16 Aralık 2014 Salı
Aşk Çarpar Gönül Kayar 12.Bölüm
Bu defa öfkeden körelmiş olan aklını çalıştırmakta güçlük çekiyor, zihni ona durmaksızın aldatıldığını ve fena halde faka bastığını bağırıyordu.
Tanrı bilir, şu anda hangi cehennemin dibinde olan o kadın kendisini atlatmayı başarmıştı. Hızla yol alırken John gaza biraz daha sert bastı. İçindeki ses kadının kaçmak dışında başka bir şeylerin peşinde olduğunu ısrarl...a söylese de havaalanında da gerekli tüm önlemleri aldırmıştı. Bu ihtimali göz ardı edemezdi sonuçta ortada güzergâhı önceden belirlenmiş olan bir seyahat vardı. Aptal bir amaca hizmet eden seyahat! Eğer Bayan Hebert iddia ettiği gibi masumsa bu sevgilisini de dâhil ettiği bir aile organizasyonu olmalıydı.
Gün tamamen aydınlanmıştı. Amerika’nın ‘her yeri metro ağı ile çevrilmiş bu eyaletini’ işte bu yüzden seviyordu. Kalabalık kaldırımlarına rağmen caddeleri genellikle işlekti. Kadının dairesinin bulunduğu yüksek plazanın önüne vardığında çalan cep telefonunu çıkardı. Aramayı cevaplarken özensizce park halindeki iki aracın arasına daldı. “Sophia bana iyi haberler ver(?)”
Aldığı haberler tüm şüphelerinde haklı olduğunu ortaya çıkarmıştı. Kurnaz cadı bir şeyler karıştırmaktaydı, ama ne(?) Sophia’nın öğrendiğine göre Emily Hebert’ın telefonundan sabahın kör vaktinde bir arama yapılmıştı. Aranan numara bir alışveriş sitesinin çağrı birimine ait yerel bir numaraydı. Genç kadının telefon sinyalinin ise şimdilik Boston yakınlarında Marlborough bölgesinden geldiği tespit edilmişti. Şimdilik!
“Tam adresi tespit etmen ne kadar sürer?” John aracı az önce park ettiği yerden yine gürültüyle çıkardı.
Kadının sesinde bunun kendisi için çocuk oyuncağından farksız olduğunu belirten bir tını vardı. “Manhattan’dan ayrılmadan konumu cebinde bil.”
“Harikasın, son üç günde Bayan Hebert’ın telefon aramalarını da kontrol et lütfen, ne işler çeviriyor bir bakalım.” Yasal izinlerin canı cehennemeydi, artık vakti kalmamıştı.
“Tamam John.”
“Bu arada Sophia, bu gelişmelerden şimdilik şefin haberi olmazsa...” Bitirmeden önce bir süre bekledi, istediği şeyin kurallara uygun olmadığının tam olarak farkındaydı.
Hattın ucundan sevgi dolu bir ses geldi. “Pekâlâ ortak. Nasıl istersen?”
‘Ortak’ John nefesini tuttu. Bir başkasından duyana kadar farkında bile değildi, bu özlediği bir kelimeydi. Ondan duymayı özlediği bir kelimeydi. Ray’in kulaklarında uğuldayan güçlü sesini işitti. ‘Hey ortak! Sen varken benim kıçım yere gelmez.’
Uğultuyu bastıran Sophia’nın kaygılı sesiydi. “ Ben... Üzgünüm John ağzımdan çıkıverdi.”
“So-sorun değil, biz aynı takımdayız Sophia, sanırım alışmam lazım.”
“Unutmadan söylemeliyim ki; üzerine titrediğin takımımız her geçen gün büyüyor. Bayan Hebert telefonda konuşurken kendini Ajan Parker olarak tanıtmış, mesleğinde gözü olduğunu biliyor muydun?”
John direksiyonu kırarak aracı yolun ortasında sert bir manevra ile durdurdu. “Nasıl?” Şaşkınlıktan hatta biraz da hayranlıktan açık kalan ağzı yavaş yavaş kendiliğinden kapandı. Bu nasıl bir cesaretti? Nasıl bir delilik? Durum, bu sabahtan beri aradığı rozetin de nereye gittiğini gayet açık bir şekilde izah ediyordu.
“Tuhaf değil mi? Bizler kim olduğumuzu gizlemeye özen gösterirken bazıları bunu kullanmak için can atıyor.” Az önceki bilmiş tını sesinde tekrar belirdiğinde devam etti. “Belki de sipariş ettiği fiyonklu ayakkabıları aynı gün teslim edilsin diye söylemiştir. Ah! O son moda fiyonklu ayakkabılardan giydiğine her bahse girerim.”
*****
Emily tuhaf sesler çıkaran çürük ahşap basamakları yavaşça tırmandı. Büyük olasılıkla otostopçuların, kokainmanların ve ucuz içki arayanların uğrak yeri olan bir bardı. Jack ile New York’ta gittikleri gözde ve bir bardak şarabı için iyi bir miktar ödenen kulüplerden sonra burası bir bataklık sayılırdı. Emily bataklığın kapısını sertçe iki yana doğru açtığında ağır içki kokusu ile karışık sersem bir rüzgâr yüzünü yaladı. Bugün her şey fazlasıyla sertti. Öncelikle hayat ona sıkı bir çelme takmıştı. Darbe o kadar sertti ki, aynı acıyı fiziksel olarak hissedebilmek için dizlerinin kırılması gerekliydi. Kırmızı ve mavi ışıklarla aydınlatılmış derme çatma kulübenin içinde dumandan göz gözü görmüyordu. Tam da genç kadının istediği gibiydi, bir süre erkek denilen hiçbir canlıyı net olarak görmek dahası bu halde kimseye görünmek istemiyordu. İçeride bir şeyler içmeden bir saat içinde soluyarak kafayı bulmak mümkündü. Sis dumanının ardında varlığını hissettiği meraklı bakışlara aldırmadan bara geçip boş bir sandalyeye yerleşti. İki kolunda da ejderha dövmesi bulunan uzun sakallı bir adam tezgâhın arkasında gölge gibi belirdi. Dirseklerinin hizasından başlayan koyu renk dövmeleri ejderhaların başı omuzlarına gelinceye kadar devam ediyor, üzerindeki kolsuz açık renk tişörtte ise çeşitli içki lekeleri kendini belli ediyordu.
“Ne içersin güzelim?”Adamın nefesi de görüntüsüyle uyum halinde ‘leş’ gibiydi.
“Viski en sert olanından.” Emily ceketini çıkarıp sandalyenin arkasına asarken adamın çaldığı ıslığı işitti. Bir yandan da eline aldığı pis bardağa içki doldurmakla meşguldü. Bardağı tezgâhın üzerine koyup ona doğru itelerken sakaldan görünmeyen ağzını oynattı. “Sert içkileri severim. Sert içen kadınları da...”
Titreyen eli ile bardağı kavrarken içkisine bakarak umursamazca konuştu. “Git başımdan” Büyük bir yudum boğazını yakarak indi, ikinci yudumda ise boğazından sonra midesi de alev almıştı. Acıyı bedenine zevkle kabul etti. Adamın uzattığı üçüncü kadeh de ise bundan sonra hep viski içeceğine dair kendi kendine yeminler geveledi.
Hayatı raydan çıkmış ve bariyerlere çarpmıştı, her şey bu kadarla da sınırlı değildi elbette, o kadar hızla çarpmıştı ki havada bir de takla atmıştı. Ve genç kadın işte tam orada -hayatının içinde- sıkışıp kalmıştı. Evet, durum tam olarak böyleydi ve bütün bunlar sadece üç gün içinde gerçekleşmişti.
Üç gün...
Üç kısa gün, üç günde ne gibi aksilikler çıkabilirse hepsi teker teker yoluna çıkmıştı.
Yıllar önce veda ettiği evine ancak -Amerika’nın onay verdiği gibi- gerçek bir yazar olmayı başarabildiği üç sene önce Hailey’in düğün töreni için dönebilmişti. Babasının kendisini affetmesini sağlayanda bu olmuştu. Hep hayal olarak baktığı şey şimdi tam karşısında duruyordu. Belki de ilk kez gerçek evinde varlığını gizleme ihtiyacı hissetmiyordu. Törenin sonunda Dylan Hebert yaşlı gözlerle son kadehini kızı için kaldırdığını söylemişti. Gün Hailey’in günüydü fakat hayran olduğu ilk adam, babası titreyen çenesini bir süre sabitlemek için beklemiş ve yaklaşık yüz kişinin önünde uzun zamandır kilitli olan kalbinden sökülüp geldiği apaçık olan duygularını salıvermişti. “Albert soyunun en güçlü kadınına, Amerika’yı dize getiren Hebert kızına, Sevgili kızım yazar Emily Hebert’e. Seninle gurur duyuyorum hayatım.”
Emily herkese eşlik ederek sadece bir saniye kadehini kaldırmış ve kopan alkışların arasından ilerleyerek gururla babasının kollarına atılmıştı. O gün uzun zamandır mahrum kaldığı şefkatli kolların arasında yemin etmişti. Artık hiç can yakıcı gözyaşlarını göremeyecekti.
Öyle de olmuştu…
O günden sonra kimse ama hiç kimse Emily Hebert’i bir daha ağlarken görmemişti.
*****
“Oturun Bay Peterson”
Jack, yaşlı adamı ikiletmeden kendisinden isteneni yerine getirdi. Son teslimattan sonra neden buraya çağırıldığını bilmiyordu. Kadife koltuğa sessizce oturup bir bacağını diğerinin üzerine yerleşirdi. “Mükemmel görünüyorsunuz.”
Yaşlı adamın yüzünden hafif bir tebessüm geçti ya da Jack öyle olduğunu hissetmişti. Yüzünde o kadar çok kırışıklık vardı ki gerçek tepkilerini görmek pek de mümkün değildi. “Otuz yaşında dudaklarınızdan çıkan her söze inanmaya hazır kadınlarla seksen yaşında bir ihtiyara aynı kurları yapmamalısınız.”
“Ben sadece...”
Sözünü kesen adam oturduğu tahtın oymalı ve çeşitli taşlarla süslenmiş kollarına yasladığı elini havaya kaldırmıştı. “Biliyorum biliyorum siz kibar bir adamsınız.” Gözlerini karşısında alev alev yanan şömineden çekmeden sözlerine devam etti. “Postacıdan gelen yeni haberler var.”
“Endişelenecek bir durum mu var efendim?”
“Öncelikle şu konuda anlaşalım Bay Peterson, ben endişe denilen duyguyu yenmiş bir adamım. Benim gibi ölüme yaklaşmış olan insanlar endişe yerine yanlış yapan dostları adına üzülürler sadece ve bu sabahta yine üzüntü duydum. Sizin adınıza...”
Jack ağzına dolan tükürük sebebiyle sesli bir şekilde yutkundu. “Sizi üzdüğüm için özür dilerim efendim.” Kahretsin neler oluyordu böyle!
Yaşlı adam kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle ayağa fırladı, yüzüklerle kaplı eli şimdi karşısında kendini zeki sanan genç adama çevrilmişti. “Öyleyse üzüntümü bir an olsun giderin ve bana söyleyin, gerçek kimliğinizi nasıl olup öğrendiler?”
Jack az önce kurulduğu koltuktan adeta fırladı.“Be-ben bilmiyorum, benim hiç bir şeyden haberim yok. “
“Neden sabahtan beri Torres adını duyuyorum?” Arkasını dönüp şömineye doğru ilerledi. Sıcağı seviyordu, kadın bedeninden mahrum kaldığından beri vücudunu ateşle ısıtıyordu. Kadınlar yeryüzünde var olan en büyük kötülüktü, sıcağıyla yakar ve kalbiyle sizi yataklarında boğardı. Şeytanı alt etmenin tek bir yolu vardı. Elinden geldiği kadarını yeryüzünden silmek! Şimdiye kadar sildikleri yeterli olmazdı, asla da olmayacaktı!
Gözleri sıcak ve özlemle yanarken arkasını döndü ve odanın köşesinde bekleyen adama üzüntüyle göz gezdirdi. Yakışıklıydı, genç adamın gözleri ışıl ışıldı. Muhtemelen de haklıydı hiç bir şeyden haberi yoktu. İşte bu yüzden o her oyunda değiştirilecek basit bir joker ve kendisi ise yeri doldurulması mümkün olmayan bir papazdı. Hiçbir oyun papaz olmadan kazanılamazdı.
Ona doğru yaklaşırken son kez nasihat verdi. Gideceği yerde işine oldukça yarayacağına adı gibi emindi. “En büyük düşmanın en son bakacağın yere saklanır.”*
Jack omzunda hissettiği güçlü elin altında her saniye biraz daha ezildiğini hissediyordu. Tek kelimesini anlamasa da başını hafifçe sallamakla yetindi.
“Her şeyi çocuklarım için yaptım. Lütfen...”
El onu kendine doğru çekerken bir kez daha ilahi bir tılsım gibi fısıldadı.
“Sen şeytana esir olmuşsun evlat.”
Jack ağzını açıp tek kelime edemeden göğsüne saplanmış duran altın renkli bıçakla göz göze geldi, daha çok bir hançer gibiydi ve hemen ardından soluğunu kesen yoğun acıyı hissetti. Kendini kaybetmeden önce aklında son kalan görüntü yaşlı adamın üzüntü dolu gözleriydi.
*****
Barın bir ucunda büyük bir bilardo masası gözüne takıldı. Etrafında bir grup adam çoğu saygınlıktan uzak kelimelerle hararetli bir oyun oynuyorlardı. Emily siyah topun sol köşedeki delikten hızlıca girdiğini görünce sesli bir şekilde küfretti. Bir süredir kendisine tahsis edilmiş barmen bu sefer yüzeyi su damlacıkları ile kaplı kupayı ona doğru uzattı. “Senin güzel kafana en iyi cila”
Ağır kupayı tek eliyle kaldıramayınca iki eliyle yakaladı ve büyük bir yudum aldı. Birayla serinleyen dudaklarını yalayıp elinin tersi ile ağzını sildi. Torres’lerin evinde yaşadığı acıyı ömrünün sonuna kadar unutamayacak ve o fotoğrafı asla hafızasından silip atamayacaktı. Bir aileyi yıkmıştı, iki çocuğu babasız bırakmış, bir alçağa belki bir katile ve kesinlikle bir ölüye âşık olmuştu. Emily o evden nasıl çıktığını hatırlamıyordu bile, nasıl kendisini dışarıda bekleyen araca attığını, ne zaman buraya geldiğini ve son olarak da ne kadar içtiğini...
İçmişti hem de fena içmişti…
Yirmi yedi yıldır düzenli olarak yediği o hafif akşam öğünlerini ve haftanın beş günü yaptığı sabah koşularını bir gece de çöpe atacak kadar içmişti! Doğrusu bu gece tam olarak vücuduna ne kadar etanol ve glikoz yüklediğinin farkında değildi ama genç bir üniversite öğrencisinin kendisine bir şişe bira ısmarladığını hatırlıyordu ya da belki iki. Bir de şu durmadan puro içen adam vardı. Sahi ne demişti o. “Böyle bir güzellik asla yalnız kalmamalı.” Genç kadın düşününce geçen sene çıkardığı kitabında da buna benzer bir cümle kullandığını anımsadı ve yüzü aydınlandı. Midesinin tutamayacağı kadar bulandığını hissettiğinde saatlerdir oturduğu sandalyeden güçlükle kalktı. Bir el bileğini yakaladığında Emily başını kaldırıp elin sahibine baktı.
“Yakınlarda bildiğim bir otel var ne dersin?” Puro içen kırmızı suratlı adam gülerken iğrenç dişlerini göstermişti.
“Canın cehenneme” Emily onu itmeye çalıştı. Doğrusu onu mu itmişti yoksa kendini mi savurmuştu emin değildi ama sonuçta bileğini kurtarmıştı.
“Şehirli sürtük!”
Emily sertçe açılan bar kapısının sesinden işittiği hakareti tam olarak duyamamıştı. Zaten umurunda da değildi. Tuvalet olduğuna emin olduğu kapıyı açıp kendini içeri attı. Tanrım! Bu manzara bile kusmak için yeterli bir sebep sunuyordu. Ahır bile buradan temizdi. Eskiden ayna olarak kullanılan cama elini dayadı ve lavaboya eğilip kusmaya çabaladı.
“Tanrım! Yardım et bana.” Başını kaldırıp kirli aynada yüzünü görmeye çabaladı. Saçları yaptığı basit topuzdan firar edip omuzlarına dağılmıştı. Göz çukurları ise simsiyahtı, lanet olası rimeller diye düşündü. Suda bile çıkmadığını söyleyen o üretici firmaya dava açmalıydı! “Sen bir pisliksin kızım. Aynı burası gibi bir pisliksin.”
Arkasındaki kapı yavaşça çalındı. Bu da ne böyle, burası için ne kibar müşteriler. Aynadaki aksine kapıyı gösterirken kahkahayı bastı.
“Git buradan kırmızı surat. Defol.”
Kapı bir kez daha kibarca çalındı. Emily elini mermer yüzeye vurarak derin bir nefes aldı.“Pekâlâ, bunu sen istedin!”
Kapıya doğru atılıp hışımla açtı ve doğrudan karşısında dikilen adama düşünmeden öfke saçtı. “O puroyu kıçına sokmamam için bana tek bir sebep söy...” Bu... Bu kırmızı surat değildi. Öfkesi sadece bir saniyede korkuya dönüştüğünde midesi devreye girdi ve biriktirdiği her şeyi karşısında dikilen adamın ayaklarının dibine kusuverdi!
Bir süredir başını sanat eserinden ayırmadan eğilmiş öylece duruyordu. Adam da sanki her gün ayağına biri kusmadan evden çıkmaz bir edayla dikilmeye devam ediyordu. Emily utançtan yerin dibine geçtiğini hissetti. Görüş alanına mendil tutan bir el girdiğinde bir süredir sıkı sıkı tutunduğu şeyden ellerini çekti, mendille ağzını silerken nihayet tutunduğu destekçisinin bir pantolon kemeri olduğunu fark etmişti. Kemeri takip ederek başını kaldırıp adamın yüzüne baktı. En çok koyuya dönmüş mavi gözlerinde oyalandı. Bir kez daha omzundan bakmaması gereken yerlere kadar inen kemere ve bu sefer daha hızlı hareket eden bakışlarını yeniden çenesi kasılmaya devam eden yüze kaydırdı. Bir kere yapmış ve elinden kurtulmuştu, belki bu seferde kemeri suratına yapıştırırsa...
Adam aklını okurcasına konuştu...
“Sakın deneme bile!”
*****
John öfkeliydi hem de fena öfkeliydi…
Otuz beş yıldır beslediği bütün inançlarını ve iyilerin kazanacağına dair ettiği tüm yeminleri bir gecede çöpe atacak kadar öfkeliydi! Doğrusu bu gece asıl canını yakan şu kadının kendisini bu dosya da en ufak bir ipucuna götüreceğine inanabilecek kadar çaresiz kalmasıydı. Böyle kadınları iyi tanırdı. Çoğu kendilerine şık ve güzel döşenmiş bir ofis açıp kapısına “aile ve ilişki uzmanı” yazan kadınlardı. Onlar tıpkı kalçanızı nasıl sıkılaştırabileceğinizi söyleyen spor eğitmenleri gibi hayatınızdaki adamların da boynuna bağladığınız o ipleri ne kadar sıkmanız gerektiğini söylerlerdi. Genç adam düşününce geçen sene ortağı ile yaptığı bir konuşmada da buna benzer bir cümle kullandığını anımsadı ve öfkesi kabardı. Bileğini hoyratça kavrayıp onu çıkışına doğru sürüklemeye başladı.
“Bırak beni bırak!”
“Uslu dur, canın yanmasın”
Adam ortadaki bara geri döndüklerinde bileğini serbest bırakıp cebine uzandı. Tezgâha bir miktar para attı ve kadının sandalyedeki ceketini ve çantasını kaptı. Emily uzak bir köşede kendisini gece boyu taciz eden kırmızı suratlı adamı fark etti. Kan içindeki burnuna dayadığı bir poşetin üzerinden öldürücü bakışlar atıyordu.
Adam onu çıkışa sürüklerken Emily merakına yenilip sordu. “Bunu sen mi yaptın?”
“Hak etmişti”
“Ne kaba bir davranış(!)”
“Kıçından puro sokmak kadar değil.”
Emily arkasını dönüp ona ters bir cevap vermek için ağzını açtı, vazgeçmesi bir saniyeden kısa sürmüştü. İki yana açılan kapıyı sertçe açtı ve kapının ajan bozuntusunun karnına çarpmasını sağladı. Oh! Barın çıkışındaki merdivenlerin başına geldiklerinde bir adım arkasından gelen Bay Öfke’ye bir kadının arkasından gelmesi gereken uygun mesafeyi göstermek için kendince başarabileceği en sert dirseği attı. Kapıdan neyi eksikti(?) Ardından dirseğinin kırılıp kırılmadığını kontrol etmek için ovalamaya çalıştı. “Tanrım ne giymişti bu. Çelik yelek mi?” Genç kadın iki gündür yaşadıklarının öfkesi ile isyankâr ve biraz da hala sızlayan dirseğinin acısıyla bağırdı.
“Hah! Siz erkekler her yaşta aynısınız!” Bu itiraftan aldığı haz başını hızla geriye atmasına sebep olduğunda ise zor sağlayabildiği dengesini tamamen kaybetti. Düşmeden önce kendisi arkadan saran sıkı bir kol pudra rengi ayakkabılarının havalandıktan kısa bir süre sonra olduğu yere -tekrar merdivenin ilk basamağına- basmasını sağlamıştı.
“Ve siz kadınlar” dedi öfkeli ses, ardından cümlenin geri kalanını tek nefeste tamamladı. “Her yaşta bize muhtaçsınız!”
*****
Emily duyduğu sesle göz kapaklarını araladığında kirpiklerinin arasından süzülen ışık gözlerini aldı. Uyumuş muydu? Muhtemelen. Kendini sersem gibi hissediyordu. Yoğun ışığın sebep olduğu araç yaklaşıp hızla yanından geçip gittiğinde başını az önce duyduğu sesin geldiği tarafa çevirdi. Bay Öfke’yi hiç alışık olmadığı sakin bir ses tonu ile konuşurken görmek tuhafına gitmişti.
“Boston’da halletmem gereken bir sorun çıktı. Merak etme yarın orada olacağım Mary.” Başını kaldırıp derin bir nefes alırken Emily usulca onu seyretti. Sensin sorun!
“Lily’i benim için öp, yarın yanınızdayım.” Telefonu kapattı, genç kadın da gözlerini.
“Kendini nasıl hissediyorsun?” Lanet olsun, uyanık olduğunu nasıl anlamıştı. Doğruya o bir ajandı, muhtemelen insan tepkileri üzerinde usta olmalıydı. Usulca gözlerini açtığında onun yüzüne kenetlenmiş bakışlarını gördü bir saniye sonra adam başını tekrar yola çevirmişti.
“Daha iyiyim” Uzanıp kendisini koltuğa çivileyen kemeri açtı.
“Ajan Parker ben...” Üzgünüm mü diyecekti hayır daha çok ‘seni nasıl ektim ama ahmak!’ demek istiyordu. Sebebini bilmiyordu ama bu adama başkaldırmak içten içe ona inanılmaz bir zevk veriyordu.
“Sizi dinliyorum Ajan Parker” Ah! Kahretsin onu da mı öğrenmişti(?) Aniden kıpkırmızı kesildi ve aracın ışıkları yanmadığı için şükretti. Göz ucuyla ona baktı, o her şeyin kokusunu alan burnuna. Biçimliydi tıpkı yüzünü tamamlayan diğer organları gibi. Bunu ilk kez o sorgu odasında fark etmişti.
“Konuşmamız lazım.” Saçmalıyordu, zaten onu dinlediğini söylememiş miydi?
“Bunun için buraya geldik zaten.“ Emily ancak o zaman ilerideki oteli fark etti. Otelin önündeki açık alanda turlayıp uygun bir yer arayan adama sorgulan gözlerle baktı. “Otelde mi konuşacağız yani?”
“Hayır otelde uyuyacağız, restoranında da konuşacağız. Aslında sen konuşacaksın ben dinleyeceğim.”
“Uyuyacak mıyız? Uyumak değil New York’a dönmek istiyorum. Hemen!”
John içten bir kahkaha patlattı. “Buradaki işini bitirmiş olmana sevindim.” Anahtarı cebine atıp arabadan çıktı. Emily kendi tarafındaki kapısına gelene kadar duymayacağından emin olduğu için bir dizi hakaret savurdu.
“Kuş” derken kapısı açıldığı için beyinli kısmını kendine sakladı.
“Kuş eti değil ama hindi eti bulacağımıza eminim.”
Kapısını tutan adama sevimsizce gülümsedi, çok komikti, hazır kibar bir harekette bulunmuşken bu anı bozmamak adına susup araçtan indi.
“Sabaha pek bir şey kalmadı, geceyi burada geçirir, sabah yola çıkarız. Sizin olduğu kadar benimde işlerim var.”
İşleri olduğu belliydi. Mesela Lily’i bir güzel öpmek. Kahrolası erkek soyu!
“Lily kim?” dedi ve ağzından çıktığı an pişman olarak elini dudaklarına götürdü. Zaten kasıntı adam cevap vermek yerine sessizce otelin girişine doğru ilerlemişti, kapıyı açıp ona geçmesini işaret ettiğinde gözlerini devirip bezgin bir ifade ile eşliğinde içeri girdi.
Yarım saat sonra güzel bir akşam yemeği ile karınlarını doyuruyorlardı. Bu saatte bu kadarını bulabildikleri için kendilerini şanslı saymaları gerekirdi ve Emily için itiraf etmek gerekirse hindi eti oldukça lezzetliydi.
Yemeklerini servis eden sevimli kadın içecek siparişi için tekrar yanlarına geldiğinde Emily hindi etinden büyük bir parça kesmekle meşguldü.
“Şarap lütfen... Beyaz olursa sevinirim.”
Karşısında oturan adamın tek kaşının havaya kalktığını gördü. “Ne? Ne var?”
“Hayatım sence de bu akşam yeterince içmedin mi?”
Emily eti kesmeye ara verip şaşkın gözlerle ona baktı. Bir süre sonra kendini sevimli ikilinin yaptıkları küçük sohbeti seyrederken bulmuştu.
“Harika bir gündü evet. İşte bu gün üzerinden tam bir yıl geçti. İlk evlilik yıl dönümümüz bilirsiniz.”
Genç kadın elindeki bıçağı tabağa düşürdü. O, az önce kadına göz mü kırpmıştı?
“Su alalım, Teşekkürler.” Su mu? Hoş geldin baba.
Kadın onları tebrik edip su getirmek üzere kıkırdayarak uzaklaştığında Emily diğer elinde tuttuğunu o an fark ettiği çatalı karşısında sırıtan adam doğru salladı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?”
Maymunların atası hiç bir şey olmamış gibi yemeğe devam ediyordu. “Ne deseydim? Ortağımı öldüren adamın sevgilisi ile yemek yiyorum mu? Emin ol bu eti asla bu kadar güzel pişirmezlerdi.”
Ortağımı öldüren adamın sevgilisi!
Sevgilisi... Hayır metresi!
Emily gerçeği tam olarak o anda idrak etti. Sandalyenin ayaklarının altından kaydığını hissetti ya da kendisi kalkarken düşürmüş olabilirdi.
Çılgın gibi, aklını tamamen kaybetmiş biri gibiydi. Tek duyabildiği kalbinin deli gibi atan sesi ve asfaltta çıkan topuk sesleriydi. Derin nefes alarak rüzgârı içine çekti. Saçları tamamen dağılmıştı, nereye gittiğini, ne kadar gittiğini bilmeden öylece koşmaya devam etti. Alberta’da evlerinin yakınındaki ormanda koştuğu o küçük kız olana kadar koşmak istedi. Yok olana kadar ve dağılana kadar koşmak istedi. Sadece en güzel elma ağacından en kırmızı elmayı yemek için koşmayı diledi.
Ayağı burkulunca aniden kendini ıslak asfaltın üzerinde buldu. Acıyla daha çok çaresizlikle haykırdı. Elleri sürtünmenin etkisiyle yaralanmıştı. Arkasından gelen adımları duyduğu an acıyan avuçlarıyla yüzünü kapattı. “Can yakan gözyaşı… bu can yakan gözyaşı”
Kızın nasıl bu kadar hızlı koşabildiğine inanamıyordu. Yanına varmayı bile beklemeden iyi olduğunu öğrenmeye ihtiyaç duydu ve soluk soluğa haykırdı. “Emily, iyi misin?”
“Gelme, git rahat bırak beni.”
John yanına ulaştığında yerde oturan kızın yüzünü görmeye çabaladı. “Tanrım sen iyi misin?”
“Bırak, can yakan gözyaşı bu, lütfen git! Lütfen! Yalnız kalmam lazım.”
John sertçe kızın ellerini yüzünden çekti ve gördüğü manzarayla içi titredi. Üç gündür hayatını zindan eden, boğmak istediği o burnu büyük cadı utanıyordu. Ağlıyor ve deli gibi utanıyordu. Yerde oturan küçük bir kızdan farksızdı. John onun yanaklarından akan yaşları durdurmak için başını gökyüzüne kaldırmasını ve çılgın gibi kırptığı kirpiklerini seyretti. Acıyı kesmek için ısırdığı dudaklarını anı hiç bozmadan uzun uzun hayranlıkla izledi.
Haklıydı, bunun adı kesinlikle can yakıcıydı.
Çünkü hiçbir gözyaşı kadar canını yakmamıştı…
*****
Dört saat uzaklıktaki Federal Plaza’nın yedinci katındaki ofislerinde Marc Anderson ve Sohpia Campbell bir ekrana kilitlenip kalmışlardı. Marc bir kez daha görüntüyü başa sardı. “Jack Peterson’un ofisine yapılan saldırıdan sonra adamın ofisinin üç günlük kamera kayıtlarını inceledim.”
Sophia gözlerini ekrandan alamaz bir vaziyette iki eliyle ağzını kapatmış öylece dikilmeye devam ediyordu. Marc başarabildiği kadar sakin kalmaya çalışarak söze devam etti. “Ajan Parker’a haber vermeliyiz.”
Kadın titreyerek başını hayır anlamında salladı. “Olmaz… Olmaz, yıkılır!”
Marc başa sardığı on beş saniyelik kaydı tekrar oynattı…
Tarih: 3 Temmuz 2013, Saat:21:30, Yer:Wall Street 22.Plaza
Görüntüde Jack Peterson’un çalıştığı 22.plazanın karşısındaki cadde de duran bir taksiden çıkan adam girişe doğru ilerliyordu. Yüzü ana kamera tarafından seçildiğinde tam olarak kaydın bitmesine de beş saniye kalmıştı. Sophia daha net olarak görebilmek için o anda görüntüyü durdurdu.
Ekranda yirmi yıldır tanıdığı adam Ray Allen Vardı…
* Julius Sezar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder