16 Aralık 2014 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 11.Bölüm



Marc, genç kızın dudaklarından dökülen rakamları elindeki not defterine hızla karaladı ve ortaya çıkan telefon numarasına kısa ama daha çok öfkeli bir bakış attı. Tabi ki öfkesinin karşısındaki kız ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu(!) Şuan ki öfkesi onu beş dakika önce eken yalnız kovboy içindi. Böyle iş bölümünün canı cehennemeydi. Ajan Parker işin profesyonellik gerektiren kısımlarını tek başına halledip, kadının izinden katillere ulaşırken kendisi burada üniversite öğrencilerinden telefon topluyordu. Bu gerçek bir işkenceydi, üstelik bunlara katlanmasını gerektirecek bir sebebi de kalmamışken. Ray Allen öldürülmüştü. Lanet olsun! Biliyordu, tüm öfkesi kendisineydi.
Başını kaldırıp gözlerini kapının eşiğinde onu geçirmek üzere dikilen kıza çevirdi. Onun gözlüğüyle oynamasını fırsat bilerek bakışlarını üzerinde gezdirdi. Kendine has bir güzelliğe sahipti. Biçimli bir yüzü ve bembeyaz teni vardı hatta şu taktığı gözlükler ve üzerindeki komik kazak bile güzelliğinden bir şey çalamamıştı. “Teşekkür ederim Bayan Bennett.” Ceketinin iç cebine uzanıp, gerekli birkaç numaranın yazılı olduğu kartı genç kıza uzattı. “Burada bana ulaşabileceğiniz tüm numaralar yazılı. Eğer Bayan Hebert sizi arar ya da aklınıza herhangi bir şey takılırsa lütfen benimle irtibata geçin.”
Lena genç adamın uzattığı kartı alırken başını belli belirsiz de olsa sallamayı başarmıştı. Çok yakışıklıydı… Fena derecede yakışıklıydı… Aşk romanlarına kahraman olmak için yaratılmıştı… Sıkı dur dedi içinden bir ses, bir itiraf patlatacaktı. Jack Peterson’dan bile yakışıklıydı!
Adam hızlı adımlarla uzaklaşırken Lena’nın içi şimdiden onu bir daha görebilmenin ümidiyle dolup taşmıştı.

<><><><><><>

Taksinin Boston’dan uzaklaştığı her dakika genç kadının içindeki korku da çoğalıyordu. Merkezden tamamen çıkmışlardı ve bir süredir kırsal kesimde ilerliyorlardı. Yolun iki yanında; aralarında küçük orman toplulukları bulunan en fazla üç katlı evlerin birbirleriyle olan mesafeleri her geçen dakika daha da seyrekleşiyordu. Aslında şanslı sayılırdı, o küflü otelin sahibi ilk paniğin ardından o isimde birini tanımadığını tekrarlayıp durmuştu. Otelin kapatılacağını söylemesi ve destek ekip isteme yalanı ile bir alışveriş sitesinin çağrı merkezini araması bile işe yaramamıştı. Sonunda çaresizce bu şehrin altını üstüne getirmeye hazırlanırken otelin önündeki gençlerden bir tanesi henüz hareketlenmiş olan taksiyi durdurmuş ve küçük bir servet karşılığında onu istediği adrese götürebileceğini söylemişti. Ve yine söylediğine göre onları tanıyordu. Sebebini açıklamasa da; arkadaşları ile bazı zamanlarda saklanmaları gereken o bölgede Torres’lere ait bir ev vardı. Emily şimdi o bölgeye doğru yol alırken çocukların saklanmalarına sebep olan şey ile hayatlarını geçindirdiklerine emindi. Nihayet yanında oturan çocuk öne doğru uzanıp sürücüye ilerideki evin önünde durmasını işaret etti.
“İşte burası Bayan! Torres’lerin evi. Şimdi anlaşmaya uyup, paramı çıkın.”
Emily gözlüklerini indirip, çocuğun -gözünü teğet geçen- parmağı ile işaret ettiği tarafa doğru baktı. Etrafını kaplamış olan ağaçların ortasında bir zamanlar kesinlikle beyaz olan, iki katlı gösterişsiz bir ev bulunmaktaydı. Bahçeyi saran tahtalar aynı zamanda çatıdaki koyu renk ile uyum içindeydi ve bahçenin çıkışındaki posta kutusunun üzerinde yazan ‘TORRES’ soyadı ise çocuğu haklı çıkarırcasına kendini göstermekteydi. Emily çantasına uzanıp vaat ettiği parayı çıkardı ve çocuğa doğru uzattı. En fazla on beş yaşlarında gösteren çocuk gülümseyerek verileni kaptı ve kulağının arkasına doğru para tomarını sallandırdı.
“İyi bir anlaşmaydı.” Başındaki şapkayı çıkarıp ters şekilde taktı. Hemen sonra süratle araçtan inip geldikleri yöne doğru uzaklaştı. Emily çocuğun gidişini seyrederken onun nasıl geri döneceğini düşünüyordu. Şoförün seslendiği sırada o bacaksızın kendisini bir güzel yolduğu gibi o problemi de halledeceğine emindi.
“Beklememi ister misiniz? Buralarda her istediğinizde araç bulmak zordur.”
“Evet lütfen, teşekkür ederim.” Kapıyı açıp inmek için hazırlandığı sırada adam fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. “Dönüş için iki katını alırım Bayan.” Tanrım! Burada büyük küçük herkes soyguncu muydu? Cevap bekleyen adama gözlerini devirmekle yetindi.
Posta kutusunun yanındaki dar yoldan girip eve giden patika boyunca ilerledi. Rahat yürümeye olanak sağlayan büyük taşlar girişe kadar ilerliyordu. Bu da toprağa basmak zorunda kalmadığı için sevinebileceği bir şeydi. Etrafı incelediğinde bahçenin tam anlamıyla bakımsızlık örneği sergilediğini de yakından gördü. Torres’lerin bahçe düzenlemesinden anlamadıkları kesindi. Çoğu ağaç eğilmiş bükülmüş ve bitkilerin hemen hepsi kurumuştu. Evin durumu ise içler acısıydı. Alt katın neredeyse pencerelerine kadar yükselen tuhaf dikenli bitkiler evi sarmıştı ve biraz daha umursanmazsa camdan içeri girmeleri kaçınılmazdı. Ağaçların aralarından sızan ince güneş ışığı manzaraya biraz olsun güzellik katıyordu. Gün tamamen doğmuştu…
6 Temmuz sabahı… Günlerdir bu sabahı düşlemişti. Eğer o kara gece yaşanmasaydı, şu anda Jack ile birlikte havaalanının yolunu tutuyor olacaklardı. Telefonuna uzanıp saate baktı.

07:13

Kendisini dört gözle bekleyenleri düşündü. Bir açıklama yapması gerekecekti. Bu da ortada açıklanabilir bir şey olmadığı için işlerinin bir iki gün daha uzaması ile ilgili yeni ve kabul edilebilir bir yalan bulması demekti. Girişe ulaştığında escort şirketini tekrar arayıp yeni bir program ayarlaması gerektiğini de anımsadı. Zili çalarken peşindeki federalinde farklı bir ülkeye sürgün edilmesinin ihtimali üzerinde yoğunlaştı.
Kapı yavaşça aralandığında Emily yüzüne hoş bir gülümseme takındı. Aralık kapıda üzerinde sabahlıkla dikilen bir kadın göründü. Beden dilinden de yardım alarak samimi bir ses tonu takınmaya çalıştı.
“İyi günler. Evet, bakın ben erken bir saat olduğunun farkındayım.” Ellerini masum bir şekilde çenesinin altında birleştirdi. “Gerçekten özür dilerim fakat burası William Torres’in evi mi acaba?”
Kadın ilgisiz bir ifadeyle onu süzdü. “Siz kimsiniz?”
“Ben… Ben Manhattan’dan geliyorum. Bakın Bay Torres’e birkaç soru sormak istiyorum. Benim için çok önemli, lütfen! Adım Emily Hebert. Kimliğimi gösterebilirim.”
“Lütfen…” fısıldar gibi son bir kez daha mırıldanmıştı ki kadın kapının zincirine uzanıp önce kilidi sonra da kapıyı sonuna kadar açtı. Emily bu beklenmedik hareket karşısında neredeyse onun boynuna atlayacaktı. “Ah! Teşekkür ederim. Söz veriyorum çok vaktinizi almayacağım.” İçeri geçmesini işaret eden kadının yanından güler yüzle yol aldı.
Arkasından ilerleyen kadın eliyle tekrar -sağdaki ilk odayı- işaret etti. “Şöyle buyurun.” Emily gösterilen koltuklardan en yakını olan solmuş kadife bir koltuğa oturdu. Etrafa kaçamak bakışlar atarken arkasına yaslandı ve kollarıyla ahşap oymalı koltuğun kollarını sardı. Lanet olsun! Evin içi de tıpkı dışı gibi eskimişti. Ceketinin kollarını mahveden tozları belli etmeden silkelemeye çabalarken küçük bir sehpanın üzerindeki pakete uzanmış kadının kendisini görmediğinden emin olmaya çalıştı. Seri bir hareketle sigarayı yakan kadın derin bir nefes çekip saçlarıyla oynamaya başladı. Silkelenmeyi bırakıp kadına tekrar gülümsedi. Genç olmalıydı, siyah gür saçları omuzlarına değmeyecek kadar kısaydı. Üzerine iki beden büyük gelmiş bir sabahlık giymişti. Bu ev gibi sahipleri de eskimiş, yıpranmış birazda tozlanmıştı.
Hala buraya geldiğine inanamıyordu. Dün akşam faturaları bulduğu ve ismi gördüğü ilk anı hatırladı, bir an aklını kaçırmış gibi onun Jack olabileceğini bile düşünmüştü. Ah! Lanet John Parker.
“Eşimi nereden tanıyorsunuz?”
Emily kalp atışlarının hızlanmaya başladığını hissetti. “Bay Torres eşiniz mi?” Ah! Tabi ki eşi olmalıydı, bunu nasıl düşünememişti.
Kadın gürültülü bir şekilde yutkundu. “Eşimdi.”
Emily yüzündeki gülüşü yavaş yavaş kaybetti. “Eşimdi dediniz yani çok özür dilerim ayrıldığınızı ben ayrıldığınızı düşünemedim.” Telaşla ayağa kalktı. Jack kendisi için ayrılmış olamazdı değil mi? Hayır olamazdı.
“Eşimi kaybettim. Altı ay önce… Ve özür dilemenize gerek yok. Buna alışmam gerek, bu gerçekle baş etmek zorundayım.” Ellerini iki yanına açtı ardından kendi bedenine sıkıca sardı. “Ama gördüğünüz gibi pek başarılı değilim.”
“Güç olmalı yani ölümle baş etmek.” Teselli etmesi gereken yerde saçmalıyordu. Bay Torres’in Jack olmadığını bilmek ise içini rahatlatmıştı. Rahatlamaması gerektiğini biliyordu, elindeki tek delil yok olup gitmişti.
“Çocuklar olmasaydı baş edemezdim.” Bayan Torres elindeki sigarayı söndürüp odanın bir köşesine doğru ilerledi. Fotoğraf çerçevelerinin dizili olduğu dolabın üzerinden birine uzanıp eline aldı geri gelirken biraz daha güleç bir ifade takınmıştı. “Onlar benim hayata tutunma sebebim. Erkek olan Joe ve bu da kızımız Ellora.”
Gözlerindeki yaşı eliyle silen kadın odanın kirli camlarından birine doğru ilerledi. Yüzü bahçeye dönüktü ve baktığı yerde iç açıcı bir şeyler görmediği tahmin etmek o kadar da zor değildi. Emily elindeki fotoğrafta gözlerinin içiyle gülen iki ufaklığa içi acıyarak bir kez daha baktı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi “Çok üzgünüm Bayan Torres. Özellikle de bu sabah acınızı bir kez daha hatırlattığım için ama altı ay çok kısa bir süre, yakın zamanda toparlanacağınıza emin...”
Altı ay… Al-tı-ay
Kulaklarında onun baştan çıkarıcı sesini duyar gibiydi. “Altı ay oldu sevgilim, seninle yeniden doğduğumdan beri…” Emily başını kaldırıp uzakta sıralanmış çerçevelere baktı. Gözlerine dolan yaşlar sebebiyle bu mesafeden görmesi imkânsızdı. Kulaklarında bir basınç hissediyor ve kafasından içinden gelen bir uğultu duyuyordu dahası nefes alamıyordu. Kesik kesik soluk alıp verirken yavaşça ilerledi.
Dolaba yaslanıp, titreyen eliyle önündeki ilk çerçeveyi yakaladı ve korkuyla gözlerini açtı.
Bu bir aile fotoğrafıydı… Dört kişilik güzel bir aile…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder