“Startın aynı anda verilmediği tek yarış hayattır. Siz yoksa sokakta çöp toplayan bir çocukla ya da boğaz kenarındaki bir yalının üst katında pembe tülden örülü yatağında mışıl mışıl uyuyan bir başka çocukla aynı yerden başladığınızı mı düş...ünüyorsunuz bu hayata. Başlangıç çizgisi de tıpkı bu yarış gibi yamuk çizilmiştir önümüze. Harekete geçmek için işareti beklerken dilememiz gereken tek şey ise kaderimize çizilen çizginin önümüzdekinden daha doğru olmasıdır.
Boşa değildi demek, hayatın bir yarış olduğunu söylerdi dedem, kim önce koşarsa ekmeği o kapar derdi. Yıllar sonra bir gün fark ettim deli gibi koşmaktan arkama bakmaya hiç fırsatım olmamıştı. Takılıp düşmemek ve çarpıp devrilmemek için insan hep önüne bakardı. Çünkü ileriye bakabilmekti yaşamak ve ölümü peşinen göze almak demek değil miydi? Yaşamak."
İstanbul 2005,
BÖLÜM 18
“Dedem, Ben ve İstanbul”
İstanbul’un ilk kez gittiğim kalabalık bir ilçesinde siyah camlı bir binanın önüne gelip durdum. Adres hatta yön bulma konusunda bile başarısız olan ben sanırım dedemin yarım saatte çizdiği krokiye uymayarak yoldan sapmıştım. Sapmış ve kendimi uzun bir kuyruğun sonunda tahminen üç yüzüncü kişi olan genç bir oğlanın arkasında bulmuştum. Kesin yine yanlış yerde yanlış şeyler aramaktaydım. Zaman askere alım zamanı mıydı? Herkese aynı anda celp mi çıkmıştı? Yoksa savaş mı çıkmıştı? Parmak uçlarım üzerinde yükselerek kapının üzerindeki altın sarısı yazıyı okumaya çalıştım. İlçenin adı ile başlayan kurum unvanı sonraki üç alakasız kelime ile devam etmekteydi.
“Açık Öğretim Bürosu”
Elbette buradaki insanların aklından bir zoru yoktu. Onların sadece geniş zamanları ya da çalışmadan okuyabilecek paraları yoktu. Anlamak zor değildi zihinlerdeki nedenleri ve yüzlerdeki tanıdık cevapları yansıtan ifadeleri. Beklemekten sıkılıp başka bir dünyada yol alalı yaklaşık bir buçuk saat olmuştu. Tam Feride’nin Kamran’ın mektubunu okumaya karar verdiği sırada matkap uçlu bir el omzuma kabak oyarcasına dokundu.* O içimi çıkarmadan önce ben başımı okuduğum kitaptan kaldırıp yüzümü çevirdim.
“Sıra sizde hanımefendi”
İşte bana ilk kez o gün hanımefendi denmişti! Evet evet bir genç kız için en önemli andır bu. Hep dışarıdan nasıl göründüğümüzü merak eden bizler için çocuk olarak görülmediğimizin kesin kanıtıdır. Bu kadın ruhunuza aldığınız ilk tepki yüzde hafif bir tebessüm ile başlayıp göğüsleri öne doğru çıkarma ile son bulur. İlk anın heyecanı ile karşı cinsin fiziksel özellikleri arasındaki cari oran kısa süreli bir dil sürçmesi ya da geçici bir kekemeliğe sebep olabilir.
“Tetekkükürler.” Hay! Dilimi eşek arısı soksun.
Arkamı tekrar yakışıklıya dönerek hızla sıranın bana geldiği bankoya doğru ilerledim. Siyah ceketli gözlüklerinin kendisine fazlasıyla asabiyet ve ciddiyet kazandırdığı bir kadın başını önündeki kâğıttan kaldırmadan sordu. “Ne istiyorsunuz?”
Hey Allah’ım ya! Bir tane akıllı yok mu burada. Açık öğretim dedikte bu kadar mı açık olunur kardeşim? Ne demek ne istiyorum (!) İki kilo pirinç bir paket margarin istiyorum.
“Okumak istiyorum.”dedim. Kadın bu kinayeli cevap karşısında başını kaldırarak dik dik yüzüme baktı. Eliyle evraklarımı vermemi işaret ederek bankonun üzerine koyduğum belgeleri ahtapot edasıyla yakalayıp kendi tarafında göremediğim yerlere çekti.
İncelemesi bitince ikinci sorusunu sordu. Bu sefer önce elindeki vesikalık resmime sonrada yüzüme bakmıştı. “Hangi bölümü istiyorsunuz?”
“Neler var?” Soruyu sorduğum an pişman olmuştum. Memur zaten istifa etmesine çok az kalmışta ben son cinneti olacakmışım gibi yüzüme baktı.
“İşletme ya da iktisat” Oooo! Gerçekten hangi bölüm olduğunu soracak kadar bol seçenek varmış!
“Eh! İşletme olsun bari.” Ne önemi varsa sanki. Ağzımdan işletme lafı çıktığı an kadın ilgili kutucuğu işaretleyerek eline aldığı numaratör kaşeyi önce ıstampaya ardından elindeki kâğıda bastı.
“İşleminiz tamam. Kitaplarınızı on beş gün sonra gelip alabilirsiniz. Dosya numaranız da 666”
“O ne be? Şeytanın numarası gibi”
“Lütfen izin verir misiniz? Sıradan alayım lütfen?” Az önce omzumu dürten çocuk şimdi yanımda bitmişti. Yakışıklı ağzını açamadan araya girdim.
“Çok affedersiniz ama bir saniye lütfen.” diyerek az önce benimle konuşmayı kesen kadına doğru yöneldim.
“Acaba numarayı değiştirme şansımız var mı? Benim birazcık batıl inançlarım varda.”
“Hanımefendi lütfen.”
Elimle arkada sırasını bekleyen öfkeli kalabalığı göstererek sordum. “Niye onlar melek de ben şeytan ya! Niye ben şeytan ya.”
Cevap beklediğim kadın yavaşça yerinden kalkıp ceketinin içindeki ipek gömleğinin yakalarını çekiştirirken “Ahmet Bey yetiş” diye bağırdı.
Sadece bir dakika sonra güvenlik görevlisi Ahmet Bey ile birlikte bahçe kapısından -hala yılan gibi uzun insan kuyruğunun içinden- geçerek yola çıkmaktaydım. Adam tehlike oluşturmayacağım bir yere geldiğimizde toz ol bakışı atıp geldiği yoldan geri döndü.
Arkasından bakarak gülümsedim. İstemediğim ve bana acı veren şeylerle baş etmek için en iyi bildiğim şeyi yapardım. Yaşamak ve devam edebilmek için ben çok güzel salağa yatardım. Ben böyleydim işte adalete inanmaz ve kendi adaletimi uygulardım. Bence startın aynı anda verilmediği tek yarış hayattır. Siz yoksa sokakta çöp toplayan bir çocukla ya da boğaz kenarındaki bir yalının üst katında pembe tülden örülü yatağında mışıl mışıl uyuyan bir başka çocukla aynı yerden başladığınızı mı düşünüyorsunuz bu hayata. Başlangıç çizgisi de tıpkı bu yarış gibi yamuk çizilmiştir önümüze. Harekete geçmek için işareti beklerken dilememiz gereken tek şey ise kaderimize çizilen çizginin önümüzdekinden daha doğru olmasıdır.
Boşa değildi demek, hayatın bir yarış olduğunu söylerdi dedem, kim önce koşarsa ekmeği o kapar derdi. Yıllar sonra bir gün fark ettim deli gibi koşmaktan arkama bakmaya hiç fırsatım olmamıştı. Takılıp düşmemek ve çarpıp devrilmemek için insan hep önüne bakardı. Çünkü ileriye bakabilmekti yaşamak ve ölümü peşinen göze almak demek değil miydi? Yaşamak.
(On beş gün sonra)
“İyi günler gazetedeki iş ilanınız için aramıştım. Evet var. Faks numaranızı alabilir miyim? Evet. Evet ...16 39. Tamam. Teşekkür ederim. İyi günler.”
Az ve öz olan geçmişimi faks çektiğim işyerinden geri dönüş hemen ertesi gün olunca havalara uçmuştum. İş bayanı olmama az bir zaman kalmıştı. Görüşmeye gitmek için hazırlandığım sırada annem odanın kapısına gelip etekle dans eden bana seslendi.
“Aslıhan deden yarım saat sonra çıkarız diyor.”
“Dedem demi gelecek?”
“Herhalde gelecek. Tek başına mı gideceksin kimsesizler gibi.”
“Bu kimsesiz olduğumu değil yetişkin olduğumu gösterir anne.”
“Yarım saat.” Annemin işaret parmağı havaya kalktığında ağzından son çıkan söz bu zaman dilimi olmuştu. En son bu tarz bir kavgayı yaptığımızda yedi-sekiz yaşlarında ve bir caddenin ortasındaydım.
“Aslıhan ver elini bak arabalar geliyor.”
“Vermeyeceğim işte, vermeyeceğim, tek yürüyeceğim ben.”
*****
İstanbul’da bilmediğim ne çok yer varmış meğer? Üsküdar’a bu ilk gelişimde sahil kenarında bir çay bahçesinde dedemle otururken karşımda hikâyesini annemden bir masal gibi dinlediğim kız kulesine bakıyordum. İleride denizden çıkan balık adamlar ve kazı alanları gözüme çarpınca dedeme ilgiyle sordum.
“Orada ne yapıyorlar dede?”
“Asya yakası ile Avrupa yakasını birbirine bağlayan bir tüp geçit.”
“Nasıl yani şu adamlar gibi arkamıza tüpler alıp geçmeyeceğiz herhalde.”
“Tabiî ki hayır kızım. Araç ya da lokomotifle geçiş olacakmış sanırım fakat Bizans İmparatorluğu dönemine ait kalıntılar bulunmuşlar dipte o yüzden tüp geçit çalışmalarına da bir süre ara verilecekmiş. Eh! Ömrümüz yeter de bizde görürsek bir gün birlikte geçeriz belki.”
“Dede şurası neresi?”
“Orası Eminönü, arkamız Kadıköy, bak şu tarafta Tophane. Gençken gezerdik epey. Gençliğinin kıymetini bil kızım.“ Dedemin o gün verdiği nasihati hiç unutmadım. Saydığı semtlerin hepsini yıllar içerisinde tek tek gezip dolaştım.
Kız kulesini daha gördüğüm o gün vuruldum.
Tophane’ye gittiğim ilk gün ise nargile dumanında boğuldum.
Eminönü’ndeki yüzlerce güvercin üzerime gelince gagalanmaktan çok korktum.
Kadıköy pazarına gittiğim ilk günde soyuldum.
Biliyordum…
Ben doğma büyüme İstanbulluydum.
Ben dedemin torunuydum.
Küçük gezimizin sonunda kendimizi Üsküdar’ın sahil tarafına yakın sokaklarından birinde apartman numarası takip ederken bulduk.
“İşte yirmi numara dede. Burası.” Dedem telaşla ceketini düzeltip kravatını kontrol etti. Sanki onu işe alacaklar gibi birden heyecanlandı. Ben en çok cumhuriyet dönemi insanlarına hürmet ederim. İnsanın içi onlara bakarken buz gibi olup saygıdan titrer. Gerçek İstanbul beyefendileri ve hanımefendilerinin yaşadığı o dönem bana hep en güzeli gelir. Bu yüzden defalarca izlerim o dönemin sonuna denk gelen zamanda çekilen Türk filmlerini.
Üst kata çıktığımızda kapıyı genç bir oğlan açtı. Bizi içeri alıp kendi masasının önündeki koltuklarda ağırladı. Bana göre geçmek bilmeyen bir süre sonunda yanımıza döndüğünde “Tufan Bey sizi bekliyor” diyerek ayaklanmamızı sağladı. Bu benim ilk iş görüşmemdi. İlk tecrübem. Bu yüzden bildiğim bütün duaları okuyarak gösterdiği kapıdan içeri girerken omzumda dedemin eli vardı. Tanışma ve adamın bizi süzmesinden sonra kendisi mandıradan kurbanlık koyun alan birisi gibi konuştu.
“Asgari ücretin yarısını veririm. Sigorta içinde bir iki aylık deneme süresi yaparız. Onun sonunda baktık iki tarafta memnun kızımızın sigortasını da başlatırız.”
Dedemin o gün bana bakan gözlerini hiç unutamam. Hak ettiğimin bu olmadığını söyleyen ve kolu kanadı kırık kuşunu bağrına basmak için uygun anı bekleyen o ağlamaklı gözler kalk gidelim diyordu. Sen bunu hak etmiyorsun.
Gidemezdim ki yük olamazdım daha fazla sana hele üzüntülerden kendin gibi şeker bir hastalığa yakalanmışken. Bir yüktüm ben taşıması gereken kişinin üzerinden attığı bir yük. O yüzden hayattaki her başarısızlığımda tek bir kişiye lanet okudum. Sözde babama!
Ve özde babamın gözlerine bakarak cevap verdim. “Çalışacağım dede.”
Ben küçükken –annemin çalışıp bizi anneannemlere bıraktığı zamanlarda- tuvaletimi yaptığımda utanmadan bir kişiye seslenirdim. Ayaklarımın yere değmediği klozetle içine düşmemek için mücadele ederken beni tutacak tek bir ele ihtiyaç duyardım. “Dedeeee! Tuvaletimi yaptım. Bitti!”derdim dilimin döndüğünce. Ve o el beni öyle bir sıkı sarardı ki, ben klozetin içine düşmek bir yana banyodan omuzlarda çıkardım.
Dedemle Üsküdar’daki bu apartmandan çıkıp sessizce yürüdüğümüz sokağın sonuna geldiğimizde onunla aynı yıllara gittiğimizi söylediklerinden anladım. Hala az önce verdiğim karardan içi acıyordu biliyordum. O yüzden bana döndü ve çenesinde seğiren birkaç kasa inat konuştu.
“Aslıhan sen benim için kaç yaşına gelirsen gel hala o kırmızı külotlu çoraplı merdivenlere tutunarak çıkan kızsın ve hiçbir zamanda büyümeyeceksin. Bunu sakın unutma.” Ah! Nasıl unutabilirdim ki dede? Babamın bizi İzmir’den apar topar getirip senin başına attığı günü. Yükünü boşaltan bir deve gibi kamburunu eğip gittiği o günü.
(Yıllar Sonra)
Yıllar geçmişti, ben artık dedemin omuzlarına çıkamayacak kadar ağır o ise hastalığından dolayı benim kilomdan daha hafif kalmıştı.
Her şey değişiyor olsa da bazı şeyler aynı kalmıştı. Ben hala onun gözünde hiç büyümemiştim. Artık ayaklarım yere gayet sağlam bassa da kendimi anlamlı hissetmiyordum hala.
Neydi ki anlam? Özümü bulmam için kırmızı külotlu çoraplı küçük bir kız çocuğu gelip bu sırrı yalnızca bana söyledi.
Ve ardından ilk kez hayatta neyi yapmak istediğimin farkına vardım.
Yazacaktım.
Kendimi yazacaktım.
Kendi hayatımı yazacaktım.
Bu hikâyede ilk karaladığım satırlar ise en sevdiğim adama olacaktı...
Kasım 2005,
İstanbul’da, insanı hatırasından bol bu şehirde,
Ne zaman eskiyor sevgiler,
Menekşeler solunca mı? İnsan bir kaç mevsim boyu savrulunca mı?
Vişne ağacımız kuruyunca ya da umudumuzun kolu kanadı kırılınca;
Yoksa taşı toprağı altın bu şehirde sevdiklerimizde toprağa karışınca mı?
Eski radyolar da susuyor artık, sofralardaki sandalyeler azalıyor, insanlar ağlıyor dede…
Sonuna kadar açtım duyulsun diye makamında çalan müzikleri,
Başkası gelip oturmasın diye kırdım boşalan o sandalyeleri,
İnsanlar ağlamasın diye yazdım sonu mutlu biten hikâyeleri.
Sen hep iyi yerisin benim kalbimin, evimin, yaşadığım bu şehrin…
Ellerim ağrıyor yine dede, yağmur mu yağacak ne!
Aramızdaki bir dede torun oyunu bu.
Bize birkaç anı kaldı şimdi, mutlu, eski ve tozlu.
Bazen tutunacak birkaç dal ararım içimde,
Çocuktan bozma bu kadın bedenimle,
Her şey yapılabilirdi değil mi umut dolu bir kalple…
Söylesene hangi otobüs götürür bizi şimdi o güzel günlere…
Toz dumana inat temiz havayı çekmek istiyorum tek nefeste ciğerlerime.
Hep ayaklarım üzerinde durmamı isterdin, bir de yaşadığının bir anlamı olmalı derdin.
Ayakta ve anlamlı kalmak istedim ömrümce bende.
Verdiğin nasihatleri unutmuyor, verdiğim sözleri ise hala tutuyorum,
Hala öğrettiğin duaları okuyorum birde sütü ılık içmeye devam ediyorum.
Geçte olsa anlıyorum, eskimezmiş hiçbir zaman sevgiler.
Anlıyor ve yazıyorum da şimdi,
Dedemi, kendimi ve bu oyunbozan şehri…
*R.Nuri Güntekin, Çalıkuşu
Boşa değildi demek, hayatın bir yarış olduğunu söylerdi dedem, kim önce koşarsa ekmeği o kapar derdi. Yıllar sonra bir gün fark ettim deli gibi koşmaktan arkama bakmaya hiç fırsatım olmamıştı. Takılıp düşmemek ve çarpıp devrilmemek için insan hep önüne bakardı. Çünkü ileriye bakabilmekti yaşamak ve ölümü peşinen göze almak demek değil miydi? Yaşamak."
İstanbul 2005,
BÖLÜM 18
“Dedem, Ben ve İstanbul”
İstanbul’un ilk kez gittiğim kalabalık bir ilçesinde siyah camlı bir binanın önüne gelip durdum. Adres hatta yön bulma konusunda bile başarısız olan ben sanırım dedemin yarım saatte çizdiği krokiye uymayarak yoldan sapmıştım. Sapmış ve kendimi uzun bir kuyruğun sonunda tahminen üç yüzüncü kişi olan genç bir oğlanın arkasında bulmuştum. Kesin yine yanlış yerde yanlış şeyler aramaktaydım. Zaman askere alım zamanı mıydı? Herkese aynı anda celp mi çıkmıştı? Yoksa savaş mı çıkmıştı? Parmak uçlarım üzerinde yükselerek kapının üzerindeki altın sarısı yazıyı okumaya çalıştım. İlçenin adı ile başlayan kurum unvanı sonraki üç alakasız kelime ile devam etmekteydi.
“Açık Öğretim Bürosu”
Elbette buradaki insanların aklından bir zoru yoktu. Onların sadece geniş zamanları ya da çalışmadan okuyabilecek paraları yoktu. Anlamak zor değildi zihinlerdeki nedenleri ve yüzlerdeki tanıdık cevapları yansıtan ifadeleri. Beklemekten sıkılıp başka bir dünyada yol alalı yaklaşık bir buçuk saat olmuştu. Tam Feride’nin Kamran’ın mektubunu okumaya karar verdiği sırada matkap uçlu bir el omzuma kabak oyarcasına dokundu.* O içimi çıkarmadan önce ben başımı okuduğum kitaptan kaldırıp yüzümü çevirdim.
“Sıra sizde hanımefendi”
İşte bana ilk kez o gün hanımefendi denmişti! Evet evet bir genç kız için en önemli andır bu. Hep dışarıdan nasıl göründüğümüzü merak eden bizler için çocuk olarak görülmediğimizin kesin kanıtıdır. Bu kadın ruhunuza aldığınız ilk tepki yüzde hafif bir tebessüm ile başlayıp göğüsleri öne doğru çıkarma ile son bulur. İlk anın heyecanı ile karşı cinsin fiziksel özellikleri arasındaki cari oran kısa süreli bir dil sürçmesi ya da geçici bir kekemeliğe sebep olabilir.
“Tetekkükürler.” Hay! Dilimi eşek arısı soksun.
Arkamı tekrar yakışıklıya dönerek hızla sıranın bana geldiği bankoya doğru ilerledim. Siyah ceketli gözlüklerinin kendisine fazlasıyla asabiyet ve ciddiyet kazandırdığı bir kadın başını önündeki kâğıttan kaldırmadan sordu. “Ne istiyorsunuz?”
Hey Allah’ım ya! Bir tane akıllı yok mu burada. Açık öğretim dedikte bu kadar mı açık olunur kardeşim? Ne demek ne istiyorum (!) İki kilo pirinç bir paket margarin istiyorum.
“Okumak istiyorum.”dedim. Kadın bu kinayeli cevap karşısında başını kaldırarak dik dik yüzüme baktı. Eliyle evraklarımı vermemi işaret ederek bankonun üzerine koyduğum belgeleri ahtapot edasıyla yakalayıp kendi tarafında göremediğim yerlere çekti.
İncelemesi bitince ikinci sorusunu sordu. Bu sefer önce elindeki vesikalık resmime sonrada yüzüme bakmıştı. “Hangi bölümü istiyorsunuz?”
“Neler var?” Soruyu sorduğum an pişman olmuştum. Memur zaten istifa etmesine çok az kalmışta ben son cinneti olacakmışım gibi yüzüme baktı.
“İşletme ya da iktisat” Oooo! Gerçekten hangi bölüm olduğunu soracak kadar bol seçenek varmış!
“Eh! İşletme olsun bari.” Ne önemi varsa sanki. Ağzımdan işletme lafı çıktığı an kadın ilgili kutucuğu işaretleyerek eline aldığı numaratör kaşeyi önce ıstampaya ardından elindeki kâğıda bastı.
“İşleminiz tamam. Kitaplarınızı on beş gün sonra gelip alabilirsiniz. Dosya numaranız da 666”
“O ne be? Şeytanın numarası gibi”
“Lütfen izin verir misiniz? Sıradan alayım lütfen?” Az önce omzumu dürten çocuk şimdi yanımda bitmişti. Yakışıklı ağzını açamadan araya girdim.
“Çok affedersiniz ama bir saniye lütfen.” diyerek az önce benimle konuşmayı kesen kadına doğru yöneldim.
“Acaba numarayı değiştirme şansımız var mı? Benim birazcık batıl inançlarım varda.”
“Hanımefendi lütfen.”
Elimle arkada sırasını bekleyen öfkeli kalabalığı göstererek sordum. “Niye onlar melek de ben şeytan ya! Niye ben şeytan ya.”
Cevap beklediğim kadın yavaşça yerinden kalkıp ceketinin içindeki ipek gömleğinin yakalarını çekiştirirken “Ahmet Bey yetiş” diye bağırdı.
Sadece bir dakika sonra güvenlik görevlisi Ahmet Bey ile birlikte bahçe kapısından -hala yılan gibi uzun insan kuyruğunun içinden- geçerek yola çıkmaktaydım. Adam tehlike oluşturmayacağım bir yere geldiğimizde toz ol bakışı atıp geldiği yoldan geri döndü.
Arkasından bakarak gülümsedim. İstemediğim ve bana acı veren şeylerle baş etmek için en iyi bildiğim şeyi yapardım. Yaşamak ve devam edebilmek için ben çok güzel salağa yatardım. Ben böyleydim işte adalete inanmaz ve kendi adaletimi uygulardım. Bence startın aynı anda verilmediği tek yarış hayattır. Siz yoksa sokakta çöp toplayan bir çocukla ya da boğaz kenarındaki bir yalının üst katında pembe tülden örülü yatağında mışıl mışıl uyuyan bir başka çocukla aynı yerden başladığınızı mı düşünüyorsunuz bu hayata. Başlangıç çizgisi de tıpkı bu yarış gibi yamuk çizilmiştir önümüze. Harekete geçmek için işareti beklerken dilememiz gereken tek şey ise kaderimize çizilen çizginin önümüzdekinden daha doğru olmasıdır.
Boşa değildi demek, hayatın bir yarış olduğunu söylerdi dedem, kim önce koşarsa ekmeği o kapar derdi. Yıllar sonra bir gün fark ettim deli gibi koşmaktan arkama bakmaya hiç fırsatım olmamıştı. Takılıp düşmemek ve çarpıp devrilmemek için insan hep önüne bakardı. Çünkü ileriye bakabilmekti yaşamak ve ölümü peşinen göze almak demek değil miydi? Yaşamak.
(On beş gün sonra)
“İyi günler gazetedeki iş ilanınız için aramıştım. Evet var. Faks numaranızı alabilir miyim? Evet. Evet ...16 39. Tamam. Teşekkür ederim. İyi günler.”
Az ve öz olan geçmişimi faks çektiğim işyerinden geri dönüş hemen ertesi gün olunca havalara uçmuştum. İş bayanı olmama az bir zaman kalmıştı. Görüşmeye gitmek için hazırlandığım sırada annem odanın kapısına gelip etekle dans eden bana seslendi.
“Aslıhan deden yarım saat sonra çıkarız diyor.”
“Dedem demi gelecek?”
“Herhalde gelecek. Tek başına mı gideceksin kimsesizler gibi.”
“Bu kimsesiz olduğumu değil yetişkin olduğumu gösterir anne.”
“Yarım saat.” Annemin işaret parmağı havaya kalktığında ağzından son çıkan söz bu zaman dilimi olmuştu. En son bu tarz bir kavgayı yaptığımızda yedi-sekiz yaşlarında ve bir caddenin ortasındaydım.
“Aslıhan ver elini bak arabalar geliyor.”
“Vermeyeceğim işte, vermeyeceğim, tek yürüyeceğim ben.”
*****
İstanbul’da bilmediğim ne çok yer varmış meğer? Üsküdar’a bu ilk gelişimde sahil kenarında bir çay bahçesinde dedemle otururken karşımda hikâyesini annemden bir masal gibi dinlediğim kız kulesine bakıyordum. İleride denizden çıkan balık adamlar ve kazı alanları gözüme çarpınca dedeme ilgiyle sordum.
“Orada ne yapıyorlar dede?”
“Asya yakası ile Avrupa yakasını birbirine bağlayan bir tüp geçit.”
“Nasıl yani şu adamlar gibi arkamıza tüpler alıp geçmeyeceğiz herhalde.”
“Tabiî ki hayır kızım. Araç ya da lokomotifle geçiş olacakmış sanırım fakat Bizans İmparatorluğu dönemine ait kalıntılar bulunmuşlar dipte o yüzden tüp geçit çalışmalarına da bir süre ara verilecekmiş. Eh! Ömrümüz yeter de bizde görürsek bir gün birlikte geçeriz belki.”
“Dede şurası neresi?”
“Orası Eminönü, arkamız Kadıköy, bak şu tarafta Tophane. Gençken gezerdik epey. Gençliğinin kıymetini bil kızım.“ Dedemin o gün verdiği nasihati hiç unutmadım. Saydığı semtlerin hepsini yıllar içerisinde tek tek gezip dolaştım.
Kız kulesini daha gördüğüm o gün vuruldum.
Tophane’ye gittiğim ilk gün ise nargile dumanında boğuldum.
Eminönü’ndeki yüzlerce güvercin üzerime gelince gagalanmaktan çok korktum.
Kadıköy pazarına gittiğim ilk günde soyuldum.
Biliyordum…
Ben doğma büyüme İstanbulluydum.
Ben dedemin torunuydum.
Küçük gezimizin sonunda kendimizi Üsküdar’ın sahil tarafına yakın sokaklarından birinde apartman numarası takip ederken bulduk.
“İşte yirmi numara dede. Burası.” Dedem telaşla ceketini düzeltip kravatını kontrol etti. Sanki onu işe alacaklar gibi birden heyecanlandı. Ben en çok cumhuriyet dönemi insanlarına hürmet ederim. İnsanın içi onlara bakarken buz gibi olup saygıdan titrer. Gerçek İstanbul beyefendileri ve hanımefendilerinin yaşadığı o dönem bana hep en güzeli gelir. Bu yüzden defalarca izlerim o dönemin sonuna denk gelen zamanda çekilen Türk filmlerini.
Üst kata çıktığımızda kapıyı genç bir oğlan açtı. Bizi içeri alıp kendi masasının önündeki koltuklarda ağırladı. Bana göre geçmek bilmeyen bir süre sonunda yanımıza döndüğünde “Tufan Bey sizi bekliyor” diyerek ayaklanmamızı sağladı. Bu benim ilk iş görüşmemdi. İlk tecrübem. Bu yüzden bildiğim bütün duaları okuyarak gösterdiği kapıdan içeri girerken omzumda dedemin eli vardı. Tanışma ve adamın bizi süzmesinden sonra kendisi mandıradan kurbanlık koyun alan birisi gibi konuştu.
“Asgari ücretin yarısını veririm. Sigorta içinde bir iki aylık deneme süresi yaparız. Onun sonunda baktık iki tarafta memnun kızımızın sigortasını da başlatırız.”
Dedemin o gün bana bakan gözlerini hiç unutamam. Hak ettiğimin bu olmadığını söyleyen ve kolu kanadı kırık kuşunu bağrına basmak için uygun anı bekleyen o ağlamaklı gözler kalk gidelim diyordu. Sen bunu hak etmiyorsun.
Gidemezdim ki yük olamazdım daha fazla sana hele üzüntülerden kendin gibi şeker bir hastalığa yakalanmışken. Bir yüktüm ben taşıması gereken kişinin üzerinden attığı bir yük. O yüzden hayattaki her başarısızlığımda tek bir kişiye lanet okudum. Sözde babama!
Ve özde babamın gözlerine bakarak cevap verdim. “Çalışacağım dede.”
Ben küçükken –annemin çalışıp bizi anneannemlere bıraktığı zamanlarda- tuvaletimi yaptığımda utanmadan bir kişiye seslenirdim. Ayaklarımın yere değmediği klozetle içine düşmemek için mücadele ederken beni tutacak tek bir ele ihtiyaç duyardım. “Dedeeee! Tuvaletimi yaptım. Bitti!”derdim dilimin döndüğünce. Ve o el beni öyle bir sıkı sarardı ki, ben klozetin içine düşmek bir yana banyodan omuzlarda çıkardım.
Dedemle Üsküdar’daki bu apartmandan çıkıp sessizce yürüdüğümüz sokağın sonuna geldiğimizde onunla aynı yıllara gittiğimizi söylediklerinden anladım. Hala az önce verdiğim karardan içi acıyordu biliyordum. O yüzden bana döndü ve çenesinde seğiren birkaç kasa inat konuştu.
“Aslıhan sen benim için kaç yaşına gelirsen gel hala o kırmızı külotlu çoraplı merdivenlere tutunarak çıkan kızsın ve hiçbir zamanda büyümeyeceksin. Bunu sakın unutma.” Ah! Nasıl unutabilirdim ki dede? Babamın bizi İzmir’den apar topar getirip senin başına attığı günü. Yükünü boşaltan bir deve gibi kamburunu eğip gittiği o günü.
(Yıllar Sonra)
Yıllar geçmişti, ben artık dedemin omuzlarına çıkamayacak kadar ağır o ise hastalığından dolayı benim kilomdan daha hafif kalmıştı.
Her şey değişiyor olsa da bazı şeyler aynı kalmıştı. Ben hala onun gözünde hiç büyümemiştim. Artık ayaklarım yere gayet sağlam bassa da kendimi anlamlı hissetmiyordum hala.
Neydi ki anlam? Özümü bulmam için kırmızı külotlu çoraplı küçük bir kız çocuğu gelip bu sırrı yalnızca bana söyledi.
Ve ardından ilk kez hayatta neyi yapmak istediğimin farkına vardım.
Yazacaktım.
Kendimi yazacaktım.
Kendi hayatımı yazacaktım.
Bu hikâyede ilk karaladığım satırlar ise en sevdiğim adama olacaktı...
Kasım 2005,
İstanbul’da, insanı hatırasından bol bu şehirde,
Ne zaman eskiyor sevgiler,
Menekşeler solunca mı? İnsan bir kaç mevsim boyu savrulunca mı?
Vişne ağacımız kuruyunca ya da umudumuzun kolu kanadı kırılınca;
Yoksa taşı toprağı altın bu şehirde sevdiklerimizde toprağa karışınca mı?
Eski radyolar da susuyor artık, sofralardaki sandalyeler azalıyor, insanlar ağlıyor dede…
Sonuna kadar açtım duyulsun diye makamında çalan müzikleri,
Başkası gelip oturmasın diye kırdım boşalan o sandalyeleri,
İnsanlar ağlamasın diye yazdım sonu mutlu biten hikâyeleri.
Sen hep iyi yerisin benim kalbimin, evimin, yaşadığım bu şehrin…
Ellerim ağrıyor yine dede, yağmur mu yağacak ne!
Aramızdaki bir dede torun oyunu bu.
Bize birkaç anı kaldı şimdi, mutlu, eski ve tozlu.
Bazen tutunacak birkaç dal ararım içimde,
Çocuktan bozma bu kadın bedenimle,
Her şey yapılabilirdi değil mi umut dolu bir kalple…
Söylesene hangi otobüs götürür bizi şimdi o güzel günlere…
Toz dumana inat temiz havayı çekmek istiyorum tek nefeste ciğerlerime.
Hep ayaklarım üzerinde durmamı isterdin, bir de yaşadığının bir anlamı olmalı derdin.
Ayakta ve anlamlı kalmak istedim ömrümce bende.
Verdiğin nasihatleri unutmuyor, verdiğim sözleri ise hala tutuyorum,
Hala öğrettiğin duaları okuyorum birde sütü ılık içmeye devam ediyorum.
Geçte olsa anlıyorum, eskimezmiş hiçbir zaman sevgiler.
Anlıyor ve yazıyorum da şimdi,
Dedemi, kendimi ve bu oyunbozan şehri…
*R.Nuri Güntekin, Çalıkuşu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder