29 Mart 2014 Cumartesi

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 20

 
 
 

“Alın Yazısı”

İnsan her dilde yazılmış bir yazıyı okuyabilir. Bu İngilizce, Kiril ya da Arapça olabilir. En zor alfabeler bile gün gelir azimle öğrenmek isteyenin önünde diz çökebilir. Tek bir yazı dışında dünya üzerindeki bütün y...azılar okunabilir.
İnsanoğlunun karşısında aciz kaldığı tek yazı “Alın Yazısı”dır. Değiştirmeye çalışanı çok, okuyanı ise henüz yoktur...

Anadolu Yakası’nın en bilinen semtlerinden biridir Kadıköy. Eskiden sadece Bahariye Caddesi, Haldun Taner Sahnesi ve ikinci el kitapçıları için ziyaret ettiğim bu yer şimdilerde benim ikinci adresim olmuştu. Yeni bir iş yeni bir hayat demekti benim için ve bu yeni hayatımın başladığı ayda üçüncü sınıfı onur belgesi ile tamamlayıp mezun olmadan önceki son kulvara girmiştim. Her şey yolundaydı, yolunda olmak zorundaydı ya da ben öyle sanıyordum…
Bir eylül akşamı her şeyin yolunda gittiğine dair inancım tuzla buz oldu. İşittiğim bir bildirim sesi ile yürüdüğüm yolda yavaşlayarak cep telefonumu çıkardım. Eve doğru ilerlerken gelen mesajın göndericisine göz attım.
Bir mesaj: Uğur K.
İşte bu gerçekten tuhaftı. Tufan Bey’in oradan ayrıldığımdan beri dört ay geçmişti ve dört ay boyunca bir kez bile görüşmediğim Uğur bana mesaj atmıştı. Eve doğru yürümeye devam ederken gelen mesajı açıp okumaya başladım.
-Merhaba Aslıhan. Uğur ben. Umarım beni sildiğin gibi telefon numaramı da silmemişsindir arkadaşım. Nasılsın?-
O zamanlar erkek familyası hakkında üstünkörü bilgiler bilen ben bunun sadece eski bir arkadaşa yazılmış sitem dolu bir mesaj olduğunu sanıyordum. Kurallardan haberim bile yoktu.
Kural1: Bir erkeğe mesaj göndermeden önce iki kez düşün ve en az bir saat bekle. Üşenmeden yeni mesaj bölümüne girip kırk beş dakikada bir şeyler karalayan bir erkeğin sebeplerinin iş ile hayatla ve çoğu zaman arkadaşlıkla bir alakası olmayabilir.
İki dakika sonra yazdığım mesajda ise aynen şöyle yazıyordu:
-İyiyim Uğur. Tabii ki seni de numaranı da silmedim. Teşekkür ederim sen nasılsın?-
Kural2: Bir erkekle yazışırken cümleyi nokta ile bitirmek gerekir, sonu açık cümleler karşı tarafa türlü kuşkular doğurtabilirken, sonu soru ile biten bir mesaj önlerine istedikleri fırsatı altın tepsi içerisinde sunmak demektir.
İki dakika sonra gelen daha uzun bir mesajda ise şöyle yazmaktaydı:
-Bende iyiyim. Tufan Bey’in oradan çıktıktan sonra bir şirkette işe girdim. İş güç iyi şimdilik. Kaç ay oldu görüşmeyeli ya! Sen neler yapıyorsun? Gülücük-
Kural3: Bir erkek size gülücük ile biten bir mesaj atıyorsa hazır olun bu arkasından gelecek en az beş kısa mesajın habercisidir.
Eve gelip üzerimi değişirken, yemek yerken, televizyon seyrederken ve akabinde yatağa doğru giderken akşam boyunca iki ile on dakika arasında yaptığım şeylerden sonuncusunu yaptım.
-İyi geceler Uğur. Görüşürüz.-
Kural4: Bir erkekle yatağa girdikten sonra mesajlaşma. Unutma yataktayken mesajlaştığın her erkek günün birinde mutlaka sevgilin olacak demektir. Günün biri; karşı tarafın ikna kabiliyeti ile senin kabulleniş hızının çarpımının kalp atışlarına bölünmesi ile bulunan gün sayısıdır.
Üç gün sonra Hotmail’de yazışırken:
Uğur K. Oturum açtı.
Ekranın sağ alt tarafındaki küçük pencerede öznesi farklı yüklemi aynı bu mesaj sizi deli gibi mutlu edebilir. Neden etmesin ki; gençsinizdir ve âşık olmak için oldukça heveslisinizdir. İnsan en çok aşkı anlamak ve anlatmak için vardır. Yazarak, konuşarak yeri geldiğinde sadece bir kez bakarak bazen de imalı bir şarkı ile anlatmaya çalışarak.
Kural5: Sizden etkilendiğinizi düşündüğünüz bir erkeğin gönderdiği her sözü buram buram aşk kokan şarkıları dinlemek ahmaklıktır. Bu az önce verdiğiniz tüm olumsuz kararları bir anda “U” dönüşü ile tersine çevirebilir ve siz artık bir Leydisinizdir.
-Bu ne Uğur?-
-Dinle. İzel’in bir şarkısı. Çok seviyorum. Paylaşmak istedim.-
Kural6: Paylaşmak istedim. İşte bu bir erkek ağzından duyabileceğiniz üçüncü en büyük yalandır. Erkekler paylaşmazlar. Paylaşmak onların doğasına aykırıdır. Onlar sadece paylaşımcı olduğunu düşünmenizi isterler. Siz hiç duygularını paylaşan bir adam gördünüz mü? Ya da kıyamadığı arabasını? Çok sevdiği karısını? Paylaşmak kadınlara özgü bir olgudur. Erkeklerin tek paylaştıkları boxerları ve t-shirtleridir. Onlarda mutlaka eski ya da bir tarafları deliktir.
Şarkıyı dinlemeye başladığım an saçlarımı gidip oryalla açmam gerekirdi. Böylesi az sonra soracağım kısmen mantıksız soruyla güzelce uyum sağlayabilirdi.
-Bu şarkı nedir? Anlamadım.-
-Anlayamazsın, sana ne duyduğumu, göklere açıp elimi ne konuştuğumu…-
-Hımmm.-
-Sadece hımmm mı? Neyse ben çıkıyorum Aslıhan sana iyi geceler.-
Kural7:Bir erkekten hoşlanmıyorsan bunu net bir şekilde dile getir. Her hımm erkek tarafından naz olarak algılanır.

Bir hafta sonra…
Üsküdar’a kolay kolay bir daha gelmeyeceğimi düşünürdüm. Zaten ben böyle bir insandım çoğu zaman düşünür ve düşündüklerimin tersini uygulardım. Sonbaharın kendini en güzel gösterdiği bir ağacın altındaki bankta onu beklerken hala düşünüyordum. Keşke beynimin de bir bekleme tuşu olsaydı. O zaman belki daha az hata yapardım. Karşıdan bana hızlı adımlarla gelen Uğur’un görünce tereddütsüz ayağa kalktım. Son adımlarını koşarak atan genç adam gelip önümde duraksayarak gülümsedi ardından da ağaçtaki yaprağın düşüş hızı bir yana caddeden geçen bir Porsche’den daha atik davranarak beni yanaklarımdan öptü.
Kural8: Bir erkekle ilk buluşmaya gittiğiniz de ona elinizi uzatın. Bu onun sizi incelemeden önce kim olduğunuzu hatırlatmanın ve saygınlığınızı göstermenin en kolay yoludur. Unutmayın el sıkılmayan her selamlaşma öpüşmeyle son bulur.
“Merhaba.”
“Merhaba” Yanaklarının hafifçe kızarması içimi rahatlatmıştı. Allah’ım çok şükür yeryüzünde olur olmaz zamanlarda bedeni kan pompalayan tek insan ben değilim.
Kural9: Yüz kızarması; stres, kaygı ve heyecandan kaynaklı oluşan yüksek ısının derinin yüzeyine yakın kan damarlarını genişletmesinin sonucudur der kitaplar. Yazmayan devamı ise şöyledir: Kadınlar bunu sadece “Yüz”eysel olarak yaşasalar da erkeklerde bu tepki vücudun farklı birçok bölgesinde baş gösterebilir.
“Nasılsın? Çok iyi gördüm seni.” Gözlerine bakmadan önce istemsizce şaşılar gibi sağ sol yaparak cevapladım. “İyiyim Uğur. Sende iyi görünüyorsun.”
“Eee, ne yapmak istersin?”
Kural10: Plansız bir erkektir sınıfta kalmaya mahkûmdur. Yanınıza olayı akışına bırakmaya gelmiştir. Her şeye uymaya razıdır. Şu banka oturalım deseniz burun kıvırarak oturur. Eve gidelim deseniz balıklama atlar. Kısacası her şey size bağlıdır. Kadınlar kendilerine bağlı olan bir şey almak isteseler kedi beslerlerdi öyle değil mi?
“Şu cafede oturalım mı?” Bir alternatif sunmayacağını anladığımda ben çare aramaya girişerek sormuştum.
“Olur tamam.”
Kural11: İlk randevuda meşrebine göre çaylar, kahveler ya da türlü içecekler söylenir, önce havadan, etraftaki manzaradan, bulundukları mekânın tarihi yapısından az buçuk kelam edilir. İçeceklerden bir yudum alınmadan asıl mevzuya girmek düşüncesizliktir.
“Geldiğine çok sevindim. Gelmeyeceksin sanmıştım.”
Kural12: Acındırma politikaları: Bu geleceğinizi bilen, seveceğinizi bilen ve istediğinizi bilen her erkeğin yaptığı gereksiz duygu sömürüsüdür. Konuya böyle giren her erkek ilk buluşmada bir puan öndedir. Bu duygu sömürüsünün en vurucu kelimesi ise “bir an”dır.
“Neden gelmeyeyim ki? Buluşmadık mı?”
“Bir an gelmezsin diye çok korktum.”
Konuyu değiştirme vaktinin geldiğini anlamıştım. Zira dudaklarından dökülecek birkaç tatlı sözün ikinci şiddetli bir pompalamayı beraberinde getireceğini adım gibi biliyordum. Bu durumda olan her insanın söyleyeceği şeyi içten mırıldandım.
Ah bir kızarmasam ben neler yapardım ama (!)
“Tufan Bey’le görüştün mü? Şey, o olaydan sonra.”
“Bir kez telefonda görüştüm. Abuk sabuk şeyler zırvaladı. Ama merak etme ben ağzının payını verdim. Sen doğru olanı yaptın.”
Kural13:Tam erkek desteği. Bir erkek haksız olduğunuzu düşünse bile sizi onaylıyorsa bilin ki ilişkinizde henüz üç ay dolmamıştır. Doğru olanlar üçüncü ayın içerisinde aslındalara altıncı ayı gördüğünüzde ise bence öyle değillere dönüşecektir. Keyfini çıkarın.”
“Ne düşündüğünü umursamıyorum zaten. Sahi Soner nasıl?” Çocuğun son durumunu gerçekten merak ediyordum.
“İyi. Görüşüyoruz sürekli geçen ay ameliyat oldu.”
“Durumu nasıl? Daha iyi duyabiliyor mu?”
“O tarafla hiç duyamıyordu biliyorsun şimdi yüzde onda olsa duyabiliyormuş. Doktor yılbaşında bir ameliyat daha önermiş.”
“Çok iyi, çok sevindim.”
Aramızda kısa süreli bir sessizlik olmuştu. Bütün ikimizle alakası olmayan konuşmalar konuşulmuştu. Sanki eskileri yâd etmek için bir araya gelmiş gibiydik. Bir süre daha kaşıkla oynamalar, iç çekmeler, şeker kâğıdını dişlemeler ve göz kaçırmalar devam etti.
Kural14:Erkekler basit algılarla çalışırlar. Daha ilk dakika söylemek istediklerini ağzınıza tıkamak isterler. Giriş onlar için gereksiz bir süreçtir. Gelişme bölümü en sevdikleri, sonuç ise henüz düşünmedikleri bir zaman dilimidir. Kadınlar ise en karmaşık moleküler yapılardan biridir. Girişi tadını çıkararak yaşamak isterler. Gelişme ise zamanı geldiğinde ayaklarını yerden kesecektir. Sonuç mu? Bu ilişkide bir son olmayacaktır ki. Kadınlar sizi hep sonmuşsunuz gibi severler. İşte erkekler bu yüzden sizin giriş bölümünde takıldığınız ayrıntıları can kulağı ile dinler gibi gözükürlerken yaptıkları tek şey gelişme bölümüne geçiş cümlesini karşılarındaki atomu parçalarına ayırmadan kafalarında kurmaktır.
“Aslıhan ben şey, ben senden çok hoşlanıyorum.”
Karşısındaki yavruağzı suratım pembeye ardından hızla kırmızıya ve en son bordo renge dönüşüp yüzüme yerleştiğinde o baygın baygın gülümsedi.
“Kızarınca çok tatlı oluyorsun.”
Kural15: Bir erkeğe en büyük zevki veren karşılarındaki masum kız görüntüsüdür. Erkekler, her ne kadar aksi savunulsa da en çok masumiyet karşısında kendilerini kaybederler. Sebep mi? Sebebi basittir. Erkekler açılmamışı, görülmemişi, dokunulmamışı ve sevilmemişi sevmek isterler. Bu onları tahrik eder. Ettikçe severler, sevdikçe ederler. İçine!
“Şey Uğur bilmiyorum bak. Biz hep arkadaş gibiydik biliyorsun, ben hiç başka türlü düşünmedim.”
Kural16: Yalancı! Bir kadın bir erkekle buluşmaya gitmeden önce tüm ihtimalleri sonuçlarına varıncaya kadar düşünür. En son ihtimal ile gülümserken de uykuya dalar.
“Dinle beni seni gördüğüm ilk andan beri seviyorum. Sadece aynı ortamda çalışırken bunu söyleyemezdim. Eğer olumsuz bir cevap alırsam ya giderdin ya da dayanamaz ben giderdim. Bu yüzden tam yedi ay sustum. Sonra geçti dedim. Bitti. Ama bitmemiş Aslıhan hiçbir şey bitmemiş. Seni görmememin bir anlamı yok.”
Cevap netti. Kısa bir teşekkür, uzun bir sessizlik.
İlk buluşmamızın kısa ve özel olmasını istediğim için kafamdan uydurduğum ani bir iş ile oturduğumuz cafeden ayrıldık. Aslında kısa ve özel olmasını istediğimden değildi. Sebep uzun ve genel hatları ile bizi düşünmek içindi. Yapabilir miydik? Birbirimize uyuyor muyduk? Kimdi neydi? Adı soyadı haricinde hiçbir şey bilmiyordum ki! Dolmuş duraklarına doğru ilerlerken yeni işim ve yaşadığım semt hakkında bilgi almakla meşguldü. İstediklerini çok ayrıntıya girmeden cevaplıyordum. Mert’ten sonra ne rahattım. Hayatım da hiç heyecan olmamıştı. Artık yatağa yattığım anda uyuyabiliyor, ders çalışırken dikkatim dağılmıyordu. Bunun bozulacağı için içten içe kaygılansam da içimde bir yerin sevilmek istediğini hissediyordum. Yanımda benimle birlikte yürüyen adama baktım. Sevmek istiyor muydum? Bilmiyordum. Bilmiyor ve aynı kaldırımda yürümeye devam ediyordum.
Durağa geldiğimizde durup gülümsedim.
“Geldik.” dedim. Şu an için tek istediğim o dolmuşa binip gitmekti. Ondan sonrasına zamanla karar verecektim.
Yağmur çiselemeye başlamıştı. Benden ayrılmak istemediğini söyleyerek yanımızdan kalkan üçüncü dolmuşa da bindirmedi. Elini usulca saçlarıma götürdü. Saçlarımda gezinen elini daha sonra birkaç damlanın konduğu alnıma sürdü.
“Okuyabiliyorum, sen benim alınyazımsın” dedi.

Kural 17: İnsan her dilde yazılmış bir yazıyı okuyabilir. Bu İngilizce, Kiril ya da Arapça olabilir. En zor alfabeler bile gün gelir azimle öğrenmek isteyenin önünde diz çökebilir. Tek bir yazı dışında dünya üzerindeki bütün yazılar okunabilir.
İnsanoğlunun karşısında aciz kaldığı tek yazı “Alın Yazısı”dır. Değiştirmeye çalışanı çok, okuyanı ise henüz yoktur…

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 19

 
 
“Cennet ya da cehennem. Hangisine gidecek olursak olalım dünya malı hep dünyada kalır. Bu yüzden zengin olmak için harcanan bu çaba da boşadır.
Çünkü yoksulların bile öldüklerinde harcayamadıkları paraları her zaman vardır.”

BÖLÜM 19
“Akı...llı Deliler”

Yeni iş hayatım tüm hızıyla devam ediyordu. Mutfakta da dağ gibi bulaşıklar beni bekliyordu. Tezgâha yaslanıp işe koyulmadan önce derin bir iç çektim.
Anneannem bundan beş sene önce meslek lisesine gitmek istemediğim akşamlardan birinde ne de güzel söylemişti kısa yoldan meslek sahibi olmak diye.
Evet gerçekten de çok kısa olmuştu.
Şimdi bu küçücük mutfakta musluktan akan buz gibi suya ellerimi alıştırmakla meşgulken bunları düşünüyordum işte. Arkamdan gelen adı gibi güçlü bir rüzgâr estiğinde korkuyla sıçradım.
"Ne yapıyorsun sen boşa akıtma suyu. Para gidiyor burada para!!!"
Bana yönelen bu ani öfkeyle arkamı döndüğümde Tufan Bey tüm sabah neşesi ile arkamda dikiliyordu.
"Şey su çok soğukta, ılınmasını bekliyorum."
"Evde musluklarınızdan her dakika sıcak su akıyor galiba küçük hanım."
"Hayır ama bu su soğuk değil, bu su buz gibi, tıpkı kar suyu gibi."
"Bir şey olmaz, bir şey olmaz sen bana bir çay getir." Ellerini cebine sokup odasına doğru giderken de ekledi. "Birde genç olacaksınız."
O bir muhasebeciydi. Tıpkı ileride benim de olmak için debelendiğim gibi. Dürüst, vicdanlı ve ahlaklı.
Tabi kaçırdığı paraların, yanında çalışanlara yaptığı zulmün ve sadece parası bittiğinde kıldığı namazların konumuzla hiç bir alakası yoktu.
Tufan Bey bıraktığım demli çayından bir yudum alıp masasının üzerinde bir başka kölesi tarafından sabah ilk iş olarak koşa koşa alınmış katlı gazetesini açarak havada kendine siper etti. O dakikalarda odada beklemeye devam eden benim varlığımdan ise pek haberdar değildi. Kendimi belli etmek için bir adım ileri atınca adamın dikkatini elindeki gazetenin üzerinden bana çevirdiğini fark ettim.
“Ne var?”
İçimden yapabilirsin ile başlayan birkaç motive edici cümleyi hızla telkin edip Tufan Bey’e isteğimi yönelttim. “Tufan Bey, sigortamı ne zaman başlatacaksınız? Deneme süresi çoktan geçti ve sağlıktan yararlanamıyorum.” Bakışlarını tekrar gazetesine çeviren adam suskunluğunu korudu. Gözlerini hareket ettirmeden haberin tamamını nasıl okuduğunu çok merak ettiğim o dakikalarda anlamıştım adam beni oyalıyordu. Ama bende de o kadar kolay pes edecek göz yoktu. Cevap dahi vermeye tenezzül göstermeyen adama doğru ısrarla devam ettim. “İşe gireli dört ay oluyor. Sizde çok iyi biliyorsunuz ki deneme süresi en fazla iki aydır. Sigortasız çalışmak istemiyorum.”
Gazeteyi katlayarak masaya doğru atan saygıdeğer kişilik, olmayan tüm sabah neşesini kaçırmamın bedelini ödetmek için ağzını açtı.“Aslıhan sabah sabah rüyanda mı gördün kızım tepeme dikildin? Yapacağız tabii ki de; sanki kaçıyoruz hayret bir şey. Millet kaç yıl sigortasız çalışıyor ne olmuş yani. Bak ben insaflıyım yine sigorta yapacağım diyorum. Eh! Bu ay işler biraz kötü malum. Önümüzdeki ay yaparız sigortanı.”
“Peki Tufan Bey.” Odadan çıkarken tek düşündüğüm adamın sabah gözlerini açtığındaki yüz ifadesiydi. Güne de tıpkı her gün gördüğüm haliyle başlıyor olmalıydı. Gülmeyen, asık ve sinirli bir sima ile.
Ofiste çalışan üç personeldik. Benim haricimde Uğur adında bir muhasebe elemanı ve birde ofisboy olarak çalışan -buraya iş görüşmesine geldiğim ilk gün bize kapıyı açan- Soner vardı. Soner çok sessiz ve mülayim bir çocuktu. Bu sessizliğin sebebinin çocuğun teki duymayan kulağının tüm bedenine yaydığı bir eksiklikmiş gibi düşündüğünü hissederdim. Çoğu zaman hiç konuşmaz, kendisine sorulan bir soruyu anlamasa bile ikinciyi sormaya utanarak anlamış numarası yapardı. İçimizde en çok Soner Tufan Bey’in her ayki mali kriz sendromlarından nasibini alırdı. Soner’in yedi yıl boyunca Tufan Bey’e katlandığını düşünecek olursak bunu tek kulağının işitmemesi ile daha rahat başardığı söylenebilirdi. Gülünecek tutarda olan maaşını geçip bu kadar uzun süre sigortasız çalıştırıldığını öğrendiğim de ise içeride keyifle televizyon izleyen adama öfkem bir kat daha arttı. En çok ihtiyacı olan insandan bile yardımı esirgeyen bu adamın kara bir kalbi vardı. Aklı hür ve vicdanı hür bir insan bunu ona söylemeliydi. Kim bilir belki bir gün söyleyecekti de…
*****
Uğur’la gelişen arkadaşlığımız ise biraz tuhaftı. İnatçı ve gözü kara bir çocuktu. Tufan Bey’le sıkı bir tartışmaya girmeden haftayı tamamlanmış saymazlardı ve ne tuhaftı ki ne o istifayı basar ne de patronu tarafından işten çıkartılırdı. Aralarındaki hararetli tartışmalardan bazen iki tarafında zevk aldıklarını düşünürdüm. Gün içinde yaşanan her tartışma ertesi güne sarkmadığı gibi haftada ikiyi de aşmazdı.
Yine böyle hararetli bir tartışma sonrasında Tufan Bey’in odasından hışımla çıkan Uğur soluğu masasında aldı. Öfkesinin ona olmadığı belli olan bir dosyayı masanın üzerine bırakarak klavyesini sertçe kenara itti. Koltuğuna otururken ağzında yuvarladıklarını anlamasam da surat ifadesinden her bir kelimesinin argo olduğuna son derece emindim.
Tufan bey öfkeyle odasından çıkarak bizim olduğumuz tarafa gelip odanın tam ortasında dikildiğinde başımı üzerinde çalıştığım dosyaya indirdim. Başım önüme eğikken şaşı olma pahasına adamın hareketlerini görmek için gözlerimi kaydırdım. Tufan Bey’in beline koyduğu elleri ile odanın ortasında dikildiğini görür görmez bakışlarım önümdeki faturalara hızla kaydı.
“Bundan sonra bu ofiste konuşmayı yasaklıyorum. Boş yere muhabbet yasak, sigara yasak, çay kahve molası yasak, aylaklık yasak.” Tuvalete gitmekte yasak mı acaba diye düşündüğüm sırada bana seslendiğini işitip başımı kaldırdım.
“Ahmet Bey’in KDV ödemesi ne kadar çıkıyor bu ay?” Patron tuhaf adamdı orası kesin sinirlenince hep para tahsil ederdi, para tahsil edemediğinde de ibadet ederdi. Soru üzerine hemen ekrana dönüp birkaç tuşa basarak istediği sorunun cevabına ulaşmıştım.
“İki yüz elli yeni Türk Lirası” dedim. Ardından son dört aydır sıkça rastladığım bir diyalog çeşidi bir kez daha gelişti. “İyi sen yedi yüz elli iste. Tahakkuku yatır, üstünü de bana getir. O kadar kazanıyor şerefsiz biraz da biz kazanalım.”
Aynı gün dediğini yapmak üzere vergi dairesine doğru yürürken içinden geçtiğim ağaçlı yoldaki parkta dinlenmek için mola verdim. Midemin bulandığını hissediyordum, bulanmak bir yana zaten hevesli olmadığım bu meslekten de daha başında soğumuştum. Ne yapıyordum ben! Kendine bile saygısı olmayan bu insanın yanında ne arıyordum. Artık kazandığım paranın bile helal olup olmadığından emin değildim. Helal olmayan her şeyin bir gün gelip on katı ile çıkacağını söyleyen dedemin sözünün kulaklarımda çınladığı o günün ertesi hafta Tufan Bey’in oğlunun rahatsızlandığını öğrendik. Elbette ki dört yaşındaki bir çocuk için üzüntü duyuyordum. Babalarının günahları neden hep çocuklardan çıkardı? Karşımdaki yaşına göre konuşma bozukluğu çeken çocuğa bakarken benim ne zaman beynimde tümör çıkacağını ise babamın girdiği tüm günahlardan hesap etmeye çalışıyordum.
*****
Acısına hürmeten dayandığım üç ayın sonunda kararlı bir şekilde soluğu Tufan Bey’in odasında aldım. Kapıyı vurup gir sesi ile içeri girdiğimde kendisini bir başka yerden vurgun yaptığı paraları sayarken yakaladım. Durum o kadar normaldi ki adam istifini bile bozmadan masadaki paraları deste yapmayı bitirip kapıda bekleyen beni yanına çağırdı.
“Evet ne var?”
Bu soru bile cesaretimi kırmaya yetmişti. Her zaman olduğu gibi kadın erkek, genç yaşlı ve insan hayvan ayırt etmeksizin kabaydı.
“Tufan Bey ben sigortamla ilgili konuşmak istiyorum sizinle.”
“Sigorta sigorta yeter be kızım sendika üyesi misin nesin? Yapmıyorum sigorta falan.”
“Yedi ay geçti Tufan Bey, işe alırken söz vermiştiniz.”
“Ben öyle bir söz verdiğimi hatırlamıyorum.” Bu benim hayatımda duyduğum bir insanın gözlerine bakarak bu denli net söylenebilen ilk yalan olmuştu. Yalan söylüyordu ve ben inanamıyordum. Bu adamın kalbi ve vicdanı elinde tuttuğu paralar kadar kirlenmişti demek ve başına gelen hiçbir felakette bu kiri temizleyemiyordu.
“Evet söz verdiniz. Hadi ben hatırlamıyorum ya da diyelim ima ettiğiniz şekliyle yalan söylüyorum. Görüşmeye dedemle gelmiştim Tufan Bey. Oda yalan söylüyor olamaz ya?” Sinirden titrerken kurduğum bu uzun cümleden sonra kızarsam da titresem de geri çekilmek benim için artık söz konusu bile olamazdı.
“Deden mi?” Attığı kahkaha birazdan yaşanacak kötü şeylerin habercisiydi. Arkasına yaslanarak tükürür gibi cümlenin geri kalanını da getirdi. “O da muhtemelen bunamıştır!” Bu benim için bardağı taşıran son damla olmuştu. Bana yapılan hakaretlere tam yedi ay sonuna kadar dayanan ben söz konusu olan dedeme böyle kirli ellere sahip olan biri tarafından toz konduramazdım.
Zayıf yönler... Hepimizin benliğinde sahip olduğu zayıf yönleri vardır. Ama hiç bilmeyiz ki o zayıf yönler birileri tarafından kuşatıldığında bizi yeri gelip bir kaplana bile çevirebilir. Ve bende bu iri adamın karşısında en vahşi kaplanlardan birine dönüşmüştüm. Gözlerimdeki keskin bakışı daha net görmesi için eğilip pençelerimle de masasına doğru uzanmışken gözümü bir an dahi kırpmadan elimi masadaki özenle sayıp deste yaptığı para tomarına attım. Kaplanın çevikliği ayının yavaşlığını yenmişti. Elimde bir tomar para ile masadan uzaklaşırken adam koltuğunu arkaya savururcasına ayağa kalktı.
“Ver onları bana.”
“Gel de al. Hadi.”
“Sana ver onları diyorum gerizekalı.”
“Gerizekalı sensin! Hatta geri olabilecek bir zekân olduğundan bile şüpheliyim. Şüphede olmadığım bir şey var ki o da ne bir vicdanının ne de bir kalbinin olduğu. Kölesi olduğun bu şey uğruna içindeki her şeyini tüketmişsin sen.”
“Bak fena olacak ver şunları diyorum.” Artık sesi tüm ofisten duyulabilecek kadar yüksek çıkmaktaydı.
“Neleri?” Sanki elimde bir şey yokmuş gibi bakarak omuz silktim.
“Paraları ver!”
“Efendini demek istedin herhalde. Ne de olsa tek taptığın şey bu.” Adamın masanın etrafını dönüp bana doğru attığı her ileri adımda bende kendimi bir adım geri çekiyordum. Mesafeyi korumaya çalıştığım o sırada adam hakaretlerine süratle devam ediyordu. “Sen kimsin he kimsin asalak. Geçmiş karşıma ahkâm kesiyorsun.”
Odada üzerime doğru yürüyen adamdan uzaklaşırken gideceğim yolda bitmişti. Cam kenarına ulaştığım sırada arkamdan esen rüzgâr elimdeki paraları ve karşımdaki adamın saçlarını dalgalandırmıştı. Muhtemelen az sonra yapacağım şey yerel gazetelerin üçüncü sayfalarına çıkacaktı.
Üsküdar da patronu T.D tarafından camdan sokağa atılan A.Y feci şekilde can verdi. Harika gazetelere çıkmak güzel olacaktı. Manşetten olmasa bile…
Elimdeki paraları açık camdan sokağa doğru savururken aynı güzellikte cevapladım. “Kim olduğumu söyleyeyim ben Aslıhan Yılmaz görebileceğin delilerin en akıllısı.”
*****
Korktuğum şey olmamıştı, adam paraları sokağa savurduğum anda ağza alınmayacak hakaretler ederek odadan koşarak ayrılmıştı. Sadece on saniye içinde iki katı inmiş olan Tufan Bey’e pencerenin pervazına dayanarak bakarken gülümsüyordum. Sokakta paraları yağmalayan insanları itip kakarken çok tuhaf sözler söylüyordu doğrusu.
“Paralarımı verin, verin diyorum size benim paralarım onlar.”
“Cık cık. Yazık oldu.” Çok gürültü yapıyordu, bu yüzden bende pencereyi kapatıp şerit perdeleri çektim. Evet, işim bitmişti. Hayır aslında daha bitmemişti. Yapmam gereken son bir şey daha vardı. En başından beri yapmam gereken şey. Bu yüzden sevgili patronumun masasına oturup yumuşak koltuğunun tadını çıkardım. Saltanatı devirmek için hevesle masanın üzerindeki telsiz telefonu elime aldım. Sallanan koltukta turlamaya devam ederken çok iyi bildiğim bir numarayı tuşladım. Anın güzelliğinden sesi bana daha da ahenkli gelen bir memur tüm sevecenliğiyle sordu.
“Vergi dairesi başkanlığı nasıl yardımcı olabilirim?”
Koltuğun keyfini çıkarırken kapalı camdan dahi duyulan haykırışlara aldırmadan cevapladım. “Bir ihbarda bulunacaktım... Evet vergi kaçakçılığı hatta sigortasız işçi de çalıştırılıyor. Evet evet aynen, muhasebe bürosu. Hemen gelirseniz iyi olur… Peki, adresi veriyorum not alın lütfen.”
Beş dakika sonra çantamı ve montumu almış ofisin kapısında bekliyordum. Tufan Bey adından hızlı şekilde merdivenlerden çıkarak kucağındaki çoğunu topladığı para tomarı ile karşımda dikildi.
“Kovuldun. Defol şimdi.”
“Kovulmadım, gördüğünüz gibi istifa ettim.”
Dairenin kapısını yüzüme kapatırken tısladı. “Defol gerizekalı.”
*****
Bir saat sonra ofisin karşısındaki parkta keyifle çekirdek çitliyordum. Mutluydum. Daha başında olduğum bu meslekten bir düzenbazı yerinden ederek hıncımı almıştım. Harika bu çekirdekte ne kadar tazeydi! Maliyeye ait bir araba ofisin önünde durup iki adam aşağı indiğinde düşünüyordum, ben bir melek değildim. Ben belki bir günahkârdım ama işlediğim günahların içinde asla muhtaçlara, yetimlere ve iyilere yapılmış bir suç yoktu. Ben can yakanların canını yakıyordum. Kırk yaşındaki o adamın hala öğrenemediği ve yirmi bir yaşımda benim adım gibi bildiğim bir şey vardı.
Cennet ya da cehennem hangisine gidecek olursak olalım dünya malı hep dünyada kalır. Bu yüzden zengin olmak için harcanan bu çaba da boşadır. Çünkü yoksulların bile öldüklerinde harcayamadıkları paraları her zaman vardır.
Bir avuç çekirdek sonra Tufan Bey’le birlikte inen memurlar adamı arabaya tıkmadan önce beni fark edip tüm öfkesi ile yüzüme baktığında da aynı şeyi yaptım. Can yaktım ve üstelik bunu gülümseyerek dahası el sallayarak yaptım.
“Güle güle gerizekalı.”

Adamın ofisi aynı gün kapatılıp geçici olarak meslekten alıkonulduğunda içimde ufak bir yer sızlamıştı. Oda küçük oğlu için olacaktı. Oda yaşamayı öğrenecekti. Tıpkı benim gibi… Ondaki tümör beynindeydi, benimki de kalbimde. Bakalım hangimizin ki daha önce öldürecekti…

Duygular değişmez bana kalırsa;
Üzerine bir çarşaf gibi gerdiğimiz kati duygularımızın örtüşmediği varlıklar, o insanlar değişir yalnızca…
Ait olmayan bir parçayı zorla yapboza sokmak gibi,
Sığmayan bir kaba tüm poşeti boşaltmak gibi,
Almaya gücümüz yetmesede elimizdeki parayı tekrar tekrar saymak gibi...
Parça kırılmadan, sığmayanlar etrafa dağılmadan ve almak istediklerimiz içimizde kalmadan anlamaz insan.
Olmazı oldurmaya çalışır durur insan...

Yeryüzünün en akıllı delilerinin tarifi de böyledir işte!
Bir avuç sevgi, bir parça öfke, bir tutam cesaret, bir dem acı. Karıştırıp yaklaşık yetmiş yılda pişirince ortaya çıkar insan.
Şimdi vakit tozlu çarşafı kaldırıp altındakini görme vaktidir.
İyiyi kötüyü, güzeli çirkini ve doğru yanlışı seçme vaktidir.
Vakit akıllı deliler vaktidir...

2005 yılı benim için hiçbir şeyin yolunda gitmediği senelerden en özeli olmalıydı.
Ve ben akıllı deliler haricinde raporlularla tanışmaya da işte tam bu yılda başlayacaktım...

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 18

 
 
“Startın aynı anda verilmediği tek yarış hayattır. Siz yoksa sokakta çöp toplayan bir çocukla ya da boğaz kenarındaki bir yalının üst katında pembe tülden örülü yatağında mışıl mışıl uyuyan bir başka çocukla aynı yerden başladığınızı mı düş...ünüyorsunuz bu hayata. Başlangıç çizgisi de tıpkı bu yarış gibi yamuk çizilmiştir önümüze. Harekete geçmek için işareti beklerken dilememiz gereken tek şey ise kaderimize çizilen çizginin önümüzdekinden daha doğru olmasıdır.
Boşa değildi demek, hayatın bir yarış olduğunu söylerdi dedem, kim önce koşarsa ekmeği o kapar derdi. Yıllar sonra bir gün fark ettim deli gibi koşmaktan arkama bakmaya hiç fırsatım olmamıştı. Takılıp düşmemek ve çarpıp devrilmemek için insan hep önüne bakardı. Çünkü ileriye bakabilmekti yaşamak ve ölümü peşinen göze almak demek değil miydi? Yaşamak."

İstanbul 2005,
BÖLÜM 18
“Dedem, Ben ve İstanbul”

İstanbul’un ilk kez gittiğim kalabalık bir ilçesinde siyah camlı bir binanın önüne gelip durdum. Adres hatta yön bulma konusunda bile başarısız olan ben sanırım dedemin yarım saatte çizdiği krokiye uymayarak yoldan sapmıştım. Sapmış ve kendimi uzun bir kuyruğun sonunda tahminen üç yüzüncü kişi olan genç bir oğlanın arkasında bulmuştum. Kesin yine yanlış yerde yanlış şeyler aramaktaydım. Zaman askere alım zamanı mıydı? Herkese aynı anda celp mi çıkmıştı? Yoksa savaş mı çıkmıştı? Parmak uçlarım üzerinde yükselerek kapının üzerindeki altın sarısı yazıyı okumaya çalıştım. İlçenin adı ile başlayan kurum unvanı sonraki üç alakasız kelime ile devam etmekteydi.
“Açık Öğretim Bürosu”
Elbette buradaki insanların aklından bir zoru yoktu. Onların sadece geniş zamanları ya da çalışmadan okuyabilecek paraları yoktu. Anlamak zor değildi zihinlerdeki nedenleri ve yüzlerdeki tanıdık cevapları yansıtan ifadeleri. Beklemekten sıkılıp başka bir dünyada yol alalı yaklaşık bir buçuk saat olmuştu. Tam Feride’nin Kamran’ın mektubunu okumaya karar verdiği sırada matkap uçlu bir el omzuma kabak oyarcasına dokundu.* O içimi çıkarmadan önce ben başımı okuduğum kitaptan kaldırıp yüzümü çevirdim.
“Sıra sizde hanımefendi”
İşte bana ilk kez o gün hanımefendi denmişti! Evet evet bir genç kız için en önemli andır bu. Hep dışarıdan nasıl göründüğümüzü merak eden bizler için çocuk olarak görülmediğimizin kesin kanıtıdır. Bu kadın ruhunuza aldığınız ilk tepki yüzde hafif bir tebessüm ile başlayıp göğüsleri öne doğru çıkarma ile son bulur. İlk anın heyecanı ile karşı cinsin fiziksel özellikleri arasındaki cari oran kısa süreli bir dil sürçmesi ya da geçici bir kekemeliğe sebep olabilir.
“Tetekkükürler.” Hay! Dilimi eşek arısı soksun.
Arkamı tekrar yakışıklıya dönerek hızla sıranın bana geldiği bankoya doğru ilerledim. Siyah ceketli gözlüklerinin kendisine fazlasıyla asabiyet ve ciddiyet kazandırdığı bir kadın başını önündeki kâğıttan kaldırmadan sordu. “Ne istiyorsunuz?”
Hey Allah’ım ya! Bir tane akıllı yok mu burada. Açık öğretim dedikte bu kadar mı açık olunur kardeşim? Ne demek ne istiyorum (!) İki kilo pirinç bir paket margarin istiyorum.
“Okumak istiyorum.”dedim. Kadın bu kinayeli cevap karşısında başını kaldırarak dik dik yüzüme baktı. Eliyle evraklarımı vermemi işaret ederek bankonun üzerine koyduğum belgeleri ahtapot edasıyla yakalayıp kendi tarafında göremediğim yerlere çekti.
İncelemesi bitince ikinci sorusunu sordu. Bu sefer önce elindeki vesikalık resmime sonrada yüzüme bakmıştı. “Hangi bölümü istiyorsunuz?”
“Neler var?” Soruyu sorduğum an pişman olmuştum. Memur zaten istifa etmesine çok az kalmışta ben son cinneti olacakmışım gibi yüzüme baktı.
“İşletme ya da iktisat” Oooo! Gerçekten hangi bölüm olduğunu soracak kadar bol seçenek varmış!
“Eh! İşletme olsun bari.” Ne önemi varsa sanki. Ağzımdan işletme lafı çıktığı an kadın ilgili kutucuğu işaretleyerek eline aldığı numaratör kaşeyi önce ıstampaya ardından elindeki kâğıda bastı.
“İşleminiz tamam. Kitaplarınızı on beş gün sonra gelip alabilirsiniz. Dosya numaranız da 666”
“O ne be? Şeytanın numarası gibi”
“Lütfen izin verir misiniz? Sıradan alayım lütfen?” Az önce omzumu dürten çocuk şimdi yanımda bitmişti. Yakışıklı ağzını açamadan araya girdim.
“Çok affedersiniz ama bir saniye lütfen.” diyerek az önce benimle konuşmayı kesen kadına doğru yöneldim.
“Acaba numarayı değiştirme şansımız var mı? Benim birazcık batıl inançlarım varda.”
“Hanımefendi lütfen.”
Elimle arkada sırasını bekleyen öfkeli kalabalığı göstererek sordum. “Niye onlar melek de ben şeytan ya! Niye ben şeytan ya.”
Cevap beklediğim kadın yavaşça yerinden kalkıp ceketinin içindeki ipek gömleğinin yakalarını çekiştirirken “Ahmet Bey yetiş” diye bağırdı.
Sadece bir dakika sonra güvenlik görevlisi Ahmet Bey ile birlikte bahçe kapısından -hala yılan gibi uzun insan kuyruğunun içinden- geçerek yola çıkmaktaydım. Adam tehlike oluşturmayacağım bir yere geldiğimizde toz ol bakışı atıp geldiği yoldan geri döndü.
Arkasından bakarak gülümsedim. İstemediğim ve bana acı veren şeylerle baş etmek için en iyi bildiğim şeyi yapardım. Yaşamak ve devam edebilmek için ben çok güzel salağa yatardım. Ben böyleydim işte adalete inanmaz ve kendi adaletimi uygulardım. Bence startın aynı anda verilmediği tek yarış hayattır. Siz yoksa sokakta çöp toplayan bir çocukla ya da boğaz kenarındaki bir yalının üst katında pembe tülden örülü yatağında mışıl mışıl uyuyan bir başka çocukla aynı yerden başladığınızı mı düşünüyorsunuz bu hayata. Başlangıç çizgisi de tıpkı bu yarış gibi yamuk çizilmiştir önümüze. Harekete geçmek için işareti beklerken dilememiz gereken tek şey ise kaderimize çizilen çizginin önümüzdekinden daha doğru olmasıdır.
Boşa değildi demek, hayatın bir yarış olduğunu söylerdi dedem, kim önce koşarsa ekmeği o kapar derdi. Yıllar sonra bir gün fark ettim deli gibi koşmaktan arkama bakmaya hiç fırsatım olmamıştı. Takılıp düşmemek ve çarpıp devrilmemek için insan hep önüne bakardı. Çünkü ileriye bakabilmekti yaşamak ve ölümü peşinen göze almak demek değil miydi? Yaşamak.
(On beş gün sonra)
“İyi günler gazetedeki iş ilanınız için aramıştım. Evet var. Faks numaranızı alabilir miyim? Evet. Evet ...16 39. Tamam. Teşekkür ederim. İyi günler.”
Az ve öz olan geçmişimi faks çektiğim işyerinden geri dönüş hemen ertesi gün olunca havalara uçmuştum. İş bayanı olmama az bir zaman kalmıştı. Görüşmeye gitmek için hazırlandığım sırada annem odanın kapısına gelip etekle dans eden bana seslendi.
“Aslıhan deden yarım saat sonra çıkarız diyor.”
“Dedem demi gelecek?”
“Herhalde gelecek. Tek başına mı gideceksin kimsesizler gibi.”
“Bu kimsesiz olduğumu değil yetişkin olduğumu gösterir anne.”
“Yarım saat.” Annemin işaret parmağı havaya kalktığında ağzından son çıkan söz bu zaman dilimi olmuştu. En son bu tarz bir kavgayı yaptığımızda yedi-sekiz yaşlarında ve bir caddenin ortasındaydım.
“Aslıhan ver elini bak arabalar geliyor.”
“Vermeyeceğim işte, vermeyeceğim, tek yürüyeceğim ben.”

*****

İstanbul’da bilmediğim ne çok yer varmış meğer? Üsküdar’a bu ilk gelişimde sahil kenarında bir çay bahçesinde dedemle otururken karşımda hikâyesini annemden bir masal gibi dinlediğim kız kulesine bakıyordum. İleride denizden çıkan balık adamlar ve kazı alanları gözüme çarpınca dedeme ilgiyle sordum.
“Orada ne yapıyorlar dede?”
“Asya yakası ile Avrupa yakasını birbirine bağlayan bir tüp geçit.”
“Nasıl yani şu adamlar gibi arkamıza tüpler alıp geçmeyeceğiz herhalde.”
“Tabiî ki hayır kızım. Araç ya da lokomotifle geçiş olacakmış sanırım fakat Bizans İmparatorluğu dönemine ait kalıntılar bulunmuşlar dipte o yüzden tüp geçit çalışmalarına da bir süre ara verilecekmiş. Eh! Ömrümüz yeter de bizde görürsek bir gün birlikte geçeriz belki.”
“Dede şurası neresi?”
“Orası Eminönü, arkamız Kadıköy, bak şu tarafta Tophane. Gençken gezerdik epey. Gençliğinin kıymetini bil kızım.“ Dedemin o gün verdiği nasihati hiç unutmadım. Saydığı semtlerin hepsini yıllar içerisinde tek tek gezip dolaştım.
Kız kulesini daha gördüğüm o gün vuruldum.
Tophane’ye gittiğim ilk gün ise nargile dumanında boğuldum.
Eminönü’ndeki yüzlerce güvercin üzerime gelince gagalanmaktan çok korktum.
Kadıköy pazarına gittiğim ilk günde soyuldum.
Biliyordum…
Ben doğma büyüme İstanbulluydum.
Ben dedemin torunuydum.

Küçük gezimizin sonunda kendimizi Üsküdar’ın sahil tarafına yakın sokaklarından birinde apartman numarası takip ederken bulduk.
“İşte yirmi numara dede. Burası.” Dedem telaşla ceketini düzeltip kravatını kontrol etti. Sanki onu işe alacaklar gibi birden heyecanlandı. Ben en çok cumhuriyet dönemi insanlarına hürmet ederim. İnsanın içi onlara bakarken buz gibi olup saygıdan titrer. Gerçek İstanbul beyefendileri ve hanımefendilerinin yaşadığı o dönem bana hep en güzeli gelir. Bu yüzden defalarca izlerim o dönemin sonuna denk gelen zamanda çekilen Türk filmlerini.
Üst kata çıktığımızda kapıyı genç bir oğlan açtı. Bizi içeri alıp kendi masasının önündeki koltuklarda ağırladı. Bana göre geçmek bilmeyen bir süre sonunda yanımıza döndüğünde “Tufan Bey sizi bekliyor” diyerek ayaklanmamızı sağladı. Bu benim ilk iş görüşmemdi. İlk tecrübem. Bu yüzden bildiğim bütün duaları okuyarak gösterdiği kapıdan içeri girerken omzumda dedemin eli vardı. Tanışma ve adamın bizi süzmesinden sonra kendisi mandıradan kurbanlık koyun alan birisi gibi konuştu.
“Asgari ücretin yarısını veririm. Sigorta içinde bir iki aylık deneme süresi yaparız. Onun sonunda baktık iki tarafta memnun kızımızın sigortasını da başlatırız.”
Dedemin o gün bana bakan gözlerini hiç unutamam. Hak ettiğimin bu olmadığını söyleyen ve kolu kanadı kırık kuşunu bağrına basmak için uygun anı bekleyen o ağlamaklı gözler kalk gidelim diyordu. Sen bunu hak etmiyorsun.
Gidemezdim ki yük olamazdım daha fazla sana hele üzüntülerden kendin gibi şeker bir hastalığa yakalanmışken. Bir yüktüm ben taşıması gereken kişinin üzerinden attığı bir yük. O yüzden hayattaki her başarısızlığımda tek bir kişiye lanet okudum. Sözde babama!
Ve özde babamın gözlerine bakarak cevap verdim. “Çalışacağım dede.”
Ben küçükken –annemin çalışıp bizi anneannemlere bıraktığı zamanlarda- tuvaletimi yaptığımda utanmadan bir kişiye seslenirdim. Ayaklarımın yere değmediği klozetle içine düşmemek için mücadele ederken beni tutacak tek bir ele ihtiyaç duyardım. “Dedeeee! Tuvaletimi yaptım. Bitti!”derdim dilimin döndüğünce. Ve o el beni öyle bir sıkı sarardı ki, ben klozetin içine düşmek bir yana banyodan omuzlarda çıkardım.
Dedemle Üsküdar’daki bu apartmandan çıkıp sessizce yürüdüğümüz sokağın sonuna geldiğimizde onunla aynı yıllara gittiğimizi söylediklerinden anladım. Hala az önce verdiğim karardan içi acıyordu biliyordum. O yüzden bana döndü ve çenesinde seğiren birkaç kasa inat konuştu.
“Aslıhan sen benim için kaç yaşına gelirsen gel hala o kırmızı külotlu çoraplı merdivenlere tutunarak çıkan kızsın ve hiçbir zamanda büyümeyeceksin. Bunu sakın unutma.” Ah! Nasıl unutabilirdim ki dede? Babamın bizi İzmir’den apar topar getirip senin başına attığı günü. Yükünü boşaltan bir deve gibi kamburunu eğip gittiği o günü.

(Yıllar Sonra)

Yıllar geçmişti, ben artık dedemin omuzlarına çıkamayacak kadar ağır o ise hastalığından dolayı benim kilomdan daha hafif kalmıştı.
Her şey değişiyor olsa da bazı şeyler aynı kalmıştı. Ben hala onun gözünde hiç büyümemiştim. Artık ayaklarım yere gayet sağlam bassa da kendimi anlamlı hissetmiyordum hala.
Neydi ki anlam? Özümü bulmam için kırmızı külotlu çoraplı küçük bir kız çocuğu gelip bu sırrı yalnızca bana söyledi.

Ve ardından ilk kez hayatta neyi yapmak istediğimin farkına vardım.
Yazacaktım.
Kendimi yazacaktım.
Kendi hayatımı yazacaktım.
Bu hikâyede ilk karaladığım satırlar ise en sevdiğim adama olacaktı...

Kasım 2005,
İstanbul’da, insanı hatırasından bol bu şehirde,
Ne zaman eskiyor sevgiler,
Menekşeler solunca mı? İnsan bir kaç mevsim boyu savrulunca mı?
Vişne ağacımız kuruyunca ya da umudumuzun kolu kanadı kırılınca;
Yoksa taşı toprağı altın bu şehirde sevdiklerimizde toprağa karışınca mı?
Eski radyolar da susuyor artık, sofralardaki sandalyeler azalıyor, insanlar ağlıyor dede…
Sonuna kadar açtım duyulsun diye makamında çalan müzikleri,
Başkası gelip oturmasın diye kırdım boşalan o sandalyeleri,
İnsanlar ağlamasın diye yazdım sonu mutlu biten hikâyeleri.
Sen hep iyi yerisin benim kalbimin, evimin, yaşadığım bu şehrin…
Ellerim ağrıyor yine dede, yağmur mu yağacak ne!
Aramızdaki bir dede torun oyunu bu.
Bize birkaç anı kaldı şimdi, mutlu, eski ve tozlu.
Bazen tutunacak birkaç dal ararım içimde,
Çocuktan bozma bu kadın bedenimle,
Her şey yapılabilirdi değil mi umut dolu bir kalple…
Söylesene hangi otobüs götürür bizi şimdi o güzel günlere…
Toz dumana inat temiz havayı çekmek istiyorum tek nefeste ciğerlerime.
Hep ayaklarım üzerinde durmamı isterdin, bir de yaşadığının bir anlamı olmalı derdin.
Ayakta ve anlamlı kalmak istedim ömrümce bende.
Verdiğin nasihatleri unutmuyor, verdiğim sözleri ise hala tutuyorum,
Hala öğrettiğin duaları okuyorum birde sütü ılık içmeye devam ediyorum.
Geçte olsa anlıyorum, eskimezmiş hiçbir zaman sevgiler.
Anlıyor ve yazıyorum da şimdi,
Dedemi, kendimi ve bu oyunbozan şehri…


*R.Nuri Güntekin, Çalıkuşu

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 17

 
 
"Ben hep bana ait olan eşyaların bundan memnun olup olmadığını düşünmüşümdür. Durdukları yerde kendilerini çoğu zaman para karşılığı satın alan yeni sahipleri ile çıkacakları bu yolculukta onlardan neler beklediklerini merak ederim. Onlar b...izim sessiz niyetçilerimizdir. Niyetleri sonsuza kadar bizimle kalmak olsa da çoğu zaman sonları ufak bir çöp kutusu, eski bir sarraf dükkânı ya da geri dönüşüm projelerinde yer alan genç fikirli eller olur. Bu yüzden çok severim bir zamanın mucitlerinin yaptıklarını satan ikinci el dükkânları, kullanılmış kitapları, kime ait olduğu bilinmeyen kaybolmuş aile fotoğraflarını…
Eskiler güzeldir, eskiler yıpranırken ardında çokça mazi bırakır. Bana benzer eski eşyalar. Yaş aldıkça benim gibi hüzünlü birçok anı biriktirir. Ben kendimi en çok sallanan sandalyelere benzetirim, birde muhakkak birkaç sayfası uçak yapmak için koparılmış kalın ciltli kitaplara ama en çokta naylon bebeklere. Her yeri iğnelerle tutturulmuş elbiselerinin üzerindeki naylon yüzlerine keserek yapılmış zoraki bir gülümseme sunan niyetçilere…"

Bölüm 17
“Sol Yanım”

“Yirmi bir”
“Yirmi iki”

Kazandığım hiçbir oyunun sonunda kendimi bu kadar kandırılmış hissetmemiştim. Kandırılmış, aldatılmış ve numarasını bir kâğıda yazmak zorunda bırakılmış. Hiç oturmamam gereken o masadan kalkarken aklımdan geçenler tam olarak bunlardı. İçim sızlıyordu. Hayır, sızlayan her zaman olduğu gibi sol yanımdı! Ve sol yanımda duran şeytan yazdığım kâğıdı elimden alıp cebine atmadan önce iyi bir alış veriş sonrası ilk siftah parasını çenesine sürten adamlar gibi durup tuhaf bir hareket yaptı.
“Bereket, iyi bir oyundu.”
“Berbat bir oyundu. Kendimi Kumarbaz filmindeki Anna kadar çaresiz hissediyorum şu anda!”*
“İzin verir misin geçmek istiyorum.” diyerek devam ettim önümdeki istediğini aldığı halde hala benimle uğraşmaya devam eden ukala adama.
“Sen gerçekten anormal bir kızsın.” Kenara çekilirken bile benimle uğraşmaya devam ediyordu.
“Hah! Ben mi anormalim. Bana bunları etraftaki kızların numarasını kumar oynayarak alan bir sahtekâr mı söylüyor?”
“Genelde bunu doğal yollarla yaparım, normal kızlara.”
“Ben anormal değilim!”
“Öyle mi? Peki o zaman söyler misin?” Eliyle arkamızda duran kapıyı işaret ederken sorusunu sormaya devam etti. “Sen hiç buraya normal insanlar gibi şu kapıyı kullanarak girdin mi?” Gösterdiği yere doğru bakarken verecek cevabım olmadığını da fark etmiştim.
“Ya da geceleri dışarı çıkarken yanına ekmek bıçağı almadığın zamanlar oluyor mu? Şu anda da yanında varsa inan nereye soktuğunu bilmek isterim.”
“Boğazına sokmak isterdim belki sesin kesilir.”
“Selam millet ne kaynatıyorsunuz?” Bize doğru yaklaşan Erdi dostça yaptığımız bu sohbeti kesti.
“Sesimden bahsediyorduk. Aslıhan sesimi çok beğeniyormuş. Belki bir akşam dinlemeye gelirsiz.” Sahneye peçete yerine bıçak atılabiliyorsa bu hiç fena olmazdı. Onun boğazına saplanan bir bıçakla sahneye yapıştığını hayal etmek bile bana inanılmaz bir zevk vermişti.
“Nerede kaldın Erdi? Gidelim mi? Ben sıkıldım?”
“Sen sıktın mı benim sevgili mi?” Erdi’nin elimi tutup gülümseyerek beni kendine çektiği şu dakikada yalnız kovboya sorduğu soru bu olmuştu. Yanımdaki adama sokulurken tek kaşımı manidar şekilde havaya kaldırarak karşımdaki düzenbaza baktım. Hadi söyle canımı nasıl sıktığını. Eminim kumarda olduğu kadar yalan söylemekte de ustaydı. Ve emin olduğum bir şey daha sesinin şarkı söylerken olduğundan daha güzel çıkacağıydı.
Mert iki elini de başı hizasında teslim olan bir suçlu gibi kaldırdı. “Valla ben hiçbir şey yapmadım. Sıkılmaya o kadar müsait ki, sırf canı sıkılmasın diye onunla oyun bile oynadım. Ama dostum bu kız kazandığında bile memnun olmadı.” Ardından elini benden tarafa kapatarak duymamam gereken bir sır veriyormuş gibi ekledi. “İşin zor ahbap” Her şeyden habersiz Erdi kahkaha ile gülerken bende küstahlığı karşısında açılan ağzımı kibarca kapatarak ortamı bozmamak adına onlara katıldım.

Ve sadece beş dakika sonra bir buçuk yıldır geçmediğim kapıdan ilk kez Erdi ile birlikte çıkarken arkamı dönüp son bir kez baktım. Bara dayanmış zafer işareti yapan adama lanet okuyarak bir bıçağın en umulmadık zamanlarda ne kadar işe yarayacağının farkına varmıştım.
*****
“Ne yapmak istersiniz canı sıkkın bayan?”
“Eeee, biraz yürüyelim mi?” Erdi’yi çekiştirerek yurdun kapısından uzaklaştırmaya çabaladım. Kapının arkasındaki küçük yazıhanesinde oturan Türker Amca’ya yakalanmak için hazırlıksızdım.
“Tamam” diyerek elimden tutan adamla birlikte her gün okula gitmek için yürüdüğüm yolda yürümeye başladım. Serin bir bahar akşamıydı. Tüm kahvehaneler gibi önünden geçtiğimiz evlerdeki kalın perdelerde kapanmıştı. Nehrin üzerinden geçen köprüye vardığımızda Erdi bir kolumu omzuma attı. Önce sol yanımdan sarkan et parçasına ardında da parlayan gözlerine baktım.
“Sen hiç balık tuttun mu?” diye sordu köprünün kenarındaki korkuluklara tutunduğumuz sırada.
“Hayır hiç.”
“Geçen sene burada çok tuttuk. Şu ilerideki ağaçlık alanı görüyor musun?”
Ah! O ağaçlık alanı nasıl utabilirdim ki? Geceleri dışarı çıkarken yanına ekmek bıçağı almadığın zamanlar oluyor mu?
Düşüncelerim yanımda konuşmaya devam eden adamla birlikte toz bulutu oldu. “Ağaçlığın ilerisinde nehir kıvrılıyor. Orada su daha sakin. Geçen sene bir kova dolusu balık tuttuğumu hatırlıyorum. Belki bu sene de beraber gideriz?”
Balık tutmak şuan düşündüğüm son şeydi. Neden erkekler karşılarındaki kızı etkilemek için havadan sudan konuşmalara ihtiyaç duyardı. Eminim birazdan da ay ışığına ya da gökteki yıldızlara atıfta bulunacaktı.
“Tabi gideriz.” Gülümsedim.
“Harika bir gece değil mi? Mehtap on numara.” derken ellerini cebine sokup çocuk gibi zıplamaya başlamıştı bile.
Ah! Hadi ama bari sen yapma. Bu yerimde duramıyorum demekti. Bu bir derdim var demekti. Derdinin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. Öpüşmek. İşte karşımdaki adamın da tek derdi buydu! Balıklar ve mehtap kimin umurunda!
“Gidelim ben üşüdüm.”
“Hemen mi?”
Ne oldu bu sefer karşındaki balık oltaya gelmedi mi bay avcı?
Cevap vermeden geldiğimiz yolda ilerlemeye başladım. Üç adım atmadan bana yetişti. Hızlı adımlarla ilerlemek giydiğim bu ayakkabılarla pek mümkün olmasa elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Kesin birazdan son bir gayretle yeni bir muhabbet açacaktı. Hiçbir şey beni çok az kalan yurdun önüne gitmeden önce durduramazdı. Hiçbir şey!
“Mert’e telefon numaranı verdin mi?” Aniden durduğumda hızıma yetişmek için çabalayan adam birkaç adım önümde kalmıştı.
“He?”
“Mert telefon numaranı isteyeceğini söylemişti. Ben verecektim ama seninle bir şey konuşacaktı.”
“Sana telefon numaramı isteyeceğini mi söyledi?” Bu kadarı pesti doğrusu. Bu ne mezhebi genişlik. Bu ne vurdumduymazlık. Bu ne bu işte!
“Evet kendisinin sana yaptığı ufak iyiliğe bir karşılık olarak.” Göz kırparak bana bakan adamın söylediklerinden tek kelime anlamıyordum.
“Ne iyiliği? Evet telefon numaramı aldı ama emin ol bunun iyilikle bir alakası olduğunu hiç sanmıyorum.”
“Öyle söyleme aşk bu.” Ağzım açıldı ve bir sürede kapanmadı. Karşımda duran bir erkek miydi? Evet görünüşte bir adama benziyordu. Fakat ağzından çıkan her cümle karşımdaki bir seksen boyu asfaltın dibine biraz daha sokuyordu. Artık o kadar uzun olmadığını fark ettiğim bir anda açık kalmaktan kasılan çenemi hareket ettirdim. “Böyle aşk olmaz olsun.” Tek kelimesini daha dinlemeyecektim. Bir daha ne bu adamı ne de o kumarbaz patlak gözü görmeyecektim. Evet, bunu üç bina ötede duran yurdun kapısından girdiğim an yapacaktım. Üç binayı hızla geçip demir kapıya uzandığım sırada bir el kolumu tuttu.
“Bırak beni.”
“Yapma ama Aslıhan. Hem Sevgi de Mert’i seviyor?”
İşte yine bir “Hee?” Kabalaşıyordum. Kabalaşıyor ve aynı oranda aptallaşıyordum da.
“Ne Sevgi’si?”
Erdi kolumu bırakarak ellerini çenesinde birleştirdi. “Bak bir süre önce Mert’i bir kız aradı. Kim olduğunu bilmiyorduk ve bu kız Mert’in dengesini alt üst etti. Bulmak için her yolu denedi. Hatta biliyor musun bir ara sen olduğunu bile düşünmüştük. Tamam komik ama. Sonra o kızın sizin yurtta kalan işletme birinci sınıf öğrencisi Sevgi Akman olduğunu öğrendik. Hoş zaten bizim gibi ikinci sınıf olamazdı. Kim aşkını bir yıl içinde tutardı ki?”
“Aptallar” dedim öfkeyle.
“Evet kesinlikle aptallar böyle bir şey yapar ve canım şimdi senden istediğim o kızla konuşman en azından ağzını falan ara. Hem biliyor musun siz birbirinize benziyorsunuz. Sende bir bakıma bizim ilişkimizde ilk adımı atan değil miydin? Bize bu iyiliği yapan adama bizde ufak bir iyilik yapsak?” Erdi’nin eliyle gösterdiği ufak işareti benim için ne kadar büyük bir şey demekti. Bunu karşımdaki adam bilmiyordu. Kendisine bu iyiliği yapacağım adamsa muhtemelen yan tarafta oyuna devam ediyordu. Yan tarafta, yurdun altında. Demek o yüzden hep buralardaydı. Allah’ım bu ne büyük bir aptallıktı. Erdi’nin yüzüne bakarken arkamdaki kapıyı açtım ve büyük bir gürültüyle de kapadıktan sonra arkamı soğuk demir kapıya yasladım. Başımı önce ufak ufak ardından daha sert şekilde vurmaya devam ederken ötedeki küçük yazıhanenin kapısı sese açıldı. Azarla karışık cümleler Türker Amca’nın ağzından çıkmaya başlamadan önce bağırdım.“Bıçak var mı bıçak?”
Adam yazıhaneye girip kapıyı arkasından kilitledikten sonra küçük camdan bana bakarken ben hala kafamı soğuk demire vurmakla sol yanımı söküp atmak arasında bocalamaktaydım.
Aynı gecenin ilerleyen saatlerinde telefonum iki numara tarafından hayatında görmediği bir ilgiye maruz kalmıştı. Ömrü hayatında ses çıkarmadığı kadar çalmış arada gelen mesajlarla ise dört köşe olmuştu. Sevinmiştim onun adına.
Ben hep bana ait olan eşyaların bundan memnun olup olmadığını düşünmüşümdür. Durdukları yerde kendilerini çoğu zaman para karşılığı satın alan yeni sahipleri ile çıkacakları bu yolculukta onlardan neler beklediklerini merak ederim. Onlar bizim sessiz niyetçilerimizdir. Niyetleri sonsuza kadar bizimle kalmak olsa da çoğu zaman sonları ufak bir çöp kutusu, eski bir sarraf dükkânı ya da geri dönüşüm projelerinde yer alan genç fikirli eller olur. Bu yüzden çok severim bir zamanın mucitlerinin yaptıklarını satan ikinci el dükkânları, kullanılmış kitapları, kime ait olduğu bilinmeyen kaybolmuş aile fotoğraflarını.
Eskiler güzeldir, eskiler yıpranırken ardında çokça mazi bırakır. Bana benzer eski eşyalar. Yaş aldıkça benim gibi hüzünlü birçok anı biriktirir. Ben kendimi en çok sallanan sandalyelere benzetirim, birde muhakkak birkaç sayfası uçak yapmak için koparılmış kalın ciltli kitaplara ama en çokta naylon bebeklere. Her yeri iğnelerle tutturulmuş elbiselerinin üzerindeki naylon yüzlerine keserek yapılmış zoraki bir gülümseme sunan niyetçilere…
*****
Sevgi Akman’la görüşmedim tabi. Bu benim mizacıma tersti. En azından pastadan kendime bu kadarlık bir saygı dilimi bırakmıştım. Bir de Erdi vardı tabi. Onu hayatımın sol yanına koyamayacağımı daha ilk günden beri biliyordum. Bu ilişkide artık muradına ermeliydi. Malum geceden sonra geçmek bilmeyen üç koca gün. Izdırap gibi çoğu yatakta geçen yetmiş iki saat. Yetmiş iki saatin sabahlara karşı bir süre sustuğu bir telefon ve bitmek bilmeyen kız kavgaları.
“Yeter artık Zeynep dayanamıyorum.”diye haykırdı Eren. “Sürekli emir verip kendin hiçbir iş yapmıyorsun. Tek bildiğin konuşmak, kendini övüp bizi aşağılamak.”
“Bende senden bıktım.” Yataktan kalkan Zeynep kavgayı kızıştırıcı bu hareketle üste çıktı. Bir süredir üçümüzü de bezdirdiği ortadaydı. Maddiyatın verdiği gücünü fazlasıyla kullandı.
“O yüzden mi bütün yaz boyunca beni aradın. Gel Eren ikimiz bir odaya çıkalım. Boşver kızları. Dört kişi kalınır mı? Ben en çok senle anlaşıyorum falan filan.” Ayşegül ile göz göze geldiğimde aynı anda bağırdık. “Nee!”
“Size yemin ederim gün aşırı her gün aradı. Ben size söyleyemedim ama artık bu kız burama kadar getirdi.” İlk şoktan uyanan Ayşegül oldu. “Beni de aradı” derken yatakta doğrulmuştu.
Odanın ortasında öfkeyle duran Eren bana dönünce başımla onayladım. Aynı tacizi üç ay boyunca bana da yapmıştı. Aldığı onayla öfkesinin muhatabına yöneldi.
“Sen nasıl bir insansın ya. Hiç ortaya çıkmayacağını mı düşündün? Biz utançtan birbirimizin yüzüne bakamazken sen hepimizin yüzüne nasıl güldün. Yazıklar olsun sana.”
“Asıl size yazıklar olsun. En çok ben erzak aldım, ben olmasam açtınız aç. Nankörler.”
İtiraf etmeliydim ki bende öfkemi çıkaracak bir yer arıyordum. “Biz mi dedik sana her akşam fuzuli alışverişler yap diye, biz mi istedik Zeynep, bir tencereye tav olmayan sendin. Hep daha fazlasını isteyen de sendin. Lütfen kendini kandırma.”
“Aza alışmadığımdan olsa gerek.” Zeynep’in maddiyata dayalı vuruşu tam yerine denk gelmişti.
Kimse bir daha ağzını açmadı. Üç gün boyunca devam eden sessizlik önce sofraları sonrada odaları ayırmakla son buldu. Zeynep tüm marka eşyalarını da alarak yan odaya yerleşirken biz derin bir nefes aldık. Bu derin nefes tüm sırlarımızı sadece iki gün içinde ifşa edeceğini bilsek de üçümüzün kucaklaşması ile anlam kazandı. Bir buçuk yıldır üzerimizde baskı kuran insan hatamızdan kısmen de olsa çıkmıştı.

*****
Dördüncü günün sabahında Erdi’yi üniversitenin önünde neyse ki hiçbirini tanımadığım arkadaşları ile sohbet ederken gördüm. Beni fark etmesi ile yönümü okulun kapısından çevirip sebebini bilmediğim şekilde okulun yanındaki tren istasyonuna çevirdim. Aslında sebebi kaçmak istemem olmalıydı. Kaçmak istiyordum. Buradan gitmek ve Eren’le Ayşegül haricindeki herkesi sonsuza kadar görmemek. Peşimden gelen ve bana seslenen Erdi’nin sesini işittim. Bana yetiştiğinde kendimi çoktan istasyonun içine atmıştım bile.
“Aslıhan durur musun lütfen?
“Ne var?”
“Sana söylemek istediğim bir şey var!”
“Benimde duymamaya ihtiyacım var.”
Çoğu öğrenci olan tren bekleyen insanların önünden hızla yol almaya devam ederken Erdi’nin ısrarı devam ediyordu. “Ama çok önemli Aslıhan bekle.”
Aniden dönüp yüzümü arkamdaki kalabalığa çevirdim. Erdi tuhaf tuhaf bakıp gülen insanların içinden geçip koşarak yanıma geldi.
“Rezil olduk gördün mü insanlar bize bakıp gülüyorlar.”diye haykırdım.
“Bana gülmedikleri kesin.” cevabı kendinden oldukça emin çıkmıştı. Bana mı gülüyorlardı? Ama neden? Yoksa Zeynep mi bir şey anlatmıştı. Mert’i mi anlatmıştı. Allah’ım bundan daha utanç verici bir şey olamazdı. Olabileceğini karşımdaki adam bana söylediğinde anladım.
“Pantolonun yırtılmış seni aptal!”
“Neee?” Sağıma soluma paçalarıma kadar bakıp başımı karşımda duran adama doğru kaldırdım. Kaldırdım ve anladım. Yırtık oldukça kötü bir yerdeydi. Elimdeki kitapları eline tıkıştırıp arkamı yokladım.
“Daha aşağıda hayatım kalçanın bitiminde.” Elimle söylediği yere gelince kalçamın bitiminde sol bacağımın üzerindeki derin yarığa ulaştım. Ah! yapılır mı bu benim sol yanım. Elimi kesiğin üzerinde gezdirmeye devam ederken utançtan kafamı kaldıramadım.
Erdi kendinden beklemediğim bir hareket yaptı. Herkes bize bakarken elindeki emanetleri bana uzatıp gömleğini çıkardı.
“Ne yapıyorsun sen?”
“Kalçanı kapatmak için daha iyi bir fikrin var mı?”
Yoktu. Bize böyle bakmaya devam edenlerin içinde kafam durmuştu. Karşımda üzerindeki atleti ile dikilen adam elindekini bana uzattı, işimi görmem içinse kitapları tekrar aldı. İşimi bitirdiğimde ise gülerek yüzüme baktı.
“Tamamsak şimdi derse gidelim mi?” Bana uzatılan eli tutarak beni oradan çıkarmasına izin verdim. Bunu şimdi yapamazdım. Ayrılmak istiyorum diyemezdim. En azından dersin bitimine kadar bunu yaptığı fedakârlığa karşılık bir minnet olarak sürdürmeliydim.
Okulun kapısındaki kalabalık el ele yürüyen tuhaf çifte bakarken ikiliden kısmen çıplak olanı başı dik şekilde ıslık çalmakta diğeri ise başını önüne eğmiş dudaklarını ısırmaktaydı.
*****
Aynı öğleden sonra yurdun kapısında Erdi’ye elli beşinci kez teşekkür edip gömleğini uzattım.
“Aslıhan akşam nehirin yanındaki cafede canlı müzik olacak. Bana eşlik etmek ister misin?”
Hayır demek için ağzımı açtığım sırada beni susturdu. “Eren ve Ayşegül’le birlikte tabi ki!”
Aslında bu fena olmazdı, geçenin sonunda Erdi’ye her şeyi anlatmak için bu güzel bir fırsattı. Kimseyle oynamak, kandırmak dahası yürümeyeceğini bildiğim bir şeye devam etmek saçmaydı. “Olur, biz geliriz ama sen bizi almak için gelme.”
“Anlaştık. Sekizde görüşürüz.”
Gülümseyerek arkasını dönüp uzaklaşan adamı seyrederken onu hak edecek birini bulması için yaptığım kısa dua benim son görevim olacaktı.
Akşam sekizden sonra cafenin loş ışıkları altında oturuyordum. Ayşegül yurtta kalmak istediğini söylediği için masada benimle birlikte oturan Eren’e baktım. “Erdi yine geç kaldı.”dedim. Hoş zaten ne kadar geç gelirse kendimi o kadar rahat sayacaktım. “Bir şeyler içelim mi?”diye telefonda mesajlaşan çılgın arkadaşıma sordum.
“Olur, çabuk gel ama birazdan müzik başlar.”
“Tamam” Cafenin içecek servisi yapan barına ulaştığımda önümdeki kızın siparişlerini almasını bekliyordum. Vakitten istifade içeriye göz attım. Bu sene açılan ve haftanın üç günü canlı müzik yapan bu yer öğrencilerin monoton hayatına renk katmıştı. Ne kadar da asosyaldim. Altı aydır bildiğim bu yere bir kere bile gelmemiştim. Aslında ortam hiçte fena değildi. İçeridekilerin tamamının öğrenci olması ortamda rahat bir hava sağlıyordu. Etrafı incelemem bitince yanımda siparişini bekleyen kıza baktım. Tıpkı benim gibi kahverengi saçlara, sıska bir bedene ve ufak bir yüze sahipti. Kızı incelerken yüzünü bana çevirdiğinde sol yanağındaki beni fark ettim. Hah! Ne kadar da bana benziyordu. Annem ve babam evliliklerine devam edip bana bir kız kardeş verselerdi, herhalde ortaya bu kız gibi bir şey çıkardı. Gülümsedi.
“Merhaba, servis biraz yavaş değil mi?”
Başımla evet anlamında bir hareket yaparken barın arkasında arı gibi çalışan biri kız ikisi erkek üç kişiye göz attım. Arkamızdaki sahnenin ışıkları söndüğünde bateri çalan kişi ortamı hareketlendirici bir müziğe başladı. Hemen yanındaki elektrogitar çalanda ona ayak uydurmaya başladı. Başımı şimdi bana seslenerek siparişlerimi soran kıza çevirdim.
“Ne alırsınız?”
“İki vişne suyu.” Bardaklara meyve sularını dolduran kızı seyrederken ekledim. “Hayır buz olmasın.”
“İyi akşamlar baylar bayanlar. Bu akşamki programımıza hoş geldiniz. Bu akşamın benim için çok özel bir anlamı var. Çünkü hayatımdaki o özel insanda burada.”
Bu ses tanıdıktı. Bu! Bu olamazdı. Arkamı döndüğümde elinde gitarını tutan tandık yüzle karşı karşıya geldim. Karanlıkta tam seçemesem de onu sesine bile gerek olmadan gölgesinden tanırdım. İçim acımıştı. Onu görmemek için üç gündür birlikte girmek zorunda olduğumuz tüm dersleri ekmem bile bir işe yaramıştı. O şimdi az ilerideki sahnede kanlı canlı ve oldukça heyecanlıydı. Ne demişti o? Bu gece benim için özel mi demişti?
“Sevgilime hoş geldin diyorum. Hem buraya hem de hayatıma.”
Bulunduğumuz barı sahne gibi gösteren başımızın üzerindeki tüm ışıklar yandığı anda tüm yüzler dönüp bizim tarafa baktı.
“Ne, ne var ne oluyor?” Herkes içkilerini havaya kaldırıp bizi selamlarken aptal gibi durmuş gülümsüyordum.
“Bende seni seviyorum aşkım!” Yanımda duyduğum bu sesin sahibi elini dudaklarına götürüp sahneye doğru uzun bir öpücük yolladı. Sevgilisi bu kızdı. Sevgi Akman bu kızdı. Bana benzeyen bu kız Sevgi Akman’dı. Bir tencere kaynar su başımdan aşağı döküldü.
“Vişne sularınız hazır.” Ne vişnesi? Ne suyu? Benim zaten suyum çıkmıştı.
Yanımdaki kız siparişlerini alarak yanımdan uzaklaşırken aklımda tek kalan tıpatıp aynı olduğumuzdu. Işıklar çok kararmasaydı bari. Karışmak ya da karıştırılmak… Bu kadarı bünyeme fazlaydı.
Tahmin ettiğimin aksine kimse bizi birbirimize karıştırmadı. Erdi aramıza girip bu benzerliği bir bıçak gibi ayırdı. Her şarkı bir yanımda oturan kıza geliyordu. Her nakarat onun gözlerine bakarak geçiyordu.
“Eren bir fotoğrafımızı çeker misin?” Eren kendisine bunu teklif eden Erdi’nin elindeki makineyi alırken gözleriyle bana bakıyordu. Kaşlarımla hayır dercesine hareket yaparken Erdi’nin yüzüme bakması ile kaşlarım olması gerektiği seviyeye indi. Emrivakilerden hiç hoşlanmazdım. Hele ayrılmak üzere olduğum bir adamla resim çektirmenin ne âlemi vardı. İşte bu yüzden flaş patlamadan önce başımı hızlıca sol yanıma doğru atmıştım.
On beş gün sonra İstanbul’daki odamda Erdi’nin hediyesi olan çerçevedeki tuhaf görüntüye bakıyordum. Resmin sol tarafında burnunda beni patlat diyen sivilceli bir yüz gülümserken sağ tarafta yüzünü sol yanına kapamış bir kız vardı. Bu benim ilk aşk fotoğrafımdı. Kapının açılması ile çerçeveyi yastığımın altına sakladım.
Benim hep sığınağımdı sol yanım. Bu yüzden annem yanıma oturduğunda da resimdeki görüntüden farksızdım.
İşte hep bu yüzden, Bakışları aşk kokan adamlara sızlıyor sol yanım, rüyalarda can buluyor yazdıklarım, nereye çıktığını bilmediğim gizli yollarda yürüyor adımlarım. Biliyordum işte; benim farkımdı sol yanım.
Arada bir kendini hatırlatan kalbim vardı orada. İçinde sevdiklerim, delibaş umutlarım ve sonunu güzel yazdığım yarınlarım… Bir de içten gülünce görülebilen ufak bir gamzem vardı sol yanımda. İnsanların yüzlerinden çok isimlerini hatırlatan bir sol beynim, beni yoldan çıkarmaya meyilli bir şeytan dururdu bu yanımda. Melekler bile sağımızda yer alırdı, şeytanlar hep solumuzda. Ama en önemlisi kalem tutan bir elim var sol yanımda. Hayatta hiçbir eli böyle sıkı tutamadığı kadar…
Bak öğrendim artık bende anne içimi dışımı, sağımı solumu. Hani geçen gün sormuştun ya bana yaşlı gözlerimi öperken neren acıyor kızım diye?
O gün söyleyememiştim anne.
Şimdi söylüyorum işte.
Sol yanım acıyor anne. Hem acıyor hem dizlerime sürdüğün merhemler kadar yakıyor, beni en çok sol yanım öldürüyor… Söylesene anne unutmak ne tarafta, sevmek ne tarafta, neden ilk adım atılmaz derler sol ayakla…
Hadi gel sol yanım, benim içinde saklı aşklarım, hayattaki tek sırdaşım, hem dert hem dermanım, şeker portakalım, temmuzdan tatlı haziranım, sönmeyen umut ışığım, iki kelimelik nakaratım, benim ikinci adım…
Sana en son defalarca beklediğim tren istasyonunda baktım uzun uzun. Merak ediyordum nasıl o kız olduğuna inanmıştın. Sormuş muydun ona da kollukları ve martıları. Göstermiş miydin hikâyesi olan güzel maskeli kahramanları. Bilirdim; göz görmek istediğini görürdü, kulak duymak istediğini işitirdi. Bu yüzden bende trene binerken görmek istemedim seni, işitmek istemedim arkamdan rüzgâra karışan sesini…
Bil istedim... Arkamı dönüp vedalaşmak istemedim.
*****
Haziran 2004,
Bir hikâye daha sona eriyordu. Fındık kurdu geldiği yere dönüyordu. Her zaman olduğu gibi annesinin koca ayaklı kızı olmak için gidiyordu. Benim hikâyem bitmiyordu. Kalpte umut her zaman vardı. Sabır ise biz faniler için yaratılmıştı.
İstanbul’a gitmek için hareket eden trenin kompartmanındaki bir kız çantasından ömürlük niyetçisini çıkardı. Sararmış günlüğünü ters çevirerek yazmaya başladı. Gerçek ve hayal. Ortalarda bir yere geldiğinde birbirine karışacaktı. Mutsuz biten sonlarına inat hayallerinden mutluluk akacaktı. Sol yanını tuttu biliyordu. Yazacağı romanın tek bir adı vardı. Bu artık onun diğer adıydı. Sol yanıydı. Daha başından belli olan hikâyenin iki kelimelik adını tereddüt etmeden karaladı.

Şimdi zaman “Sabır ve Umut” zamanıydı…

*Le Joueur,Uyarlama Film,1997, Yazar:Dostoyevski

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 16

 
 
Aşk da tıpkı bir kumar oyunu gibidir. Her ikisinde de bir eşe ve biraz cesarete ihtiyacınız vardır. Elinizdeki kartlar bir bir açılırken dayanmak için taştan bir kalp ve blöfünüze karşı yüzüne gülerek rol kesebilecek bir rakip gerekir her z...aman.

Anlamıştım işte; bazı şeylerin ne izahı oluyordu ne de mizahı. Beni mumun etrafında döne döne yanan pervane misali sinekler çekerdi hep bir de içi kıpkırmızı kalpler. Sen ise her renk kızları severdin birde asla elinden çıkarmadığın bacaklarını. Uzun zaman önce oynanan bir oyundu bu. Yıpranmış kartlar ve kazananı olmayan oyunlar ikimize de yetmişti. Vakit dünden sonra yarından önceydi…

“Taştan Kalp”
BÖLÜM 16

İşte! İlk kez bende nefret olduğunu sanmıştım. Tek bildiğim nefretti. Dünyamı nefret sarmıştı, nefes almam bile nefret doluydu. Ve sonra bir şey oldu, sana olduğu gibi.

Kabul etmeliydim ki; maskem o gün karşımdaki potansiyel zekâ tarafından yarıya indirilmişti. Ama tamamen düşmüş sayılmazdı. İçten içe hayran olduğum özelliklerine şimdi bir yenisi daha eklenmişti. Zekân…
Omzunun üzerinden meraklı şekilde bize bakan üç çift göz bana oyun grubunun yeni eğlencesi olmama ramak kaldığımı söylüyordu. Ya kabul edecek ve kendimi bu Bremen mızıkacılarının insafına bırakacaktım ya da her zaman yaptığım ve bu konuda oldukça iyi olduğumu bildiğim tek şeyi yapacaktım. İnkâr… Sonuna kadar inkâr…
Gerçek sevginin dilsiz olduğunu okumuştum bir kitapta. Dilsiz ve sessiz. Senin sesin ise maşallah kulakları sağır edecek kadar güçlü çıkıyordu. Ben kör ve dilsiz, sen güçlü ve alaycı. Bu işte bir yanlışlık vardı. Aslında yanlışlık tam karşımda benden cevap bekleyerek oturmakta ben ise kendimden beklediğim o cevabı bulamamaktaydım. Bazen o kadar çok istiyordum ki keşke ayaklarım yerine kocaman şekilsiz ellerim olsaydı. O zaman içimde biriken tüm hırsımı çekinmeden atacağım okkalı bir tokat alırdı. Ya da mesela kocaman bir kalbim olsaydı. Bütün yaptıklarını bir bir içine alsaydı. Gönlümü çalan edaları ve başıma açılan belaları utanmadan ve sıkılmadan sığdırsaydı. Ama benim küçük ellerim ve taştan bir kalbim vardı. Kim derdi ki; taştan bir kalp sevmekten anlamazdı. Taştan bir kalp sizi her zaman bağrına basardı…
Bakışlarım yine arka çaprazımızda oturan sevimli gruba kaydığında üçlünün arkasında oturan ve ilgiyle bize bakan bir başka göze kitlendi. Diğerlerinden farklı bakan bu gözler bana istediğimi vermişti. Şimdi top benim hava sahama girmişken ağlarla buluşturmamak olmazdı. Hiç böyle hayal etmediğim yakınlaşmamız farklı bir boyut almıştı. Masada duran maskeyi elime alıp usulca çevirirken “Aslında haklısın bende ilk ne olduğunu anlamadım. Geçer sandım ama geçmiyor işte. “ağzımdan çıkan ilk cümle olmuştu.
Yüzündeki gülümseme yayılırken “Bırak geçmesin” diye cevapladı.
“Bak nasıl anladın bilmiyorum ama belki de haklısın ve sanırım bana senden başkası da yardım edemez şu anda.” Tahtaya bir şeyler çizen hocaya bakarken ekledim. “Peki karşılıklı mı hislerim?”
“Kesinlikle.” diye söze başladı. Göz ucuyla onun koyu gri gömleğinin katlanmış kolları ile oynadığını görebiliyordum. “Aslına bakarsan bende sana ne bileyim tuhaf olmadığın o zamanlar haricinde yani sen ve ben belki…” Sözünü kesmenin tam zamanı olduğunu senin ite kaka çıkan kelimelerinden ve benim kızarmaya başlayan yanaklarımdan anlamıştım. Yüzündeki o uzun zamandır asılı duran gülümsemeni soldurmanın zamanı gelmişti. Hatta çok bile eğlenmiştin sen ve arkadaşların. Elimi kaldırıp kolunu tuttuğum o anda sesimi seyircilerimizin duyması için bilerek yükseltmem sırf sizin iyiliğiniz içindi. Ah! Ben nerden bilebilirdim ki konseptin drama değil de komedi olduğunu.
“O zaman sen bir ağzını yokla.”dedim içimden türküler söylerken.
“Anlamadım?”
“Sen diyorum Erdi’nin bir ağzını yokla. Hem bana bu kadarını borçlusun. Beni itiraf etmeye zorlayan sendin unutma.”
“Ne yani sen şimdi bizim Erdi’ye mi?” Ağzının bu beş karış açık hali oldukça hoşuma gitmişti. “Sen dün akşam yani arayan?” Yaşadığı hayal kırıklığı yüzündeki gülümsemeyi silip götürmemekle kalmamış yerine ağır bir öfkeyi bırakmıştı.
“Hangi akşam? Ne diyorsun ya? Hey nereye?” Kolunu tutmam boşa bir çabaydı. O yüzden bende hiç denemedim. Kolunu elimin altından çekip giderken ardından sadece acı acı gülümsedim. Ufak tiyatrosunun renkli başkanı misali sıralarına oturduğunda kulaktan kulağa akmasını beklediğim replikler ağzından dökülmedi.
Yerine oturup başını önüne eğdiği o anda unuttuğu tüm replikleri önüne tek seferde bıraktım. Söz dinlemez defteri bile benimle iş birliği yaparak havada tek tur dönüşle önünde enine reverans yaparken ben bu aşkı bağrıma basacaktım.
*****
Sadece üç gün sonra yurdun meşhur televizyon odasında çoğunluğa ayak uydurmuş New York’ta geçen bir romantik komedi filmini izliyordum. Noel arifesinde karşılaşan iki kişinin birbirlerine notlar bırakarak aşkı tesadüflere bıraktıkları süreci anlatan bir filmdi. Asıl tuhaf ve bir o kadarda güzel olan eğer gerçekten birbirleri için yaratılmışlarsa bir gün yollarının kesişeceğine inanıyor olmalarıydı. Bu yüzden esas kızımız Sara telefonunu bir kitabın içine yazarak onu rastgele bir kitapçıya, esas oğlan Jonathan ise telefonunu beş dolarlık bir banknota yazdıktan sonra bir sokak satıcısına vermişti. Eğer kader tekrar karşılaşmalarını isterse, kitap Jonathan'ı, para da Sara'yı bulacaktı. Allah’ım ne romantik.
Filmin sonuna doğru kaderin tekrar ortaya çıktığı bir sahnede harikulade bir buz pistinin ortasında yatan adamı izlerken tırnaklarımın yarıdan fazlasına elveda demiştim. Omzuma aniden değen elin sahibini görmek için başımı kaldırdım. Aynı bölümde okuduğum Neslihan elinde bir avuç çekirdekle gelip yanıma oturduğunda en heyecanlı sahnede bu yapılır mı diye içten içe veryansın ediyordum.
“Naber nasılsın? Dünden beri sana bakıyorum. Ortalarda görünmüyorsun?”
Neslihan’ın sorusunu filmin bir karesini bile kaçırmamaya kararlı olduğum televizyondan çekmeden cevapladım. Umursamaz şekilde çıkmasını istediğim ses tonum omuz silkme hareketim ve başımı hafif deli gibi sallamamla umurumda değil ifadesine dönüşüvermişti. “Buralardayım işte ya.” Yanımda oflayıp puflamaya devam eden kıza bir elimi uzatıp “Dur şimdi gelecek.” diyerek susturdum. Zira sahne önemliydi. Hayatta insanın karşısına tıpkı filmlerde olduğu gibi yıldızların altında ilan-ı aşk eden adamlar çıkmıyordu. Bizim karşımıza yaşadığı durumu oynadığı mahalle maçında bir gol atmış gibi arkadaşlarına göğüs atarak kutlayan patlak gözlü forvetler çıkıyordu.
“Şu filmi izlemeyi iki dakika bırakır mısın lütfen.” Neslihan yüksek sesle dile gelince odada tıpkı benim gibi kafasını televizyondan çevirmeden izleyen kalabalıktaki kızlardan biri “Şşşşt. Yavaş olun.” diye uyarıda bulundu. Neslihan onların görmeyeceğini bilse de eliyle özür işareti yapıp yanıma daha da sokuldu. “Benim sana söylemem gereken bir şey var. Ben sadece elçiyim Aslıhan. O kadar çok ısrar etti ki daha fazla kıramadım.”
“İyi yapmışsın iyi.” Filmdeki mahcup Jonathan sonunda dile gelmişti.
“Sonunda söyledi söyledi işte.” Neslihan’a dönüp televizyonu işaret ederek mutluluğuma ortak etmeye çalışıyordum. Anlaşılan Neslihan fazlaca sıkılmıştı. Tamam! Kızın canına tak etmişti işte. Ama bunun için ayağa kalkıp televizyon odasının ortasında bağırması gerekmiyordu.
“Evet söyledi. Erdi dün gelip bana seni sevdiğini söyledi. Sanırım aldığı bir istihbarata göre sende ondan hoşlanıyormuşsun. Şimdi söyler misin bana ona ne cevap vermeliyim?” Televizyona kitlenmiş yaklaşık on kafa aynı anda bize doğru döndü. Televizyondaki öpüşme sahnesinden bile daha fazla reyting yapıyordum şuan da.
“Ne! Ben mi hoşlanıyormuşum. Güldürme beni.” İşte bir umursamaz hareket daha. Kafamın içinde hızla geriye saran bir film beni iki gün önceki analiz dersinde cam kenarında oturduğum sıraya kadar götürdü. Ah Lanet olsun. O gün atıp tutarken ne düşünüyordum acaba? Tabii ki en hızlısından paçayı kurtarmayı düşünüyordum. Anı geçiştirmeyi. Mutlak sonu geciktirmeyi. Önce tepemde dikilen kıza ardından da karşımdaki seyirci grubuna gülümsedim.
“Sizce yakınlarda açık bir buz pisti var mıdır?”
*****
Stres dolu bir gün daha başlamak üzereydi. Yine tam dört saat ders dinlermiş gibi yapmak, ona bakmamak için tam tersi yöne doğru başımı tutmak ve en kötüsü artık âşık biri gibi davranmak zorundaydım. Bu defaki soru bildiğim yerden de gelmemişti üstelik. Platonik bir âşıkta değil karşılık bir aşkın kahramanı olmak üzereydim. İnsan hem sevip hem de sevilince nasıl hissederdi ki? Güzel bir şey olmalıydı herhalde. O yüzden tüm gün gülücük dağıtmak fena olmazdı. Her zamanki gibi oldukça sade giyinip kalemle tutturduğum harika saç modelimle kızlardan evvel okulun yolunu tutmuştum. Kimse bu âşık halimi görmemeliydi. Tanrım taklidi bu kadar zorsa aslı kim bilir nasıl çetrefilliydi? Hızlı adımlarla on beş dakikalık yolu beş dakikada alıp okula varan son dönemeçte aniden önüme atılan biriyle burun buruna geldim. Merak etmeyin kitaplar elimden düşmedi. O da eğilip bana yerdim etmedi. Bunun yerine bana geniş bir gülümseme gösterdi. Ben demiştim ama âşık insanlar gülerdi.
“Merhaba, ben de istasyonun diğer tarafından senin geldiğini görünce yetişmek istedim.” Nefes nefese hali ne kadar istekli olduğunun en büyük göstergesiydi. Çocuğun burnunun ucunda çıkan büyükçe bir sivilceye takılan gözlerim bir an şaşı beş olup fark ettiğini anlayınca yoldan geçen arabalara kaydı.
“Tam da zamanında çıktı değil mi?”
“Ne?”
“Sivilce diyorum tam da zamanında çıktı. Benim hep böyledir ama ne zaman stres yapsam hormonların fazla çalışır.”
“Yaaa.”Gülerek ona eşlik ederken kendimi az ötemizdeki istasyona yaklaşmakta olduğu sesinden belli olan trenin altına atmak istedim.
“Sana bir kahve ısmarlayabilir miyim?” Erdi’nin bu sorusunun üzerine ikiletmeden “Evet” diye atıldım. Tüm öğrencilerin geçtiği şu yol üzerinden bir an önce uzaklaşmaktan başka bir şey istemiyordum.
On dakika sonra okulun kafeteryasında kahve yerine çay getiren şaşkınla birlikte muhabbet ediyorduk. “Neslihan senin olumlu baktığını söylediğinde inan çok mutlu oldum ama beni asıl havalara uçuran şey Mert’in söyledikleri oldu.” Yüzümdeki âşık kızın gülümsemesinin yavaş yavaş yok olmaya başladığını hissettim. “Ne-ne dedi ki?”
“Açıkçası ben Mert’le senin aranda bir şeyler olduğunu sanmıştım. Sonra aslında benden hoşlandığını öğrenince inanamadım.”
“Yapma ama Mert ve ben mi?” Bu olsa olsa Scarlett O'Hara ile Dracula aşkı kadar imkânsız olur.” O ana kadar hiç bu kadar içten gülmek için çabalamamıştım. Onu kapıda dikilmiş bizi izlerken gördüğümde milyonları kahkahaya boğan bir filmin en komik esprisindeydim. Uzun süre göz ucuyla onu takip ederek güldüm. Artık karnım içten gelen değil kasmaktan gelen bir acı yüzünden ağrıyınca elimi karnıma doğru götürerek yüzümü buruşturdum.
“Merhaba çifte kumrular”
“Merhaba kardeşim”
Vay vay vay ne zaman kardeş oldu bunlar? Umarım kardeş olmak için bir kız ayarlamak yeterli olmamıştır. Kucaklaşmaları bitince bende gülümseyerek sevgilimin kardeşine merhaba dedim. İkili sohbete devam ederken bende huyum kurusun ilgilenmiyormuş gibi yaparak çayımı yudumluyordum. Şerbetten farksız çay ağzıma dolunca aptal âşık modumun açık kaldığını fark ettim. Tanrım bu çocuk çaya kaç şeker atıyordu böyle? Aşkmış peh! Hormonlarının neden coştuğu belliydi.
“Akşam geliyorsunuz o zaman?”
“Tabii. Geliyoruz” tereddüt eden yüz sonunda bende tercih kılıp sordu “Akşam cafeye gideriz değil mi?” Yahu ne zaman biz olduk biz ve ben ne zaman bu çocuğa evet dedim ki!
“Evet canım tabi gideriz.” Gülen gözlerimin ardından akşamın bir saati balkondan aşağı sarkan çeşitli uçuş pozisyonlarım geçiyordu.
“Sen çıkabilecek misin Aslıhan?” İşte bel altı bir darbe gelmişti.
“İlahi Mert sen bizim yurdu hapishane sandın galiba. Bizim yurdumuzun sahibi modern, kültürlü, anlayışlı Türker Bey. Biz istediğimiz saatte girip çıkabiliriz.”
“İyi sizin şu modern, kültürlü ve anlayışlı Türker Bey eminim kendi cafesinde bayanların kumar oynamasına da karşı değildir.”
“Neeee?”
Aynı akşam sekiz sularında yurdun girişindeki yazıhanenin kapısının önündeydim. Başımı usulca çıkarıp göz ucuyla ufak odayı taradığımda Türker Amca’nın tüm şirinliği ile yerinde oturduğunu gördüm. Yok, buradan görünmeden kapıya ulaşmanın imkânı yoktu. Ama bir yolu vardı. Daha önce denediğim bir yolu. Giydiğim topuklu ayakkabıların olabildiğinde zeminde ses çıkarmamasını sağlayarak tüm kirli işlerin döndüğü odaya girip kapıyı kapattım. Odanın bir ucunda kalan boy aynasına doğru hızla ilerleyip önüne gelince üstümü başımı kontrol ederken dalgalı saçlarımı elimle kabarttım. Aynaya doğru yaklaşıp rujumun dişlerime bulaşıp bulaşmadığını kontrol ettim. Rimelimde akmadığına göre sanırım hazırdım. Şimdi yapmam gereken işte tam böyle bir sandalyeyi şuraya doğru sürmek ve işte tam böyle üzerine çıkmaktı. Kilo almayan bünyeme şükredip geçen sene olduğu gibi kolayca diğer tarafa geçmeyi başarmıştım.
Sahnesi az önce biten bir assolist misali ufak adımlarla o akşam için düzenlenmiş salonda ilerledim. İçeride sayılı kişinin olduğu mekân gece için özel olarak kapatılmıştı. Türker Amca’nın böyle bir organizasyona nasıl olup ta izin verdiğini düşünen ben kısmen rahatlamıştım. En azından konusunu bilmese de kendi yerinde yapılan bir etkinliğe daha sıcak bakardı ama değil mi?
Cam kenarındaki masanın başında toplanan tanıdık yüzler benim varlığımı fark etmiş olacaktı ki hepsi teker teker bana döndüler. İçlerinde beni en çok cezbeden bir adım öne çıkarak bana bile yabancı olan görüntüyü baştan aşağı süzdü. “Yine bildiğin yoldan mı geldin?” Başıyla bizim malum sahne arkası kapısını tarif ediyordu.
“En iyi bildiğin yol en kestirme yoldur derler.” Koyu renk rujlar iyiydi, konuşurken yeterince dolgun görünüyorlar mıydı acaba? Etrafa göz attığımda Furby’in grubundan birkaç kişi ve az ötede oturan kendi halinde bir başka grup gördüm.
“Erdi yok mu?” Loş ışıkta seçemediğim bir figür kalıp kalmadığını son kez kontrol etmek için ortamı yavaşça taradım.
“Henüz gelmedi.” Ellerini birbirine çarparken kısmen biraz daha sevimli görünüyordu. Aniden bana dönerek sorduğunda hazırlıksız yakalanmıştım. “Bir şeyler içer misin?”
“Ayır!” Ayır mı? Lanet olsun yine aynı şeyi yapmıştım. Panik halinde verdiğim her hayır cevabı ağzımdan ilk sessiz harfi düşmüş olarak çıkardı.
“Peki tamam o zaman özel bir oyuna ne dersin? Yani herkes gelene kadar.”
“Ne oynayacağız?”
“Mesela elli bir”
“Ellibir eşli oynanır.”
“Her zaman değil. Hem benim bir eşim yok.” Şimdi gerçekten birini arar gibi sağa sola bakınan yüzü ardından bakışlarımla kesişmişti. “Senin eşinde henüz gelmediğine göre, benden bir farkın yok.”
Gülümsedim. Hayır bu daha çok bir kahkahaydı.
Hemen önümüzdeki masanın sandalyesini çekip oturmamı bekledi. Bu ahlaksız centilmeni bekletmek hem sevap ama aynı zamanda da günahtı. Oturduğum an yanlış yaptığımı bilsem de söz konusu sen olunca bana her şey mubahtı.
Karşıma geçip oturduktan sonra elindeki kartları karıştırırken her günkü sohbetlerimizden birini yaparmışız gibi sordu bana “Neyine oynuyoruz?”Omuzlarımı silkip mantıklı bir cevabım olmadığını belirttim. Benim bildiğim son iddia kazandığımda koşup bakkaldan gazoz aldığım zamanlarda kalmıştı. Kartların yeteri kadar karıştığını düşündüğünde masaya koyarak “Kes” dedi. Kestim bende hem kartları hem de sesimi. O fısıltıyla karışık konuşurken de hiç itiraz etmedim. “Kaybeden bu gece kazananı arar.”
Etrafımıza toplanan çoğunu tanıdığım insanlar başımızda ufak bir kalabalık oluştururken ben her şeyimi bu oyuna verdim. Hızlı başlayan oyun aynı hızda sona erdi. Sinekler havada uçuştu. Kupalar aklımızı çeldi. Ellerimizde kalan sayılı kâğıdı heyecanla toplarken kartların üzerinden sadece bir saniye göz göze gelmiştik.
Bence aşk da tıpkı bir kumar oyunu gibiydi. Her ikisinde de bir eşe ve biraz cesarete ihtiyacınız vardı. Elinizdeki kartlar bir bir açılırken dayanmak için taştan bir kalp ve blöfünüze karşı yüzüne gülerek rol kesebilecek bir rakip gerekirdi her zaman.

Anlamıştım işte; bazı şeylerin ne izahı oluyordu ne de mizahı. Beni mumun etrafında döne döne yanan pervane misali sinekler çekerdi hep bir de içi kıpkırmızı kalpler. Sen ise her renk kızları severdin birde asla elinden çıkarmadığın bacaklarını. Uzun zaman önce oynanan bir oyundu bu. Yıpranmış kartlar ve kazananı olmayan oyunlar ikimize de yetmişti. Vakit dünden sonra yarından önceydi…

Elimizdeki kartları yere açarken aynı anda iki ses nefesini tutmuş meraklı seyircilere bekledikleri cevabı verdi.

“Yirmi bir”
“Yirmi iki”

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 15

 
 
"İtiraf etmek zormuş hakikaten. Hele benim gibi itiraf listesi uzun biri için. Sancını bir kızım olacak kadar çok çektim. Bu gece karar verdim işte doğurmaya ve bu ızdıraptan kurtulmaya.
Ama suç bende değil bunu bil!
Suç dağda, suç dolunay...da, suç tüm sezeryana karşı olanlarda."

“Biri Var”
BÖLÜM 15

Sakarya 2004,

Genç kız balkonun alçak korkuluklarına çelimsiz kollarını dayayarak günlerdir gergin olan bedenini şimdi geceye doğru yay gibi daha da gerdi. Fırlatacağı ok birinin kalbine değebilecek miydi?
Son bir saatte sayısız kez açtığı telefonun kapağını bir kez daha kaldırdı. Ekranın parlak sarı ışığı ona bir haftadır yaptığı şeyi söylüyordu adeta.
Bekle!
"Beklemeyeceğim" derken hafızasındaki o en taze sayı dizilimini tuşlamaya başlamıştı. Ardından derin bir nefes verirken yazdığı dokuz haneyi hızlıca sildi.
Gökyüzündeki dolunaya, karşısında yükselen dağa ve hemen önünde süzülen nehrin köpüklü sularına vuran ışığa baktı. Anlaşılan herkes hazırdı, kendisi hariç ki o hala kararsızdı. İntikamı ve itirafı arasında kararsızdı. Hayatta her zaman iki şık olduğunu düşünen insanlar ne kadarda yanılırdı.
Evet ya da Hayır
Doğru belki de Yanlış
Seviyor yahut Sevmiyor
İki şık arasında ama ile bağlanan o kadar seçenek vardı ki oysa. Bu defa bir an beklemedi. Adı gibi bildiği numarayı tuşlamadan önce dört hane daha eklemeyi ihmal de etmedi. Artık sıradan biriydi. Maskesinin ardında yüzünü kimsenin bilmediği biri.
Hakkında bilinen sadece "biri var" idi.

******
Telefonun uzun aralıklarla çalan sesini dinlerken aradaki boşluklarda kalbinden yükselen davulun sesini işitiyordu. Üçüncü çalıştan sonra kalbindeki davula eşlik eden zurnanın kulak tırmalayan o sesinden beter çatlak ve uykulu bir ses işitti.
"Alo?"dedi tanıdık ses her şeye teslimim dercesine.
"Lütfen bir şey söyleme. Çünkü benim söyleyeceklerimden sonra seninkilerin bir anlamı kalmayabilir."
Cevap netti. Karşısındaki gerçekten teslimdi. "Pekâlâ"demişti uzun bir soluk verdikten sonra.
"Kim olduğumun önemi yok bunu bil. Önemli olan sadece söyleyeceklerim. İtiraf etmek zormuş hakikaten. Hele benim gibi itiraf listesi uzun biri için. Sancını bir kızım olacak kadar çok çektim. Bu gece karar verdim işte doğurmaya ve bu ızdıraptan kurtulmaya. Ama suç bende değil bunu bil. Suç dağda, suç dolunayda,suç tüm sezeryana karşı olanlarda."
"Efendim? Ne sezeryanı?"
"İzin verir misin lütfen!" zor topladığı dikkati beceriksiz dinleyicisi karşısında dağılmıştı.
"Affedersin dediklerinden etkilenmemek zor"
"Benim içi zor olan ne biliyor musun? Kollukların varken dibe batmayı istemek zor. Koca gagalı martılara elinden simit yedirebilmek ve üst üste üç defa altı altı atabilmek.
Bir de sen tam şuramda annemin yaptığı çikolatalı kek kadar kabardığında anladım en zoruymuş sevmek."
"Yani beni seviyorsun?" uykulu ses keyifle mırıldandı.
"Bu hikâyede önemli olan özne değil nesne hiç değil önemli olan yüklem." İçten bir kahkaha ile bir kez daha böldü adam.
"Anladım nesne ben oluyorum şu anda"
Derin bir sessizlik iki tarafı da içten içe körüklerken merak içinde olanı devam etti.
"Bilmek isterdim" dedi.
"Bende sadece bil istedim. Çünkü her aşkın henüz konmamış süslü bir adı, kestirilemeyen yakın bir zamanı ve bir de sihirli bir ormana peşi sıra sürükleyip bildiği o büyülü suyu avuçlarında sunan kahramanları vardır. Kimi genelde karşımıza çıkar kimi sadece rüyalarda uğrar. Ama biliriz ki bizi yeşile doyuracak biri her zaman var."
"Bu bir rüyamı?"
"Bu bir rüya"
"Vay canına bırak uyanmayayım o zaman"
"Tatlı rüyalar hoşcakal"
"Bi-bir dakika."dedi son bir umutla. ”Yapma; kim olduğunu söyle bana, soluk bir maskenin ardına saklanma.”
“Anlamadım?”dedi genç kız. Bütün planı buraya kadardı. Söyleyecek ve kapatacaktı.
“Anladığın dilden konuşayım o halde. Yüklemin hatırına, nesnenin canını yakma. Lütfen özneyi söyle bana" bıraktığı soluğu genç kızın dikildiği açık balkonun içini doldurabilecek kadar kuvvetliydi. Artık geri adım atmak yoktu. Maskeyi düşürmek hiç yoktu.
"Benim adım biri. Siyah bir maskenin ardından bakan herhangi biri. Mavi, yeşil, kahve gözlere her bakıp anlamadığında ve rüya görmek için başını yastığa her koyduğunda, düşün ve şöyle de biri var.”
Telefonun sarı ışığını cevabı duymadan kapadı.

*****
"Aslıhan kalk geç kaldık!"
Gözlerimi açtığımda her sabah olduğu gibi üzerinde adım yazan mezar taşıma baktım. Ayşegül ile ranzanın üst katından düşmemek için Türker Amca’nın bize sırıtarak verdiği bu uzun tahta parçasına önce günaydın diyor ardından da korkuluk yapmak yerine bunları dağıtan adama hiç üşenmeden sevgilerimi sunarak güne başlıyordum.
“Kalk saat sekiz buçuk” dedi pantolona girmek için debelenirken.
“Harika bir rüya gördüm Ayşegül”
“Sahi mi? Bunu soran benden önce Ayşegül’ün gazabına uğramış olan Eren’di. Yatakta kollarını açmış gerinirken “Yine Mert’e aşkını ilan ettiğini mi gördün?”
Yataktan hızlıca kalkıp mezar taşımı ranza ile yatağın arasına sıkıştırdığım yerden hızla çıkardım. “Evet ama bu sefer o kadar sahiciydi ki. Ben şimdi böyle balkona çıkıyorum. Muhteşem bir manzara var. Şu dağ nehir falan hatta dolunay bile var. Bu sefer çok kararlıyım ama numaramı özele getiriyorum ve onu arıyorum.”
“Allah Allah devam et lütfen” Eren’in bu sahte merakına yumuşak bir yastıkla cevap verip devam ettim. “Çok komik anlatmıyorum işte.” Benim yatağın alt katından bir kafa uzanıp yukarı doğru sallandı. “Ölümü gör sonra?” Zeynep hep sevdiği gizemli aşk romanlarının yeni bir baskısını okuyor gibiydi. Bakışlarından cesaretle elimle hayali bir kitabın sayfasını çevirir gibi yaptım.
“Sonra ona sevdiğimi söyledim.”
“Ne dedi ne dedi?”Zeynep çıldırmış gibi kollarını yukarı doğru uzatıyordu.
“Tuhaftı çok iyi karşıladı hatta etkilendi bile.”
“Ayyyyy çok romantik”
“Kızlar saat sekiz buçuğu geçiyor” Ayşegül pantolonla maçını bitirip gömlekle ısınma turlarına başlamıştı bile. Hala yataktan kalkmayıp tembellik yapan biz miskinlere kötü kötü bakıp banyoya gitmek üzere hızla odadan çıktı.
“Bu kızdaki okul aşkını sizde garip bulmuyor musunuz kızlar?” Eren yataktan doğrularak esneme hareketleri yapıyordu. Şimdi Zeynep ranzanın üst katına tutunmuş maymun gibi sallanırken sordu. “Kim olduğunu öğrenince ne yaptı peki?”
“Kim olduğumu söylemedim ki” Benim peşimi bırakmayan gizemli oyunlarım rüyalarıma kadar girmişti. Biliyordum içimde bir melek bir de şeytan vardı. Biri masum biri günahkardı. Şeytan her seferinde oyunu kendine çevirmeyi büyük ustalıkla başarırdı.
Gülümsedim. İşte bu yüzdendi hayatımdaki erkekler günün birinde adımı unutsalar bile onlara yaptıklarımı asla unutmazlardı.
*****
Kahvemi yudumlarken bahçede önümden gelip geçen insanları seyrediyordum. Sıradan bir pazartesi sabahı ve sıradan bir analiz dersi öncesi bende kendi kişilik analizimi yapmakla meşguldüm. Zeynep’in kolumu dürtmesi ile kahvenin bir kısmı ağzımın içine bir kısmı da kucağıma dökülmüştü. “Telafi Selami geliyor kızlar.” diyerek kıkırdadı. Selami karşı cinsle ilgisi pek olmayan kendi halinde bir çocuktu. Sınıfın inek diye tabir edilen öndeki ilk üç sırasında mütemadiyen oturur ve soru çözerdi. Soru bulamazsa –ki bu çok nadir bir durumdu- sudoku çözerdi. Bugün de her gün olduğu gibi erkenden sınıfa doğru ilerlerken kızararak yanımızdan geçti.
Aramızda Selami için söylediğimiz şarkıyı söylemeye başlayan Zeynep oturduğu sandalyeden ayağa kalkmıştı. “Sen telafisi olmayan en büyük hatam benim, senin yüzünden dünyayı bir pula satan benim.” Şimdi çocuğun kırmızıya çalan yüzü taze bir pancara dönüşmüştü. Gözlüklerini orta yerinden iteleyerek hızla okulun kapısından içeri girdi.
“Yapma” dedim. Benden daha utangaç birini korumaya çalışarak tepki vermiştim. Zeynep az önce kalktığı yere tekrar yerleşirken “Ama çok komik” diye üsteledi.
“Hiç komik değil” dedi Eren. Saate bakan Ayşegül derse beş dakika kaldığını hatırlatarak ellerini şaklattı. “Haydi kızlar”
“Of! Sabah sabah bu analiz hiç çekilmez.” Zeynep söylenerek çantasını omuza asıp masanın üzerindeki notlarını eline aldı.
Kahvenin kısmen soğumuş son yudumunu da içip plastik bardağı çöp kutusuna attım. Bu sene geçen seneye göre daha şanslı olan benimde dâhil olduğum birinci öğretim sadece muhasebe ve analiz derslerini ikinci öğretim ile birlikte görüyorduk. Yani demem o ki onu haftada iki gün görüyordum. Ve bugün de o sayılı ve özel günlerden biriydi. Özel olması gerekmezdi çünkü bunu daha özel hale getirmemiştim.
“Ben lavaboya gidiyorum.” diyen Eren Ayşegül ile birlikte bizden ayrılırken ben Zeynep’le birlikte hazır giyim ve işletme dersliklerini geçip bizim sınıfa doğru yönelmiştim. Derken sınıfın kapısında tuhaf bir hareketlilik gördüm. Sınıfın asalak erkeklerinden oluşan grubu kapının iki yanına dizilmiş gelen geçeni süzüyorlardı. Zeynep Hakan’ın yanına geldiğinde durup hararetli bir muhabbete başlarken ben yoluma devam edip alış veriş merkezlerinin kapısından daha fazla içimizi dışımızı inceleyen bir güvenlik çemberinin içinden geçiyordum. Kafamı kaldırmadan yoluma devam etmeliydim biliyorum. İnsan yaklaşık yirmi kişilik grup içerisinde neden bakmaması gereken tek insana sabitlenirdi. Biz buna algıda seçicilik derdik öyle değil mi? Başımı kaldırdığım anda onunla göz göze geldik. Taze pancarlar suratıma çarparken içimden bir şarkı tutturdum. “Sen telafisi olmayan en büyük hatam benim, senin yüzünden dünyayı bir pula satan benim.” Hayır hayır bu olmazdı başka bir şarkı bulmalıydım. Sınıfa girdiğim an yeşil renkli tahtanın üzerinde tırnak içerisinde büyük harflerle yazılmış bir yazı beni bitap düşmüş bir devenin sırtına bindirerek susuz çöl gecelerine götürmüştü bile.
“BİRİ VAR”
Ah hayır şaka olmalıydı. Bu gerçek olamazdı. Ama yazı üzerinden birkaç kez tebeşirle geçildiği son derece belli olan kalın puntolarla yazılmıştı. Ani bir refleksle çıplak bir erkeğe bakarken yakalanmışım gibi başımı hızla çevirdim. Amfide arka taraflara doğru ilerlerken orta sıranın üçüncüsünde oturan Selami ile göz göze geldim. Seni anlıyorum dostum dedim içimden seni anlıyorum ve evet pancardan nefret ediyorum.
Arka taraflarda bir sıra bulup çökercesine otururken kaçamak bir bakışla nankör tahtaya göz attım. Yazı hala tüm çıplaklığı ile orada duruyordu. Ne müstehcen bir görüntüydü yarabbi. Hızla çantamın içini karıştırarak suçluyu aramaya giriştim. Ellerime teslim olan suçluya bakarak “Sakın” dedim. “Sakın onu aramış olma” Sanki telefon bu suçu tek başına işlemiş gibi. Son aramalara geldiğimde soluğumu tuttum. Başı #31# ile başlayan o bana yasak numara pis pis sırıtarak ekrandan geçiyordu. Aramıştım kahretsin ki aramıştım. Tepinmek istiyordum. Ayaklarımı yere vurmak kafamı deli gibi sağa sola savurmak. “Ne yaptım ben. Hormonlarım bu kadar mı kontrolümden çıktı. Çıktı da gitti bu baş belası bu akıl fukarasını bu utanmazı …”
“Oturabilir miyim?” Başımı kaldırdığımda misafire ev kıyafetleri ile yakalanan ev sahibinin hazırlıksızlığı ile elimle gömleğimin açık yakasını tuttum.
“Şimdi mi?”
“İstersen ders başladıktan sonra da oturabilirim?”
Ben yana doğru yavaşça kayarken o kendisi kadar pervasız defterini masaya bıraktı. Bu şahsına münhasır hareket ilk günden beri beni benden alıyordu. Evde birkaç kez denemeye çalışsam da masaya attığımda onunki gibi bir tur dönerek enine durmuyordu işte. Evdeki denemelerimden sonra sınıfta tekrarladığım bir gün yere düşürünce bu işle uğraşmaktan bende vazgeçmiştim.
Zeynep’in Hakan’la gülüşerek sınıfa giren yüzü beni ve yanımda oturanı görünce donup kalmıştı. Kız gülen bir surat ile bana doğru ilerlerken ben pot kırmaması için Allah’a dua ediyordum.
“Ben arkaya oturayım bari.” Bir!
“Siz şimdi sıkışmayın” İki!
“Ay iki bölüm birincisi de aynı sırada oturuyor.” Üç!
Hızla arkamı dönüp sıraya yeni yerleşen kıza ölümcül bir bakış attım. Ağzımı oynatmadan konuşma yeteneğim olduğunu o gün anlamıştım. “Sussana sen!”
Önümü döndüğümde yanımda bana tuhaf tuhaf sırıtan Mert’i gördüm. Niye gülüyordu ki bu? Bunun bana gülmesi için kafasına on tonluk bir kayanın düşmüş olması gerekirdi. Ya da bir dozerin çiğnemesi ya da belki de etkilenmesi. Pancar yok! Pancar yok!
Hocanın sınıfa girmesi ile dışarıda dikilen öğrencilerde peşi sıra girerek buldukları yerlere oturmak için hareketlendiler. Niye kimse yanımıza oturmuyordu. Önde beş kişi sıkışmanın ne alemi vardı? Bu sıralar dört kişilik değil miydi? Son bir umutla bize yaklaşan Eren ve Ayşegül’e en sevimli halimle gülümsedim. Yanımızdan geçip Zeynep’in sırasına oturmaları ile anlamıştım. Katil değil seri katil olacaktım. Hoca tahtadaki yazıya göz atıp silgiye uzandı.
“Biri kim?”
“Daha bilmiyoruz hocam” Bunu söyleyen asalak grubun başkanı iri kıyımdı. Herkese söylemiş. Yine herkese söylemiş. Neyse en azından bu sefer ortada çığlık maskesi ile koşuşturanlar yoktu. Beni tanıyan herkesin bildiği üzere şom ağızlılığım ile bilinen ben yine yapacağımı yapmıştım. Artık ağzımdan çıkanlar değil beynimden geçen düşünceler bile dakikasında hayır saniyesinde gerçek oluveriyordu. Yan taraftaki hareketlilik gözüme çarpınca başımı çevirdiğimde Mert’in montunun içinden bir şey çıkardığını gördüm ve sadece üç saniye sonra masaya koyduğu maskeye dehşet içinde açılan gözlerimle bakıyordum. Nasıl olurdu? Nasıl tanırdı? Nasıl anlardı?
“Bu ne?”dedim hayatında ilk kez maske gören bir ifade ile.
“Bir maske.”
“Hadi ya demek maske. Tiyatro eğitimi almıyoruz burada. Kaldır şunu lütfen.”
“Bu ünlü bir maske ama ve çok özel bir hikayesi var.”
“Öyle mi? Neymiş o”
Konuşmamız hocanın bilanço analizi ile ilgili anlatmaya başladığı konuşması ile bölündü. Ben adamın anlattıklarına odaklanmaya çalışırken yanımdaki umursamaz hikayeyi anlatmaya başlamıştı bile.
“Bu V for Vendetta’nın maskesi.”
“İlgilenmiyorum.”
“Edebiyat ve tarihle ilgilendiğini sanıyordum.”
“Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.”
“Hayır biliyorum. Kolluklarla dalamadığını biliyorum, Martılardan korktuğunu da ve hep yek attığını. Ha birde çikolatalı kek sevdiğini biliyorum.”
İşte şimdi verilecek bütün cevaplar tükenmişti. Bu cümleler bana aitti. Konuşmanın bütün parçaları zihnimde yerine otururken ben adımı söylemediğimden oldukça emin olarak son kez şansımı zorladım.
“Bak çok güzel edebiyat parçalıyorsun. Hayal dünyan da oldukça genişmiş ama benim puanımın önüne geçmek için dersi dinlememi sağlamanı takdir ediyorum doğrusu. Harika devam et.” Defteri açıp kalemle bir kara delik çizerken ısrarcı kişilik devam etti.
“Pekala devam ediyorum. Zamanında İngiltere’de özgürlüklerin kısıtlandığı bir dönem varmış. Kimsenin içinden geleni söyleyemediği bir dönem. İşte bu zamanlarda V for Vendetta kendini ‘’ V ‘’ sembolüyle tanımlayan maskeli bir karakter olarak ortaya çıkmış ve özgürlüğe karşı olanlarla çetin bir mücadeleye girmiş. İsyankar ve kararlıymış senin gibi ve bazı insanlara umut olmuş benim gibi. Yaptığı işler yüzünden İngiltere hükümeti tarafından yargılanmış.”
“Sonra?”dedim kapıldığım merakla.
“Sonrada denilene göre idam edilmiş. Ona tüm yardım edenlerle birlikte. Ama ona inanlar onu hiçbir zaman unutmamış. Yani diyorum ki bazen maskeleri çıkarmak gerekir belki de çok geç olmadan evvel.”
“Biliyor musun senden nefret ediyorum.”dedim içimdeki öfke bedenimden dolup taşmıştı. Kendimi çoğu zaman akıllı sanan benim onun bu hikâyeyi neden anlattığını anlamam için yanıma sokulup son darbeyi indirmesi gerekmişti.
“Biliyorum ve V for Venette derki; İşte! İlk kez bende nefret olduğunu sanmıştım. Tek bildiğim nefretti. Dünyamı nefret sarmıştı, nefes almam bile nefret doluydu. Ve sonra bir şey oldu, sana olduğu gibi.”

Bu benim maskem düşmeden önce duyduğum son sözler olmuştu.