21 Temmuz 2014 Pazartesi

"Aşk Çarpar Gönül Kayar" Okumak İçin Linkleri Takip Et!




Facebook:https://www.facebook.com/pages/Aslihan-Yilmazla-D%C3%BCk%C3%BCms%C3%BC-Romanlar/671675212864962

Wattpad:http://www.wattpad.com/53787961-a%C5%9Fk-%C3%A7arpar-g%C3%B6n%C3%BCl-kayar-%E2%99%A5tan%C4%B1t%C4%B1m%E2%99%A5

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 35

 
 
Okuduğunuz her kitabın arasında kanatlı küçük melekler saklıdır. Karanlıkta bile elinizdeki kitap da yazan o sihirli cümleleri okuyabiliyorsanız bu onlar sayesindedir. Melekler ışık saçar ve bu yüzden okumak insanı aydın yapar…
Bana edebiyat yapma da kendini anlat diyorlar. Ne anlatayım ki size (?) Ben de melek gibi bir kızım işte. Bir tek tam şuramdan çıkan kanatlarım eksik tepemde, onlar da yirmi yaş dişlerim gibi otuzum da çıkarlar herhalde…

BÖLÜM 35
“Melek Gibi”

Küçük seyahat çantamı toplarken içimde bir meydan muharebesi baş gösteriyordu. Bol kanlı geçeceği daha başından belli olan bir savaşın gücünü muhafaza etmeye çalışan komutanı gibiydim. İki yanım da benim daimi destekçilerim “sabır” ve “umut” vardı. Ezeli rakiplerimiz ise aşk ve korkulardı. Ben en çok sabrıma güvenirdim, nihayetinde içimde büyüttüğüm en güçlü duygu oydu. Bu yüzden gözü kara aşkın önüne dağ gibi sabrımı diktim. Fethedilecek daha çok kalp vardı ve sabır bu konu da iyi iş çıkarırdı. Korkular; onlar en sinsi savaşçılardı ama aniden çektiği kılıcının kestiği yerlerden yeniden filizlenecek kaç umutla başa çıkardı.
Annem odanın kapısından girdiğinde ben ilk kanı akıtacak ileri emrini henüz vermemiştim.
"Kızım sana bir şey söyleyeceğim." diyerek her zaman ki gibi odaya dalan annemin tedirgin yüzüne baktım. Annem en son ciddi olarak bir şey söylediğin de evimizin yıkılacağını öğrenmiştim.
"Ne oluyor anne?" Cevap vermeden önce kapıyı yavaşça kapatan annem az önce yerlere saçtığım kıyafetlerden bir kaçını alarak yatağa bıraktı.
"Teyzen boşanıyor." Sesi bir fısıltı gibi çıkmıştı ve benden iyi kötü bir tepki bekleyerek bir süre yüzüme baktı.
Şaşırmamıştım, bu geç alınmış oldukça bilinçli bir karardı. Altında daha derin mevzular yatan bir karar. Teyzem son yıllarda hayatını garanti altına almak için bir süre bu sineye çekme oyununa dayanmıştı. Fakat işleri rayına oturduğunda artık kulağına kadar gelen dedikodular onun kadınlık gururunu kırar olmuştu. Öğrendiğim kadarıyla eniştemin teyzemin de tanıdığı bir kadınla uzun süredir devam eden ilişkisi gün yüzüne çıkmıştı. Ne tuhaftı dışarıda kiminle ne yapıyorsa yapsın mantığı o kimin adını öğrendi an okkalı bir tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Bu hiç bir adamın bir kadına yaşatmaya hakkı olmayan bir acıydı. Ben bu olaya sadece bu açıdan üzüntü duydum. Benim açım kadınlık gururuydu.
Teyze olarak baktığım da ise içimde üzüntünün zerresi yoktu. Çocuklar böyleydi işte onlar asla unutmazdı.
"Günlerdir seninle enişten hakkında konuşmak istiyormuş ama bir türlü cesaret edememiş.”
"Konuşacak bir şey yok anne. Durumuna üzüldüm ama hepsi bu. Ben o kadının varlığına sadece dedemler üzülmesin diye katlanıyorum. Ondan nefret etmiyorum ama onu sevmiyorum da. Bir şey hissetmiyorum anlıyor musun?"
"Bunca yıl sonra ne konuşacaksınız zaten. Ah! Kızım kardeş işte et tırnaktan ayrılmıyor ki. O da benim ablam. Aydın'a bir şey olsa senin canın acımaz mı?"
"Senin ablan anne görüşeceksin elbet ama benim bir şeyim değil." Yarın yanıma alacağım yatağın üzerindeki çantamı yere -dolabın kenarına- bıraktım.
"Haftaya müteahhit ile görüşmeye gittiğimizde o da gelecekmiş."

Eminim gelirdi; hatta sadece bayramlar da bir misafir gibi geldiği bu ev de herkesten fazla söz hakkına sahip olmayı da iyi becerirdi.

*****
-Ertesi Sabah-

Aracın oldukça rahat deri koltuğunda otururken içim hiç rahat değildi. Dikiz aynasından arka tarafı göremediğim için yine de kısmen şanslıydım. Geleceğini adım gibi bildiğim Canan ve son anda peşimize takılan Uygar'la bu İzmir yolculuğu ilk yarım saatte işkenceye dönüşmüştü.
Haruncuğum daha hızlı git.
Haruncuğum şu kestirme yoldan git.
Haruncuğum benim karnım acıktı.

"Haruncuğum müzik açsana içimiz bayıldı burada." İçin çıksın! Yüzünü görmesem bile çenesi durmuyordu bu kızın. Yarım saattir dile getirdiği isteklerine işte bir yenisini daha eklemişti.
Bu kıza karşı tüm önyargılarımı yıkıp bu sabah dostça davranmaya çalıştığım ilk dakika da bana Harun'un önceki nişanlısından bahsetmişti.
"Düğüne bir ay kala ayrıldılar canım. Hiç beklemiyorduk. Birbirlerine de öyle yakışıyorlardı ki."
Pet şişedeki suyumdan büyük bir yudum alıp daha fazla dinlememek için kendimi arabaya attım. İki saniye sonra gelip arkamdaki koltuğa oturdu.
"Nedendir bilinmez Harun bitirdi bu ilişkiyi. Alınan bütün o eşyalar da ortada kaldı tabi. Benim evdeki buzdolabı var ya Harun'undu mesela."
Gözlerimle süper marketin kasasından Uygar'la birlikte yiyecek bir şeyler alan Harun'a baktım. Yalvarırım çabuk olun yoksa çıldıracağım!
"Ama ben neden ayrıldıklarını tahmin ediyorum."
İşte şimdi ilgimi çekmeyi başarmıştı. Bir ay(!) Hiç nişanlanmamıştım ama insanın düğününe bir ay kala ayrılması için oldukça önemli sebeplerinin olması gerektiğinin de farkındaydım.
Neyse ki bunu arkamdaki boş boğaza sormama gerek yoktu çünkü bence en fazla beş saniye kadar dayanabilirdi. Aracın canıma kolumu dayayarak saymaya başladım.
Bir, İki, Üç, Dör…
"Bence sorun Hale'nin aşamadığı tabularıydı." İşte tahminini dördüncü saniye de açıklamıştı. Bir dakika!
"Tabu mu?" Kahretsin sesli olarak sormuştum.
Bundan cesaretle öndeki koltuklara tutunarak daha da yaklaştı. "Evet, bilirsin işte şu mahalle kızı sendromları."
Attığı bir taş değil kayaydı ve bilerek kafam yerine kalbimi hedef almıştı.
Mahalle kızı.
Ben kesinlikle bir mahalle kızıydım ve bu yaşıma kadar da bundan hiç utanç duymamıştım. Hah! Şehrin dört bir yanı mahallelerden oluşuyorken neden utanç duyacaktım?

Harun kapıyı açıp direksiyon koltuğuna yerleştiğinde Canan -belli ki yalnız kaldığımız da devam etmek istediği- bu sohbeti anında kesti. Şimdi zehirli yılanın ilgisi yanına oturan Uygar’ın elindeki içi abur cubur dolu poşetlere gitmişti. Poşetin içinden çıkardığı diyet bisküvilerden birini eline alarak zehrini sokan bir piton gibi ambalajını deşmeye girişti ardından gelen hışırtı sesleri ise tekrar poşete yöneldiğini belli etmişti.
“Aslıhan sen bunu seversin bak pirinç patlaklı çikolata.”
Harun’la aramıza giren kolun uzattığı çikolata paketini istemeden de olsa aldım. Pirinç patlaklıymış. Allah’ım lütfen şu kıza bir tanecik patlatmama izin ver! Aracın camına düşen birkaç yağmur damlası bana bu dileği tam da doğru zamanda istediğimi gösterdi. Başımı koltuğun arkasına yaslayarak gözlerimi kapattım ve kendimi yolun geri kalanında beni esir alacak olan tatlı bir uykuya bıraktım. Sadece yağmur altında söylendiğinde tutacağına inandığım çocukça dileklerim var benim. Uyandığımda keşke gerçek olsa dediğim renkli rüyalarım bir de yüzünü asla göremediğim gizemli bir kahramanım. Girdiğim her kalabalıkta onun puslu yüzünü arardı gözlerim. Kendisini en çok unutulmaz Bay Darcy’e benzetirdim. Aşkın gururunu yeniden yazdıracak bir tarzı vardı şahsiyetinin. Belki o zaman bu anlamsız kalabalığın içinde benim de bir tek elimi tutan adamı görürdü gözlerim. Ya da soylu bir Bridgerton’du onu benzettiğim. Büyük ve sevgi dolu bir aileye nasıl hayır diyebilirdim(?)
Bozulan yeminlerimi sır gibi sakladım içimde; bizi beyaz bir cennetin ortasında buluşturduğunda bile. O kuzeyin sert rüzgârlarını ardında bırakıp gelmişti yanıma; saçlarım sıcak güney melteminin kokusuyla doluyken hala. Yıkılan her köprü bizi bir tatlı tuzağın ortasına attığında; sebebi olan yağmura fısıldadım küçük bir dilek daha. Gördüğüm rüya değil gerçek olsa, Adı aşk; türü sonsuza dek “historical roman” olarak kalsa…

*****
Göğü delip geçen şiddetli bir gök gürültüsü ile gözlerimi açtığım da peşi sıra ona eşlik eden tiz bir ses duyduğuma adım gibi emindim. Yatakta doğrulup ıslak cama ardından da odanın içine göz attım. İzmir yakınlarındaki bu küçük pansiyona akşam vardığımız da hala atıştırmaya devam eden yağmur anlaşılan bir kaç saat içinde deli gibi şiddetlenmişti. Odayı mavi bir ışıkla aydınlatan şimşek yan taraftaki yorganı açık bırakılmış dağınık yatağı görmemi sağladığında şimdi gecenin bir yarısı beni yataktan kaldırıp kendine doğru çeken bu sesin yanımdaki boş yatağın sahibinden geldiğine ise artık yemin edebilirdim.

Karanlıkta yatağın yanından geçip kapıya doğru ilerlerken ellerim de tuttuğum babetlerimi usulca ayağıma geçirdim. Çıkışın yanındaki küçük banyo kapısı bana odada tek olduğumu izah etmek istercesine sonuna kadar açılmıştı. Kapıdan çıkarken çakan şimşek yatağına geri dön dercesine bana son ikazını yapıyor olsa da ben içimdeki tuhaf hisle karanlık koridora çıkmıştım bile.
Tuhaf akşama doğru odamıza yerleşirken ve sonrasında yemeğe inerken gözüme oldukça az odalı bir pansiyon holü gibi gözükmüştü bu dar koridor. Oysa şimdi zifiri koridorun sonundaki yağmur damlalarıyla ıslanmış ahşap pencere bana ulaşılması zor bir vadi kadar uzak gelmişti.
"Canan?" Sesim bir fısıltı gibi çıkmış son hecesi de yeni bir gök gürültüsüne karışmıştı. Üzerimdeki beyaz geceliğin eteklerini çekiştirerek ilerlemeye başladım. Harun'un kaldığı yan odanın kapısına vardığımda bir an çalıp ondan yardım istemeyi düşündüysem de bu fikri hemen orada buruşturup çöpe attım. Şu filmlerdeki bariz salaklar gibi yatak kıyafetiyle kapıyı çalıp bir ses duydum bahanesine sığınarak soluğu adamların odasında alan budalalar gibi davranmayacaktım. Bu tarihi bir numaraydı. Bir erkeği baştan çıkarmak için yapılan en aptal kız numarasının ilkiydi. Yıl bilmem kaç idi.
"Ah!" diye ufak bir çığlık duyduğum da önünde dikildiğim kapıya arkamı döndüm. Sesin geldiği tarafa -ilerideki pencerenin solundan aşağı kata inen merdivenlere doğru devam eden- karanlık koridorun köşesine baktım.
Harun'un odasını geçip duvar kenarından yavaş adımlarla pencereye ulaştığım da Canan'ın olduğunu tahmin ettiğim kadın sesinin artık düzensiz soluklarını duyabiliyordum.
Ah! Bu aptal sarışın yoksa gök gürültüsünden korkup kendini bir odaya mı kilitlemişti. Eğer öyleyse bu bir daha ele geçmez bir fırsat olurdu. Bana bütün gün boyunca yaptıklarını burnundan fitil fitil getirmeme sadece bir kaç adım kalmıştı ki ilk kez tanıdık sesten anlaşılır bir cümle işittim.
"Ah! Sevgilim. Sevgilim benim."
Olduğum yerde donup kaldım. Bu seferki gök gürültüsünde gözümü bile kırpmamıştım. Artık karanlıkta göremesem de orada olduğunu bildiğim uzaktaki Harun'un odasının kapısına doğru yavaşça başımı çevirdim.
Hayır Aslıhan. Hayır! Onlar arkadaş. Sadece arkadaş. Şeytanın aklını çelmesine izin verme. Odana git! Odana git!
Karanlıkta çaresizce dikilirken "Bunca yıl seni fark etmediğime inanamıyorum." dedi aynı ses. Elimle çığlık atmak üzere açılan ağzımı tuttum. O kadar kuvvetli bastırmıştım ki bir süre sonra burun deliklerimi de kapatıp nefes alamadığımı fark ettim.
Bunca yıl demişti bunca yıl(!) Aklımı kaçırmak üzereydim ya da korkudan altıma kaçırıyor da olabilirdim. Bu bilinmezlikle devam edemezdim. Yatağa geri dönüp yorganı başıma çekerek huzur içinde uykuya dalamaz; ya da o odaya girdiğinde uyuyormuş gibi yapamazdım. Ertesi sabah hiç bir şey yokmuş gibi asla gülücükler saçamazdım.
İki yol vardı; Gerçeği öğrenmek için sadece iki yol…

Ya gidip Harun'un kapısını çalacaktım ya da az öte de duran sesin geldiği kapıyı açacaktım. Aklım beni terk etmiş yanımdaki pencereden atlayarak İstanbul yoluna girmişti bile. Bedenim ise aklımın bıraktığı bu boş tahtı devralarak bir kaç adım ilerlemiş, kapının yuvarlak koluna dokunduğunda ise bütün organlarım kendi hâkimiyetini çoktan ilan etmişti. Susan ağzım yerine gözlerim yapma dercesine dile gelirken benden bağımsız olan bu asi kol kapının yuvarlak kulpunu sıkıca sarmıştı. Avucumun içindeki kulpu çevirip kapıyı olağanca hızıyla açtığım da kapı arkasındaki duvara gürültüyle çarptı. Gördüğüm manzara üzerinde dikildiğim yer kabuğunu şiddetle yararak beni magmanın en sıcak katmanlarına kadar postaladı.
Canan sonuna kadar açılmış gözleriyle bana bakarken kucağında oturduğu adam yarı çıplak olmasına aldırış etmeden onu tüm hızıyla yere bıraktı. Deli gibi bir iki saniye yüzlerine baktım. Bu kapının ardında daha karanlıkta dikilirken asla unutamayacağım şeyler göreceğimi biliyordum ama bu kadarı... Bu kadarı akla hayale gelmezdi işte!
"Bunu bu-bunu nasıl yaparsınız" diye fısıldadım ardından cümleden en önemli kelimeyi çekip çıkararak haykırdım. "Nasıl!"
Evet, Ben kesinlikle yıkılamayan tabuları olan bir kızdım. Tüm ihtimalleri düşünür ve girdiğim her yola öyle çıkardım fakat aklımdan geçen tüm ihtimaller şimdi bir araya gelip toplansa karşımda duran bu olasılıksız çıplak iki gerçekle baş edemeyecek kadar ihtimal dâhilinde kalırdı.
Gözlerim açık kapıdaki manzaraya kilitlenmişken ayaklarım dengesizce bir kaç adım geriledi. Sırtıma değen duvardan tenime işleyen soğuğu hissettiğim de içimdeki yangının ne kadar büyük olduğunu da fark ettim. Ben bu hale gelmişsem Harun bu ihaneti nasıl sindirebilirdi? Bu düşünce ile geçici bir süre çalışmayan aklım tekrardan işlemeye başlamıştı.
Kapıya doğru yaklaşan hala üstü çıplak Uygar'ı gördüğüm de arkamdaki duvardan destek alarak kendimi ileri doğru attım. Uzattığı eli hızla köşeyi dönüp karanlık koridora dalan bana yetişememişti. Bu kesinlikle kötü bir günün sonunda huzursuz bir uykuya daldığım o ilk dakikalarda gördüğüm karabasanlardan biriydi. Her ne kadar bu sefer basan ben olsam da şimdi yüreğim ağzımda aynı yatakta uyandığım o gecelerdeki gibiydim. Odama doğru koşmaya devam ederken arkamı dönüp koridorun ucuna doğru göz attım. Çok şükür peşimden gelmeye kalkmamışlardı.
"Oh! Şükürler olsun."
"Sen kiminle konuşuyorsun?"
Bir çekirge edasıyla olduğum yerde sıçradım. Yüzüme yayılan panik kör karanlıkta bile görülebilirken artık karanlığa iyice alışan gözlerim onun yüzündeki korkuyla karışık merakı da anlayabileceğim ölçüde göstermeye yetmişti.
"Ne oldu? Biri bir şey mi yaptı?" Harun’un sesi merak ve korkudan öte telaşlı çıkmıştı şimdi.
Başımı sallarken evet yaptı diye düşünüyordum üstelik bir değil iki kişi yaptı. Hatta o işi bu iki kişi bir araya gelerek yaptı.
"Amca!" Harun'un yüzüne bakarak sallamaya devam ettiğim başım arkamdan gelen Uygar'ın sesi ile beton gibi kaskatı kesildi.
"Siz hepiniz ne yapıyorsunuz dışarıda?" Ah! Hayır. İşte şimdi Harun hiç açılmaması gereken bir konuya el atmıştı.
Yanımdan rüzgârını savurarak hızla geçen kişiye baktığımda Uygar yerine Canan'ın odanın yolunu tuttuğunu gördüm.
"Ben yatıyorum. Uykum yeterince bölündü zaten" Ona uykum değil yediğim halt bölündü denir.
Saçlarını düzelterek gayet rahat bir edayla odaya dalan kızı izlerken Harun bir adım sağa kayıp görüşümü kapattı. Şimdi tek görebildiğim onun derin derin nefes alıp verirken inip kalkan göğsüydü.
"Anlat" dediğinde kolunu tutup kaş göz işareti ile yalnız kalmak istediğimi ifade etmeye çabaladım. Sanırım anlamıştı çünkü elimi tutup az önce uçarcasına geçtiğim koridora aynı hızla beni geri sürükledi. Merdivenlerden o kadar hızlı iniyordu ki ona yetişmek için sondaki basamakları ikişer ikişer atlayarak alt kata yuvarlanmadan ayak basabilmeyi becermiştim. Aynı hızla alt kattaki benzer bir koridoru sonra da pansiyonun girişindeki resepsiyonu geçtik.
“Ne yapıyorsun?” dediğimde o çoktan kendisiyle birlikte beni de yağmurun altına sürüklemişti.
“Söyle hadi.” Sesi dışarıda daha bir gür çıkmıştı.
“Harun bak ben nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama lütfen söylediklerimden sonra sakin ol tamam mı?”
“Sakinim, seni dinliyorum.” Sesi kulağıma pek sakin gelmese de ıslanan yüzümü silip söze giriştim.
“Uygar ve Canan’ı gördüm. Şey birlikte yani oldukça uygunsuz bir şekilde.” Kollarını kaldırıp hızla yağan yağmura ilk teslim olan saçlarını silkeledi. “Ne var bunda?”
Bir süre onun yağmur damlaları akan yüzüne baktım. Geçirdiği ani şok sebebiyle söylediklerimi idrak edemiyor olmalıydı. “Sen demek istediğimi anlamadın bak ben…”
“Bundan bize ne? Onlar reşit ve hangi haltı yemek istiyorlarsa onu yerler!” Birkaç adım gerileyerek karşımda duran adama ağzım açık bakakaldım. Doğal karşılamıştı. Bunu gayet doğal bir şeymiş gibi karşılamıştı.
“Canan onun ablası yaşında, on üç yaştan bahsediyorum burada.” Sesimin ne kadar yükseldiğinin artık bende farkında değildim.
“Sen onlarla ilgileneceğine biraz benimle ilgilensen? Bu mesafen, bu soğuk tavırların.”
“Ben soğuk değil ölçülü davranıyorum.”
Bir kahkaha koyuverdiğinde ona bir gök gürültüsü eşlik etti. “Ah! Ölçüymüş. Sizin şu kadın tabularınız.”

Tabular mı?
Nedendir bilinmez Harun bitirdi bu ilişkiyi.
Ama ben neden ayrıldıklarını tahmin ediyorum.
Bence sorun Hale'nin aşamadığı tabularıydı.

Canan’ın daha bu sabah ballandırarak dile getirdiği bu hikâye demek boşa değildi. O biliyordu. Yıllardır tanıdığı Harun’un ve iki dakika da çözdüğü benim başından beri bir araya gelemeyeceğimizi tahmin ediyordu. Üzerimdeki gecelik artık üstüme yapışacak kadar ıslanmış olsa da soğuktan titreyen çenemi kontrol etmeye çalıştım.
“Hale ile o yüzden mi ayrıldın?” Sorum ile pansiyonun bahçesindeki taşları tekmelemeyi bıraktı. Hızla yanıma gelerek kollarımı oldukça sert tutup öfkeyle yüzüme baktı.
“Sus diyorum.” diye kükredi bir şimşek etrafımızı aydınlatırken. Yüzünde şimdi bir erkekte görebileceğim tüm azamet vardı.
“Bana emir veremezsin.” dedim canım yanmaya devam ederken hiç alttan almadan.
“Sana sus diyorum.” Beni bir ağaç gibi silkelemeye devam ederken çıldırmış gibi bağırıyordu. “Sus sus sus.”
“Hale’yi de emrivakilerinle evliliğin eşiğine kadar getirdin. Ama emin olamadın değil mi? Sana verebileceklerini hiçbir zaman kestiremedin ve sonunda onun sözüm ona tabularını yıkmak istedin.”
Kolumu bırakan eli tüm heybeti ile havaya kalkmışken bu seferki şimşek yıldırımı tam üzerimize düşürdü. Parçalanmıştık, paramparçaydık. Eli havada asılı kalmış bir heykel gibi taş kesilmişti. Gözümden akan yaşların yağmura karışmasına izin verdim.
“Sizi de bir tokat ayırdı değil mi?”
Cümle tam olarak hedefi vurmuştu. Yanılmamıştım. Harun’un eli havaya kalktığı sırada yüzünden geçen pişmanlık şu ana değil çok daha öncesine aitti. Kaskatı kesilmiş elini yumruk yaparak dudaklarına götürüp dişledi.
Dilekler dilerdi insan; çoğu zaman bir aşk için ve bazen dileklerin hiç gerçekleşmeyeceğini de yine yağmur altında öğrenebilirdi, bazı aşkların hiç yaşanmaması gerektiği için.
Pansiyondan içeri girip merdivenleri çıkarken gözyaşlarım artık hıçkırıklara dönüşmüştü. Eteğime takılıp tökezlediğim de elimle ıslak saçlarımı yüzümden çektim. Odaya girdiğim de az önce muhtemelen bizi seyreden Canan kendini gelişigüzel yatağa atmıştı.
Tek kelime etmeden dolabı açıp çantamı çıkardım. Ayağımdaki ıslak babetleri çıkarıp kenardaki ayakkabılarımı aldım. Üzerime kuru bir elbise giyerken o zevkle konuşmaya başladı. “Sana demiştim değil mi?”
Yüzüne bakmadan ıslak geceliğimi ve babetleri çantaya tıkıştırdım. Komidin de duran telefonuma uzanıp onu da çantaya attım. Etrafa kalan eşyam var mı diye bakarken yılanla göz göze geldik.
“Sende Hale gibi bana kızıyorsun ama ben sadece size yardım etmek istemiştim.”
“Yardımların için sağol.” dedim nefretle kapıya doğru ilerlerken.
“Bir teşekkür etseydin bari?”
Derin bir nefes alarak çantamı yere bıraktım. Doğru bir teşekkür etmeden gitmemeliydim. Madem oda bunu istemişti o zaman küçük bir teşekkürü çok görmemeliydim. Ona doğru yaklaşınca yatak da doğrularak dizlerinin üzerinde yükseldi. Bana bakan gözleri ışıl ışıldı. Allah’ım bu kız benden gerçekten bir teşekkür bekliyordu.
“Canancığım” dedim ondan öğrendiğim şu “cığımlı” hitaplardan en içten olanıyla.
Başıyla onayladı.
“Yardımların için çok teşekkür ederim.” Duyduğu sözle gülümsemek için kıvrılan dudak kenarları hızla suratına yediği bir Osmanlı tokadı ile ördek gibi açılmıştı. Şansı vardı ki düşmeyerek gerisin geri yatağa yapışmıştı. Yatağa çıkarak yanağını tutan yüzüne doğru eğildim.
“Güzelsin hem de çok güzelsin tatlım.” Elimle saçlarına dokunup fısıltıyla ekledim. “Ama asla bir melek değilsin.”

*****
“İçim yanar, içim kanar da isyaa….”

Annem içeri girip odanın ışığını açtığında içten kopup gelen sesli bir isyanın tam ortasındaydım. Odanın kapısının açılması ile bilgisayardaki müziği kapatmam aynı saniye de gerçekleşmişti. Neyse ki bünyem ani baskınlara alışık olduğu için kapı tarafından gelen bu atağı da tam olarak doğru zamanda bastırmayı başarmıştı. Bir hafta boyunca altıncı kez izlediğim incir reçelinden sonra bir kutu selpak mendil ile birlikte kendimi bu odaya gömmüştüm.
“Ne bu böyle bütün perdeler kapalı gündüz vakti. Ahh!” Annem ayağına takılan kolonun kablosunu tekmelemeye çalıştı. “İsyanım var anne bırak beni.”
“Başlayacağım artık isyanına. Bir haftadır bir haller. Olmadıysa olmaz kızım. Daha dur sen kaç yaşındasın?”
Yirmi sekiz tam üç bölü dört yaşındayım anne!
“Hadi kalk markete gideceğim yardım et bana.”
“Ne marketi anne ya!”
On beş dakika sonra şişmiş gözler ve beş karış surat ile annemin arkasından BİM’e giriyordum. Şu marketin girişte neden iki kapısı var acaba? Hiç dikkat ettiniz mi! Hayır biri bana mantıklı bir sebebini söylesin. Birde şu dört mevsim açık klimaları ile bir markete değil de morga girmiş hissini yaratmalarının ne âlemi var? Zaten yalnızlık yeterince soğuk değilmiş gibi.
“Türk kahvesi de alalım kahve bitmişti, bir araba alsana kızım kollarım koptu!”
“Ah! Ah! Biz değil miydik kahvenin telvesinden üç vakte kadar gelecek olan kahramanımızın adını okumaya çalışan.”
Annem bir ya sabır çekerek market arabası almak için yanımdan uzaklaştığı sırada bende derin dondurucu dolabına dayanmış üç gün önce yaptığım aptallığa yakınıyordum.
Eda’nın tüm itirazlarına rağmen onu dinlememiş ve Harun’a mesaj atmıştım.
“Aslıhan yapma bak çok pişman olacaksın.” Eda yarım saat bin bir nasihatle beni caydırmaya çalışmış sonunda da geleceğim son noktayı yüzüme vurmuştu. Pişmanlık! O pansiyondan çağırdığım taksiye binerken Harun’un yüzünde gördüğüm aynı duygu. Pişmandı işte belki o da benim gibi aynı hatayı ikinci kez yapmayanlardandı.
“Sen âşık falan değilsin. Bu sadece alışkanlık.”
Eda’nın yedi yıldır beslediği ve unutmadığı büyük aşkın yanında belki benimki sadece bir alışkanlıktı. “Sana inanamıyorum.” diyen Eda alnına vurmaya devam ederken ben o kısa mesajı hızla karaladım.
“Yüzde bir bile şansımız yok mu?”
Beklenen cevap tabi ki gelmedi ve ben tabi ki âşık değildim. Ama bu hatayı da bir kez daha yapmamak için o gün gururumu ayaklar altına güzelce sermiştim. Ve belki de ben o gün başlamıştım hayatımda ki herkesin bir gün mutlaka gidebileceğini bilerek körü körüne alışmamaya…

*****
-Bir ay sonra-

“Ne olduğuna inanamayacaksın kızım?” Artık müdavini olduğumuz bu cafe de her zamanki köşemizde beni bekleyen Eda’nın karşısına oturduğum dakika bombayı patlattım.
“Harun mu aradı?”dedi bardaktaki pipeti dişlemeye devam ederken.
“Ne Harun’u ya?”
“İyi bari artık onu unuttuğuna göre söyleyebilirim ki aynı Nuri Alço’ya benziyordu.”
“Ne!!!”
“Evet bence öyleydi.” Gelişi güzel omuz silkti.
“Ve sen bana bunu şimdi mi söylüyorsun? Sağol ya.”
“Onu bırak da şu bomba neymiş ondan haber ver.” Sabırsız kızdı Eda.
“Hazır ol söylüyorum. Müdür oldum. Ta ta ta taaam.” Kendimi bir alkış yağmuruna tuttuktan sonra heyecanla detayları vermeye başladım. “Gaye Hanım büyük bir firmadan teklif almış. Semih Bey’de onun yerine beni geçirdi ve maaşım tam dört katı arttı. Uyanda balığa çıkalım kızım dört kat diyorum.”
“Çok sevindim.”
“Bu mu sevinmiş surat. Bir şey olmuş sana. Ne oldu? Hem sen bana ne diyecektin ya. Telefonda önemli dedin. Bak kendime yeni kıyafetler almadan koştum geldim.”
“Aslıhan sana bir şey söylemem lazım.” Bu günlerde de herkes bana bir şey söylemek için yarışıyordu.
“O kadarını anladık. Söyle şekerim.” Eda hiç alışık olmadığım bir ciddiyetle yüzüme baktı. Sonra stresli olduğu zamanlarda yaptığı gibi uzanıp hemen bir sigara yaktı.
“Ne oluyor kızım söylesene!” Valla bu gün neşemi hiçbir kötü haber bozamazdı.
Bir kaç nefes çektikten sonra yavaşça söze başladı. “Aslıhan sen benim bu dünyadaki tek dostumsun biliyorsun. Ben arkadaşlığımızın bozulmasını hiç istemem ama bunu da söylemek zorundayım.”
Tuhaf tuhaf yüzüne baktım. Ne oluyoruz ya!
“Şey, bak biri seni görmek istiyormuş.”
“Aha! Taner değil mi? O mu arada seni. Stres yaptığın şeye bak kızım ya.”
“Taner değil.” Anlaşılan benim tahmin etmem gerekecekti.
“Mert mi yoksa. Of numaranı nasıl bulmuş ki?”
“Mert de değil Aslıhan.” Sigarayı bırakarak elini kısa süre önce kendi rengine boyadığı saçlarına geçirdi. Aniden yayılan bir korku dalgası bütün bedenimi kapladı. Eda’yı doğduğum günden beri tanırdım, bu kadar ciddi ve bu kadar mesafeli olduğu anların sayısı bir elin parmaklarından azdı. Sormam gereken o üç harften oluşan soruyu yavaşça dilimin ucundan çıkardım.
“Kim?”
Eda arkasına yaslanarak derin bir nefes aldı ve içindeki karın ağrısını tek seferde çıkardı. Söylediği şey ondan sonra gelen her şeyi bir hortum gibi içine çekip aldı. Bu asla binmek istemeyeceğiniz bir zaman makinesinde yapılabilecek en acı yolculuktu. Beni tam yirmi yıl önce eski bir koltuğun ucunda terk edilmiş olan melek gibi bir kız çocuğunun yanı başına ışık hızıyla oturttu.

“Baban seni görmek istiyormuş Aslıhan.”

AŞK ÇARPAR GÖNÜL KAYAR 1.BÖLÜM



Her şeyin başladığı o gece…

03 Temmuz 2013, 21:50 Konum: Manhattan, 5. Cadde
...
Ray Allen, New York Halk Kütüphanesi’nin taş merdivenlerini hızlı adımlarla çıkıp büyük beton sütunların arasından ana kapıya ulaştığında aklından sadece buradaki işini bir an önce bitirmek ve kendisini sabırsızlıkla bekleyen Mary’nin yanına varmak geçiyordu. Biliyordu; güzel karısı asla o eve gelmeden yatağa girmezdi, evlendikleri günden beri sayısız geceler onu koltukta uyumuş olarak bulması bunun en gerçek kanıtıydı. Artık hamileliğinin sonuna geldiği bu günlerde Ray, Mary’nin inadını kıramadığı gibi onun bir koltukta saatlerce beklediğini bilmekten büyük bir minnet kendisine ise sadece öfke duyuyordu.

Kapıdaki görevliye gecenin karanlığında parlayan rozetini gösterdiğinde adam bir an bile tereddüt etmeden kapıyı açan düğmeye uzandı. Kahretsin! Manhattan bu gece de karanlığa gömülmüştü. Bu dünyanın merkezi sayılabilecek bir metropol de yaşanan en utanç verici durumdu. Düğmenin başaramadığı kapıyı açmak üzere yerinden kalkıp binanın dışında oldukça acelesi olduğu belli olan federale büyük cam kapıyı araladı.
“İyi geceler efendim. Size yardımcı olmamı ister misiniz?”
FBI’ın deneyimli saha ajanı cevap vermek yerine kolunu kaldırarak gerek olmadığını kesin bir ifade ile belirtti. Altı katlı bu devasa kütüphanenin girişindeki -tüm ay boyunca gerçekleştirilecek çeşitli halka açık seminer, konferans, sergi ve değişik atölye çalışmalarının ilanları ile dolu- geniş salonu hızlı adımlarla geçti. Kısa bir süre sonra işlemeli tavanları olan duvarları karanlıkta tam olarak seçemediği çeşitli tablolarla dolu büyük bir okuma salonunun içindeydi. Ray Allen etrafa bir göz gezdirip bu bin beş yüz kişilik salondan tek çıkan sesin parke zemindeki ayakkabıları olduğuna karar verdi. Ne aradığını bilen kararlı bir adamın adımları ile kitaplıklara göz atarak yavaşça hedefine doğru ilerledi. İşte buradaydı. Aradığı salonun en nadide köşesinde tüm heybeti ile karşısında dikilirken derin bir nefes alarak adımlarını yavaşlattı. Başını kaldırarak önünde yükselen devasa kitaplığın üzerindeki altın renkli o parlak harflere göz gezdirdi.
“New York Times Çok Satan Kitaplar”
Bu gizemi çözdüğüne inanamıyordu, eğer o çözdüyse John’un da kısa süre sonra soluğu burada alacağı kesindi. O zeki biriydi ve eğer parçaları ustalıkla birleştirirse bu olayı kısa sürede çözerdi. Ray Allen önünde duran kitaplığa uzandığı sıra da yan taraftan duyduğu bir sesle irkildi. Başını çevirdiğinde üç metre ötedeki kitaplığın ucunda siyah pardösülü bir siluet kendisini izlemekteydi.
“Bak ben sadece….” devamı göğsünü delip geçen sessiz bir mermi yüzünden havada asılı kaldı. Koca bedeni yere düşmeden önce kitaplıkta az önce elini uzattığı kitaba doğru gitti. Düşmeden önce son yaptığı hamle kitabı da kendisi ile birlikte yere yuvarlamaktı.
Siyah gölge kendisine yaklaşırken Ray Allen gözlerini hala hayata kapamamıştı aksine son gördüklerini zihnine kazımakta kararlıydı. John Parker; ona her zaman minnettardı. O, Mary ve kızını bu adama emanet edecek olmanın sonsuz huzurunu yaşarken gölge şimdi ayak bileklerini sıkıca kavramıştı. Bedeni parlak zemin de kayarken gözlerinden akan birkaç damla yaş yeri ıslatmıştı. Vücudunun dev kütüphanenin ucundan döndürüldüğünü ve başka bir kitaplığın önüne getirildiğini ardından da sertçe zemine bırakıldığını hissetti.

Şimdi gölge başının hizasına geldiğinde görüşü sıfıra yakındı. Ray Allen’in son sözü dudaklarından bir fısıltı gibi çıkmıştı. “Lily” Tanrı ona bir evlat verdiği için minnettardı.
Ve Ray Allen minnettar bir adam olarak öldü. Öldükten hemen sonra sol şakağına giren büyük kalibreli bir kurşun ise önünde yattığı kütüphaneyi kana buladı. Sıçrayan kanların kirlettiği kitaplar tam olarak katilin istediği türdü.
Pardösünün şapkasını açan katil elindeki silahını az önce çıkardığı yere taktı ve aynı soğukkanlı edayla köşeyi dönerek yerdeki ucu kanlı kitaba uzandı. Elindeki kirlenmiş kitabı iç cebine koyarken aynısından temiz bir baskıyı da az önce boşalan raftaki yerine yerleştirdi.
“Orada durup bana bakacağına işini yap. Bu kütüphanenin dip köşe bir temizliğe ihtiyacı var.” Siluet, uzak bir nokta da korkuyla kendisini izleyen kişiye yavaşça yüzünü dönerek ekledi. “Ölüm sebeplerinin yüzde altmışının merak olduğunu bilir misin?” Başıyla hemen ilerde yatan adamı işaret etti.
Karşısındaki çelimsiz beden hayır anlamında hızla başını salladığında şapkasını tekrar yüzüne örttü. “İyi şimdi öğrendin!”
Siluet karanlık okuma salonunda gözden kaybolurken arkasında bıraktığı -artık bedenin de merakın zerresini taşımayan- kişi elinde tuttuğu uzun fırçayı parlak yüzey de kaydırdı. Zemin temizleme makinesi olmadan altı katı temizlemek oldukça güç olacaktı.
Siluet New York Halk Kütüphanesi’nin ana girişine doğru ilerlerken içinden geçtiği ilanlarla dolu salona göz attı. Bakışları üzerinde güzel bir kadın resminin olduğu ilana takılı kaldığın da dudakları zevkle kıvrıldı.
“5 Temmuz 2013 Saat: 16:00 New York’un gözde yazarı Emily Hebert ile İmza Günü”

<><><><><><>

03 Temmuz 2013, 22:30 Konum: Manhattan, 66.Sokak ABC Televizyonu
“İnsanlar, Tanrı tarafından bahşedilen kalplerinin yerini çoktan unuttuklarından beri pudra rengi düşler telaşla karışır beyaz çarşaflara. Etrafı sadece çılgın gibi yayılan dopamin ve oksitoksin kapladığında çağımızın müptelası olduğumuz o yeni hastalığı da baş gösterir.
Sözde Aşk!”
Emily şimdi işaret ettikleri bir diğer açıdan çeken kameraya dönerek sözlerine devam etti.

“İçinde bulunduğunuz metropolün işlek caddesindeki oldukça konforlu dairenizde yanınızda oturan aşkınızın elini bırakmadan soruma cevap vermenizi isterim. Aşk düz arazi de kolaydır. Peki ya engebeli de?”
Genç kadın birkaç saniye bekleyerek güzel bir gülümseme sundu.
“Önüne çıkan tüm engelleri tek nefeste aştıran, imkânsızı ekarte edip olmazı oldurtan ve mayın dolu engebeli bir araziden tek parça çıktığında bile hala elini tutma cesareti gösterten bir büyüdür aslolan. Tek bir güç vardır yeryüzünde; ölüme karşı koyma cüretinde bulunan. Gerçek Aşk!
Emily Hebert oturduğu koltuğun arkasına yaslanarak ekran başında kendisini izleyen sadık okuyucularına seslendi. “Ölümle sınanmamış hiç bir aşk gerçek aşk sayılmaz...”
“Vay canına, bu harikaydı Emily.” ABC televizyonunun son günlerdeki popüler gece programcısı Jerry Fallon gri yeleğini düzelterek sözlerine devam etti.
“Evet millet Emily Hebert’a bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz. Teşekkürler Emily.” Kameraya göz kırparak sözlerine devam etti. “Kendisinin sözlerine kulak asın kızlar bekâr olarak ölmek istemezsiniz değil mi? “ Elindeki yazarın taze kitabı Aşk Çarpar Gönül Kayar’ı kameraya doğru salladı. “Okuyun ve biz erkekleri yoldan çıkarın.” Jerry bir kahkaha patlatınca Emily’de zarifçe ona eşlik etti.
“Yarın akşam tekrar görüşmek üzere bizimle kalın millet.”
“Kestik!”
Jerry Fallon yüzünde tuttuğu üç saniyelik gülümsemeyi yayının bittiğini bildiren sesle sonlandırdı.
“Teşekkürler Bayan Hebert, gecikme için üzgünüm bu trafo kesintileri kesinlikle beni hedef alıyor olmalı. Koskoca ABC televizyonunda şu yaşanan rezilliğe bak.”
Emily üzerine format gereği giymek zorunda olduğu demode gelinlikle oturduğu koltuktan güçlükle kalktı. Başka model bulamamışlar gibi bir de bunu loş bir ışıkta giymek zorunda kalmıştı. Tanrım! Bu çıktığı son televizyon programı olacaktı.
“Lena!”Genç kız, Emily öfkeyle adını söylediği anda elindeki bir yığın notla birlikte patronunun yanı başında belirdi.
“Geldim Bayan Hebert.”
Lena Bennett üç yıldır asistanlığını yaptığı bu despot kadına en uzun süre dayanabilen canlı olmuştu. Üniversiteyi aksatmadan çalışabiliyor ve Tanrı şahit bu günlerde bir asistana verilebilecek kesinlikle en iyi maaşı alıyordu. Emily elini ona doğru uzatarak bilindik telefonumu ver hareketini yaptığında Lena elindeki notlarla boğuşmaya ara verip çantasına uzanarak zorlukla da olsa telefona ulaşmayı başarmıştı.
“Bir daha katılacağım programın formatına iyi bak.” dedi Emily telefonu genç kızın elinden alıp öfkeyle stüdyonun dışına doğru ilerlerken.
Genç kız gözlüklerini düzelterek patronunu hızlı adımlarla takip etti. “Nasıl yani efendim?”
“Mesela şu üzerimdeki saçmalık gibi. Bir daha böyle bir şey istemiyorum Lena. Ben bir yazarım konu mankeni değil. Üstelik şuna bak üst kısmı şu tuhaf işlemelerle dolu.”
“Affedersiniz efendim ben şey…”
“Ah! Aman Tanrım Jack aramış. Bana ulaşamayınca meraktan ölmüş olmalı.”
“Programa çıkacağınızı biliyordu efen..” Lena Emily’nin tek kaşını kaldırması ile susması gerektiğini anlamıştı. Jack Peterson için söylenebilecek tek bir olumsuz söz bu kadın için ağza alınmayacak bir hareket olarak algılanırdı.
Jack Peterson! O bu dünyaya bahşedilmiş bir ilahtı. Kullanılmamalı ve bir müze de sonsuza tek saklanmalıydı. Ayak bastığı yerdeki tüm kadınların kalbini üç saniye içinde bir jöle gibi akıtırdı. Lena, Bay Peterson’un yüzüne her baktığında kalbinin işte tam olarak böyle eridiğini hissediyordu. Bir jöle gibi. Hammaddesini tıpkı her göz göze geldiklerinde suratının aldığı kırmızı renkten alan vişneli bir jöle gibi…
“Ah hayır hayır olamaz bu olamaz. Jack hayır!” Lena az ötede çılgın gibi bağıran kadının sesi ile daldığı rüyadan soluksuz çıktı.
Emily koridorda bir o tarafa bir bu tarafa çılgın gibi yürürken az önce dinlediği sesli mesajı başa aldı.
“Emily sevgilim çok önemli bir iş için acilen şehir dışına çıkmam gerek. Bilirsin işte yine bir şirketi kurtarmam gerekiyor. Bu hesapta olmayan bir iş hayatım. Milyon dolarlar söz konusu. Kanada’ya yetişmeye çalışacağım.” Bir cızırtı sesi ile konuşma bölündü. “Bebeğim kapatmam gerek seni seviyorum.”
Sesli mesaj bittiğinde Emily arkasındaki duvara yaslanarak gözlerini kapattı.
Lena yüzü şimdi üzerindeki gelinlikten daha beyaz olan patronunun yanına koştu. “Bayan Hebert iyi misiniz?”
“Ben mahvoldum. Mahvoldum ben.”
“Bayan Hebert yoksa Bay Peterson’a bir şey mi oldu!”
Emily Jack’in şehir dışına çıkmak üzere olduğunu kıza söylemek için doğrulduğu anda aklına gelen bir detayla olduğu yerden merdivenlere doğru fırladı.
“Aman Tanrım. Bayan Hebert durun. Bakın üzerinizde…”
Emily üzerindeki gelinliğin eteklerini toplayarak beş katı süratle indiğinde hiçbir şeyi duyabilecek durumda değildi.
Şehir dışına çıkıyorum demişti. Şehir dışı. Jack sesli mesajı kalabalık ve büyük bir yerde çekmişti. Üstelik bir ara sesi de kesilmişti. Öyleyse gitmek üzereydi.
Emily Hebert ABC televizyon binasının kapısında aniden duraksadığında rüzgâr saçlarını dalgalandırdı.
“Tanrım nerede olduğunu biliyorum.” dedi ve kendi kendine konuşmaya devam etti. “Şehir dışına çıkabileceği yakınlardaki tek terminalde. Grand Central’da!”

Lena çıkış kapısına nefes nefese vardığında oldukça sakin bir hayatı olan patronunun bir bisiklet taksinin önüne atladığını görüp dehşetle inledi. Ardından hızla uzaklaşan bisikletin arkasındaki küçük koltukta kabarık bir gelinlikle oturan patronun duyamayacağını bilse de söylemek istediğini arkasından haykırdı.“Üzeriniz de gelinlik var diyecektim.”
<><><><><><>

03 Temmuz 2013, 22:40 Konum: Manhattan, 28.Sokak

John küçük dairesindeki çalışma masasının başında oturmuş bir saattir önündeki dosya üzerinde kafa patlatıyordu. Aklı hala şu lanet elektrik kesintileri yüzünden izleyemediği beyzbol maçındaydı. Gerçi New York Yankees’in bu maçı aldığına emindi ama yine de keyifle izleyemedikten sonra sonucu bilmenin kime yararı vardı. Rahat çalışma koltuğuna arkasını yasladı. Otuz iki saattir ayakta kalmanın yorgunluğu artık kendini belli ediyordu. Önceki gün işlenen dördüncü cinayet sebebiyle dün gece tüm ekip olay yerinde sabahlamışlardı ve lanet olsun ki yine tüm bulgular aynıydı. John bu sefer kriminalden gelecek data incelemelerinden bir şey çıkacağına inanıyordu. Tanrım! Bu kadınların hepsi aptal olamazdı ya. Mutlaka içlerinden birisinin ölmeden önce ailesine ya da arkadaşına anlattığı bir şeyler olmalıydı.
John masanın üzerindeki çalışma lambasını kapatarak koltukta uyuyan dostuna baktı.
“İyi geceler Alice” Amerikan Fokshaund türünden olan inatçı kız iki kısa havlama ile yat zıbar tarzında bir cevap verip diğer tarafa doğru kıvrıldığında John gülümsedi.
“Yatağıma gelmek için bir gün yalvaracaksın hayatım.” Odadan çıkmak üzereyken çalan cep telefonu ile geri dönerek az önce kalktığı masaya doğru ilerledi. Arayan özel ajan Sophia Campbell’di. John’un kriminalden gelen güzel bir haber duymak için açtığı telefon karşısındaki kadının ağlamaklı sesini duyduğu an yerini korkuya bıraktı.
“Sophia bana sakın bir kadının daha öldürüldüğünü söyleme!” John öfkeyle göğsünün üzerindeki askıyı çekiştirdi.
“Hemen buraya gelmen lazım John. New York Halk kütüphanesine.”
“Kütüphane mi?” John konuşmaya devam ederken çalışma masasının çekmecesini açıp silahını eline aldı.
“Evet çabuk ol lütfen basın neredeyse damlar.”
“Tamam şimdi çıkıyorum Ray’i de alıp yirmi dakika içinde orada oluruz.”
“Ray burada John. Ben gerçekten nasıl diyeceğimi bilmiyorum.” John çok nadir hissettiği bir korku dalgasının tüm bedenini kapladığını hissettiğinde Sophia bir hıçkırık sonrası derin bir nefes verip devam etti. “Ray öldü John. Tanrım o öldü!”
John telefon kulağından yere düşerken önündeki masaya zorlukla tutundu. Yerdeki telefondan gelen Sophia’nın sesini artık duymuyordu tek duyduğu dün Mary’nin söylediği o cümleydi.
Hey John kocamı bana geri getir, biliyorsun üç gün sonra baba olacak!

<><><><><><>

Emily 41. Caddedeki New York Times gazete binasının az ilerisine geldiğinde bisikleti durduran çocuğa öfkeyle seslendi.
“Hey! Hey sen ne yaptığını sanıyorsun. Neden durdun.”
“Trafiği kapatmışlar Bayan. Bu bisikletle uçmamı beklemiyorsunuz herhalde.”
“Lanet olsun. Lanet Lanet.” Eteklerini toplayarak tuhaf araçtan hızla inip söylenerek son sürat ilerlemeye başladı. “On dakika için beş yüz dolar verdiğime inanamıyorum.” diye haykırdığında gazete binasının önündeki kaldırımdan son sürat koşmaktaydı.
Gazetenin önünde sigara içen iki muhabir önlerinden yıldırım hızıyla geçen tuhaf görünümlü kadını takip etmek için kafalarını -sert vurulan bir topu izler gibi- hızla sağdan sola doğru çevirmişlerdi.
Kısa süreli bir şok yaşayan adamlardan zayıf olanı hızla diğerine döndü. “Hey! Bu az önce televizyondaki şu yazar kadın değil miydi?”
“Ta kendisi koş.” Sarışın olan ağzındaki sigarayı yere fırlatarak duvarda duran makinesini kapıp arkadaşının peşinden fırladı.
Emily göğüs kafesinin ağrımasına aldırmadan kesintisiz olarak koşmaya devam etti. İyi ki az önce eteklerini de bacaklarının çoğunu ortaya çıkaracak şekilde yukarıya toplamayı akıl etmişti çünkü bu hızını iyice arttırmıştı. Bryant Park’ın bitimine yaklaştığı sırada arkasından gelen seslere bakmak için döndü.
“Evet şef televizyondaki kadın. Merak etme takipteyiz. Şu prim işini unutmazsın değil mi?” Telefonla konuşan adamın yanında koşmaya devam eden yüzünün yerinde kocaman bir kamera olan diğer adamı fark ettiği an başını hızla öne çevirdi.
“Aman Tanrım! Lanet olası gazeteciler. İşte bu harika!”
New York Halk Kütüphane’sinin devasa duvarlarının dibindeki kaldırım da ilerlemeye devam ederken kendine çok az kaldığını hatırlattı. Sadece şu köşeyi dönmesi ve kütüphaneyi geçip ilk sağa girmesi gerekecekti. Caddenin köşesine yaklaşık yirmi adım kaldığında Emily bacaklarında kalan son gücü de kullandı. Köşeyi hızla durup tüm ihtişamı ile kendisini gösteren binanın önüne çıktı. İşte Emily o zaman caddenin neden trafiğe kapatıldığını anladı. Etraftaki ondan fazla FBI aracı tüm binayı abluka altına almıştı.
“Demek ki bu gece hayatı rayından çıkmış tek kişi ben değilim.” Az önce döndüğü köşeden gelen ayak seslerini duyduğu an arkasını dönüp kameraya bir kez daha yakalandı.
John New York Halk Kütüphanesi’nin önünde ancak öndeki araca vurarak durabilmişti. Aracın kapısını hızla açıp çılgın gibi merdivenlere doğru koşmaya başladı.

Kütüphanenin merdivenlerinin iki başında bulunan Sabır ve Metanet isimli iki aslan heykelinin hizasına geldiği an da ilk basamağa adımını atmak için ayağını uzatmıştı ki sol omzundan sert bir darbe yedi. Ardından gömleğini çekiştiren bir tül yumağı gömleğinin sol omzunu yırtarak ona takılı olan askıyı da beraberinde çekiştirdi.
John gözüne çarpan pantolon askısının metal ucu ile acıyla haykırdı. “Lanet olsun!”

Emily neye takılıp düştüğünü bilmiyordu ama bu kesinlikle bir kaya kadar sertti. Genç kadın elinde tuttuğu ve ne olduğunu bilmediği kumaş parçası ile boylu boyunca ilk merdivene yuvarlanırken inledi. “Ah! Lanet olsun!”
Sarışın kameraman yanındaki arkadaşının omzuna tam da bu anda sıkı bir yumruk indirdi. “Köşeyi döndük ahbap!”

İşte bazen hiç inanmadığınız "AŞK" yüzünüze bir tokat gibi çarpar bazen de çok sağlam bastığınızı sandığınız ayağınızı tek hamleyle kaydırırdı!

<><><><><><>
1.Bölüm özel sorusu: John Parker’in sevimli köpeğinin ismi nedir acaba?
Lusy? Candy? Yok yok neydi?
Cevap vermek ve 200 kelimelik özel bölüm için "Aslıhan Yılmaz'la Dükümsü Romanlar" facebook sayfasını kullanabilirsiniz
<><><><><><>

#aşkçarpargönülkayar #emilyhebert #johnparker #aşk #dükümsüromanlar

18 Temmuz 2014 Cuma

AŞK ÇARPAR GÖNÜL KAYAR -Yeni Romantik Komedi Tanıtımı-




Adı: Aşk Çarpar Gönül Kayar
Tür: Romantik, Komedi, Aksiyon, Macera
Telif: 23 Haziran 2014 “Tüm Hakları Saklıdır”
Yazan: Aslıhan Yılmaz...

Bilgi: Hikâyenin tamamı hayal ürünü olup, gerçeklikle hiç bir alakası bulunmamaktadır.
Uyarı: Hikâye +18 yaş ve üzerine hitap etmektedir. Adli tıp ve cinsellik konularını içerir.
Yayım Tarihi: 20 Temmuz 2014 Pazar

<><><><><><><>
“Aşk Çarpar Gönül Kayar” adlı yeni hikâyemiz 20 Temmuz 2014 Pazar günü herkese açık ve etiket uygulaması yapılmadan başlayacaktır. Hikâye de bölümler öncesi alıntı yapılmayacak olup her hafta Pazar günleri 19.00’dan sonra yayımlanacaktır.

İki ana karakterimizi tanıtmadan önce bu hikâyemizde ilk kez yapılan bir şeyi deneyeceğiz. Her bölümün sonunda o bölümün içinden gelecek olan bir soru bulunacaktır. Soruya sadece “Aslihan Yilmaz’la Dükümsü Romanlar” sayfasından paylaşılan bölümün altına ve herkesin görebileceği şekilde doğru cevabı veren her hafta ilk beş kişi 200 kelimelik özel ipuçlarına da sahip olacaktır. Adaletin bozulmaması ve herkesin gönderim tarihinin net olarak görülebilmesi için özelden atılan cevaplar dikkate alınmayacaktır. Aynı şekilde Aslıhan Yılmaz’ın kendi Facebook sayfasından verilen cevaplarda dikkate alınmayacak olup sadece “Aslihan Yilmaz’la Dükümsü Romanlar” sayfası kullanılacaktır.
Bu 200 kelimelik özel bölümler sayfa üzerinden hiçbir şekilde yayımlanmayacak olup, okuyan arkadaşlarımız bunları kendi istekleri doğrultusunda paylaşma hakkına da her zaman sahip olacaklardır.
“Aşk Çarpar Gönül Kayar” sadece bir “romantik komedi” değildir. Hikâyenin içinde konuya temel oluşturan cinayetler, katil/katiller ve büyük sırlar bulunmaktadır. Hikâyeye ilgi duyan okuyucular için bu özel bölümler onları bu gizeme ve tutkulu aşka bir adım daha yaklaştıracaktır. Özel bölümler; yayımlanan normal bölüme doğru cevabın yazıldığı tarihin hemen ertesi günü bu beş kişiye ulaştırılacaktır. Bunun için yapmanız gereken Aslıhan Yılmaz’ı arkadaş olarak eklemek ya da özelden bir mail adresinizi bile ulaştırmanız yoluyla olacaktır.
Olası bir aksilik durumunda ise Pazar günleri yayımlanamayacak bir bölümün haberi bir gün önceden sayfada duyurulacaktır.
20 Temmuz 2014 tarihindeki ilk bölümde görüşmek üzere diyor ve sizi kahramanlarımızla baş başa bırakıyoruz…

&&&&&&

Ben Emily Hebert;
2013 yılında New York Times tarafından en çok satanlar listesinde son kitabımla dördüncü sıradayım. Bazıları bunun tesadüf olduğunu söylüyor. Ben bunu tesadüflere bağlamıyorum. Bu benim için mutlak başarı. Harvard Üniversitesi Gelişim Uzmanı Prof. Steven Weisz’den aldığım eğitimler sırasında tek bir şey öğrendim. Çocuklukta gelişen bütün uyumlayıcı davranışları ve süregelen pozitif uyartıları yerle bir eden tek bir silah vardır. Duygusal zekâ ile birlikte psikoloji denen olguyu yalnızca bir kelime yerle bir edebilir.
Prof. Weisz altını çizerek derki; Aşk sorgulanamayan tek suçtur.
Bende bu silahı en güzel şekilde kullanarak başta Amerikalı olmak üzere tüm kadınlara sıkıyorum. Onlara yaşadıklarını değil istediklerini hatırlatıyorum. Vuruyorum ama öldürmüyorum; ben sadece aşkı üst rafa kaldırmış kadınlara yaralarını sarma fırsatı veriyorum. Sarma ve ilişkilerini gözde geçirme. Evet, haberleri okuyorum “People” dergisi bu ayki yeni sayısında benim için “İlişkibilir” ifadesi kullanmış, bu haber sadece sabahki kahveme biraz daha krema koymama sebep oldu.
İlişkibilir! Hayır, ben ilişki değil erkekleri biliyorum, ne istediklerini ve asla ne istemeyeceklerini. Size neler vaat edebileceklerini ve asla veremeyeceklerini. Siz kadınlar eğer gerçek bir ilişki istiyorsanız ayakları üzerine sağlam basan adamlar bulun. Bırakın şu Harley Davidson marka motoru ile sizi işinize bırakacak erkek hayallerini ya da sizi bir bilardo masasına yatırıp kombine atış yapacak sevgili düşüncelerini, yakışıklı bir aktör bozuntusu ile romantik bir akşam yemeği ya da yatakta iyi olduğu söylenen şu federal kasıntıları. Böyle erkeklerin sizin hayatınızda yeri yok! Onlar vaftiz edildiklerinden beri kiliseye girmemeye yemin etmişlerdir. Uğraşmak sadece kullandığınız kırışık karşıtı kremlerin PH değerini arttırır. Bir ilişkiyi gerçek bir aşk yeminine dönüştürmek sadece sizin elinizde. Kontrolü ele alın unutmayın ki bu ilişkide beyniyle düşünebilen tek taraf siz olacaksınız! Ben Emily Hebert son kitabım “Aşk Çarpar Gönül Kayar”da da tam olarak bu düşünceleri savunuyorum.
Peki ben mi ne yapıyorum? Ben dünyanın ayakları yere basan en mükemmel erkeklerinden biriyle hayatımın tatiline çıkmak için hazırlanıyorum. Tam yedi yıldır elim boş gittiğim ailemin yanına, Kanada’ya. Hebert’ların geniş kabilesi bu hafta sonu başlayacak olan “First Nations Married Woman” etkinliğinde yakın gelecekteki müstakbel kocamla ve yaptığım harika tercihle gurur duyacaklar. Özellikle Büyükanne Kaitly, Jack’e bayılacak. Tam da onun dediği gibi “Git ve bize iş görür bir Amerikalı getir Emily!” Ah! Jack kesinlikle iş görür; ondan bahsetmedim değil mi? Hangi muhteşem özelliğinden bahsedeceğimi bilemiyorum. O bir finansal danışman, tuttuğunu koparan bir yatırım uzmanı. Dibe vurmuş şirketleri bile kısa sürede milyon dolarlık işlerle sektöre geri kazandırıyor. Yakışıklılığı ve çekiciliğini kendime saklıyorum. Ve gerçek bir romantik. Bir mum ışığında yenecek şu pahalı restoranlardan birinde akşam yemeği ayarlamaktan bahsetmiyorum, şuan elimde tuttuğum biletleri bile o aldı. Tanrım bu adam ailemle tanışmak istiyor, Kanadalı olmamasına karşın bu seneki etkinliğin benim için önemini biliyor. Şuna bir baksanıza o gerçekten harika bir iş görür ya da ben gazetelerin bahsettiği gibi harika bir ilişkibilir!
First Nations Married Woman; Alberta bölgesinde Kanada Kızılderililerinin soyundan gelen ve adını da oradan alan yaklaşık yirmi beş ailenin her yıl düzenledikleri bir şölen. Kısaca her aileye mensup evlenme çağındaki kadınların müstakbel koca adaylarını tüm Alberta halkına tanıtma fırsatı buldukları bir tören. Tıpkı Hailey’in üç sene önce Matthew’i ailemize kattığı gibi ve tabi bir de Jasmine var onun Michael’ı baştan çıkardığı o seneyi de henüz unutmadım. Kariyerime kendimi o kadar vermiştim ki o soluk benizli kızın üç yılımı verdiğim adamı elimden almaya çalıştığını fark edememiştim. Bu törenin tek şartı katıldığınız adamla ciddi bir ilişkiyi kabulleniyor olmanız. Niyetin kutsal evlilik bağı olduğu bu törene bilirsiniz işte; şu ciddi olmayan ufak kaçamaklardan biriyle katılamazsınız. Ve asla ama asla yirmi yedi yaşını kaçırmamalısınız. Tıpkı yirmi yedi sayısını anmadıkları gibi Alberta Kızılderilileri’ne göre yirmi yedi yaşına basmış ve evlenememiş bir kız tüm bölge için sonsuz uğursuzluktur.
Endişelenmeyin yirmi yedi yaşıma basmama daha üç ay var ve bu törene katılmamıza ise üç gün.
Üç kısa gün.
Herkese gerçek Emily Hebert’i göstermeme sadece üç gün var.
Söylesenize üç günde ne gibi bir aksilik çıkabilir ki?

&&&&&

Ben John Parker, birçoklarının dediği gibiyse sadece “ Jo.”
2007 yılından bu yana Federal Soruşturma Bürosu’na bağlı Kritik Olay Müdahale Bölümü’nde görev alıyorum. Evet ben FBI’ın saha ajanlarından biriyim. Federal yönetimin dediğine göre banka soygunları ve adam kaçırma vakalarındaki bu beklenmedik başarı beni iki yıl içinde uzun soluklu dosyaların yer aldığı cinayet birimine terfi ettirdi. Ray ile işte tam bu noktada tanıştık. Ray Allen bu bölümün belki de bilinen en kıdemli daimi ajanlarından. Ünlü iş adamı William Baker’in torununun kaçırıldığı dosyada yollarımız çakışmış ve bundan sonra gelen terfide de adamın bölümüne kaydırılmıştım. Ray bunun tesadüf olduğunu söylüyor. Ben ise adamın benden hoşlandığını düşünmeye başlamıştım ki sigorta şirketinde çalışan Mary kafamdaki bu kötü düşüncelerden kurtulmamı sağladı. Ray her ne kadar “Yarına sağ çıkacağımın garantisi olmayan bir işte çalışırken bu evi neden beş yıllığına sigortalamalıyım?” dese de üç hafta içinde önce evi altı ay sonra da kendini bu kadına bir ömür boyu sigortalamaya yemin etmişti.
Quantico’da aldığım eğitimlerden aklımda kalan son şey özel ajan Paul Reyes’ın akademiden ayrılmadan önce tüm yeni nesil ajanlarının kafalarına bağırarak kazımaya çalıştığı son sözleri olmuştu. “Suçlu olabilmek için akıllı olmak gerekir. Ama en akıllıları bile mutlaka arkasında bir iz bırakır. Bu sebepledir ki; dünya üzerinde sorgulamayan tek bir suç bile yoktur.” On yıl sonra ilk kez izin kullanarak balayına çıkan yaşlı kurda bakarken düşünüyordum. Belki de çivisi çıkmış bu dünyada sorgulanamayan suçlarda vardı. Gülümseyen ortağıma ve güzel eşine bakarken anlamam gerekirdi. Aşk bu dünyadaki sorgulanamayan belki de tek suçtu…
Amerika bu günlerde işlenen cinayetler ile sarsılıyor. Ray ve ben şimdi; üç yıl sonra birlikte çalıştığımız belki de en zorlu dosyayla karşı karşıyayız. Yaklaşık üç ay önce ilk cinayet vakası ile önümüze gelen dosya üzerinde yaptığımız çalışmalarda pek yol kat edemedik. Dosya cinsel istismar ve materyalli seks cinayetleri olarak geçiyor. Basın bir açıklama bekliyor, olaya CIA’de el atmak üzere. Şimdiye kadar toplamda üç ceset, yaşları otuz ile otuz beş arası üç kadın cesedi, öldürülme şekilleri aynı, ceset üzerindeki izler aynı, muhtemelen ölüm sebepleri de öyle. E-posta yok, telefon kaydı yok, tek bir görüntü yok. Bu seferki katil sanırım bir dahi olmalı ki arkasında tek bir iz bile bırakmıyor. Sorgulanamıyor…
Kadınların ortak noktaları ise hepsinin otuz yaş üstü, bekâr ve yalnız yaşıyor olmaları. Maddi durumları ülke ortalamasının üstünde olmasına karşın servetleri kısa süre içinde elden çıkarılmış, üstelik bunu kendileri yapmışlar… Banka hesapları sıfırlanmış, tüm mal varlıkları satılmış, banka ve uzman görüntülerini defalarca seyrettiğimde hep aynı ifade. Kadınlar kendi elleri ile tüm servetlerini harcarken hep mutlular. Umutsuz bir yaş ve yalnız kadınlar, kapıyı önlerine çıkabilecek her erkeğe açmaya hazır kadınlar. Katil bunu para için yapıyorsa o halde neden olay yeri her zaman evlerinin yatak odası. Katil neden özellikle cinselliğe ve kadın bedenine vurgu yapıyor?
Ben John Parker şimdi ne mi yapıyorum? Yanımda oturan aklı başka yerlerdeki ortağımı ve ona tahammül edebilen tek kadını sabahın köründe şu tüy sakallı doktora götürüyorum. Tanrım! Şu surata bir bakın, bu adamdan nasıl ebeveyn olur? Mary’nin dediğine göre doğuma tahminen üç gün kalmış. Şimdi camdan akan trafiğe kilitlenmiş bakan aile babası muhtemelen üç gün sonra başına neler geleceğini düşünüyor. Benim başıma hiçbir zaman gelmeyecek olan en güzel şeyi…
Doktorun ofisinin önündeki kaldırıma aracı çıkarırken Ray zamansız çalan telefonunu cevaplamaya girişti. Sadece yirmi saniye süren görüşmeyi sonlandırdığında ise bana bakan gözleri bir şeylerin ters gittiğini oldukça net ifade ediyordu. Dün gece yarısı işlenen dördüncü cinayetin haberi oldukça yanlış bir zamanda gelmişti. Ray arabanın tekerleği ile dövüşmeye devam ederken ben bu dosyada dibe batmak üzere olduğumuzu biliyordum. Muhtemelen dosyadan alınacaktık. Onunla göz göze geldiğimde benimle aynı şeyleri düşündüğünü saniyesinde anladım.
Tanıdığım en anlayışlı kadın arabadan inerek kocasının dudaklarına kısa bir öpücük kondurdu. “Sorun değil sevgilim, ben sana akşam kızımızın yeni resmini getireceğim.” Mutlu çift son bir öpücükle ayrılırken Mary arabayı çalıştıran bana seslendi.
“Hey John kocamı bana geri getir, biliyorsun üç gün sonra baba olacak.”
Elimi her şey yolunda dercesine camdan çıkardım. Ah Kadınlar! Her şeyi ne kadar da abartıyorlar, üstelik şu hamilelik onları daha da hassaslaştırıyor.
Üç kısa gün…
Küçük Lily’i asık suratlı babasının kollarına alması için sadece üç gün kalmıştı.
Söylesenize üç günde ne gibi bir aksilik çıkabilirdi ki?

Üç Gün...
Sadece Üç Günde…
Hayatınız Ne Kadar Değişebilir?
https://www.facebook.com/pages/Aslihan-Yilmazla-D%C3%BCk%C3%BCms%C3%BC-Romanlar/671675212864962

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 34

“Hiç kimse vazgeçilmez değildir ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir.”
                                                                                                                                       Victor HUGO
 

       BÖLÜM 34
“Ben Aptal Mıyım?”

“Buna asla müsaade etmiyorum Fernando Jose. Kızımı benden alamazsın.” Elimdeki gök mavisi boxer’ın belini ütü masasının bir ucuna sokarak gözlerimi pembe dizinin en heyecanlı sahnesinden bir an bile ayırmadan el yordamı ile bulduğum ütüyü kapıp bu küçük çamaşır parçasını gelişigüzel ütülemeye başladım.
Şimdi Fernando Jose karşısındaki kadının yüzüne konuşmak yerine arkasını dönüp odanın bir ucuna giderek duvara doğru konuşuyordu. “Onun senin gibi bir akıl hastası anne ile büyümesine asla izin vermem Rosalinda.”
Bak sen ya! Oğlum Fernando, senin o üvey annen olacak zehirli yılan Valeria yüzünden oldu her şey. Bir de hala kızı kötülemeye devam ediyorsun. Erkek cinsi işte, her millet de aynı demek! Hırsla masanın ucuna takılı çamaşırı çevirip diğer tarafını ütülemeye giriştim.
“Sen nasıl bu kadar kalpsiz bir adama dönüşüverdin?” Ah! Benim saf kızım Rosalinda, sen bilmiyor musun bu erkeklerin doğuştan kalplerinin suyu sıkılmış.
“Beni bu hale sen getirdin.” Önündeki masayı yumrukladı genç adam.
Ütünün püskürttüğü buhar ile şimdi televizyondan gelen genç kadının hıçkırıkları birbirine karışmıştı. Ben de ıslanmış gözlerimi silip başıma bir bandana gibi bağladığım tülbendin tepemdeki fiyongunu iyice sıktım ardından dirseklerimi önümdeki masaya dayayarak bu haftanın son bölümünü heyecanla izlemeye devam ettim. Fernando Jose, odayı birkaç adım da geçip genç kadına öpecek kadar yaklaştığı bu anlarda bende nefesimi tutmuştum.
“Git buradan” dedi. “Aşığının kollarına koş ve küçük kızımızı da unut!” Rosalinda’dan önce küçük bir çığlık koyuverdim.
“Fernando Jose Altamirano Del Castillo sen bile böyle yaparsan ne olacak biz kadınların bu hali!”
Harun’un salonun kapısında dikilip bana baktığını tam da o anda fark etmiştim ve bu bir yerlerden gelen yanık kokusunu.
“Ah kahretsin!” Ütüyü sevgili kocamın çamaşırında unutmuştum. Fişi prizden çekerek çıkan dumanları elimle dağıtmaya çalıştım. Ardından masaya yapışmış ortası delik kumaş parçasını kaldırarak, üzerindeki delikten karşımda durmuş gülümseyerek bana bakan kocama mahcup mahcup baktım.
Harun kahkahalar atarak yanıma geldi. Arkama geçip, başını omzuma koyarak sıkı sıkı sarıldı. Bir elini balon gibi şişmiş karnıma uzattı. “Doğuma bir aydan az kaldı hayatım kendini bu kadar yorma.”
“Kendimi yaşlanmış ve bazı bölgeleri sarkmış hissediyorum Harun.” Elimdeki boxer’i çamaşır sepetinin içine fırlattım. Çevresinde bu kadar güzel kadın varken ben bu karnım burnumda halimle kocamı nasıl elimde tutacaktım. Allah’ım yardım et!
Beni kendisine çevirerek ellerini omuzlarına koydu. “Sen hala benim beş yıl önce tanıdığım kadar güzelsin karıcığım.” Dudaklarıma küçük bir öpücük kondurup kol düğmelerini düzeltmeye girişti.
“Ece ve Efe uyanmadılar mı?” dediğinde elimi dudaklarına götürüp sessiz olmasını işaret ettim.
“Lütfen ses yapma sevgilim, uyandıklarında bana hiç iş yaptırmıyorlar.” Ardından hafif sola kaymış kravatını elimle düzeltmeye giriştim. “Bu sefer de ikiz olursa kendimi balkondan aşağı atacağım. Bu çocuklar karnımda bir iken nasıl iki oluyorlar anlamıyorum.”
Çalan kapının sesi ile kocamın benden uzaklaşmasını seyrettim, otuz saniye sonra ise hala otuz altı beden olan Canan ile salona girdiğinde çamaşır sepetini ayağımla koltuğun yan tarafına doğru kaydırmakla meşgulken bir yandan da onları seyretmeye devam ediyordum.
“Hemen çıkmalıyız çok geç kaldık Haruncuğum. Biliyorsun bu Amerika’lılar zaman konusunda oldukça titizler. Ah! Merhaba Aslıhan?”
“Merhaba” dedim en sevimli halimle. Şu Amerika’lılardan bir tane bulsan da artık cehennemin bir ucuna kadar gitsen.
Canan, çoğu çocuk oyuncakları ile dağılmış salona ve son olarak da televizyona tiksintiyle bakarak Harun’a döndü. “Pekâlâ, ben aşağıda bekliyorum.” diyerek girdiği kapıdan geri çıktı. Çıkarken bastığı naylon bir oyuncaktan en az kendisi kadar kötü bir ses çıkmıştı.
Ütü masasının arkasından çıkarak Harun’a doğru güçlükle ilerledim. Hamilelik yüzünden iyice şişen ayaklarım artık korkunç görünüyordu. Alt katta yaşayan komşularımız evde bir goril besleyip beslemediğimizi sorduklarında gülümseyerek geçiştiriyor ve tüm suçu henüz konuşamayan ikizlerimize atıyordum. “Ah! Yaramazlar oyuncakları böyle böyle yere vuruyorlar.”
Harun’un yanına gelip kollarımı boynuna doladım. “Akşam senin için mantı açacağım sevgilim.” dedim. Elimi tutup dudaklarına götürerek minik bir öpücük kondurdu. “Sanırım bu akşam erken gelemeyeceğim hayatım. Malum işler, beni bekleme bu sefer erken yat ve bebeklerimize iyi bak. Görüşürüz.”
“Harun… Har…” Kapanan kapının sesi ile çocukların odasından gelen viyaklamalarda bir olmuştu.
Beş sene önce harika bir hayatım vardı. Sadece kendimden sorumlu olan, aslında çok mutlu olup mutlu olduğunun bile farkında olmayan genç bir kızdım. Tek derdim beni gerçekten sevecek bir adam bulup mutlu bir yuva kurmaktı, en sevdiğim şey ise son üç yıldır elime bile alamadığım romanlarımı yazmak. Holdeki geniş aynanın karşısına dikilip kendime baktım. Yirmi iki kilo almıştım. Ah! Kesinlikle bir ikiz daha doğuracaktım. Önceki hamileliğimde tek kız bebek beklerken son anda ikiz olduklarını öğrenen ben bu sefer bunu doğum anında öğrenmek için, yapılması zorunlu olan ilk on haftalık testlerden sonra bir daha ultrasona girmemiştim. Hala devam eden bebek ağlamalarını duymamak için ellerimle kulaklarımı kapattım. Allah’ım ben ne yapmıştım?
Yoksa ben, ben bir aptal mıydım?
Minibüs ani bir frenle durduğunda ben de bu kötü kâbustan geçte olsa uyandım.
“Yürüsene be yürüsene.” Şoför öndeki özel aracın direksiyonunda oturan kişiye bağırıyordu. Ellerim istem dışı karnıma gittiğinde onun içine göçmüş olması ilk kez beni bu kadar mutlu etmişti. Elli kilo olmak demek bu kadar güzeldi. Ferahlamanın verdiği rahatlık ile arkama yaslandım. Bir yerlerden esen serin bir rüzgâr ensemi okşarken gözlerimi kapatarak hala bekâr, özgür ve kesinlikle hamile olmamanın keyfini çıkarmaya çalıştım. Bir dakika! Minibüste en arka koltuğun bir önünde otururken ve tüm camlar kapalı iken bu rüzgâr nereden esiyordu? Gözlerimi açarak tüm camları ve en son da arabanın tepesindeki kapağın kapalı olduğunu kontrol ettim. O zaman bu enseme vuran serinlik?
“Püf püfffff”
Arkamı döndüğümde koltukta arsızca oturan bir adamın az önce enseme üflediği nefesi yüzüne bırakmasını hayretle izledim. Adam gülerek göz kıptığında ise tüm bedenim öfke ile gerildi. Çantamı benden hiç beklemediği bir şekilde çapraz olarak suratına yerleştirdiğimde başını hızla cama çarptıktan sonra kollarının arasında ablukaya aldı.
“Seni Fernando Jose kılıklı seni. Adi pis sapık. Yirmi iki kilo yükleyici tek hücreli canlı. Kamçılı hayvan seni.”
“Ablacım ne yapıyorsun?” Şoför yolun ortasında aracı durdurmuş, arkasını dönerek benim en arka koltuktaki adamı pataklamamı seyrediyordu.
“Aç şu kapıyı” diyerek ona da çemkirdim ve saniyesinde açılan kapıdan atlayarak işlek cadde de deli gibi koşmaya başladım. Koşarken yanından geçtiğim insanların tuhaf bakışlarını görmezden gelerek bir süre daha süratle koştum. Sonra geriye dönüp az önce önünden geçip tutturamadığım pastaneden bozma cafenin kapısından içeriye kendimi attım.
Ortadaki masalardan birinde oturan yüzü oldukça tanıdık bir kız elini kaldırarak bana seslendi. “Aslıhaaan?”
Girişte o hızla ilerlerken birden olduğum yerde donup kaldım. Ellerimle ağzımı kapatırken hala gördüğüm bu iğrenç manzaranın bir kamera şakasından ibaret olup olmadığını idrak etmeye çalışıyordum.
“E-Eda bu sen misin?”
“Evet Kankahan nasıl olmuş saçlarım?” Eda beline kadar uzanan platin renk saçları ile karşımdaki masada otururken safça gülümsüyordu. O elinden hiç düşürmediği sigarasının külünü önündeki tablaya dökerken ben karşısındaki hasır sandalyeye kendimi zor atmıştım.
“Eda sen kendine ne yaptın?” dedim bir solukta.
Küçük bir kahkaha attı. “Serkan böyle seviyor.”
Serkan mı? Serkan da kimdi? Henüz tanımıyordum ama bana kalırsa kesinlikle hem zevksiz hem de gerizekalının önde gideniydi. O güzelim kahverengi dalgalı saçları böyle düzleştirip iğrenç bir renge boyamasını isteyen hangi erkekte bir tutam akıl bulunabilirdi ki. Tabi bunu yapan karşımdaki aşk sarhoşu kızda da akıldan eser olmadığı gözler önündeydi.
“Eee ne düşünüyorsun?”
“Doğrusunu istersen hangi gazino da sahne alıyorsun onu düşünüyordum.”
“Çok komik. Onu bırak da sen bana ne danışacaktın?” Gözlerimi hala karşımdaki saçlardan alamasam da sorusunu elimle geçiştirdim. “Boşver ben hallettim.”
Bir sarışını alt etmek için başka bir sarışından yardım almayacaktım üstelik minibüste yattığım istiare geleceğimi de gözler önüne sermişti. Tatilimin ilk günü berbat başlamıştı, evimizin satılacağını öğrenmiş, ardından taptığım o kahverengi saçları bir yaz aşkına kurban etmiş en kötüsü de bu intikam planını tek başına yazacağımı fark etmiştim…

--Ertesi gün---(Tatilin 2.günü)

“Şimdi söyle bakalım senin içinde neler var?”
Yerde bağdaş kurmuş, önümde duran -annemin geleneksel dip köşe temizliği dolayısıyla çekyatın altından çıkardığı- içi hınca hınç dolu olan battal boy hurcun dile gelerek bana bir cevap vermesini bekliyordum. Sırlarını paylaşmamaya yeminli bu kalın bohçanın fermuarını usulca açtım. Dişlerin birbirinden koparak ayrı ayrı yollara gittiği şu dakikalarda heyecanım da tavan yapmıştı. Nasıl yapmasın içindekiler benim gün görmemiş çeyizlerimdi yahu(!)
Fermuarın sonuna ulaştığımda, ahşap bir sandığın ağır kapağını açar gibi oldukça yavaş hareketlerle kalın bez kapağı arka tarafa bıraktım ve en üstteki paketi saf bir merakla elime alıp üzerinde yazanları okumaya başladım. “Miracle Blade Knives” Aaa! Bunu hatırlıyordum, dedem bu kocaman bıçak setini eve getirdiğinde anneannem bizimkiler de körelmişti diyerek üzerine konmayı düşünmüş lakin dedem otoriter bir sesle “Bu kızın çeyizine” demişti ve bu hareketi ile aslında evin tam otomatik hanımının bütün ümitlerini köreltmişti. Bence bunun için bir süre o hiç sevmediği sahanda yumurta tarzı acımasız işkencelere direnecekti. Canım dedeciğim ya!
Paketi yavaşça halının üzerine koyup çeyizim de bulunan bir sonraki ganimete doğru yol aldım. Hurcun dibindeki yine hiç açılmamış bir başka pakete uzandım. Büyükçe paketin ön yüzünü çevirmeden kucağıma koyup, küçük tahminlerime başladım. Kesin “çift kişilik” bir nevresim takımıydı şöyle tam çeyizlik güllü dallı olan modeller vardır ya hani, o gül dal modellerine de hastayımdır ayrıca. Herkes de benzer model. Tabi aşk dolu bir yatağa da ancak gül deseni yaraşır değil mi? Ne yazık ki bilinçaltımıza gizli mesajlarla gönderilmiş bu “genel kabul görmüş çeyiz standartları” simli güpür yatak örtülerinin altına işte bunları sermemizi şart koşar. Oradaki çok âşık yeni gelin mantığı bence şudur; seninle şu yatakta değil sanki cennettin ortasındaki bir gül bahçesinde yatıyorum. Ah, Romeo, Romeo! Sende duyuyor musun güllerin kokusunu? Neden Romeo’sun sen?
Peki, bir düşünelim(!) İlk günkü sihir kaçınca ne sereceğiz? Aslında ters serersek güller böyle boyunlarını bükmüş durduklarında uygun resim oluşturabilirler. Şayet ben bu süreç için kendi tasarladığım bir uçta devekuşu “Road Runner” bir uçta kurnaz “Tilki” desenini hepinize tavsiye ederim. Kaçan kovalanır mantığı şu aşamada gül bahçelerinden daha gerçekçi geliyor değil mi kulağınıza. Bu arada güpür demişken kardeşim şu her çeyizde bulunan ama çoğu zaman hiç serilmeyen dantelâlar falan nedir artık ya? Masaya dantel, televizyonun üstüne dantel ama ucu sarkacak böyle hangi kanalı izliyoruz göremeyelim diye, koltukların kolluklarına dantel, orta sehpaya dantel, yan sehpaya dantel, ya bardakaltına bile koyuyorlar bir dantel. Tövbe Yarabbi! Al bir tane de kafama ser!
Ve en sevdiğim bölüm ise iç çamaşırları. Sessiz bir alkış tutup kapıya doğru kaçamak bir bakış attım. Bu bölümde mutlaka yakın bir aile büyüğünüz tarafından hediye edilmiş bir don, gecelik, iç çamaşırı takımı vardır. Burun kıvırarak “Ay anne ben bunları asla giymem.” deyip elindekini tiksintiyle en uzak yere fırlatan ve oda da tek kalınca ilk iş aynada üste tutulan tekstil ürünlerinin yer aldığı kısımdır. Tabi bunları yapanları hep duyuyoruz. Biz mi? Yok canım. Git işine.
Yaptığım milyonlarca tahminden sonra arsızca paketin ön yüzünü çevirip baktım. Çevirmez olaydım! Şuan kafama takacak bir dantele bile razıydım.
“Profesyonel Kasap Seti” Bu-bu ne ya! Bıçaktan başka bir şey yok mu burada? Elimdekini odanın bir köşesine fırlatarak adeta hurcun içine gömüldüm. Şimdi elime gelenin üzerinde yazan ise tam olarak şuydu. “Dekoratif meyve bıçağı seti kabak oyucu hediyeli.”
Allah’ım bu nasıl bir çeyiz ve daha önemlisi benim nasıl bir ailem var? Bir hafta izine çıkmış bir aile bireyi olaraktan, onları ihmal ettiğinin vicdan azabı ile yanan ben acımasız gerçekle çiçeği burnunda tatilimin ilk gününde karşı karşıya gelmiştim.
Ay yoksa bunlar beni komşu kasabın oğluna mı vermeyi düşünüyorlar? Eğer öyleyse şu kabak oyucu ile önce o çocuğun bak-şaşır gözlerini oyar, sonra da gelir bu profesyonel setle kendimi doğrarım. Ya da bu kötü espriyi gerçekleştirmek yerine bohçamı da alıp kaçarım. Etraftaki tüm bıçaklara göz ucuyla sert bir bakış attım. Bir çocuk azarlar gibi, elimin işaret parmağını sallayarak “Kaçarken hiç birinizi de yanıma almayacağım.” dedim.
“Hay Allah’ım sabır ver bana. Dağıtmasana onları kızım daha yeni yerleştirdim.” Annem küçük oturma odasından içeri girdiğinde eğilip -duvar kenarına az önce gönderdiğim- kasap setini yerden alarak yanıma geldi. “Çocuk gibisin valla, iki dakika bir şeyi ortada bırakmaya gelmiyor.”
Öfkeyle üzerinde oturduğum halıyı yumrukladım. “Anne niye benim çeyizim de sadece ve sadece bıçak var acaba?”
Annem yanımda duran paketleri de elindeki ile birlikte hurcun içine koyarken “Sen hele bir koca bul da kızım ben sana çeyizin alasını döşerim.” dedi. Elini hava da kat kat yükselterek sallaması bana uzun bir zaman dilimini gösteriyor gibi gelmişti.
Bıçakların boşa gitmeyeceği kesindi fakat hangi iş için kullanılacağı işte bence bu tam olarak üç bilinmeyenli bir denklem gibiydi.

---Ertesi gün---(Tatilin 3.günü)

Tatilimin bu üçüncü gününde uzun zamandır vakit geçirmediğim bir diğer kişi olan kardeşim Aydın’la birlikte onun müptelası olduğu bir cafe de oturuyorduk. Annemden hayır gelmeyeceğini fark eden ben bugün kardeşimin peşine takılıvermiştim. Aydın, benim gibi İstanbul’a yakın bir şehirde kendi seçtiği bir bölümünde okumuştu. Ne tuhaf kendi dertlerimle boğuşurken onun ne ara okulu bitirip de koca bir adam olduğunu fark edememiştim. Şimdi İstanbul’da bir yabancı dil kursuna gidiyor ve sanırım kursun sonrasında da vaktini buralar da geçiriyordu.
Elindeki tuhaf şeyi bana doğru uzatarak “Hadi sen de bir dene.” dedi. Genelde bu tarz kötü alışkanlıklar büyük kardeşler tarafından küçük olana öğretilirdi fakat sigara bile içmeyen ben şu elinde tuttuğu korkunç şeye yüzümü ekşiterek bakıyordum.
“Yok istemem içemem ben.” Elimdeki meyveli soda ile gayet iyiydim.
“Sen bilirsin.” diyerek tuttuğu çubuğu ağzına götürdü. İçtiği şu şeyden burnuma gelen elma kokusu içimi gıdıklamıştı. Aslında biraz rahatlatıcı şeylere ihtiyacım vardı. Özellikle bu hastalıktan sonra daha bir gergindim, çenem dişlerimi sıkmaktan artık iyice acıyor, sabahları ise ellerim yumruk şeklinde ve uyumuş olarak kalkıyordum.
“Tamam ver bende içeceğim.” dedim. “O” şeklinde açtığı ağzından dairesel dumanlar çıkardıktan sonra elindeki sopayı bana doğru uzattı.
“Bunun adı marpuç.” dedi uzun hortumu gösterirken ve ucuna küçük bir ağızlık takarken de işaret ederek ekledi. “Bu da sipsi ve komple hepsine de nargile diyoruz ablacığım.”
“O kadarını biliyoruz.” dedim omzumu silkerek. Oturduğumuz cafenin adında bile “Nargile Cafe “ ibaresi geçiyorken doğrusu bu kadarını bilmemek oldukça ayıp olurdu.
“Dikkat et ilk içişte böyle ayaklarından başlayan bir karıncalanma hissedersin, ardından yükseldiğini.”
Çocuğa mı anlatıyorsun diyen bir ifade ile tek kaşımı havaya kaldırdım. “Bana bir şey olmaz.”
Bilmediğim şeyler konusunda ahkâm kesmek gibi bir huyum yoktu aslında ama benden beş yaş küçük kardeşimin önünde de kendimi hiçbir şeyden haberi olmayan asosyal bir abla konumuna düşüremezdim. Ben neler atlatmış insanım iki nargile mi fokurdatamayacaktım. Peh! Omuzlarımı dikleştirerek derin bir nefes çektim. Sonra bir tane daha ve Aydın yüzüme dehşetle bakarken bol dumanlı iki nefes daha çekip verdim. Ardından ani bir şey oldu. Biri oturduğum koltuğu alıp sanki tavana çaktı ve ben cafenin tavanından bakarak aşağı da oturan Aydın’a el sallamaya başladım.
“Abla iyi misin?”
“İyiyim.” Hala el sallamaya devam ediyordum.
“Hey, Bak bana ben buradayım yerde değil. Tam karşında.” Başımı hafifçe sağa sola sallayınca, koltuğun da karşımdaki Aydın’ın da hala aynı yerinde olduklarını fark ettim.
“Tanrım bu müthişti. Bana da ayrı bir tane söyle.”
Aydın yüzüme tuhaf tuhaf baktı.“Abla emin misin?” dediğinde gayet emindim.
Ben hayatıma girecek ve çıkacak olan her insanı ve her nesneyi önceden hissederdim. Gittiğim bir iş görüşmesinde ayak bastığım ilk anda oraya alınıp alınmayacağımı, tanıdığım her erkeğin hayatıma girip girmeyeceğini ve hangi insanın benim gerçek dostum olup olmayacağını bildiğim gibi. Hiç birinde yanılmamıştım.
Tıpkı bugün elimde tuttuğum bu şeyle de dostluğumun uzun yıllar devam edeceğine emin olduğum gibi.

---Ertesi gün---(Tatilin 4.günü)

Harun üç gün sonra nihayet gün yüzüne çıkmıştı. Bu sürede hala bir plan geliştiremeyen ben artık bu konuda kafa yormaktan da vazgeçmiştim. Bu aşk hikâyesinde de diğerlerinde olduğu gibi doğaçlama yapacaktım. Sokağın başına çıkıp beni bekleyen araca bindim.
“Geciktim mi?” dedim arabaya bindiğim ilk dakika da.
“Hayır, tam vaktinde.” diyerek bana doğru yaklaştığında çaresizce yanaklarımı uzattım. Aracı park ettiği kaldırım kenarından çıkarırken çapkınca gülümsedi.
“Nereye gidiyoruz?” dedim kollarımı kucağımda dizlerime doğru gererek.
“Sürpriz, seni bir kadınla tanıştıracağım.” Yine mi kadın ya yine mi?
“Canan gibi bir kadın mı?” Şimdi kollarımı göğsümde kavuşturmuştum.
“Canan’dan hoşlanmıyorsun değil mi?” Niye gülüyordu bu.
“Pek bayıldığım söylenemez. Hem ayrıca kim olduğunu bile bilmiyorum.” Bizim evin önünden geçerken elimle yüzümü kapattım. Sanki annem işi gücü bırakmış tüm gün balkonda oturup gelip geçen arabaların içinde kızını arıyormuş gibi!
“Hiç sormadın ki?”dedi. Doğru hiç sormamıştım. Onunla tanıştığım gün acil bir işim çıktığını söyleyerek Bostancı’daki mekândan çıkmış, Harun’a da üç gün boyunca bu konu ile ilgili tek bir soru sormamıştım. Belki de şimdi sormalıydım. Ona doğru dönüp ağzımı açtığım sırada benden önce davranarak cevapladı.
“Canan, Vural ile benim üniversiteden arkadaşım. Anadolu Yakası’na geçtiğim zamanlarda hep onda kalırız.”
Demek hepsi buydu.
“Sadece arkadaşız.” diyerek kesin bir dille cümlesini tamamladı. Cevap vermek yerine bir süre camdan yoldaki insanları inceledim. Arabadaki bu sessizlik yaklaşık on dakika sonra Harun’un aracı caddenin kenarına park etmesi ile son buldu.
“Geldik.” Arabayı durdurup kemerini çözerek araçtan aşağı indi ve ben daha kapıya dokumadan benim tarafıma geçip kapıyı hızlıca açtı. “İşte burası.” Eliyle gösterdiği eve baktığımda şaşkındım. Demek Canan cadalozu burada oturuyordu. Bayağı iyi kazanıyor olmalıydı yoksa Bağdat Caddesi’ne bu kadar yakın dubleks ve müstakil bir evde oturmak her yiğidin harcı olmazdı.
Harika çiçeklerle süslü bir bahçeden geçip kapıya ulaştığımızda Harun bir elini belime dolayarak kulağıma eğildi. “Bol şans.” dediğinde yüzünde oldukça muzip bir ifade vardı.
Kapıyı Canan’ın açmasını beklerken onun yerine orta yaşlı ve güleç yüzlü bir kadın açtı. Bize bir süre sevgi dolu gözlerle bakan kadın “Hoş geldiniz kızım.” dedi ve hemen ardından eliyle içeri geçmemizi işaret etti.
Eşikten bir adım atıp ayakkabılarıma uzanmıştım ki; “Lütfen çıkarmayın” diye diretti. Harun’a baktığımda başıyla onay verdiğini gördüm ve çaresizce doğrulup bizim salonun beş katı büyüklüğünde bir salona geçiş yaptım. Pahalı halının üzerinde ilerlerken aynı şeyi bizim evde yapsam annem ağzıma bir tane patlatırdı muhtemelen diye düşünüyordum. Her yer değişik antikalar ve pahalı olduğu ilk dakikada anlaşılan tablolarda süslüydü.
Odanın ortasına vardığım da arkamı dönüp, bir Harun’a bir bana bakan kadına dikkat kesildim. “Tekrar hoş geldiniz kızım. Ben Harun’un annesi Saadet.” Az önce son baktığım dev tabloyu biri alıp kafama vurmuş gibi hissediyordum ya da şu kapının orada duran kanatlı at heykelini.
“Be-ben de şey Aslıhan Harun Bey’in bir arkadaşı.” Uzak çok uzak bir arkadaşı teyze (!) “Ben de çok memnun oldum efendim.” diyerek kibarlığı da elden bırakmadım.
“Lütfen siz şöyle buyurun, ben şimdi geliyorum. Harun geç sende hayatım.” Harun annesinin omzundaki elini çekip kadının gözden kaybolmasının ardından bana sanki koca koltuğu görmemişim gibi işaret etti.
“Sen bana sormadan beni buraya nasıl getirirsin?” Artık Bey Mey sözlükten kalkmıştı ki kalkması için bence de artık en uygun zamandı.
“Söylesem gelir miydin?”
“Tabi ki hayır!” dedim bir çırpıda.
Rahat bir koltuğa kendini bırakırken cevapladı. “Bak gördün mü ben doğru olanı yapmışım.”
“Ukala” Öfkeyle ayağımı milyarlık halıya geçirdim.
Koltuğun ahşap koluna dirseğini dayarken söylendi. “İnatçı keçi.”
Saadet Hanım aynı içten gülümseme ile bir dakika sonra salona geri döndüğünde kadının bu gülümsemeyi içerde de sürdürdüğüne emindim.
“Ah! Oturun lütfen. Ayakta kalmayın.” dediğinde oturmaya mahkûm olmuştum. Daha önce hiç bu aşamaya gelmemiştim. Hiçbir erkek arkadaşımın annesi ile tanışmamıştım ve şuan karşı koltukta pis pis sırıtan emir torbası da zaten benim erkek arkadaşım olamazdı. Şahsına münhasır kişilik arkadaş olmak için epey ileri bir yaştaydı. Ukala dedim içimden başladığım hakarete geri dönerek.
Kadının elindeki tepside getirdiği ve şimdi bana uzattığı meyve sularından birini teşekkür ederek kabul ettim. Oğluna da bir tane uzatıp gelip yanıma oturduğunda ise her yanımı ateş basmaya başlamıştı.
“Harun bana sizden çok bahsetti. Teklifimi kabul ettiğinize çok sevindim.” Kadına gülümseyen yüzümü çaktırmadan diğer tarafa çevirerek yanımdaki koltukta oturan Bay Gizem’e doğru olan bir kaşımı kaldırdım. Eğer annesi burada olmasaydı şu kanaviçe işlemeli yastığın desenini yemin ederim ki suratına çıkartırdım.
Benden önce Harun söze atıldı. “Teklif eder etmez, Aslıhan hemen sizi görmek istedi anne. Soluğu burada aldık.”
Sen artık ölüsün oğlum. Bittin sen! Elimdeki bardağı kenara bırakıp boğazını nasıl keseceğimi gösteren hareketi yapmak için çılgınca bir istek duyuyordum.
“Evet efendim bende çok istedim sizi görmeyi.” Harika bir odun yetiştirmişsiniz. Sadece emir vermeyi biliyor ve biraz da saf sanırsam çünkü benim bunlara uyacağımı sanıyor.
“Eee yola ne zaman çıkıyorsunuz?” Saadet Hanım’ın sorusundan tek kelime anlamamıştım.
“Hangi yola?”
Kadın kaşlarını kaldırarak sorgulayan gözlerle oğluna baktı. “Harun?”
Harun yaslandığı koltuktan öne doğru eğilerek dirseklerini bacaklarını dayayıp ellerini çok ciddi bir şeyler söyleyecekmiş gibi dizlerinde kavuşturdu.
“İzmir’e gideceğiz ya canım. Yarın yola çıkmayı düşünüyoruz anne. Hazır Aslıhan’ın da üç gün izni varken.”
Bu kadarı da yeterdi. Bana daha bir teklifte bile bulunmadan kafasında türlü planlar yapan bu küstah adamla ben ancak şu kapının dibine kadar giderdim. O da beni hem evinden hem de hayatından sonsuza dek uğurlaması için.
Yanımdaki kadına dönerek daha fazla umutlanmaması için oldukça net bir dil kullanarak konuya girdim. “Aslında Saadet Hanım benim İzmir’e gitmek gibi bir planım….”
Odaya birbirini çekiştirerek dalan iki küçük çocuk sözümü yarıda kesti. “Çocuklar çocuklar, misafirimiz var, gürültü yapmayın. Bak dinlerler mi hiç!”
Çocuklar Harun’a doğru “Dayı dayı” diyerek koşarken bende onun elindeki bardağı zigon benzeri sehpaya bırakıp canavarların her ikisini de dizlerine oturmasını izliyordum. Serinlemek için elimdekini dudaklarıma götürdüğüm sırada Saadet Hanım bir elini dizime koyarak iç çekti. “Ah! Ah! Torun sevgisi de bir başka. En büyük kızımın ikizleri.”
Ağzımdaki bir dolu meyve suyunu canım halıya püskürttükten sonra bana gözlerini sonuna kadar açmış olan kadına dehşetle baktım. “İkizler mi dediniz?”

Kaçmalıydım; Harun’un elleri doluyken, kadın halıya yaptığım yeni deseni fark etmemiş ve ayakkabılarım da hala ayağımda iken bu evden tabana kuvvet kaçmalıydım.
Burada kalmam için hiçbir sebep yoktu. Hiçbir sebep hiçbir sebep yoktu.

Dahası; ya ben aptal mıyım?

6 Temmuz 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 33

Sol tarafında upuzun bir selvi ağacı yükselir, sağ tarafında ise mis kokulu ceviz. Girişinde yeşil renkli ve tok sesli demir bahçe kapısı karşılar sizi, uzaktan bakınca görünür turuncu ve yarısı kırık kiremitleri, dört mevsim hep mi akar bi...r çatı, yazın sıcağını ve kışın soğuğunu mütemadiyen geçiren bu ahşap pencereleriyle söylediklerine göre o Erenköy’ün ilk betonarme binalarından birisi.
Burası benim tüm hayallerimin doğum evi,
Tıpkı kendisi gibi başı dik, yüreği beton, gözü yaşlı sahipleriyle,
İşte bu küçücük cennet benim Dedemin Evi…

BÖLÜM 33
“Dedemin Evi”

En son ne zaman bu kadar iddialı bir elbise giydiğimi hatırlamıyorum. Şuan bu küçücük kabinde durmuş tabi ki geçmişime hayıflanmıyorum. Jean’ler benim dolabımın her zaman vazgeçilmezleridir ama sadece bir kadın gibi giyinmeyeli çok uzun zaman olmuş demek istiyorum.
"Nasıl? Bedeni oldu mu?" Bordo renkli perdeyi açarak mağazanın satış görevlisi olan bayana durumu kendi gözleri ile görmesi için fırsat verdim.
"Ah! Üstünüze tam oturmuş, evlenmeden önce ben de otuz altı beden giyiyordum." Kadın elini bana doğru uzatıp tam da olması gereken parmakta duran büyük taşlı yüzüğünü gözüme doğru soktu.
Evlenmeden önce! Bu da elindekinin benzeri bir taş mıydı? Muhtemelen öyleydi; peki canım yanmış mıydı? Hayır, hiç sanmıyorum. Ben yeniden doğduğum bu günde bekârlığın o altın tacını kafamda sıkı sıkı tutmakta bir süre daha kararlıydım.
"Alıyorum" dedim. Ardından perdeyi kapatıp tacıma zarar gelmeden elbiseyi çıkardım.
Bu gece benim için önemliydi, tam kırk dokuz gün sonra insan içine karışacaktım. Üstelik bu insanların bellerinde kuşakları ve ellerinde de boks eldivenleri olmayacaktı. Artık meslek sahibi genç bir kadındım ve bunu da kutlamadan da olmazdı. Gözlerim etikete kaydığında ufak çaplı bir şok geçirdim. Hayata kısa bir mola verdiğim bu sürede ne olmuştu? Ekonomi almış başını gitmiş miydi? Döviz, Türk Lirası’nı ekarte mi etmişti?
Neyse ki kredi kartımın bonusları imdadıma yetişmişti yoksa ben bir elbiseye yaklaşık üç yüz lira verecek şu kızlardan asla değildim.
31 Ekim 2011 benim için önemli bir tarihlerden biridir. Birçok şeyi idrak ettiğim ve hayatımın pusulasını kendi elime aldığım, benim için doğru olan yolu kendi irademle seçmeye başladığım günlerin startını veren bir tarihtir. Bundan sonraki doğru ve yanlışlarım sadece benim mesuliyetimdedir.
Demir kapıyı yavaşça açarak bahçeden içeri girdim. Giriş kattaki bizim dairenin, sanırım doyasıya at koşturmak ya da yan yana halay çekmek için özel olarak yapılmış uzun ve dar balkonun altındaki akşamsefalarının çoktan açmış olan çiçeklerinin mis kokusunu içime çektim. Çok severdim ben bu çiçekleri. Bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi bu bitkinin çiçekleri en sevdiğim fuşya rengindeydi. İkincisi ise onlarda benim gibi geceleri severdi. Sonbaharın bu sene geç gelmiş olması beni mutlu ediyordu. Yaz çocuğuydum ben, güneşi görmeden ve ışıl ışıl yıldızlarla dolu bir gecede hayal kurmadan yatmak beni hep üzerdi. Apartmanımıza girmeden önce bahçedeki en sevdiğim ceviz ağacının altına doğru ilerledim. Her yıl eylül ve ekim aylarında eve girmeden önce ağacın dibine düşmüş birkaç ceviz bulmak ve küçük bir kiremit parçası ile kırarak afiyetle mideye indirmek en sevdiğim şeylerden biriydi. Hatta eskiden anneanneme yakalanmadan Aydın’la “vileda” sapının da yardımı ile üçüncü katın balkonundan bahçeye ceviz düşürmek; işte bu bizim için her şeye değerdi. Eylül ve ekim ayı haricinde de boş durmazdık tabi. Dedemin şeker hastalığı sebebiyle her gün vurmak zorunda olduğu iğnelerin şırıngalarından bir iki tane yürütür ve gelip geçene balkondan su sıkardık. Mutfakta yemek yapan anneannem yüzünden su bulamamakta bizim için hiç sorun olmazdı. En son oyunlarımızdan birisini Aydın başlatmıştı. Anneannemin saksıdaki çiçeklerinin topraklarından bir parça alan kuduruk kardeşim yoldan geçen bir kadının üzerine bir avuç fırlatmıştı. Kadın başını kaldırıp apartmana doğru baktığında ise küçücük balkonda iki seksen yere yatmıştık.
“Ne yaptın gerizekalı!” dedim korkuyla yanımda yatıp ağzını tutan Aydın’a. Az önce toprak attığı kadın bizim üç ev aşağımızda oturan asık suratlı Sebahat Teyze idi.
“Bir şey olmaz” diyerek arsızca cevap verdi. Doğruydu da. Yaptığımız o kadar yaramazlığa rağmen hiç kimse bizi koruyan o evimizden içeri girmeye cesaret edemezdi. Sanki ev tüm heybeti ile gelip geçeni korkutur ve sahiplerinden başka kimseyi içeri kabul etmezdi. Kadın evin önünden söylenerek uzaklaştığında ise bir dakikadır tuttuğumuz kahkahayı patlatmıştık.
Öyle böyle değildi, çok çok güzel günlerdi diye düşünüyordum cebime ağacın dibinde bulduğum iki tane cevizi sıkıştırırken. Aynı bahçe kapısı gibi yeşil ve demir apartman kapısını anahtarımla açarak içeri girdim. Burası benim çocukluğumun ve genç kızlığımın geçtiği yerdi. Sol tarafında upuzun bir selvi ağacı yükselir, sağ tarafında ise mis kokulu ceviz. Girişinde yeşil renkli ve tok sesli demir bahçe kapısı karşılar sizi, uzaktan bakınca görünür turuncu ve yarısı kırık kiremitleri, dört mevsim hep mi akar bir çatı, yazın sıcağını ve kışın soğuğunu mütemadiyen geçiren bu ahşap pencereleriyle söylediklerine göre o Erenköy’ün ilk betonarme binalarından birisi. Burası benim tüm hayallerimin doğum evi, tıpkı kendisi gibi başı dik, yüreği beton, gözü yaşlı sahipleriyle, işte bu küçücük cennet benim dedemin eviydi. Üç katlı bir binaydı, dördüncü kata çıkan merdivenler yarıda kalmıştı, dedem elindeki parayla ancak bu kadar yaptırabilmişti ve merdivenlerin bittiği yere bir gün devam etmek ümidi ile çatıyı eklemişlerdi.
Giriş katta annem, ben ve kardeşim kalıyorduk. Ufak, çok ufak bir daireydi. Ama her odasının rengi, her penceredeki izler, mutfak ve banyoda kırık olan fayansları bile aklıma kazınmıştı. Orta katta genellikle bizim gibi dar gelirli ve çeşitli türden kiracılarımız oturuyordu. En üst kat ise dedem ve anneannemin eviydi. Apartman da değişik ve ilkel bir iletişim şeklimiz vardı. Merdivenlerin yine yeşil ve demir tırabzanına bastonu ile vuran anneannem bize yemeğin hazır olduğunu işte böyle haber verirdi. Telâşe memuru dedem ise telefon çaldığında koşa koşa gelir ve demiri yumruklardı. “Güzin telefon var. Çabuk gel, bekletme kızım.”
Giriş kattaki evimize girdiğimde ilk iş elbiseyi kutusundan çıkarıp arka odadaki tek gardolabımıza asmak olmuştu. Benim kıyafetlerim holdeki çekmeceli ve küçük gözlü dolaplarda dururdu. Kitaplarımda öyle! Dolabın çekince kendine doğru gelen tuhaf bir gözü vardı. Defalarca kırılan ve inatla çivilediğimiz bu dolabı üreten fabrika gelip görse önce elimizi sıkar sonra da bizi kesinlikle kendi bünyesindeki tamir servisine alırdı.
Evde kimsenin olmamasını fırsat bilerek rahatça giyindim. Saçlarıma gelince kısa oldukları için aynanın önünde el yordamı ile hemen basit bir şekil vermeye giriştim. Benim gibi ince telli saçlara sahip olanları mutlu etmek için geliştirilmiş şu krepe tarağını icat eden insan evladı çok yaşasın, iki dakika da işte böyle hacimli saçlara sahip olabiliyordunuz. Aynada son kez genel görüntüme baktığımda -ki bu son iki aydır aynaya ilk kez gerçekten bakışımdı- idare eder olduğuna karar verdim. Çantamı açarak nakit paramı saydım, aslında sayılamayacak kadar azdı. Kredi kartım vardı ama arka sokaktaki müdavini olduğumuz taksi durağında kredi kartının geçmediğini gayet iyi biliyordum. Alır mısın sen o kadar para verip şu elbiseyi, al kalırsın işte böyle. İlahi adaletti bu! Ne yapacağımı düşünürken -bir süredir yaptığım sporun bana göre tek iyi yanı- bir kiremide ihtiyaç duymadan tek hamlede avucumdaki iki cevizi kırdım. Cevizin derinliklerinde kalan ufak bir parçayı çıkarırken telefonum çaldı.
Telefon çalmaya devam ederken elime aldım. Cevaplamadan önce ceviz kabuklarını atacak yer aramak için evin içinde de gezinmeye devam ediyordum. Dairenin kapısı anahtarla açıldığında ise kendimi tam karşıdaki -az önce saçımı yaptığım- banyonun açık kapısından içeri attım.
“Aslıhan sen misin kızım?” Ah anne! Zamanlamalarına her zaman hayran kalmıştım.
“Evet anne benim, çıkacağım birazdan.” Banyoda etrafıma bakarken klozet elimdeki kabuklar için gözüme gayet iyi bir yok etme aracı gibi görünmüştü. Kabukları atarak sifonu hızla çektim.
“Efendim?” Sifon derin bir öğürtü ile beni bile içine alabilecek kadar gürültülü çalışırken bende telefonu susmadan önce cevaplamak zorunda kalmıştım.
“İyi akşamlar Aslıhan nasılsın?”
“Çok iyiyim Harun Bey, Siz nasılsınız?” Şu “Bey” kelimesini de aradan çıkarmayı bir türlü beceremedim.
“Eee, o ses ne?” Bu adamın kulakları da her şeyi duymaya programlanmıştı.
“Televizyon açık da, filmden geliyor.” Klozetin kapağını kapatarak üzerine oturdum, sanki böyle yaparsam daha az ses gidecek gibi hissediyordum.
“Bu akşam geleceksin değil mi?”
“Tabi, tabi geleceğim.” Tazyikli su sesi hala tüm gücüyle devam ediyordu ve Yarabbi bu elbise oturunca ne kadar da sıkıyordu.
“Sen iyi misin?”
“Çok iyiyim” derken banyodaki fayanslara avuç içimle vuruyordum. “Hadi git artık, git.” Annemin beni görmeden gitmeyeceğimi bilsem de Allah’tan umut kesilmezdi işte!
“Bana mı dedin?” diye sordu telefondaki meraklı ses.
Elimi hayır anlamında sallarken cevapladım. “Yok yok, bunlarda televizyondan geliyor.” İlk maaşımla şu sifonu yenilemezsem bana da Aslıhan demesinler! Sifon susmadan önceki son viyaklamasını yaparken ben artık klozeti tekmeliyordum. Tuhaf daha önce bu kadar uzun sürdüğünü hiç fark etmemiştim.
“Sanki su sesi geliyor?”
“Evet evet sulu bir film. Denizde geçiyor. Çok sulu. Çok.”
Karşı taraftan kısa bir kahkaha yükseldi. “Seni başından kaldırmadığına göre öyle olmalı. Adı ne?”
“Neyin?” Konuştuklarımdan bile haberim yoktu ki.
“Filmin tabi ki.”
Alnıma ufak bir şaplak attım. Hay aksi! Ben bu yalanlara başlamayı iyi beceriyordum da bitiş kısmında hep batırıyordum. Adı ne, adı. Hemen şimdi bir ad bulmalıydım. Bir sifonun son çığlığı. Yok bu olmaz. Sifonu unut! Ceviz kabuklarının son şarkısı nasıl? Bu olurdu aslında.
“Aslıhan sen gerçekten iyi misin? Yardıma ihtiyacın olmadığına emin misin?”
Herhalde bir kızın hayatında en son görünmek isteyeceği kare bir klozetin üzerinde otururken ki olmalıydı. “İyiyim şey, televizyona yaklaşıyorum bir dakika, adına bakmamışım akıl işte. Hah! Filme dalarsan böyle olur değil mi ama?”
Banyonun kapısı yavaşça açıp annemi görmemenin mutluluğu ile az önce hata yapıp çıktığım yatak odasına koşarak daldım. Aydın’ın filmlerinden bir tanesi kesinlikle işimi görürdü. DVD’lerin canına okuyarak hızla isimlerini taradım. İşte! İşte bu.
“Açık deniz.” dedim DVD ile oda da elbisenin izin verdiği kadarıyla dans etmeye çalışırken. “Ah harika bir film Harun Bey, anlatamam size süper komik. Hem komik hem sulu yani.” Saçmalıyordum. Kes sesini, kes sesini artık Aslıhan! Tamam iç ses. Emir anlaşıldı.
“Harika, bir gün izlemek isterim, bu arada seni kaçta almamı istersin?” Aslında oldukça cazip bir teklifti. Gözümün önüne kısa metrajlı bir film perdesi indi. Harun bizim evin önüne arabasıyla yaklaşıyor ve tüm ev ahali balkonlara üşüyordu, Aydın şantaj olarak bu anı fotoğraflarken annem de arkamızdan bir kova su döküyor, anneannemde dedemi “Oğlanın işi neymiş” diyerek dürtüyordu. On saniyede romantik komedi filmim kâbusa dönüşmüştü.
“Olmaz!” dedim panikle.
“Geçen sefer seni almamı istemediğinde kötü şeyler olmuştu ve ben..”
“Bu sefer sorun çıkmayacak güven bana.” Suratımla yaptığım şirin hareketlerin sesime yansıdığını düşünüyordum. Etkisine ise derinden gelen bir “Pekâlâ” duyunca emin oldum.
“Görüşürüz.” diyerek kapattım. Elime nereden aldığımı umursamadığım DVD’yi yatağa fırlatarak saçlarımı elimle son kez kabarttım ve derin bir nefes alarak odadan çıktım. Çıkmamla annemle burun buruna gelmem de bir oldu. “Nereye gidiyorsun sen kızım? Bir varsın bir yoksun.”
“Arkadaşlarımla buluşacağım anne, iki aydır bir yere çıktığım yok. Berfin’de gelecek hem.”
“Açık deniz falan diyordun demin? Duydum ben.” İnanmıyorum kapı mı dinliyordu pes!
“Evet anne bu kıyafetle şimdi gemiye binip açık denizlere doğru yol alacağım hatta bak bikinimde içimde.” Annem bakmak için eğilince yok artık diye düşündüm. “Sus bana cevap verme. Nereden buldun hem bu elbiseyi?”
“Aldım tabi ki anneciğim, bir indirim vardı ki sorma kırk lira, gerisini sen düşün artık.” Gerisini ben daha fazla sallayamayacağım yoruldum anla beni anne!
“Bir tane daha alsaydın ya benim akılsız kızım, madem o kadar uygundu.” İşte annem böyleydi, dolabımda aynı modelden uygun fiyatlı bir düzine kıyafet vardı. Sırf kimse çakmasın diye kimin yanında hangi rengini, hangi tarihte giydiğimi tutmak zorunda kalmam da bu sebepleydi. Hatta bu yüzden Aslıhan kıyafet yönetmeliği ismini verdiğim küçük bir not defteri bile edinmiştim ve bu şaka değildi!
Kapıya asılı anahtarı çantama atarken annem hala öğüt veriyordu. “Bak sakın geç kalma, deden sen gelene kadar uyumuyor ona göre, taksiyle git taksiyle gel emi güzel kızım?”
“Tamam anne, hem zaten bu elbiseyle minibüse binecek halim yok.”
-On dakika sonra-
“Ayy! Şu parayı uzatır mısınız lütfen. Bir Bostancı.” Pis pis sırıtan sakallı bir adam önündeki iki kadını ezerek elimdeki paraya uzandı. Bir an adamın eğilip elimi öpeceğini sanmıştım ki aniden havadaki elimi ondan uzaklaştırdım. Bu uzattığım paranın bir kısmının yere düşmesine sebep olmuştu. Lanet olsun ya! Lanet Lanet! Paranın yuvarlandığı tarafa doğru eğildim. Önümdeki teyzenin bavulu hareket alanımı daraltsa da elimle bavulun etrafını yokladım. Kesin şimdi eğildim saçım bozuldu. Kesin!
“Ah affedersiniz.” Kalkarken çarptığım kulaklıklı kız pekte umursamamıştı. Uzun uğraşlar sonunda parayı bulmuştum ama ter içinde de kalmıştım.
“İnecek var!” En arka sıranın en köşe koltuğunda oturan adam sanırım şaka yapmıştı ve şimdi kalabalığı yararak ilerlemeye başladığında inmek konusunda ciddi olduğuna ben bile inanmıştım. İki sırayı geçip benim arkamdaki kapıya ulaştığında ufak bir çığlık attım. Adam elbisemin arkasına basmıştı. Kahretsin, anneler ne kadar da haklıydı. Keşke kırk lira olsaydı da iki renk alsaydım. Adamın indiği yerde sanki başka minibüs yokmuş gibi bekleyen yedi-sekiz kişilik bir ordu minibüse dalınca bir an inmeyi düşünsem de şoförün sözü ile duraksadım. Yuvarlak camlı bir gözlük takmış olan şoför arkasını dönerek “Haydi ablacım ilerleyelim araba boş.” dediğinde kendimi çok zor tuttum. Neresi boş, balık istifi gibi olduk burada. Zaten bu denizkızından bozma kıyafeti de nerden aldım. Saçım da bozuldu şu halime bak, eteğim yolgeçen hanı olmuş. Hala boş diyor!
“Camı kapar mısın evladım bana dokunuyor” Başında dikildiğim sırada oturan teyze şimdi önündeki oğlanın omzunu dürtmeye başlamıştı ve bir iki uyarıdan sonra çocuk çaresizce camı kapadığında içeriye temiz hava girmesini sağlayan tek boşlukta yok olup gitmişti. Ve araba Bostancı’nın girişine vardığında daha fazla dayanamadım.
“Müsait bir yerde.” Lütfen şu dağılmış tipime müsait bir yer olsun ama! Adam beni duymamış olacaktı ki hız kesmeden yoluna devam ediyor bir yandan da yandaki minibüs ile el kol hareketi yaparak yarışıyordu. Teyzenin yanında oturan amca benim elbisemin ucuna takılan bastonunu havaya kaldırdığında ufak bir yırtılma sesi duydum.
“Yavaş ol, öldürecek misin sen bizi hergele!” diye titrek sesi ile konuşmuştu amca.
Allah’ım insan hayallerine minibüsle gider miydi? Dahası ben şimdi o kumaşı o bastondan nasıl çıkartacağım.
Son bir gayretle “İnecek var!” diye çığlığı bastım.
“Oğlum var ya bana Kazasker’de kırdın ses etmedim. İki yolcumu aldın. Ya bak bana el kol yapma, senin şimdi…” Şoför ani bir frenle cümlesini kesip arabadan diğer minibüsçü ile kavga etmek üzere atladı.
“Hayır olamaz! İnemezsin dur önce kapıyı açsana!” Şimdi arabanın içinde herkes bir şeyler konuşuyordu. İki şoförün ise birazdan kafa göz dalmaları kaçınılmazdı ve bunun üzerinden tahminler yürütülüyordu, birazdan para da toplamaya başlarlardı. Ben on senelik bu minibüs serüvenlerimden bir kitap yazsam kesin yok satardı. “Aslıhan ile minibüs maceraları.” Nasıl beceriyordum bilmiyorum ama bindiğim üç arabadan ikisinde mutlaka bir olay çıkardı. Eda bu durumun tamamen benden kaynaklandığını düşünüyordu. Arabada sesler giderek dayanılmaz hale geldiğinde herkesi susturacak güçlükte bağırdım.
“Yeter yeter, ben şimdi açarım o kapıyı.” Minibüslerde git gel öğrendiğim bir şey varsa o da direksiyonun yanındaki kırmızı botunun kapıyı açtığıydı. Yanımdaki iki bayanı zar zor geçerken artık elbisemin kuyruk kısmını pekte önemsemiyordum. Hatta şuan şu arabadan çıkmaktan başka hiçbir şeyi önemsemiyordum. Pis sakallının yanına vardığımda butona ulaşmama sadece bir adım kalmıştı.
“Eyvah bıçak çekti adam. Polis, polisi arayın evladım.” Teyze korkuyla ayağa kalkmıştı. Herkes bu iddia üzerine cama yaslanınca pis sakallı da fırsatı bilip bana yanaştı. Normal şartlarda arkamı dönüp sıkı bir diz atardım, ama şuan bu elbise buna fırsat vermiyordu. Kafa atsam da yarısı sönmüş saçımın geri kalanına yazık olacaktı. Sen çok yaşa Bora Hoca! Kendisi bana yarım bir insan olduğum dönem de koruma amaçlı kullanmak için muhteşem bir iksir vermişti. Ne demişti! Kapağı aç ve gözüne sık. El çantama uzanıp küçük şişeyi çıkardım. Alışkanlıktı işte, insan bir ay taşıyınca yanından ayıramıyordu. Korumasını açıp yavaşça dönerek hala arkamda hareketler yapan adamın suratına doğru tüm şişeyi püskürttüm. Adam acıyla feryat etti. “Seni pislik.”
Elime uzanıp şişeyi yakalamaya çalıştı, ne yazık ki ben bu sırada hala sıkmaya devam ediyordum. Şişe arabadaki herkesi hedef alarak adeta bir zehirli gaz bombardımanı yaydı. Elbisenin de canı cehenneme diyerek, hırsımı alamayıp adama iyi bir diz attım, bu hareketle tabi ki elbisenin önünde küçük bir hasar meydana gelmişti. Bu elbiseden de bu günden de artık hayır gelmezdi zaten…
Adamın şişeyi bırakan elli şimdi bacak arasına gitmişti diğeri ise hiç çekmediği yüzündeydi. Arabadaki diğer insanlar ise ağızlarını tutarak son güçleri ile camlara vuruyor, bir kısmı da akıl ederek başlarını camlardan dışarı çıkarıyorlardı. Bu arada şoförler kavgayı bırakmış minibüsün içindeki kargaşaya anlam vermeye çalışıyorlardı. Hatta gözlüklü şoför gel bir bakalım dercesine kanlı bıçaklı olduğu diğer adamın omzuna dokunmuştu. Bizim şoförle göz göze geldiğim an atılarak butona bastım. Ben ömrümde böyle güzel bir ses duymadım. Pısss! diye açılan kapıdan atlayan yanımdaki iki kadının arkasından bende dışarı çıktım. Benimde yüzüm gözüm biber gazından dolayı fazlasıyla acıyordu ama pes etmeden etrafa bakındım. Herkes kendini yola, kaldırıma atmış dövünüyordu. Irz düşmanı sapıkta sonunda arabanın merdivenlerden yalpalayarak yola atladı.
“Allah’ın cezası.” diyerek üzerime doğru yaşlı gözlerle yürümeye başladı. Elimdeki boş şişeyi kenara atarken “Bak gelme ben boks biliyorum, dağıtım kafanı gözünü.”dedim.
“Ayy! İhsan ben ölüyorum, su bul bir şey yap.” Teyze yanındaki şimdi eşi olduğunu sandığım adama tutunarak bağırıyordu. Amca’da mendili ile gözlerini silerek eşine sarılıyordu.
“Be-ben bir şey yapmadım, o, onun yüzünden oldu.” dedim panikle.
Hem suçlu hem güçlü sapık “Seni geberteceğim.” diyerek koluma yapıştığında artık günah benden gitmişti. Vücudumu gererek adamın tam olarak çenesine sıkı bir yumruk attım. Adam bir metre yuvarlanarak sırtüstü geri yuvarlandı.
Bir düzineden fazla kızgın insan önce yerde yatan adama sonra da bana ölümcül gözlerle bakarken takındığım en şirin gülümsemeyle cevapladım. “Oh be Bostancı’ya da geldik.”
“Aslıhaaan!” Bu ses, bu kükreyiş, bu kükreyişteki asalet. Olamaz(!)
Arkamı döndüğümde Harun Bey yanında ağzı beş karış açık Uygar’la birlikte dikiliyordu. Ağzından ikinci çıkan kelime ise dev cüssesine yakışmayan şekilde tam olarak fısıltı halinde çıkmıştı. “Kolun?” dedi. A aa! Doğru ya ben daha kolumu kullanabildiğimi ona söylememiştim. İyi de ben kolumu kullanabildiğimi daha kimseye söylememiştim ki.
“İlahi güç işte” dedim omuz silkerek. Ne diyebilirdim ki; ben bir aydır kolumu kırma pahasına boks yapıyorum. Anıl Bey duyunca bile beni tedavi etmekten vazgeçti mi deseydim. Ama bak kırılmadı. Al bu kol!
Şoför, yolcular ve Harun Bey arasında geçen kısa süreli tartışmayı Uygar’la birlikte uzaktan izliyordum. “Sen eli sıkılacak bir kızsın.” dedi Uygar arkasındaki duvara yaslanarak.
“Neden?” dedim az önce yanımdan geçen seyyar mısırcıdan aldığım bardak mısırı kaşıklarken.
“Bizimkiler beni yurt dışına sepetlesinler diye başımı sokmaya çalışmadığım bela yok ama ne yapsam bu konuda eline su dökemem gibime geliyor. Sahi sırrı ne bunun?”
“Akışına bırakıyorum aslında.” Plastik kaşığı havada sallarken ekledim. “Sanırım bu süreç daha çok kendiliğinden gelişiyor.” Uygar sesli bir kahkaha patlatınca ona susmasını işaret ettim. “Sus bak amcan bize kötü kötü bakıyor.”
“Bana bakmıyor ki sana bakıyor.”
“İyi işte sende iyice delirtme.” Ardından Harun Bey’in uzaktan bile delip geçen bakışlarına oldukça masum bir bakışla cevap verdim.
Kısa süre sonra problemi halleden Harun Bey yanımıza gelip kolumu tuttu. Tam olarak sol kolumu. Elimdeki mısırı kapan Uygar o kadar kaç göz işareti yapmama rağmen “Eh! Haydi, Ben içeri giriyorum siz de gelirsiniz.” diyerek beni cellâdımla baş başa bıraktı. Onun tam olarak yanımızdaki binanın kapısından girdiğini gördüğümde şansıma lanet ettim. Sen gel tam ineceğim yerin önünde dur.
“Ne güzel minibüs de tam önünden geçiyormuş.” Aklıma gelen en mantıklı cümle bu olmuştu. O ise cevap olarak bileğimi tutup salladı.
“Bu nasıl oldu? Nasıl yaptın? Sen kendine ne yaptın?”
“Hiç, sadece biraz spor, iyi geldi. Bak eskisinden sağlam.” Kolumu elinden kurtarıp saçma sapan hareketlerde havada salladım. Boşta kalan ellerini önü açık ceketinin arasından beline koyarak sabırla yüzüme doğru baktığında yutkundum.
“Hem siz neden benimle bu kadar ilgileniyorsunuz Harun Bey?” Bey kelimesini söylerken bilerek biraz uzatmıştım. Sanki bilmiyorduk neden ilgilendiğini ama isterim ki bunu kendin söyle be adam!
“Sen” birkaç saniye sustu, ardından elini yanağıma değdirdi. Tuhaf böyle kaba ellerin daha sert olması gerekirdi, oysa şimdi benim pudra süngerim kadar yumuşaktı ve tam olarak onun görev yaptığı yerlerde gezmeye devam ediyordu.
“Sen şehlasın.” dedi gözlerime kilitlenmiş olarak bakarken.
“Hayır değilim.” İnkâr etmiştim ama şehla ne demekti ya(?)
“Evet öylesin. Ama bu seni daha seksi yapıyor.”
“Be-bence içeri girmeliyiz. Biber gazından zaten yüzün gözüm yanıyor.” Kıskacından kurtulup Uygar’ın girdiği kapıya doğru ilerlerken onun başını kaldırmış Allah’tan yardım istediğine şahit olmuştum. İçeri girip bahçe katına doğru ilerledim. Kendime güvenim biraz olsun yerine gelmişti. “Seksi dedi ya s-e-k-s-i. Bana dedi, İnanmıyorum yirmi yedi yaşındayım ve ilk kez bir adam bana seksi dedi. Ah bir de şehla dedi. O neyse artık.” Ve sonu seksiye dayanan, bu şehla denilen şey her neyse kesinlikle şirin ve güzelden öte bir şeydi. Galiba sonunda bir adamın rüyalarına giriyordum. Oh! Artık gönül rahatlığıyla ölebilirdim.
*****
Şehla: Şaşı denemeyecek kadar az düzeyde göz kayıklığı.
Gözlerimi kırpıştırarak telefonun ekranına bir süre daha bakmaya devam ettim. Kesinlikle bu kelimenin ikinci bir anlamı olmalıydı. Beş dakikalık aramam sonrasında olmadığını anlayınca kendimi soğuk bir su almak için bar tarafına attım. Doğrusu hayal kırıklığıma şuan bir bardak soğuk sudan daha iyi gelebilecek hiçbir şey düşünemiyordum. Bara vardığımda genç bir kızın önündeki limonatayı görüp aslında limonatanın da içimdeki yangını keseceğine karar verdim.
“Bu gün cadılar bayramı ve ben de bir cadı kadar çirkinim daha ne bekliyorum ki? O adamın bana bakmasını mı?”
“Hangi adamın?” Kendi kendime konuştuğumu sanıyordum ki başımı kaldırdığımda yan taraftaki limonata içen kızın sorusuyla bunu duyduğu anladım.
Genç kadına başımla selam verdiğimde o da oldukça içten bir şekilde gülümsedi. “Şey öylesine bir adam işte.” Barın arkasındaki genç çocuğa seslenirken zorla da olsa yüksek tabureye çıkmıştım. “Bir limonata alabilir miyim lütfen?” Genç kadın elindeki kitabı kapatıp masaya koyduğunda sohbete devam etmek istediğine kanaat getirdim. Kitaba göz ucuyla baktığımda bunun en sevdiğim yazarlardan Ahmet Ümit’in son kitabı olduğunu gördüm. Hem güzel, hem kültürlü. İşte bu tam olarak her erkeğin âşık olacağı kadınlardan biriydi, eminim kimse ona bir cadı bebek hediye etmezdi ve o da hiç sanmam ki kimseye biber gazı ikram etmezdi. Kızın sarı kısa dalgalı saçları ve mavi ile yeşil arası tam seçemediğim renkte gözlerini hayranlıkla izledim. Yani anlayacağınız bu dünya harikası benden çok uzaktı. Tek ortak noktamız kesinlikle aynı hafta okumuş olduğumuz şu kitaptı. Kız bir film kahramanına benziyordu bense mitolojik hikâyelerden fırlamış bir cadı.
“Erkekleri çok takmayın, onların çoğu zaman söyledikleri ile yaptıkları birbirinizi tutmaz.”
Hah! Benimkinin söyledikleri bile birbirini tutmuyor güzelim. Kime anlatıyorsun sen! Adam bir şaşısın diyor bir de çok seksisin. Bu ironinin dibi.
“Haklısınız, takmıyorum zaten, ne diyor, kimi seksi buluyor, kimi seviyor, hayatında kim var o bile şu dakika itibariyle umurumda değil.”
Uygar elindeki vişne suyuna benzer şeyle koşarak yanıma geldi. Masaya bardağı bırakıp bir kolunu omzuna attı ve sonra beni o tabureden düşürebilecek son şeyi yaptı. Diğer kolunu da yanımda duran dünya güzeline sardı. Sanki kim olduğunu biliyor gibi, sanki tanışıyorlar gibi…
“Sizi bir arada gördüğüme sevindim.” dedi elini kolunu bir o tarafa, bir bu tarafa sallarken “Aslıhan bu Canan. Canan bu da Aslıhan.”
“Çok memnun oldum Aslıhan” Kızın bana uzattığı eline bir süre bakakaldım. Ya, ben az önce buna neler yumurtlamıştım.
“Bende” diyebildim zor da olsa elini sadece bir saniye sıkarken. Genç barmenin önüme bıraktığı limonata bardağı ile kendime geldim.
“İstemiyorum. Soğuk su lütfen, içinde de bolca buz olsun.” Genç oğlan iki saniye önce bıraktığı limonatayı alıp ters ters bakarak uzaklaşırken ben yanımda gülüşerek sohbet eden keyfi yerinde ikiliye baktım.
Demek o meşhur Canan sendin. Bak sen?
Ben sana gösteririm.
Seni Meg Ryan çakması seni, seni sarı çıyan seni!
*****
Aynı akşam banyodaki aynanın önünde gözlerimi pörtletmiş merakla irislerimi inceliyordum. Bu şekle sadece Johnny Depp filmlerini izlerken girerdim bir de uzun ama lanet olsun ki kıvrık olmayan kirpiklerime rimel sürerken. Gözleri geç de sizinde ağzınız rimel sürerken böyle tuhaf şekillere girer miydi? Cevap evet ise yalnız olmadığımı bilmek güzel.
Şu aynaya bakmadan makyaj yapabilme kabiliyetine sahip kızlara her zaman hayran kalmışımdır. Ben dev makyaj aynasını burnumun dibine sokup gözüme bulaştırmadan kirpiklerime rimel sürmeyi son iki senedir başarabiliyorken bunlar kalkmış üstüne bana depar atmış gözü kapalı eyeliner çekiyorlar. Birde o makyajı yapmak için kaçta kalkıyorlardı Allah aşkına lütfen biri söylesin!
Atmosferde bile beş katman varken hatun yeryüzü çekime karşı koymak istercesine o fondöteni sürmüşte sürmüş, yüzüne yedirmişte yedirmiş biraz daha devam etse suratı da kapatacakmış ki kendince yeterli bularak dudakları üzerinde çalışmaya geçmiş.
Yahu Jennifer Lopez'im o çivi topuklarınla bastığın kaldırımlara bile belediye o kadar asfalt dökmedi be!
Dün toplu taşıma da bir tanesi ile yan yana geldim, kız yetinmemiş birde yüzüne gözüne sim serpmiş. Ya ablacım bir git evine uyu! O morluklarına en şifalı ilaç bu...
Annem elinde havlularla banyo kapısından girince sağ gözümü sabit tutup sol gözümü ısrarla çevirme girişimimden vazgeçtim.
"Bak bu beyaz havlu senin Aslıhan" dedi yirmi yıldır benim olan ortadaki askıya asarken. Aslında kadın da haklıydı geçenlerde üzerinde ayak resmi olanı suratımla buluşturmuşluğum vardı tamam da bilinçlenmiştim artık. Ama ne yaparsam yapayım hiç bir şey anneme üç metrelik banyo havlusunu kafama sarıp; küçük, baş havlusunu da vücuduma dolarak banyodan çıktığım günü unutturamıyordu işte.
Suç bende değildi bir kere, suç bana yakası kolu belli olan bir bornoz almayan ebeveynlerimdeydi. Havlularla bu sıralar aram iyiydi de şimdi de kafayı gözlerime takmıştım. Harun'un sana çok yakışıyor dediği ve dedikten sonra kendimi aynalardan koparamadığım şu tuhaflık vardı. Hala havluları dizen anneme aynadan çaktırmadan bir bakış attım.
"Anne ben şehla mıyım?"
Annem sonunda havlulardan daha önemli bir mevzu çıkmasının mutluluğu ile arkasını döndü. Bizim ev böyleydi işte. Bazen çok pişmiş taze fasulye, bazen salonun ütüsüz perdeleri çoğu zaman da çocuklarının gereksiz problemleri onun için tüm bir günün mevzusu olabilirdi.
"O da nereden çıktı?" diyerek ciddiyetle yüzüme baktı.
"Harun öyle düşünüyor." dedim ama çokta seksi buluyor anne kısmını ise her vicdanı olan evlat gibi kendime sakladım.
"Halt etmiş o! Benim kıçımdan çıkanı benden iyi mi bilecek."
Şimdi güzel güzel konuşurken ağzını bozmanın ne âlemi vardı kadın üstelik ben bilmiyordum değil mi nereden çıktığımı(?)
İşte bu kadın benim annemdi. Babamdan hangi özelliklerimi aldım bilmem ama ben bu kara mizah yönümü kesinlikle annemden almıştım. Siz sakın adının Güzin olduğuna aldanıp bir sırrınızı vermeyin maazallah bunu komşunun gelinin beş yaşındaki obur oğlundan hiç hazırlıklı olmadığınız bir anda duyabilirdiniz!
Koca bir hamburgeri mideye indiren ufaklık "Aslıhan abla sen şaşı mısın?" diye sorduğunda şaşıdan çok şaşkındım aslında.
"Yürü git velet"
Yirmi yedi yaşında üstelik sürümü çoktan kullanımdan kalkmış bir kıza edilecek laf mıydı bu?
İstediğim kadar güncellemeleri yapsam da hiç bir çekici cihaz karşısında açılamayan “zipli” bir dosya gibiydim ben. Gideceğim yer hep belliydi. Birçoklarının masa üstünü bile çok görüp sürükledikleri kalabalık bir yerdi.
aslihan.rar
Bu dosyaya erişilemiyor.
Erişilmez olmak güzeldi diyenler sizi de bir gün beklerim. Yanıma, geri dönüşüm kutusuna...
Canan mı? O asla yanıma oturmazdı. Onun bulunduğu yer, her gün görmeden duramayanların uğrak noktası “sık kullanılanlar”dı. Oraya girebilmek her yiğidin harcı olmamakla birlikte rekabette had safhadaydı.

Ertesi gün işten bir haftalığına apar topar izin alıp öğlen olmadan ofisten çıkmıştım. Kolum kırıldığında bile iznini kullanmayan ben bu uğurda çok güzel sakat rolü oynamıştım. Patronlarım Oscar heykelciği yerine izin kâğıdı verdiklerinde hala acıyla yüzümü buruşturmaya devam ediyordum. “Çok acıyor çok.”
Binadan dışarı çıkıp vizite kâğıdını çantama tıkıştırdım. Benim o Canan denilen kızın niyetini öğrenmem şarttı. Hiçbir şey ama hiçbir şey bundan daha mühim olamazdı. Şimdi Eda’ya gitmeli, en işe yararından A,B,C planları yapmalı ve yarından tezi yok harekâta başlanmalıydı. Çalan telefonum ile tam da aklımda şekillenen ve Eda’nın da hoşuna gideceği vahşi planım yarıda kalmıştı.
“Efendim anne.”
“Aslıhan neredesin?”
“Şimdi işten çıktım anne, patronlar bana ödül olarak bir hafta izin verdiler.” Bunu söylerken kaldırımda sekerek dil çıkartıyordum.
“Sevinir misin? Üzülür müsün bilmem ama bir şey oldu.” Annem dolambaçlı anlatımları her zaman severdi.
“Ne oldu anne? Çatlatmadan söylesene.”
“Deden..”
“Ne oldu dedeme bir şey mi oldu!” Duraksadım.
“Deden evi müteahhide satıyor Aslıhan.”

İnsan elindekilerin kıymetini kaybedeceğini anlamadan idrak etmezdi. Benim için de o taş mabet her zaman öyle olmuştu. Kışın soğukta üşüdüğümüz, olukları her hafta kırılan, pencereleri macunlamaktan aşınan, çatısı çökmeye yüz tutmuş bu evden çıkmak benim en çok istediğim şeydi. Sıcak bir ev, ayrı bir oda bunları kim istemezdi ki? Dedem hepimizin ısrarlarına rağmen tüm alıcıları kovalar, ben ölmeden satmam der, anneannemin “son günlerimizi rahat geçirelim Ahmet” deyişlerine hiç aldırış etmezdi.
Bu gün bunun tek anlamı vardı. Dedem yaşlanmıştı. Aynı ev gibi o da ayakta durmakta zorlanmaktaydı.

Peki, ben şimdi bu kaldırama çökmüş neden ağlıyordum?
Dedeme mi yoksa yarım asırlık bir mabedin çöküşüne mi?