16 Aralık 2014 Salı
Aşk Çarpar Gönül Kayar 10.Bölüm
Siyah Jeep’in ön koltuğunda oturmuş, karınca sürüsü gibi etrafta koşturan takım elbiseli adamlara bakarken genç kadın ilk kez başının gerçekten belada olduğuna gönülsüzce de olsa inandı. Daha bu sabah tuttuğu adamın yere yığılırken ki görüntüsü gözünün önünden bir an bile gitmiyordu. Koca bedenin çaresiz görüntüsü asla çıkmayacak şekilde içine işlemişti. Yarım saat...tir yaptığı üzere kendini suçlamaya devam etti. Benim yüzümden diye düşündü aklının almadığı en dip köşe yerlere bile bu zehirli fikri yaymaya çalışarak. Zaman için birçok şeyin üstesinden geldiği söylense de Emily ne kadar zaman geçerse geçsin bu geceyi unutamayacağını biliyordu. Dolaylı yoldan olsa bile o, bir adamın ölümüne sebep olmuştu. Belki de iki diye düşündü…
Asansör kapısı kapandıktan sonra silah seslerinin kesilmesinin başka bir sebebini bulamamıştı.
Aracın kapısı açıldığında Emily kendisine dumanı tüten bir bardak uzatan tanıdık bir yüzle karşılaştı. Bu ona Mason Carter’in ofisine kadar eşlik eden genç adamdı. Bir ajan olmak için fazla masum hatta daha çok bebeksi hatlara sahip olan adam gülümsediğinde genç kadın uzanıp ikram edileni aldı.
Marc, bardağı yavaşça dudaklarına yaklaştırıp kokusunu içine çeken kadını seyretti ardından ona kahve kadar iyi gelecek bir şeyler söylemesi gerektiğini hissetti. “Kahve böyle zamanlarda en iyi ilaçtır.” Gülümsemeyi denedi.
İlaçtan bir yudum alan Emily derin bir nefes verdi “Teşekkür ederim.” Bacaklarının üzerine koyduğu ince plastikten yayılan sıcaklık tepki vermekte zorlanan bedenine gerçektende ilaç gibi gelmişti. “Saldırganları yakalayabildiniz mi?” Genç kadın soru ağzından çıktığı an yüzünü buruşturdu. Saldırgan mı? Tanrım! Kullandığı kelimelere inanamıyordu. Tıpkı onlardan biri gibi konuşmaya başlamıştı işte. Kendi kitaplarında kullandığı romantik aşk dili yerine artık cinayet romanlarındaki kaba ve boğucu cümleleri kuruyordu. Bundan sonraki cümlelerini aynı yüz ifadesi ile düşündü.
‘Cinayet mahalli ne durumda?’ ya da ‘Hey dostum çok kan aktı mı?’
Marc aracın kapısına koyduğu koluna çenesini dayadı. “Hayır, kolay yakalanmayacak kadar profesyoneller.” Aldığı bu cevap Emily’i iyice ürkütmüştü. Düşünceleri ilk kez farklı bir yöne kaydı. O adamların –saldırganların- Jack’in ofisinde ne işleri vardı? Aklını bulandıran o düşünce tekrar gün yüzüne çıktı. Hayatındaki adamın kendisinden bir şeyler gizleme olasılığı var mıydı? Belki de sadece bir soygundu. New York’ta her gün para için işlenen basit bir soygun. Ofiste birilerinin olduğunu fark edince de paniğe kapılıp silaha davranmışlardı. Evet, aynen böyle olmalıydı. Adamların basit birer soyguncu gibi görünmemelerine rağmen genç kadın kendini bu ihtimale inanmaya zorladı.
“Anderson gerisini ben hallederim!”
İkisi de işittikleri bu beklenmedik sesle irkilirken Emily aracın önünden dolanıp bir saniyede sürücü kapısına ulaşan adama söylendi. “Of! İşte yine başlıyoruz.” Söylenirken bu gece bir kez daha hissettiği güven duygusunun farkında bile değildi. Bu adamı ne zaman görse farkına vardığı tek şey öfke kanallarının hızla tahliye edildiğiydi. Kâbusu yanındaki deri koltuğa sertçe yerleştiğinde elindeki kahvenin bir kısmının üzerine dökülmesine sebep olmuştu.
“Biraz yavaş olur musun?” Emily bardağı hala açık kapıda beklemeye devam eden genç adama uzatıp, inadına ona en güzel gülümsemesini sundu. Tuhaf olan ise sohbet meraklısı genç adamın bardağı telaşla kapıp aracın kapısını hızla kapatarak uzaklaşmasıydı. Araç sertçe kaldırımdan koparken genç kadın eteğindeki kahve lekesini yayarak temizlenmeye çalıştı.
“Nereye gidiyoruz?” Barikatların arasından caddeye yeni çıkmışlardı.
“Güvenli bir yere.”
Aman ne açıklayıcı! Genç kadın yerinde huzursuzca kıpırdandı. “Güvenli yer derken kastettiğiniz o izbe sorgu odasıysa Bayım, beni hemen burada indirin!” Adam gözle görülür bir tepki vermeyince Emily bakışlarını aracın tavanına dikti ve sabretmek ile katlanmak üzerine bir şeyler geveledi.
“Emin olun duygularımız karşılıklı. Bende size katlanmaya çalışıyorum Bayan Hebert.”
Lanet olsun! Az önce sesli mi söylenmişti(?) Adamın soğuk cevabını hiç kale almadığını gösterir bir tavır takınarak ondan öğrendiği hareketle kollarını göğsünde kavuşturdu ve gözlerini nereye gittiğini bilmediği yola verdi. Dili sussa da içindeki gizli bir dil konuşmaya devam ediyordu. ‘Sanki ben çok meraklıyım sana.’ Başını çevirmeden göz ucuyla olduğu tarafa bakmaya çalıştı. ‘Tipe bak tipe, Manhattan canavarı, aman kızım çok bakıp durma da rüyana girmesin.’
Önüne devirdiği gözleri iki koltuğun arasındaki küçük bölmede duran deri kılıfının içindeki rozete kaydı. Gizli dilinin susmak gibi bir çabası yoktu. Oda önüne geçmedi. ‘Sokaktan geçeni ajan yapıyorlar galiba? Şuna bak nasıl da kasılıyor! Seni Manhattan’ın kabaran gururu… Kabar, kabar ki patladığında tüylerini kendi ellerimle yolabileyim.’
Adam tekrar konuştuğunda Emily kendi düşüncelerinin arasında kaybolmuşken onun “Evime gidiyoruz.” dediğini işitebilmişti. Adamın ses tonu her gün birlikte gittikleri bir yeri telaffuz eder gibi sakin çıkmıştı. İşte bu kale alınmaması mümkün olmayan bir cevaptı. Başını çevirip onun yüzünde şaka yaptığına dair bir ifade aradı bulamayınca içinde yükselen bir panik dalgası bütün bedenini kapladı. Eğer onunla aynı yerde yalnız kalırsa muhtemelen sorgu odasında yaşadıkları birlikte geçirdikleri en güzel hatıraları olarak kalırdı.
“Ne-neden evine gidiyoruz?” dedi bir çırpıda.
Bu sefer cevap çok beklemeden geldi. “Çünkü senin için en güvenli yer benim yanım.”
Adam bunu o kadar kesin bir dille ifade etmişti ki genç kadın gerçek anlamda hayret etti. Kendini ne sanıyordu böyle?
“Ah! Hadi ama bana sanki tam tersiymiş gibi geliyor. Seninleyken can güvenliğimden iki kat endişe ediyorum. Sana diyorum…” Emily hala yüzüne bakmadan araç sürmeye devam eden adama öfkeli bir bakış attı ve bakışlarının işe yaramayacağını anladığı anda ona can güvenliği denilen şeyi uygulamalı olarak göstermeye karar verdi. Genç kadın hareket halindeki araçta kendi olduğu taraftaki kapıya uzandı. Kaldırımın altlarından süratle akmasını umursamadan hızla kapıyı açtı. İçeriye dolan rüzgâr ikisinin de saçlarını havalandırmıştı. John bu hiç beklemediği hareketle afallamıştı. “Ne yapıyorsun çıldırdın mı? Kapa kapıyı!”
Emily artık dehşetle kendisine bakan adama doğru gülümsedi.
“Beni evinde ancak rüyanda görürsün.” dedi.
<><><><><><>
John kaçık kadın tereddütsüz olarak kapıyı açtığında bir elini onun beline doğru uzattı. Diğer eli ise anayolda zigzaglar çizen arabayı doğrultmak meşguldü.
“Kapa şu kapıyı dedim!” Bağırırken elini de kadının karnına doğru bastırmaya devam ediyordu.
“Çek elini hemen üzerimden.” Genç kadının çığlığı rüzgârla birlik olmuş şimdi kafasının içini tahrip etmek için uğraşıyordu. Emily rüzgârda savrulan açık kapıyı tutmakta zorlanırken John elini kadının üzerinden çekmeden aracı yol kenarına çekmeyi başardı. Kapı kaldırımla buluştuğunda hasar aldığını belli eden bir sürtünme sesi çıkardı. Araç durduğu anda –sanki başarabilecekmiş gibi- kaçmaya çalışan kadını belinden yakaladı. Kadındaki azme doğrusu hayran kalmıştı. Çığlık atmaya devam ederken açık kapının kenarlarını tekmelemekten de vazgeçmiyordu. Sıkıca omuzlarından tutup onu kendine çektiğinde kadının sırtı da sertçe göğsüne çarpmış oldu ve bu çarpmanın etkisiyle kızın sesi de kesilmişti. Tekrar sessizliği hissetmek John için tarifsiz bir histi. Bayan ‘İlişkibilir’ hafifçe başını çevirip, kızıl saçlarının arasından parlayan koyu yeşile dönmüş gözlerini öldürücü bir ifade ile ona çevirdiğinde John içinde bir tuhaf bir ürperti hissetmişti ve böyle durumları geçiştirmek için genellikle yaptığı şeyi denedi.
“Biliyor musun? Belki de sevgilin senin gibi bir kaçıkla daha fazla uğraşmamak için kaçmıştır. Haklısın belki de o hepimizden daha masumdur.” Emily’nin sıkı bir dirsek atmak için harekete geçirdiği kolunu da yakalaması son kurtulma çabasını da boşa çıkarmıştı.
“Sakın!” İkaz tek bir kelimeden ibaretti. Kolunu koparacakmış gibi tutan elden bile daha şiddetliydi ve gözleri artık kesinlikle mavi değildi. Vücuduyla onu yerle bir edemeyeceğini anlayan genç kadın en etkili silahını –çenesini- kullanmaya girişti. Şu güne kadar işe yaradığı kesindi!
“Senden nefret ediyorum. Şu halinden, tavrından, her şeyinden. Kaba bir hayvansın sen. Kaba ve...” Kendi dili yetmeyince yeni öğrendiği kelimelere başvurmayı denedi. “Kaba ve saldırgan bir hayvan.”
John dudaklarına alaycı bir gülüş yerleştirip onun kulağına doğru biraz daha eğildi. “Kadınlar genelde aksini söylerler hayatım. Ah! Normal kadınlar…”
Emily aklına gelen ilk kelimeyi savurdu. “Pislik…”
“Düzgün konuş.”
“King Kong’ların atası.”
“Sana düzgün konuş dedim.”Haykırışı ellerinin altında duran kadını da sarsmaya yetmişti. Sabrının sınırlarında gezen aklını koruması için Tanrı’ya dua etti. Fakat bedeni çoktan sınırı geçmişti. John ona neden bu kadar yaklaştığını bilmiyordu. Onunla didişmemesi, kapıyı kapatıp onu evine götürmesi ve gördüğü ve bildiği her şeyi anlatmasını istemeliydi. Ama o kendisine karşı koydukça… O böyle karşı koydukça… Yerinde debelendiği her an saçları onun yüzüne çarpıyordu ve bu yapması gereken mantık dâhilindeki her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Nihayet tekrar yüzünü döndüğünde bakışlarında öfkeden çok daha fazlası vardı. Teslimiyet… John onun aptal gururu yüzünden asla dile getirmeyeceğini bilse de göz bebeklerinden ve her saniye daha hızlı kıptığı kirpiklerinden akan teslimiyeti hissetmişti.
Ateşle oynuyordu, bunu zaten biliyordu fakat tüm bedeni yanıp kül olmazsa bir daha hiçbir şeyi hissedemeyecekmiş gibi geliyordu. Gözlerine bir perde gibi inmiş alev rengi saçlara birkaç saniye baktı.
“Haydi, söyle bana aptal romanlarının sonunda hep erkekleri o muhteşem kadınlarının önünde diz çöktürüyorsun dimi?”
Emily’nin de teslim olmaya hiç niyeti yoktu. “Ancak akıllı bir erkek bir kadının önünde diz çöker.” dedi.
Emily sadece bir saniye yüzüne bu dünyadan değilmiş gibi bakan adamın onu serbest bırakışını ardından da kahkahalarla gülmesini seyretti. Omuzları şiddetle titriyor, yaslandığı deri koltuğa genç kadının kopsa hiç de üzülmeyeceği başını vuruyor sanki bu da yetmezmiş gibi arada direksiyona yumruk atıp lanet olası keyfini arttırıyordu. Nihayet kahkahaları seyrekleştiğinde başını sallayarak söylendi.
“Bir gün bir kadının önünde diz çökersem biri gelip beni kıçımdan vursun!”
Emily öfkeyle o birinin kendisi olması için dua etti. Yarım saat önce içini kaplayan vicdani ağırlığın yerine bu adamı kendi elleri ile öldürürse yaşayacağı hazzı düşündü. İçindeki öfke ilk tanıştıkları gün ki gibi o kemeri çekip adamın suratına yapıştırma isteği ile dolup taşmıştı. Adam anahtara yönelince o da çenesini dikleştirerek hiçbir şey yaşanmamış gibi açtığı kapıyı kapadı. Kaldırıma geçmiş olan kapı aynı sesi çıkarınca zaferle gülümsedi. Madem bu hayvana zarar veremiyordu, o da sahip olduklarına verirdi.
Direksiyonu kavramış ellerin ruhsuz sahibi konuştu. “Pekâlâ, biz de yolda konuşuruz.”
“Konuşacak bir şey yok. Hiçbir şey görmedim. Sadece o pelerinli adam…”
“Adam olduğuna emin misin?” Emily bu soruyu kafasında bir süre tarttı.
“Bilmiyorum çok iri cüssesi yoktu aslında. Sadece tüm kötülüklerin erkeklerden geldiğini bildiğim için öyle düşündüm.”
“Bir ilişki uzmanı için ne harika bir düşünce tarzı(!) Kutlarım seni. Bence yanılıyorsun, bazı kadınlar da bir erkeğin hayatını mahvedebilecek kadar kötü olabiliyorlar.”
Ceketinin cebine uzanıp bir sigara çıkardı ve bakışlarını yoldan ayırmadan aracın çakmağına uzandı. Emily onun hayatını mahveden bir kadını düşündüğüne yemin edebilirdi. Şu an tam olarak o kadını kutlamak hayır hayır alnından öpmek istiyordu.
“Ofiste bir şeyler bulabildin mi?” Genç kadın bu beklenmedik soru ile irkildi. Eğer bunu onu kurtardığı an sorsa cebine sıkıştırdığı faturayı tereddütsüz gösterirdi. Ama şimdi? Kendisini böyle aşağılarken varlığını daha da küçük düşüremezdi. Kâğıtta yazan her kim ise o kişiye kendisi ulaşmalıydı.
İçinden ‘O çok güvendiğin zekân ile çöz de görelim.’ diye geçirdi. Koltuğa biraz daha gömülüp aklındaki tek isim olan William Torres’i es geçti ve birkaç saniye sonra fısıldar gibi cevap verdi.
“Dikkatimi çeken hiç bir şey görmedim.”
<><><><><><>
Araç on beş dakika sonra New York Üniversitesi’nin yakınlarında sakin bir sokağa girdiğinde John bakışlarıyla etrafa kısaca göz attı.
“Şu kırmızı bina” John kadının gösterdiği binanın önünde aracı yavaşça durdurup farları kapattı. Issız sokaktan çektiği bakışlarını tek bir ışık bile yanmayan binanın katlarında gezdirdi.
Direksiyona dayanıp incelemeye devam ederken sordu. “Asistanına güvenebilir miyiz?”
Yanında oturan kadın konuşmadan önce bir şeyler homurdandı. “Tanrı aşkına! Jack’ten sonra şimdi de Lena mı şüpheli oldu? Bence doktora görünmelisin federal, paranoyak belirtiler gösteriyorsun.”
“Buranın güvenli olduğuna emin değilim? Sokak oldukça karanlık.”
“Ben eminim Bayım, bu sıradaki sokaklar genelde üniversitede okuyan öğrencilerin kiraladığı evlerle dolu. Yani üst kesimin yaşadığı işlek caddelerle kıyaslama.” Araçtan inmeye hazırlandığı sırada John ceketinin cebinden genç kadına ait olan beyaz el çantasını çıkardı.
“Sanırım bunlar senin.” Emily çantayı eline alıp göz ucuyla içine baktı. Cüzdanı ve kimliklerini gördüğü an rahatladı. Şuan alabileceği daha iyi bir hediye düşünemiyordu bile. Soğuk bir ifade ile basit bir teşekkür geveledi ve inmek için yeltendi.
“Çantadakiler için mi? Sorun değil.”
Emily derin bir nefes verdi. “Çantadakiler için, dahası hayatımı kurtardığın için, her ne tutuşturup yaktıysan yangın alarmlarını çalıştırmayı akıl ettiğin için ve beni buraya kadar getirdiğin için.”
“Sanırım bir gece için oldukça iyi iş çıkarmışım.”
Ah! İnsan gibi bir özrü bile özgüvenden patlayacak bünyesi kaldırmıyordu. “Kendini beğenmiş ukala.”
“Şimdi de ben teşekkür ederim Bayan Hebert.”
Emily sevimsizce gülümsedi ve hemen ardından araçtan indi ve indikten sonra adamın sesini işittiği halde umursamadan kaldırımda ilerleme devam etti. “Üzgünüm ama Kanada yolculuğunu birkaç gün için ertelemen gerekecek.”
Emily ona cevap vermek yerine arkasını dönüp sivri topuklarının hakkını vererek uzaklaştı ve sadece kendisinin duyabileceği bir sesle fısıldadı. “Sen öyle san.”
<><><><><><>
Lena aralık kapıdan uyku dolu gözlerle kendisine bakarken adını fısıldamıştı. Sesi daha çok bu saatte burada ne işi olduğunu sorgular gibi çıkmıştı.
“Girebilir miyim?” diye sorduğunda genç kız ufak bir özrün akabinde kapıyı kalabalık bir grubu ağırlar gibi sonuna kadar açtı. Emily –girişin tam karşısında- evin salonu olduğunu tahmin ettiği odaya doğru ilerledi. Lena üzerindeki tuhaf kıyafetiyle yanından geçip odanın ışıklarını açtı. Tuhaf diye düşündü, daha önce buraya bir kez bile gelmemişti. Odada pek eşya yoktu. Yeşil kumaşla kaplı geniş bir kanepe, duvarda eski bir televizyon, odanın bir köşesinde yere dağılmış kitap yığını ve ufak bir çalışma masası vardı.
“Şöyle geçin lütfen, kusura bakmayın etraf biraz dağınık. Ben sınavlardan dolayı bu ara pek temizlik yapamadım da.” Emily kanepeye oturup yanında duran meyve tabağına baktı. Bir kısmı yenmiş, kalanlarda çürümeye terk edilmişti.
“Siz iyi misiniz efendim? Bir sorun yok değil mi?”
Emily cevap vermek için ağzını açtığı sırada odanın kapısında tıpkı Lena gibi tuhaf gece kıyafetleri olan bir kız belirdi. Kâbustan farksız olan bu gecede birilerinin rahat bir uyku çektiği oldukça belliydi. “Lena bir sorun mu var?” diyen kızın sesi tıpkı üzerine geçirdiği pijamasında var olan geyiklerin çıkardıkları sesler gibi çıkmıştı.
“Hayır, hiçbir sorun yok Chloe. Bu benim patronum Bayan Hebert!” Hala kapının eşiğinde dikilmekte olan genç kız yüzüne düşen birkaç bukleyi geriye atıp o tuhaf ifade ile gülümsediğinde Emily hakkında ne tür dedikodular yaptıklarını merak etti. Oturduğu koltuktan yavaşça ayağa kalkıp odanın ortasında dikilerek uykusu iyice açılmış iki kıza baktı.
“Kızlar gece yarısı sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Ufak bir saldırıya uğradım ve…” Düşününce pek de ufak sayılmazdı. “Ve geceyi burada geçirmek zorundayım.”
“Saldırı mı? Ah, Aman Tanrım siz iyi misiniz?”
Emily eliyle kızın endişe dolu sözlerini geçiştirdi. “İyiyim merak edilecek bir şey yok. Sadece bilgisayarınıza ihtiyacım var.”
“Tabi.” Chloe arkadaşından önce davranıp kitap yığının olduğu tarafa yöneldi ve kısa bir süre sonra elinde diz üstü bir bilgisayarla karşısına dikildi.
“Teşekkür ederim. Sanırım artık yatmalısınız.”
“Siz!” Fazla meraklı Lena…
“Ben biraz araştırma yapacağım. Bakmam gereken bir iki şey var.” Ardından elini kalın perdelerle örtülü cama doğru uzattı. “Bu pencere sokağa mı bakıyor?”
Bukleleri her geçen saniye gözüne daha şirin gözüken Chloe söze atıldı. “Hayır Bayan Hebert.” Odanın kuzey tarafındaki diğerine göre daha ufak olan, tek kanatlı pencereyi gösterdi. “Sokağa bakan o.”
“Teşekkür ederim.” Emily kızın gösterdiği pencereye doğru ilerleyerek krem rengi kalın perdeyi yavaşça araladı. Siyah Jeep hala park ettiği yerde –binanın önünde- duruyordu. Emily perdeyi biraz daha açıp gözlerini kıstı ve aracın içini görebilmeye çabaladı. İşte tam o anda gördü. Aracın içindeki ışıkların açıldığını ve ona sırıtan kahrolası adamı. Dahası küstah adam ona el sallamaktaydı. “Lanet olası federaller.” Hışımla perdeyi kapattı ve karşısında asistanından bir adım önde dikilen kıza baktı. “İçecek bir şeyler var mı?”
Lena, patronunun içecek bir şeyler getir derken ne istediğini her zaman bilirdi. Şu yıllık ve pahalı şaraplardan birini istiyordu. Öyle bir şarabın bu eve en son ne zaman girdiğini bile hatırlamıyordu. Sanırım en son geçen Noel’de içmişlerdi. Lena başını olumsuz anlamda sallarken hayran olduğu kadını evinde ağırlamanın telaşı ile Chloe atıldı. “Biramız var Bayan Hebert.” Ardından sol boşluğuna şiddetli bir dirsek yedi.
“Bayan Hebert’a bira teklif ettiğine inanamıyorum seni sersem.”
“Ne var hem ucuz hem de kafa yapıyor. İçerken böyle söylemiyorsun ama.”
“Kes sesini.”
Chloe’nin de alttan almaya hiç niyeti yoktu. “Asıl sen kes.”
İki kız birbirini ayaküstü yemeye devam ederken Emily bilgisayarı alıp küçük masanın başına oturdu ve bu gereksiz tartışmaya bir son verdi.
“Bira gerçekten de harika olur kızlar.”
<><><><><><>
John’un geceden beri girişe sabitlenmiş bakışları binadan çıkan iki kız ile harekete geçti. Kızlardan birini kısa sürede tanıdı. Marc’ın, Emily ile hazırladığı dosyada kızın resmi vardı. Lena Bennett üç yılı aşkın bir süredir kadının asistanlığını yapıyordu. John elini hızla ceketinin cebine attı. Sonra bir diğerine ve en sonda iç cebini yokladı ardından aracın küçük gözüne ve elinin altındaki bölmeye baktı. “Nerede bu kahretsin!”
Aracın kapısını açarak indi. Kendisini gören kızlarda adımlarını yavaşlatmışlardı.
“Bayan Bennett iyi günler. Ben FBI’dan Ajan Parker.” Rozetini gösterememenin boşluğunu yaşayan elini cebine sakladı.
“Sizi tanıyorum… Şey malum haberden dolayı…”
“Evet, tabi gazete. Her neyse, Bayan Bennett, Bayan Hebert hala evde değil mi? Müsaadeniz olursa kendisi ile görüşmek istiyorum.” Konuşurken bile binaya doğru birkaç adım atmıştı.
Lena adama sabitlenmiş iri gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. “Üzgünüm efendim ama Bayan Hebert evde değil, gece gitmiş olmalı.”
<><><><><><>
Burası unutulmuş bir yerdi ve sadece unutulanların gitmesi gereken bir yer…
Manhattan’dan 214 mil uzakta bir otelin kapısı gürültüyle açıldı. Gürültüyü yapan, lobideki birkaç sarhoşa aldırmadan üzerindeki lacivert ceketin yakasını çekiştirerek emin adımlarla ‘resepsiyon’ denilen barakanın önüne ilerledi.
Elindeki kâğıdı bankonun arkasında alkole teslim olmuş adama gösterdi. “Bu adamı arıyorum adı William Torres”
Adam kalan birkaç dişini göstererek gülümsedi. “Git işine be!”
Bankonun diğer tarafındaki kişi ceketinin cebine uzandı ve elindeki parlak rozeti ensesini kavradığı önünü göremeyen adamın gözüne soktu. “Ben Ajan Parker. Şimdi o kıçını uçurmadan önce bana öğrenmek istediklerimi söylersen iyi edersin!” Arkalarında kalan lobi hızla boşaldı.
Adamın rozeti incelemesine fırsat vermeden kapatıp cebine attı ve ensesinden tuttuğu kafasını ahşap bankoda duran faturaya bastırdı. “Hemen!”
Adam gürültülü bir şekilde yutkundu ve bir süre sonra güçlükle konuştu.
“Peki peki, siz sakin olun Bayan Paker.”
Genç kadın adamı bırakıp sarı gözlüklerinin çıkardı ve adama en küçük hataya bile tahammül edemediğini gösterircesine salladı. “Paker değil tatlım Bayan Parker.”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder