21 Temmuz 2014 Pazartesi

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 35

 
 
Okuduğunuz her kitabın arasında kanatlı küçük melekler saklıdır. Karanlıkta bile elinizdeki kitap da yazan o sihirli cümleleri okuyabiliyorsanız bu onlar sayesindedir. Melekler ışık saçar ve bu yüzden okumak insanı aydın yapar…
Bana edebiyat yapma da kendini anlat diyorlar. Ne anlatayım ki size (?) Ben de melek gibi bir kızım işte. Bir tek tam şuramdan çıkan kanatlarım eksik tepemde, onlar da yirmi yaş dişlerim gibi otuzum da çıkarlar herhalde…

BÖLÜM 35
“Melek Gibi”

Küçük seyahat çantamı toplarken içimde bir meydan muharebesi baş gösteriyordu. Bol kanlı geçeceği daha başından belli olan bir savaşın gücünü muhafaza etmeye çalışan komutanı gibiydim. İki yanım da benim daimi destekçilerim “sabır” ve “umut” vardı. Ezeli rakiplerimiz ise aşk ve korkulardı. Ben en çok sabrıma güvenirdim, nihayetinde içimde büyüttüğüm en güçlü duygu oydu. Bu yüzden gözü kara aşkın önüne dağ gibi sabrımı diktim. Fethedilecek daha çok kalp vardı ve sabır bu konu da iyi iş çıkarırdı. Korkular; onlar en sinsi savaşçılardı ama aniden çektiği kılıcının kestiği yerlerden yeniden filizlenecek kaç umutla başa çıkardı.
Annem odanın kapısından girdiğinde ben ilk kanı akıtacak ileri emrini henüz vermemiştim.
"Kızım sana bir şey söyleyeceğim." diyerek her zaman ki gibi odaya dalan annemin tedirgin yüzüne baktım. Annem en son ciddi olarak bir şey söylediğin de evimizin yıkılacağını öğrenmiştim.
"Ne oluyor anne?" Cevap vermeden önce kapıyı yavaşça kapatan annem az önce yerlere saçtığım kıyafetlerden bir kaçını alarak yatağa bıraktı.
"Teyzen boşanıyor." Sesi bir fısıltı gibi çıkmıştı ve benden iyi kötü bir tepki bekleyerek bir süre yüzüme baktı.
Şaşırmamıştım, bu geç alınmış oldukça bilinçli bir karardı. Altında daha derin mevzular yatan bir karar. Teyzem son yıllarda hayatını garanti altına almak için bir süre bu sineye çekme oyununa dayanmıştı. Fakat işleri rayına oturduğunda artık kulağına kadar gelen dedikodular onun kadınlık gururunu kırar olmuştu. Öğrendiğim kadarıyla eniştemin teyzemin de tanıdığı bir kadınla uzun süredir devam eden ilişkisi gün yüzüne çıkmıştı. Ne tuhaftı dışarıda kiminle ne yapıyorsa yapsın mantığı o kimin adını öğrendi an okkalı bir tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Bu hiç bir adamın bir kadına yaşatmaya hakkı olmayan bir acıydı. Ben bu olaya sadece bu açıdan üzüntü duydum. Benim açım kadınlık gururuydu.
Teyze olarak baktığım da ise içimde üzüntünün zerresi yoktu. Çocuklar böyleydi işte onlar asla unutmazdı.
"Günlerdir seninle enişten hakkında konuşmak istiyormuş ama bir türlü cesaret edememiş.”
"Konuşacak bir şey yok anne. Durumuna üzüldüm ama hepsi bu. Ben o kadının varlığına sadece dedemler üzülmesin diye katlanıyorum. Ondan nefret etmiyorum ama onu sevmiyorum da. Bir şey hissetmiyorum anlıyor musun?"
"Bunca yıl sonra ne konuşacaksınız zaten. Ah! Kızım kardeş işte et tırnaktan ayrılmıyor ki. O da benim ablam. Aydın'a bir şey olsa senin canın acımaz mı?"
"Senin ablan anne görüşeceksin elbet ama benim bir şeyim değil." Yarın yanıma alacağım yatağın üzerindeki çantamı yere -dolabın kenarına- bıraktım.
"Haftaya müteahhit ile görüşmeye gittiğimizde o da gelecekmiş."

Eminim gelirdi; hatta sadece bayramlar da bir misafir gibi geldiği bu ev de herkesten fazla söz hakkına sahip olmayı da iyi becerirdi.

*****
-Ertesi Sabah-

Aracın oldukça rahat deri koltuğunda otururken içim hiç rahat değildi. Dikiz aynasından arka tarafı göremediğim için yine de kısmen şanslıydım. Geleceğini adım gibi bildiğim Canan ve son anda peşimize takılan Uygar'la bu İzmir yolculuğu ilk yarım saatte işkenceye dönüşmüştü.
Haruncuğum daha hızlı git.
Haruncuğum şu kestirme yoldan git.
Haruncuğum benim karnım acıktı.

"Haruncuğum müzik açsana içimiz bayıldı burada." İçin çıksın! Yüzünü görmesem bile çenesi durmuyordu bu kızın. Yarım saattir dile getirdiği isteklerine işte bir yenisini daha eklemişti.
Bu kıza karşı tüm önyargılarımı yıkıp bu sabah dostça davranmaya çalıştığım ilk dakika da bana Harun'un önceki nişanlısından bahsetmişti.
"Düğüne bir ay kala ayrıldılar canım. Hiç beklemiyorduk. Birbirlerine de öyle yakışıyorlardı ki."
Pet şişedeki suyumdan büyük bir yudum alıp daha fazla dinlememek için kendimi arabaya attım. İki saniye sonra gelip arkamdaki koltuğa oturdu.
"Nedendir bilinmez Harun bitirdi bu ilişkiyi. Alınan bütün o eşyalar da ortada kaldı tabi. Benim evdeki buzdolabı var ya Harun'undu mesela."
Gözlerimle süper marketin kasasından Uygar'la birlikte yiyecek bir şeyler alan Harun'a baktım. Yalvarırım çabuk olun yoksa çıldıracağım!
"Ama ben neden ayrıldıklarını tahmin ediyorum."
İşte şimdi ilgimi çekmeyi başarmıştı. Bir ay(!) Hiç nişanlanmamıştım ama insanın düğününe bir ay kala ayrılması için oldukça önemli sebeplerinin olması gerektiğinin de farkındaydım.
Neyse ki bunu arkamdaki boş boğaza sormama gerek yoktu çünkü bence en fazla beş saniye kadar dayanabilirdi. Aracın canıma kolumu dayayarak saymaya başladım.
Bir, İki, Üç, Dör…
"Bence sorun Hale'nin aşamadığı tabularıydı." İşte tahminini dördüncü saniye de açıklamıştı. Bir dakika!
"Tabu mu?" Kahretsin sesli olarak sormuştum.
Bundan cesaretle öndeki koltuklara tutunarak daha da yaklaştı. "Evet, bilirsin işte şu mahalle kızı sendromları."
Attığı bir taş değil kayaydı ve bilerek kafam yerine kalbimi hedef almıştı.
Mahalle kızı.
Ben kesinlikle bir mahalle kızıydım ve bu yaşıma kadar da bundan hiç utanç duymamıştım. Hah! Şehrin dört bir yanı mahallelerden oluşuyorken neden utanç duyacaktım?

Harun kapıyı açıp direksiyon koltuğuna yerleştiğinde Canan -belli ki yalnız kaldığımız da devam etmek istediği- bu sohbeti anında kesti. Şimdi zehirli yılanın ilgisi yanına oturan Uygar’ın elindeki içi abur cubur dolu poşetlere gitmişti. Poşetin içinden çıkardığı diyet bisküvilerden birini eline alarak zehrini sokan bir piton gibi ambalajını deşmeye girişti ardından gelen hışırtı sesleri ise tekrar poşete yöneldiğini belli etmişti.
“Aslıhan sen bunu seversin bak pirinç patlaklı çikolata.”
Harun’la aramıza giren kolun uzattığı çikolata paketini istemeden de olsa aldım. Pirinç patlaklıymış. Allah’ım lütfen şu kıza bir tanecik patlatmama izin ver! Aracın camına düşen birkaç yağmur damlası bana bu dileği tam da doğru zamanda istediğimi gösterdi. Başımı koltuğun arkasına yaslayarak gözlerimi kapattım ve kendimi yolun geri kalanında beni esir alacak olan tatlı bir uykuya bıraktım. Sadece yağmur altında söylendiğinde tutacağına inandığım çocukça dileklerim var benim. Uyandığımda keşke gerçek olsa dediğim renkli rüyalarım bir de yüzünü asla göremediğim gizemli bir kahramanım. Girdiğim her kalabalıkta onun puslu yüzünü arardı gözlerim. Kendisini en çok unutulmaz Bay Darcy’e benzetirdim. Aşkın gururunu yeniden yazdıracak bir tarzı vardı şahsiyetinin. Belki o zaman bu anlamsız kalabalığın içinde benim de bir tek elimi tutan adamı görürdü gözlerim. Ya da soylu bir Bridgerton’du onu benzettiğim. Büyük ve sevgi dolu bir aileye nasıl hayır diyebilirdim(?)
Bozulan yeminlerimi sır gibi sakladım içimde; bizi beyaz bir cennetin ortasında buluşturduğunda bile. O kuzeyin sert rüzgârlarını ardında bırakıp gelmişti yanıma; saçlarım sıcak güney melteminin kokusuyla doluyken hala. Yıkılan her köprü bizi bir tatlı tuzağın ortasına attığında; sebebi olan yağmura fısıldadım küçük bir dilek daha. Gördüğüm rüya değil gerçek olsa, Adı aşk; türü sonsuza dek “historical roman” olarak kalsa…

*****
Göğü delip geçen şiddetli bir gök gürültüsü ile gözlerimi açtığım da peşi sıra ona eşlik eden tiz bir ses duyduğuma adım gibi emindim. Yatakta doğrulup ıslak cama ardından da odanın içine göz attım. İzmir yakınlarındaki bu küçük pansiyona akşam vardığımız da hala atıştırmaya devam eden yağmur anlaşılan bir kaç saat içinde deli gibi şiddetlenmişti. Odayı mavi bir ışıkla aydınlatan şimşek yan taraftaki yorganı açık bırakılmış dağınık yatağı görmemi sağladığında şimdi gecenin bir yarısı beni yataktan kaldırıp kendine doğru çeken bu sesin yanımdaki boş yatağın sahibinden geldiğine ise artık yemin edebilirdim.

Karanlıkta yatağın yanından geçip kapıya doğru ilerlerken ellerim de tuttuğum babetlerimi usulca ayağıma geçirdim. Çıkışın yanındaki küçük banyo kapısı bana odada tek olduğumu izah etmek istercesine sonuna kadar açılmıştı. Kapıdan çıkarken çakan şimşek yatağına geri dön dercesine bana son ikazını yapıyor olsa da ben içimdeki tuhaf hisle karanlık koridora çıkmıştım bile.
Tuhaf akşama doğru odamıza yerleşirken ve sonrasında yemeğe inerken gözüme oldukça az odalı bir pansiyon holü gibi gözükmüştü bu dar koridor. Oysa şimdi zifiri koridorun sonundaki yağmur damlalarıyla ıslanmış ahşap pencere bana ulaşılması zor bir vadi kadar uzak gelmişti.
"Canan?" Sesim bir fısıltı gibi çıkmış son hecesi de yeni bir gök gürültüsüne karışmıştı. Üzerimdeki beyaz geceliğin eteklerini çekiştirerek ilerlemeye başladım. Harun'un kaldığı yan odanın kapısına vardığımda bir an çalıp ondan yardım istemeyi düşündüysem de bu fikri hemen orada buruşturup çöpe attım. Şu filmlerdeki bariz salaklar gibi yatak kıyafetiyle kapıyı çalıp bir ses duydum bahanesine sığınarak soluğu adamların odasında alan budalalar gibi davranmayacaktım. Bu tarihi bir numaraydı. Bir erkeği baştan çıkarmak için yapılan en aptal kız numarasının ilkiydi. Yıl bilmem kaç idi.
"Ah!" diye ufak bir çığlık duyduğum da önünde dikildiğim kapıya arkamı döndüm. Sesin geldiği tarafa -ilerideki pencerenin solundan aşağı kata inen merdivenlere doğru devam eden- karanlık koridorun köşesine baktım.
Harun'un odasını geçip duvar kenarından yavaş adımlarla pencereye ulaştığım da Canan'ın olduğunu tahmin ettiğim kadın sesinin artık düzensiz soluklarını duyabiliyordum.
Ah! Bu aptal sarışın yoksa gök gürültüsünden korkup kendini bir odaya mı kilitlemişti. Eğer öyleyse bu bir daha ele geçmez bir fırsat olurdu. Bana bütün gün boyunca yaptıklarını burnundan fitil fitil getirmeme sadece bir kaç adım kalmıştı ki ilk kez tanıdık sesten anlaşılır bir cümle işittim.
"Ah! Sevgilim. Sevgilim benim."
Olduğum yerde donup kaldım. Bu seferki gök gürültüsünde gözümü bile kırpmamıştım. Artık karanlıkta göremesem de orada olduğunu bildiğim uzaktaki Harun'un odasının kapısına doğru yavaşça başımı çevirdim.
Hayır Aslıhan. Hayır! Onlar arkadaş. Sadece arkadaş. Şeytanın aklını çelmesine izin verme. Odana git! Odana git!
Karanlıkta çaresizce dikilirken "Bunca yıl seni fark etmediğime inanamıyorum." dedi aynı ses. Elimle çığlık atmak üzere açılan ağzımı tuttum. O kadar kuvvetli bastırmıştım ki bir süre sonra burun deliklerimi de kapatıp nefes alamadığımı fark ettim.
Bunca yıl demişti bunca yıl(!) Aklımı kaçırmak üzereydim ya da korkudan altıma kaçırıyor da olabilirdim. Bu bilinmezlikle devam edemezdim. Yatağa geri dönüp yorganı başıma çekerek huzur içinde uykuya dalamaz; ya da o odaya girdiğinde uyuyormuş gibi yapamazdım. Ertesi sabah hiç bir şey yokmuş gibi asla gülücükler saçamazdım.
İki yol vardı; Gerçeği öğrenmek için sadece iki yol…

Ya gidip Harun'un kapısını çalacaktım ya da az öte de duran sesin geldiği kapıyı açacaktım. Aklım beni terk etmiş yanımdaki pencereden atlayarak İstanbul yoluna girmişti bile. Bedenim ise aklımın bıraktığı bu boş tahtı devralarak bir kaç adım ilerlemiş, kapının yuvarlak koluna dokunduğunda ise bütün organlarım kendi hâkimiyetini çoktan ilan etmişti. Susan ağzım yerine gözlerim yapma dercesine dile gelirken benden bağımsız olan bu asi kol kapının yuvarlak kulpunu sıkıca sarmıştı. Avucumun içindeki kulpu çevirip kapıyı olağanca hızıyla açtığım da kapı arkasındaki duvara gürültüyle çarptı. Gördüğüm manzara üzerinde dikildiğim yer kabuğunu şiddetle yararak beni magmanın en sıcak katmanlarına kadar postaladı.
Canan sonuna kadar açılmış gözleriyle bana bakarken kucağında oturduğu adam yarı çıplak olmasına aldırış etmeden onu tüm hızıyla yere bıraktı. Deli gibi bir iki saniye yüzlerine baktım. Bu kapının ardında daha karanlıkta dikilirken asla unutamayacağım şeyler göreceğimi biliyordum ama bu kadarı... Bu kadarı akla hayale gelmezdi işte!
"Bunu bu-bunu nasıl yaparsınız" diye fısıldadım ardından cümleden en önemli kelimeyi çekip çıkararak haykırdım. "Nasıl!"
Evet, Ben kesinlikle yıkılamayan tabuları olan bir kızdım. Tüm ihtimalleri düşünür ve girdiğim her yola öyle çıkardım fakat aklımdan geçen tüm ihtimaller şimdi bir araya gelip toplansa karşımda duran bu olasılıksız çıplak iki gerçekle baş edemeyecek kadar ihtimal dâhilinde kalırdı.
Gözlerim açık kapıdaki manzaraya kilitlenmişken ayaklarım dengesizce bir kaç adım geriledi. Sırtıma değen duvardan tenime işleyen soğuğu hissettiğim de içimdeki yangının ne kadar büyük olduğunu da fark ettim. Ben bu hale gelmişsem Harun bu ihaneti nasıl sindirebilirdi? Bu düşünce ile geçici bir süre çalışmayan aklım tekrardan işlemeye başlamıştı.
Kapıya doğru yaklaşan hala üstü çıplak Uygar'ı gördüğüm de arkamdaki duvardan destek alarak kendimi ileri doğru attım. Uzattığı eli hızla köşeyi dönüp karanlık koridora dalan bana yetişememişti. Bu kesinlikle kötü bir günün sonunda huzursuz bir uykuya daldığım o ilk dakikalarda gördüğüm karabasanlardan biriydi. Her ne kadar bu sefer basan ben olsam da şimdi yüreğim ağzımda aynı yatakta uyandığım o gecelerdeki gibiydim. Odama doğru koşmaya devam ederken arkamı dönüp koridorun ucuna doğru göz attım. Çok şükür peşimden gelmeye kalkmamışlardı.
"Oh! Şükürler olsun."
"Sen kiminle konuşuyorsun?"
Bir çekirge edasıyla olduğum yerde sıçradım. Yüzüme yayılan panik kör karanlıkta bile görülebilirken artık karanlığa iyice alışan gözlerim onun yüzündeki korkuyla karışık merakı da anlayabileceğim ölçüde göstermeye yetmişti.
"Ne oldu? Biri bir şey mi yaptı?" Harun’un sesi merak ve korkudan öte telaşlı çıkmıştı şimdi.
Başımı sallarken evet yaptı diye düşünüyordum üstelik bir değil iki kişi yaptı. Hatta o işi bu iki kişi bir araya gelerek yaptı.
"Amca!" Harun'un yüzüne bakarak sallamaya devam ettiğim başım arkamdan gelen Uygar'ın sesi ile beton gibi kaskatı kesildi.
"Siz hepiniz ne yapıyorsunuz dışarıda?" Ah! Hayır. İşte şimdi Harun hiç açılmaması gereken bir konuya el atmıştı.
Yanımdan rüzgârını savurarak hızla geçen kişiye baktığımda Uygar yerine Canan'ın odanın yolunu tuttuğunu gördüm.
"Ben yatıyorum. Uykum yeterince bölündü zaten" Ona uykum değil yediğim halt bölündü denir.
Saçlarını düzelterek gayet rahat bir edayla odaya dalan kızı izlerken Harun bir adım sağa kayıp görüşümü kapattı. Şimdi tek görebildiğim onun derin derin nefes alıp verirken inip kalkan göğsüydü.
"Anlat" dediğinde kolunu tutup kaş göz işareti ile yalnız kalmak istediğimi ifade etmeye çabaladım. Sanırım anlamıştı çünkü elimi tutup az önce uçarcasına geçtiğim koridora aynı hızla beni geri sürükledi. Merdivenlerden o kadar hızlı iniyordu ki ona yetişmek için sondaki basamakları ikişer ikişer atlayarak alt kata yuvarlanmadan ayak basabilmeyi becermiştim. Aynı hızla alt kattaki benzer bir koridoru sonra da pansiyonun girişindeki resepsiyonu geçtik.
“Ne yapıyorsun?” dediğimde o çoktan kendisiyle birlikte beni de yağmurun altına sürüklemişti.
“Söyle hadi.” Sesi dışarıda daha bir gür çıkmıştı.
“Harun bak ben nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama lütfen söylediklerimden sonra sakin ol tamam mı?”
“Sakinim, seni dinliyorum.” Sesi kulağıma pek sakin gelmese de ıslanan yüzümü silip söze giriştim.
“Uygar ve Canan’ı gördüm. Şey birlikte yani oldukça uygunsuz bir şekilde.” Kollarını kaldırıp hızla yağan yağmura ilk teslim olan saçlarını silkeledi. “Ne var bunda?”
Bir süre onun yağmur damlaları akan yüzüne baktım. Geçirdiği ani şok sebebiyle söylediklerimi idrak edemiyor olmalıydı. “Sen demek istediğimi anlamadın bak ben…”
“Bundan bize ne? Onlar reşit ve hangi haltı yemek istiyorlarsa onu yerler!” Birkaç adım gerileyerek karşımda duran adama ağzım açık bakakaldım. Doğal karşılamıştı. Bunu gayet doğal bir şeymiş gibi karşılamıştı.
“Canan onun ablası yaşında, on üç yaştan bahsediyorum burada.” Sesimin ne kadar yükseldiğinin artık bende farkında değildim.
“Sen onlarla ilgileneceğine biraz benimle ilgilensen? Bu mesafen, bu soğuk tavırların.”
“Ben soğuk değil ölçülü davranıyorum.”
Bir kahkaha koyuverdiğinde ona bir gök gürültüsü eşlik etti. “Ah! Ölçüymüş. Sizin şu kadın tabularınız.”

Tabular mı?
Nedendir bilinmez Harun bitirdi bu ilişkiyi.
Ama ben neden ayrıldıklarını tahmin ediyorum.
Bence sorun Hale'nin aşamadığı tabularıydı.

Canan’ın daha bu sabah ballandırarak dile getirdiği bu hikâye demek boşa değildi. O biliyordu. Yıllardır tanıdığı Harun’un ve iki dakika da çözdüğü benim başından beri bir araya gelemeyeceğimizi tahmin ediyordu. Üzerimdeki gecelik artık üstüme yapışacak kadar ıslanmış olsa da soğuktan titreyen çenemi kontrol etmeye çalıştım.
“Hale ile o yüzden mi ayrıldın?” Sorum ile pansiyonun bahçesindeki taşları tekmelemeyi bıraktı. Hızla yanıma gelerek kollarımı oldukça sert tutup öfkeyle yüzüme baktı.
“Sus diyorum.” diye kükredi bir şimşek etrafımızı aydınlatırken. Yüzünde şimdi bir erkekte görebileceğim tüm azamet vardı.
“Bana emir veremezsin.” dedim canım yanmaya devam ederken hiç alttan almadan.
“Sana sus diyorum.” Beni bir ağaç gibi silkelemeye devam ederken çıldırmış gibi bağırıyordu. “Sus sus sus.”
“Hale’yi de emrivakilerinle evliliğin eşiğine kadar getirdin. Ama emin olamadın değil mi? Sana verebileceklerini hiçbir zaman kestiremedin ve sonunda onun sözüm ona tabularını yıkmak istedin.”
Kolumu bırakan eli tüm heybeti ile havaya kalkmışken bu seferki şimşek yıldırımı tam üzerimize düşürdü. Parçalanmıştık, paramparçaydık. Eli havada asılı kalmış bir heykel gibi taş kesilmişti. Gözümden akan yaşların yağmura karışmasına izin verdim.
“Sizi de bir tokat ayırdı değil mi?”
Cümle tam olarak hedefi vurmuştu. Yanılmamıştım. Harun’un eli havaya kalktığı sırada yüzünden geçen pişmanlık şu ana değil çok daha öncesine aitti. Kaskatı kesilmiş elini yumruk yaparak dudaklarına götürüp dişledi.
Dilekler dilerdi insan; çoğu zaman bir aşk için ve bazen dileklerin hiç gerçekleşmeyeceğini de yine yağmur altında öğrenebilirdi, bazı aşkların hiç yaşanmaması gerektiği için.
Pansiyondan içeri girip merdivenleri çıkarken gözyaşlarım artık hıçkırıklara dönüşmüştü. Eteğime takılıp tökezlediğim de elimle ıslak saçlarımı yüzümden çektim. Odaya girdiğim de az önce muhtemelen bizi seyreden Canan kendini gelişigüzel yatağa atmıştı.
Tek kelime etmeden dolabı açıp çantamı çıkardım. Ayağımdaki ıslak babetleri çıkarıp kenardaki ayakkabılarımı aldım. Üzerime kuru bir elbise giyerken o zevkle konuşmaya başladı. “Sana demiştim değil mi?”
Yüzüne bakmadan ıslak geceliğimi ve babetleri çantaya tıkıştırdım. Komidin de duran telefonuma uzanıp onu da çantaya attım. Etrafa kalan eşyam var mı diye bakarken yılanla göz göze geldik.
“Sende Hale gibi bana kızıyorsun ama ben sadece size yardım etmek istemiştim.”
“Yardımların için sağol.” dedim nefretle kapıya doğru ilerlerken.
“Bir teşekkür etseydin bari?”
Derin bir nefes alarak çantamı yere bıraktım. Doğru bir teşekkür etmeden gitmemeliydim. Madem oda bunu istemişti o zaman küçük bir teşekkürü çok görmemeliydim. Ona doğru yaklaşınca yatak da doğrularak dizlerinin üzerinde yükseldi. Bana bakan gözleri ışıl ışıldı. Allah’ım bu kız benden gerçekten bir teşekkür bekliyordu.
“Canancığım” dedim ondan öğrendiğim şu “cığımlı” hitaplardan en içten olanıyla.
Başıyla onayladı.
“Yardımların için çok teşekkür ederim.” Duyduğu sözle gülümsemek için kıvrılan dudak kenarları hızla suratına yediği bir Osmanlı tokadı ile ördek gibi açılmıştı. Şansı vardı ki düşmeyerek gerisin geri yatağa yapışmıştı. Yatağa çıkarak yanağını tutan yüzüne doğru eğildim.
“Güzelsin hem de çok güzelsin tatlım.” Elimle saçlarına dokunup fısıltıyla ekledim. “Ama asla bir melek değilsin.”

*****
“İçim yanar, içim kanar da isyaa….”

Annem içeri girip odanın ışığını açtığında içten kopup gelen sesli bir isyanın tam ortasındaydım. Odanın kapısının açılması ile bilgisayardaki müziği kapatmam aynı saniye de gerçekleşmişti. Neyse ki bünyem ani baskınlara alışık olduğu için kapı tarafından gelen bu atağı da tam olarak doğru zamanda bastırmayı başarmıştı. Bir hafta boyunca altıncı kez izlediğim incir reçelinden sonra bir kutu selpak mendil ile birlikte kendimi bu odaya gömmüştüm.
“Ne bu böyle bütün perdeler kapalı gündüz vakti. Ahh!” Annem ayağına takılan kolonun kablosunu tekmelemeye çalıştı. “İsyanım var anne bırak beni.”
“Başlayacağım artık isyanına. Bir haftadır bir haller. Olmadıysa olmaz kızım. Daha dur sen kaç yaşındasın?”
Yirmi sekiz tam üç bölü dört yaşındayım anne!
“Hadi kalk markete gideceğim yardım et bana.”
“Ne marketi anne ya!”
On beş dakika sonra şişmiş gözler ve beş karış surat ile annemin arkasından BİM’e giriyordum. Şu marketin girişte neden iki kapısı var acaba? Hiç dikkat ettiniz mi! Hayır biri bana mantıklı bir sebebini söylesin. Birde şu dört mevsim açık klimaları ile bir markete değil de morga girmiş hissini yaratmalarının ne âlemi var? Zaten yalnızlık yeterince soğuk değilmiş gibi.
“Türk kahvesi de alalım kahve bitmişti, bir araba alsana kızım kollarım koptu!”
“Ah! Ah! Biz değil miydik kahvenin telvesinden üç vakte kadar gelecek olan kahramanımızın adını okumaya çalışan.”
Annem bir ya sabır çekerek market arabası almak için yanımdan uzaklaştığı sırada bende derin dondurucu dolabına dayanmış üç gün önce yaptığım aptallığa yakınıyordum.
Eda’nın tüm itirazlarına rağmen onu dinlememiş ve Harun’a mesaj atmıştım.
“Aslıhan yapma bak çok pişman olacaksın.” Eda yarım saat bin bir nasihatle beni caydırmaya çalışmış sonunda da geleceğim son noktayı yüzüme vurmuştu. Pişmanlık! O pansiyondan çağırdığım taksiye binerken Harun’un yüzünde gördüğüm aynı duygu. Pişmandı işte belki o da benim gibi aynı hatayı ikinci kez yapmayanlardandı.
“Sen âşık falan değilsin. Bu sadece alışkanlık.”
Eda’nın yedi yıldır beslediği ve unutmadığı büyük aşkın yanında belki benimki sadece bir alışkanlıktı. “Sana inanamıyorum.” diyen Eda alnına vurmaya devam ederken ben o kısa mesajı hızla karaladım.
“Yüzde bir bile şansımız yok mu?”
Beklenen cevap tabi ki gelmedi ve ben tabi ki âşık değildim. Ama bu hatayı da bir kez daha yapmamak için o gün gururumu ayaklar altına güzelce sermiştim. Ve belki de ben o gün başlamıştım hayatımda ki herkesin bir gün mutlaka gidebileceğini bilerek körü körüne alışmamaya…

*****
-Bir ay sonra-

“Ne olduğuna inanamayacaksın kızım?” Artık müdavini olduğumuz bu cafe de her zamanki köşemizde beni bekleyen Eda’nın karşısına oturduğum dakika bombayı patlattım.
“Harun mu aradı?”dedi bardaktaki pipeti dişlemeye devam ederken.
“Ne Harun’u ya?”
“İyi bari artık onu unuttuğuna göre söyleyebilirim ki aynı Nuri Alço’ya benziyordu.”
“Ne!!!”
“Evet bence öyleydi.” Gelişi güzel omuz silkti.
“Ve sen bana bunu şimdi mi söylüyorsun? Sağol ya.”
“Onu bırak da şu bomba neymiş ondan haber ver.” Sabırsız kızdı Eda.
“Hazır ol söylüyorum. Müdür oldum. Ta ta ta taaam.” Kendimi bir alkış yağmuruna tuttuktan sonra heyecanla detayları vermeye başladım. “Gaye Hanım büyük bir firmadan teklif almış. Semih Bey’de onun yerine beni geçirdi ve maaşım tam dört katı arttı. Uyanda balığa çıkalım kızım dört kat diyorum.”
“Çok sevindim.”
“Bu mu sevinmiş surat. Bir şey olmuş sana. Ne oldu? Hem sen bana ne diyecektin ya. Telefonda önemli dedin. Bak kendime yeni kıyafetler almadan koştum geldim.”
“Aslıhan sana bir şey söylemem lazım.” Bu günlerde de herkes bana bir şey söylemek için yarışıyordu.
“O kadarını anladık. Söyle şekerim.” Eda hiç alışık olmadığım bir ciddiyetle yüzüme baktı. Sonra stresli olduğu zamanlarda yaptığı gibi uzanıp hemen bir sigara yaktı.
“Ne oluyor kızım söylesene!” Valla bu gün neşemi hiçbir kötü haber bozamazdı.
Bir kaç nefes çektikten sonra yavaşça söze başladı. “Aslıhan sen benim bu dünyadaki tek dostumsun biliyorsun. Ben arkadaşlığımızın bozulmasını hiç istemem ama bunu da söylemek zorundayım.”
Tuhaf tuhaf yüzüne baktım. Ne oluyoruz ya!
“Şey, bak biri seni görmek istiyormuş.”
“Aha! Taner değil mi? O mu arada seni. Stres yaptığın şeye bak kızım ya.”
“Taner değil.” Anlaşılan benim tahmin etmem gerekecekti.
“Mert mi yoksa. Of numaranı nasıl bulmuş ki?”
“Mert de değil Aslıhan.” Sigarayı bırakarak elini kısa süre önce kendi rengine boyadığı saçlarına geçirdi. Aniden yayılan bir korku dalgası bütün bedenimi kapladı. Eda’yı doğduğum günden beri tanırdım, bu kadar ciddi ve bu kadar mesafeli olduğu anların sayısı bir elin parmaklarından azdı. Sormam gereken o üç harften oluşan soruyu yavaşça dilimin ucundan çıkardım.
“Kim?”
Eda arkasına yaslanarak derin bir nefes aldı ve içindeki karın ağrısını tek seferde çıkardı. Söylediği şey ondan sonra gelen her şeyi bir hortum gibi içine çekip aldı. Bu asla binmek istemeyeceğiniz bir zaman makinesinde yapılabilecek en acı yolculuktu. Beni tam yirmi yıl önce eski bir koltuğun ucunda terk edilmiş olan melek gibi bir kız çocuğunun yanı başına ışık hızıyla oturttu.

“Baban seni görmek istiyormuş Aslıhan.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder