi ve perdenin geri kalanını da tek seferde sertçe kenara çekti.
İşte o anda John bakışlarını sabitlediği fotoğraftan yandaki bir diğerine kaydırdı. Sağdaki kadın kendisi için hiçbir şey ifade etmezken soldaki inandığı her şeyi elinden almıştı. Ellerini arasına daldırsa ateş çıkarabilecek kadar sıcak duran kızıl saçları omuzlarına dağılmıştı. Gözlerinde tarifsiz bir mutluluk, yüzünde tatlı bir tebessüm var.
Bir adam bir kadını neden düşünürdü; Yumruk yaptığı elini yavaşça dudaklarına götürdü. Onu düşünmesi için birçok neden vardı. Gülüşü bunlardan sadece en masum olanıydı…
Arkalarında kalan metal merdivenden gelen sesle iki adam da aynı anda silahlarına sarıldı…
❥❥❥❥❥
*Dünyada en çok Kanada’da üretilen waffle, pankek ve reçel hazırlamada kullanılan kırmızı renkli yoğun olarak sükroz içeren şurup. Türkiye’de akçaağaç şurubu olarak bilinmektedir.
** Alberta Kızılderililerine ait Nakotaca diline özgü bir kelime, anlamı ‘buraya gel’
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder