29 Mart 2014 Cumartesi

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 19

 
 
“Cennet ya da cehennem. Hangisine gidecek olursak olalım dünya malı hep dünyada kalır. Bu yüzden zengin olmak için harcanan bu çaba da boşadır.
Çünkü yoksulların bile öldüklerinde harcayamadıkları paraları her zaman vardır.”

BÖLÜM 19
“Akı...llı Deliler”

Yeni iş hayatım tüm hızıyla devam ediyordu. Mutfakta da dağ gibi bulaşıklar beni bekliyordu. Tezgâha yaslanıp işe koyulmadan önce derin bir iç çektim.
Anneannem bundan beş sene önce meslek lisesine gitmek istemediğim akşamlardan birinde ne de güzel söylemişti kısa yoldan meslek sahibi olmak diye.
Evet gerçekten de çok kısa olmuştu.
Şimdi bu küçücük mutfakta musluktan akan buz gibi suya ellerimi alıştırmakla meşgulken bunları düşünüyordum işte. Arkamdan gelen adı gibi güçlü bir rüzgâr estiğinde korkuyla sıçradım.
"Ne yapıyorsun sen boşa akıtma suyu. Para gidiyor burada para!!!"
Bana yönelen bu ani öfkeyle arkamı döndüğümde Tufan Bey tüm sabah neşesi ile arkamda dikiliyordu.
"Şey su çok soğukta, ılınmasını bekliyorum."
"Evde musluklarınızdan her dakika sıcak su akıyor galiba küçük hanım."
"Hayır ama bu su soğuk değil, bu su buz gibi, tıpkı kar suyu gibi."
"Bir şey olmaz, bir şey olmaz sen bana bir çay getir." Ellerini cebine sokup odasına doğru giderken de ekledi. "Birde genç olacaksınız."
O bir muhasebeciydi. Tıpkı ileride benim de olmak için debelendiğim gibi. Dürüst, vicdanlı ve ahlaklı.
Tabi kaçırdığı paraların, yanında çalışanlara yaptığı zulmün ve sadece parası bittiğinde kıldığı namazların konumuzla hiç bir alakası yoktu.
Tufan Bey bıraktığım demli çayından bir yudum alıp masasının üzerinde bir başka kölesi tarafından sabah ilk iş olarak koşa koşa alınmış katlı gazetesini açarak havada kendine siper etti. O dakikalarda odada beklemeye devam eden benim varlığımdan ise pek haberdar değildi. Kendimi belli etmek için bir adım ileri atınca adamın dikkatini elindeki gazetenin üzerinden bana çevirdiğini fark ettim.
“Ne var?”
İçimden yapabilirsin ile başlayan birkaç motive edici cümleyi hızla telkin edip Tufan Bey’e isteğimi yönelttim. “Tufan Bey, sigortamı ne zaman başlatacaksınız? Deneme süresi çoktan geçti ve sağlıktan yararlanamıyorum.” Bakışlarını tekrar gazetesine çeviren adam suskunluğunu korudu. Gözlerini hareket ettirmeden haberin tamamını nasıl okuduğunu çok merak ettiğim o dakikalarda anlamıştım adam beni oyalıyordu. Ama bende de o kadar kolay pes edecek göz yoktu. Cevap dahi vermeye tenezzül göstermeyen adama doğru ısrarla devam ettim. “İşe gireli dört ay oluyor. Sizde çok iyi biliyorsunuz ki deneme süresi en fazla iki aydır. Sigortasız çalışmak istemiyorum.”
Gazeteyi katlayarak masaya doğru atan saygıdeğer kişilik, olmayan tüm sabah neşesini kaçırmamın bedelini ödetmek için ağzını açtı.“Aslıhan sabah sabah rüyanda mı gördün kızım tepeme dikildin? Yapacağız tabii ki de; sanki kaçıyoruz hayret bir şey. Millet kaç yıl sigortasız çalışıyor ne olmuş yani. Bak ben insaflıyım yine sigorta yapacağım diyorum. Eh! Bu ay işler biraz kötü malum. Önümüzdeki ay yaparız sigortanı.”
“Peki Tufan Bey.” Odadan çıkarken tek düşündüğüm adamın sabah gözlerini açtığındaki yüz ifadesiydi. Güne de tıpkı her gün gördüğüm haliyle başlıyor olmalıydı. Gülmeyen, asık ve sinirli bir sima ile.
Ofiste çalışan üç personeldik. Benim haricimde Uğur adında bir muhasebe elemanı ve birde ofisboy olarak çalışan -buraya iş görüşmesine geldiğim ilk gün bize kapıyı açan- Soner vardı. Soner çok sessiz ve mülayim bir çocuktu. Bu sessizliğin sebebinin çocuğun teki duymayan kulağının tüm bedenine yaydığı bir eksiklikmiş gibi düşündüğünü hissederdim. Çoğu zaman hiç konuşmaz, kendisine sorulan bir soruyu anlamasa bile ikinciyi sormaya utanarak anlamış numarası yapardı. İçimizde en çok Soner Tufan Bey’in her ayki mali kriz sendromlarından nasibini alırdı. Soner’in yedi yıl boyunca Tufan Bey’e katlandığını düşünecek olursak bunu tek kulağının işitmemesi ile daha rahat başardığı söylenebilirdi. Gülünecek tutarda olan maaşını geçip bu kadar uzun süre sigortasız çalıştırıldığını öğrendiğim de ise içeride keyifle televizyon izleyen adama öfkem bir kat daha arttı. En çok ihtiyacı olan insandan bile yardımı esirgeyen bu adamın kara bir kalbi vardı. Aklı hür ve vicdanı hür bir insan bunu ona söylemeliydi. Kim bilir belki bir gün söyleyecekti de…
*****
Uğur’la gelişen arkadaşlığımız ise biraz tuhaftı. İnatçı ve gözü kara bir çocuktu. Tufan Bey’le sıkı bir tartışmaya girmeden haftayı tamamlanmış saymazlardı ve ne tuhaftı ki ne o istifayı basar ne de patronu tarafından işten çıkartılırdı. Aralarındaki hararetli tartışmalardan bazen iki tarafında zevk aldıklarını düşünürdüm. Gün içinde yaşanan her tartışma ertesi güne sarkmadığı gibi haftada ikiyi de aşmazdı.
Yine böyle hararetli bir tartışma sonrasında Tufan Bey’in odasından hışımla çıkan Uğur soluğu masasında aldı. Öfkesinin ona olmadığı belli olan bir dosyayı masanın üzerine bırakarak klavyesini sertçe kenara itti. Koltuğuna otururken ağzında yuvarladıklarını anlamasam da surat ifadesinden her bir kelimesinin argo olduğuna son derece emindim.
Tufan bey öfkeyle odasından çıkarak bizim olduğumuz tarafa gelip odanın tam ortasında dikildiğinde başımı üzerinde çalıştığım dosyaya indirdim. Başım önüme eğikken şaşı olma pahasına adamın hareketlerini görmek için gözlerimi kaydırdım. Tufan Bey’in beline koyduğu elleri ile odanın ortasında dikildiğini görür görmez bakışlarım önümdeki faturalara hızla kaydı.
“Bundan sonra bu ofiste konuşmayı yasaklıyorum. Boş yere muhabbet yasak, sigara yasak, çay kahve molası yasak, aylaklık yasak.” Tuvalete gitmekte yasak mı acaba diye düşündüğüm sırada bana seslendiğini işitip başımı kaldırdım.
“Ahmet Bey’in KDV ödemesi ne kadar çıkıyor bu ay?” Patron tuhaf adamdı orası kesin sinirlenince hep para tahsil ederdi, para tahsil edemediğinde de ibadet ederdi. Soru üzerine hemen ekrana dönüp birkaç tuşa basarak istediği sorunun cevabına ulaşmıştım.
“İki yüz elli yeni Türk Lirası” dedim. Ardından son dört aydır sıkça rastladığım bir diyalog çeşidi bir kez daha gelişti. “İyi sen yedi yüz elli iste. Tahakkuku yatır, üstünü de bana getir. O kadar kazanıyor şerefsiz biraz da biz kazanalım.”
Aynı gün dediğini yapmak üzere vergi dairesine doğru yürürken içinden geçtiğim ağaçlı yoldaki parkta dinlenmek için mola verdim. Midemin bulandığını hissediyordum, bulanmak bir yana zaten hevesli olmadığım bu meslekten de daha başında soğumuştum. Ne yapıyordum ben! Kendine bile saygısı olmayan bu insanın yanında ne arıyordum. Artık kazandığım paranın bile helal olup olmadığından emin değildim. Helal olmayan her şeyin bir gün gelip on katı ile çıkacağını söyleyen dedemin sözünün kulaklarımda çınladığı o günün ertesi hafta Tufan Bey’in oğlunun rahatsızlandığını öğrendik. Elbette ki dört yaşındaki bir çocuk için üzüntü duyuyordum. Babalarının günahları neden hep çocuklardan çıkardı? Karşımdaki yaşına göre konuşma bozukluğu çeken çocuğa bakarken benim ne zaman beynimde tümör çıkacağını ise babamın girdiği tüm günahlardan hesap etmeye çalışıyordum.
*****
Acısına hürmeten dayandığım üç ayın sonunda kararlı bir şekilde soluğu Tufan Bey’in odasında aldım. Kapıyı vurup gir sesi ile içeri girdiğimde kendisini bir başka yerden vurgun yaptığı paraları sayarken yakaladım. Durum o kadar normaldi ki adam istifini bile bozmadan masadaki paraları deste yapmayı bitirip kapıda bekleyen beni yanına çağırdı.
“Evet ne var?”
Bu soru bile cesaretimi kırmaya yetmişti. Her zaman olduğu gibi kadın erkek, genç yaşlı ve insan hayvan ayırt etmeksizin kabaydı.
“Tufan Bey ben sigortamla ilgili konuşmak istiyorum sizinle.”
“Sigorta sigorta yeter be kızım sendika üyesi misin nesin? Yapmıyorum sigorta falan.”
“Yedi ay geçti Tufan Bey, işe alırken söz vermiştiniz.”
“Ben öyle bir söz verdiğimi hatırlamıyorum.” Bu benim hayatımda duyduğum bir insanın gözlerine bakarak bu denli net söylenebilen ilk yalan olmuştu. Yalan söylüyordu ve ben inanamıyordum. Bu adamın kalbi ve vicdanı elinde tuttuğu paralar kadar kirlenmişti demek ve başına gelen hiçbir felakette bu kiri temizleyemiyordu.
“Evet söz verdiniz. Hadi ben hatırlamıyorum ya da diyelim ima ettiğiniz şekliyle yalan söylüyorum. Görüşmeye dedemle gelmiştim Tufan Bey. Oda yalan söylüyor olamaz ya?” Sinirden titrerken kurduğum bu uzun cümleden sonra kızarsam da titresem de geri çekilmek benim için artık söz konusu bile olamazdı.
“Deden mi?” Attığı kahkaha birazdan yaşanacak kötü şeylerin habercisiydi. Arkasına yaslanarak tükürür gibi cümlenin geri kalanını da getirdi. “O da muhtemelen bunamıştır!” Bu benim için bardağı taşıran son damla olmuştu. Bana yapılan hakaretlere tam yedi ay sonuna kadar dayanan ben söz konusu olan dedeme böyle kirli ellere sahip olan biri tarafından toz konduramazdım.
Zayıf yönler... Hepimizin benliğinde sahip olduğu zayıf yönleri vardır. Ama hiç bilmeyiz ki o zayıf yönler birileri tarafından kuşatıldığında bizi yeri gelip bir kaplana bile çevirebilir. Ve bende bu iri adamın karşısında en vahşi kaplanlardan birine dönüşmüştüm. Gözlerimdeki keskin bakışı daha net görmesi için eğilip pençelerimle de masasına doğru uzanmışken gözümü bir an dahi kırpmadan elimi masadaki özenle sayıp deste yaptığı para tomarına attım. Kaplanın çevikliği ayının yavaşlığını yenmişti. Elimde bir tomar para ile masadan uzaklaşırken adam koltuğunu arkaya savururcasına ayağa kalktı.
“Ver onları bana.”
“Gel de al. Hadi.”
“Sana ver onları diyorum gerizekalı.”
“Gerizekalı sensin! Hatta geri olabilecek bir zekân olduğundan bile şüpheliyim. Şüphede olmadığım bir şey var ki o da ne bir vicdanının ne de bir kalbinin olduğu. Kölesi olduğun bu şey uğruna içindeki her şeyini tüketmişsin sen.”
“Bak fena olacak ver şunları diyorum.” Artık sesi tüm ofisten duyulabilecek kadar yüksek çıkmaktaydı.
“Neleri?” Sanki elimde bir şey yokmuş gibi bakarak omuz silktim.
“Paraları ver!”
“Efendini demek istedin herhalde. Ne de olsa tek taptığın şey bu.” Adamın masanın etrafını dönüp bana doğru attığı her ileri adımda bende kendimi bir adım geri çekiyordum. Mesafeyi korumaya çalıştığım o sırada adam hakaretlerine süratle devam ediyordu. “Sen kimsin he kimsin asalak. Geçmiş karşıma ahkâm kesiyorsun.”
Odada üzerime doğru yürüyen adamdan uzaklaşırken gideceğim yolda bitmişti. Cam kenarına ulaştığım sırada arkamdan esen rüzgâr elimdeki paraları ve karşımdaki adamın saçlarını dalgalandırmıştı. Muhtemelen az sonra yapacağım şey yerel gazetelerin üçüncü sayfalarına çıkacaktı.
Üsküdar da patronu T.D tarafından camdan sokağa atılan A.Y feci şekilde can verdi. Harika gazetelere çıkmak güzel olacaktı. Manşetten olmasa bile…
Elimdeki paraları açık camdan sokağa doğru savururken aynı güzellikte cevapladım. “Kim olduğumu söyleyeyim ben Aslıhan Yılmaz görebileceğin delilerin en akıllısı.”
*****
Korktuğum şey olmamıştı, adam paraları sokağa savurduğum anda ağza alınmayacak hakaretler ederek odadan koşarak ayrılmıştı. Sadece on saniye içinde iki katı inmiş olan Tufan Bey’e pencerenin pervazına dayanarak bakarken gülümsüyordum. Sokakta paraları yağmalayan insanları itip kakarken çok tuhaf sözler söylüyordu doğrusu.
“Paralarımı verin, verin diyorum size benim paralarım onlar.”
“Cık cık. Yazık oldu.” Çok gürültü yapıyordu, bu yüzden bende pencereyi kapatıp şerit perdeleri çektim. Evet, işim bitmişti. Hayır aslında daha bitmemişti. Yapmam gereken son bir şey daha vardı. En başından beri yapmam gereken şey. Bu yüzden sevgili patronumun masasına oturup yumuşak koltuğunun tadını çıkardım. Saltanatı devirmek için hevesle masanın üzerindeki telsiz telefonu elime aldım. Sallanan koltukta turlamaya devam ederken çok iyi bildiğim bir numarayı tuşladım. Anın güzelliğinden sesi bana daha da ahenkli gelen bir memur tüm sevecenliğiyle sordu.
“Vergi dairesi başkanlığı nasıl yardımcı olabilirim?”
Koltuğun keyfini çıkarırken kapalı camdan dahi duyulan haykırışlara aldırmadan cevapladım. “Bir ihbarda bulunacaktım... Evet vergi kaçakçılığı hatta sigortasız işçi de çalıştırılıyor. Evet evet aynen, muhasebe bürosu. Hemen gelirseniz iyi olur… Peki, adresi veriyorum not alın lütfen.”
Beş dakika sonra çantamı ve montumu almış ofisin kapısında bekliyordum. Tufan Bey adından hızlı şekilde merdivenlerden çıkarak kucağındaki çoğunu topladığı para tomarı ile karşımda dikildi.
“Kovuldun. Defol şimdi.”
“Kovulmadım, gördüğünüz gibi istifa ettim.”
Dairenin kapısını yüzüme kapatırken tısladı. “Defol gerizekalı.”
*****
Bir saat sonra ofisin karşısındaki parkta keyifle çekirdek çitliyordum. Mutluydum. Daha başında olduğum bu meslekten bir düzenbazı yerinden ederek hıncımı almıştım. Harika bu çekirdekte ne kadar tazeydi! Maliyeye ait bir araba ofisin önünde durup iki adam aşağı indiğinde düşünüyordum, ben bir melek değildim. Ben belki bir günahkârdım ama işlediğim günahların içinde asla muhtaçlara, yetimlere ve iyilere yapılmış bir suç yoktu. Ben can yakanların canını yakıyordum. Kırk yaşındaki o adamın hala öğrenemediği ve yirmi bir yaşımda benim adım gibi bildiğim bir şey vardı.
Cennet ya da cehennem hangisine gidecek olursak olalım dünya malı hep dünyada kalır. Bu yüzden zengin olmak için harcanan bu çaba da boşadır. Çünkü yoksulların bile öldüklerinde harcayamadıkları paraları her zaman vardır.
Bir avuç çekirdek sonra Tufan Bey’le birlikte inen memurlar adamı arabaya tıkmadan önce beni fark edip tüm öfkesi ile yüzüme baktığında da aynı şeyi yaptım. Can yaktım ve üstelik bunu gülümseyerek dahası el sallayarak yaptım.
“Güle güle gerizekalı.”

Adamın ofisi aynı gün kapatılıp geçici olarak meslekten alıkonulduğunda içimde ufak bir yer sızlamıştı. Oda küçük oğlu için olacaktı. Oda yaşamayı öğrenecekti. Tıpkı benim gibi… Ondaki tümör beynindeydi, benimki de kalbimde. Bakalım hangimizin ki daha önce öldürecekti…

Duygular değişmez bana kalırsa;
Üzerine bir çarşaf gibi gerdiğimiz kati duygularımızın örtüşmediği varlıklar, o insanlar değişir yalnızca…
Ait olmayan bir parçayı zorla yapboza sokmak gibi,
Sığmayan bir kaba tüm poşeti boşaltmak gibi,
Almaya gücümüz yetmesede elimizdeki parayı tekrar tekrar saymak gibi...
Parça kırılmadan, sığmayanlar etrafa dağılmadan ve almak istediklerimiz içimizde kalmadan anlamaz insan.
Olmazı oldurmaya çalışır durur insan...

Yeryüzünün en akıllı delilerinin tarifi de böyledir işte!
Bir avuç sevgi, bir parça öfke, bir tutam cesaret, bir dem acı. Karıştırıp yaklaşık yetmiş yılda pişirince ortaya çıkar insan.
Şimdi vakit tozlu çarşafı kaldırıp altındakini görme vaktidir.
İyiyi kötüyü, güzeli çirkini ve doğru yanlışı seçme vaktidir.
Vakit akıllı deliler vaktidir...

2005 yılı benim için hiçbir şeyin yolunda gitmediği senelerden en özeli olmalıydı.
Ve ben akıllı deliler haricinde raporlularla tanışmaya da işte tam bu yılda başlayacaktım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder