18 Temmuz 2014 Cuma

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 34

“Hiç kimse vazgeçilmez değildir ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir.”
                                                                                                                                       Victor HUGO
 

       BÖLÜM 34
“Ben Aptal Mıyım?”

“Buna asla müsaade etmiyorum Fernando Jose. Kızımı benden alamazsın.” Elimdeki gök mavisi boxer’ın belini ütü masasının bir ucuna sokarak gözlerimi pembe dizinin en heyecanlı sahnesinden bir an bile ayırmadan el yordamı ile bulduğum ütüyü kapıp bu küçük çamaşır parçasını gelişigüzel ütülemeye başladım.
Şimdi Fernando Jose karşısındaki kadının yüzüne konuşmak yerine arkasını dönüp odanın bir ucuna giderek duvara doğru konuşuyordu. “Onun senin gibi bir akıl hastası anne ile büyümesine asla izin vermem Rosalinda.”
Bak sen ya! Oğlum Fernando, senin o üvey annen olacak zehirli yılan Valeria yüzünden oldu her şey. Bir de hala kızı kötülemeye devam ediyorsun. Erkek cinsi işte, her millet de aynı demek! Hırsla masanın ucuna takılı çamaşırı çevirip diğer tarafını ütülemeye giriştim.
“Sen nasıl bu kadar kalpsiz bir adama dönüşüverdin?” Ah! Benim saf kızım Rosalinda, sen bilmiyor musun bu erkeklerin doğuştan kalplerinin suyu sıkılmış.
“Beni bu hale sen getirdin.” Önündeki masayı yumrukladı genç adam.
Ütünün püskürttüğü buhar ile şimdi televizyondan gelen genç kadının hıçkırıkları birbirine karışmıştı. Ben de ıslanmış gözlerimi silip başıma bir bandana gibi bağladığım tülbendin tepemdeki fiyongunu iyice sıktım ardından dirseklerimi önümdeki masaya dayayarak bu haftanın son bölümünü heyecanla izlemeye devam ettim. Fernando Jose, odayı birkaç adım da geçip genç kadına öpecek kadar yaklaştığı bu anlarda bende nefesimi tutmuştum.
“Git buradan” dedi. “Aşığının kollarına koş ve küçük kızımızı da unut!” Rosalinda’dan önce küçük bir çığlık koyuverdim.
“Fernando Jose Altamirano Del Castillo sen bile böyle yaparsan ne olacak biz kadınların bu hali!”
Harun’un salonun kapısında dikilip bana baktığını tam da o anda fark etmiştim ve bu bir yerlerden gelen yanık kokusunu.
“Ah kahretsin!” Ütüyü sevgili kocamın çamaşırında unutmuştum. Fişi prizden çekerek çıkan dumanları elimle dağıtmaya çalıştım. Ardından masaya yapışmış ortası delik kumaş parçasını kaldırarak, üzerindeki delikten karşımda durmuş gülümseyerek bana bakan kocama mahcup mahcup baktım.
Harun kahkahalar atarak yanıma geldi. Arkama geçip, başını omzuma koyarak sıkı sıkı sarıldı. Bir elini balon gibi şişmiş karnıma uzattı. “Doğuma bir aydan az kaldı hayatım kendini bu kadar yorma.”
“Kendimi yaşlanmış ve bazı bölgeleri sarkmış hissediyorum Harun.” Elimdeki boxer’i çamaşır sepetinin içine fırlattım. Çevresinde bu kadar güzel kadın varken ben bu karnım burnumda halimle kocamı nasıl elimde tutacaktım. Allah’ım yardım et!
Beni kendisine çevirerek ellerini omuzlarına koydu. “Sen hala benim beş yıl önce tanıdığım kadar güzelsin karıcığım.” Dudaklarıma küçük bir öpücük kondurup kol düğmelerini düzeltmeye girişti.
“Ece ve Efe uyanmadılar mı?” dediğinde elimi dudaklarına götürüp sessiz olmasını işaret ettim.
“Lütfen ses yapma sevgilim, uyandıklarında bana hiç iş yaptırmıyorlar.” Ardından hafif sola kaymış kravatını elimle düzeltmeye giriştim. “Bu sefer de ikiz olursa kendimi balkondan aşağı atacağım. Bu çocuklar karnımda bir iken nasıl iki oluyorlar anlamıyorum.”
Çalan kapının sesi ile kocamın benden uzaklaşmasını seyrettim, otuz saniye sonra ise hala otuz altı beden olan Canan ile salona girdiğinde çamaşır sepetini ayağımla koltuğun yan tarafına doğru kaydırmakla meşgulken bir yandan da onları seyretmeye devam ediyordum.
“Hemen çıkmalıyız çok geç kaldık Haruncuğum. Biliyorsun bu Amerika’lılar zaman konusunda oldukça titizler. Ah! Merhaba Aslıhan?”
“Merhaba” dedim en sevimli halimle. Şu Amerika’lılardan bir tane bulsan da artık cehennemin bir ucuna kadar gitsen.
Canan, çoğu çocuk oyuncakları ile dağılmış salona ve son olarak da televizyona tiksintiyle bakarak Harun’a döndü. “Pekâlâ, ben aşağıda bekliyorum.” diyerek girdiği kapıdan geri çıktı. Çıkarken bastığı naylon bir oyuncaktan en az kendisi kadar kötü bir ses çıkmıştı.
Ütü masasının arkasından çıkarak Harun’a doğru güçlükle ilerledim. Hamilelik yüzünden iyice şişen ayaklarım artık korkunç görünüyordu. Alt katta yaşayan komşularımız evde bir goril besleyip beslemediğimizi sorduklarında gülümseyerek geçiştiriyor ve tüm suçu henüz konuşamayan ikizlerimize atıyordum. “Ah! Yaramazlar oyuncakları böyle böyle yere vuruyorlar.”
Harun’un yanına gelip kollarımı boynuna doladım. “Akşam senin için mantı açacağım sevgilim.” dedim. Elimi tutup dudaklarına götürerek minik bir öpücük kondurdu. “Sanırım bu akşam erken gelemeyeceğim hayatım. Malum işler, beni bekleme bu sefer erken yat ve bebeklerimize iyi bak. Görüşürüz.”
“Harun… Har…” Kapanan kapının sesi ile çocukların odasından gelen viyaklamalarda bir olmuştu.
Beş sene önce harika bir hayatım vardı. Sadece kendimden sorumlu olan, aslında çok mutlu olup mutlu olduğunun bile farkında olmayan genç bir kızdım. Tek derdim beni gerçekten sevecek bir adam bulup mutlu bir yuva kurmaktı, en sevdiğim şey ise son üç yıldır elime bile alamadığım romanlarımı yazmak. Holdeki geniş aynanın karşısına dikilip kendime baktım. Yirmi iki kilo almıştım. Ah! Kesinlikle bir ikiz daha doğuracaktım. Önceki hamileliğimde tek kız bebek beklerken son anda ikiz olduklarını öğrenen ben bu sefer bunu doğum anında öğrenmek için, yapılması zorunlu olan ilk on haftalık testlerden sonra bir daha ultrasona girmemiştim. Hala devam eden bebek ağlamalarını duymamak için ellerimle kulaklarımı kapattım. Allah’ım ben ne yapmıştım?
Yoksa ben, ben bir aptal mıydım?
Minibüs ani bir frenle durduğunda ben de bu kötü kâbustan geçte olsa uyandım.
“Yürüsene be yürüsene.” Şoför öndeki özel aracın direksiyonunda oturan kişiye bağırıyordu. Ellerim istem dışı karnıma gittiğinde onun içine göçmüş olması ilk kez beni bu kadar mutlu etmişti. Elli kilo olmak demek bu kadar güzeldi. Ferahlamanın verdiği rahatlık ile arkama yaslandım. Bir yerlerden esen serin bir rüzgâr ensemi okşarken gözlerimi kapatarak hala bekâr, özgür ve kesinlikle hamile olmamanın keyfini çıkarmaya çalıştım. Bir dakika! Minibüste en arka koltuğun bir önünde otururken ve tüm camlar kapalı iken bu rüzgâr nereden esiyordu? Gözlerimi açarak tüm camları ve en son da arabanın tepesindeki kapağın kapalı olduğunu kontrol ettim. O zaman bu enseme vuran serinlik?
“Püf püfffff”
Arkamı döndüğümde koltukta arsızca oturan bir adamın az önce enseme üflediği nefesi yüzüne bırakmasını hayretle izledim. Adam gülerek göz kıptığında ise tüm bedenim öfke ile gerildi. Çantamı benden hiç beklemediği bir şekilde çapraz olarak suratına yerleştirdiğimde başını hızla cama çarptıktan sonra kollarının arasında ablukaya aldı.
“Seni Fernando Jose kılıklı seni. Adi pis sapık. Yirmi iki kilo yükleyici tek hücreli canlı. Kamçılı hayvan seni.”
“Ablacım ne yapıyorsun?” Şoför yolun ortasında aracı durdurmuş, arkasını dönerek benim en arka koltuktaki adamı pataklamamı seyrediyordu.
“Aç şu kapıyı” diyerek ona da çemkirdim ve saniyesinde açılan kapıdan atlayarak işlek cadde de deli gibi koşmaya başladım. Koşarken yanından geçtiğim insanların tuhaf bakışlarını görmezden gelerek bir süre daha süratle koştum. Sonra geriye dönüp az önce önünden geçip tutturamadığım pastaneden bozma cafenin kapısından içeriye kendimi attım.
Ortadaki masalardan birinde oturan yüzü oldukça tanıdık bir kız elini kaldırarak bana seslendi. “Aslıhaaan?”
Girişte o hızla ilerlerken birden olduğum yerde donup kaldım. Ellerimle ağzımı kapatırken hala gördüğüm bu iğrenç manzaranın bir kamera şakasından ibaret olup olmadığını idrak etmeye çalışıyordum.
“E-Eda bu sen misin?”
“Evet Kankahan nasıl olmuş saçlarım?” Eda beline kadar uzanan platin renk saçları ile karşımdaki masada otururken safça gülümsüyordu. O elinden hiç düşürmediği sigarasının külünü önündeki tablaya dökerken ben karşısındaki hasır sandalyeye kendimi zor atmıştım.
“Eda sen kendine ne yaptın?” dedim bir solukta.
Küçük bir kahkaha attı. “Serkan böyle seviyor.”
Serkan mı? Serkan da kimdi? Henüz tanımıyordum ama bana kalırsa kesinlikle hem zevksiz hem de gerizekalının önde gideniydi. O güzelim kahverengi dalgalı saçları böyle düzleştirip iğrenç bir renge boyamasını isteyen hangi erkekte bir tutam akıl bulunabilirdi ki. Tabi bunu yapan karşımdaki aşk sarhoşu kızda da akıldan eser olmadığı gözler önündeydi.
“Eee ne düşünüyorsun?”
“Doğrusunu istersen hangi gazino da sahne alıyorsun onu düşünüyordum.”
“Çok komik. Onu bırak da sen bana ne danışacaktın?” Gözlerimi hala karşımdaki saçlardan alamasam da sorusunu elimle geçiştirdim. “Boşver ben hallettim.”
Bir sarışını alt etmek için başka bir sarışından yardım almayacaktım üstelik minibüste yattığım istiare geleceğimi de gözler önüne sermişti. Tatilimin ilk günü berbat başlamıştı, evimizin satılacağını öğrenmiş, ardından taptığım o kahverengi saçları bir yaz aşkına kurban etmiş en kötüsü de bu intikam planını tek başına yazacağımı fark etmiştim…

--Ertesi gün---(Tatilin 2.günü)

“Şimdi söyle bakalım senin içinde neler var?”
Yerde bağdaş kurmuş, önümde duran -annemin geleneksel dip köşe temizliği dolayısıyla çekyatın altından çıkardığı- içi hınca hınç dolu olan battal boy hurcun dile gelerek bana bir cevap vermesini bekliyordum. Sırlarını paylaşmamaya yeminli bu kalın bohçanın fermuarını usulca açtım. Dişlerin birbirinden koparak ayrı ayrı yollara gittiği şu dakikalarda heyecanım da tavan yapmıştı. Nasıl yapmasın içindekiler benim gün görmemiş çeyizlerimdi yahu(!)
Fermuarın sonuna ulaştığımda, ahşap bir sandığın ağır kapağını açar gibi oldukça yavaş hareketlerle kalın bez kapağı arka tarafa bıraktım ve en üstteki paketi saf bir merakla elime alıp üzerinde yazanları okumaya başladım. “Miracle Blade Knives” Aaa! Bunu hatırlıyordum, dedem bu kocaman bıçak setini eve getirdiğinde anneannem bizimkiler de körelmişti diyerek üzerine konmayı düşünmüş lakin dedem otoriter bir sesle “Bu kızın çeyizine” demişti ve bu hareketi ile aslında evin tam otomatik hanımının bütün ümitlerini köreltmişti. Bence bunun için bir süre o hiç sevmediği sahanda yumurta tarzı acımasız işkencelere direnecekti. Canım dedeciğim ya!
Paketi yavaşça halının üzerine koyup çeyizim de bulunan bir sonraki ganimete doğru yol aldım. Hurcun dibindeki yine hiç açılmamış bir başka pakete uzandım. Büyükçe paketin ön yüzünü çevirmeden kucağıma koyup, küçük tahminlerime başladım. Kesin “çift kişilik” bir nevresim takımıydı şöyle tam çeyizlik güllü dallı olan modeller vardır ya hani, o gül dal modellerine de hastayımdır ayrıca. Herkes de benzer model. Tabi aşk dolu bir yatağa da ancak gül deseni yaraşır değil mi? Ne yazık ki bilinçaltımıza gizli mesajlarla gönderilmiş bu “genel kabul görmüş çeyiz standartları” simli güpür yatak örtülerinin altına işte bunları sermemizi şart koşar. Oradaki çok âşık yeni gelin mantığı bence şudur; seninle şu yatakta değil sanki cennettin ortasındaki bir gül bahçesinde yatıyorum. Ah, Romeo, Romeo! Sende duyuyor musun güllerin kokusunu? Neden Romeo’sun sen?
Peki, bir düşünelim(!) İlk günkü sihir kaçınca ne sereceğiz? Aslında ters serersek güller böyle boyunlarını bükmüş durduklarında uygun resim oluşturabilirler. Şayet ben bu süreç için kendi tasarladığım bir uçta devekuşu “Road Runner” bir uçta kurnaz “Tilki” desenini hepinize tavsiye ederim. Kaçan kovalanır mantığı şu aşamada gül bahçelerinden daha gerçekçi geliyor değil mi kulağınıza. Bu arada güpür demişken kardeşim şu her çeyizde bulunan ama çoğu zaman hiç serilmeyen dantelâlar falan nedir artık ya? Masaya dantel, televizyonun üstüne dantel ama ucu sarkacak böyle hangi kanalı izliyoruz göremeyelim diye, koltukların kolluklarına dantel, orta sehpaya dantel, yan sehpaya dantel, ya bardakaltına bile koyuyorlar bir dantel. Tövbe Yarabbi! Al bir tane de kafama ser!
Ve en sevdiğim bölüm ise iç çamaşırları. Sessiz bir alkış tutup kapıya doğru kaçamak bir bakış attım. Bu bölümde mutlaka yakın bir aile büyüğünüz tarafından hediye edilmiş bir don, gecelik, iç çamaşırı takımı vardır. Burun kıvırarak “Ay anne ben bunları asla giymem.” deyip elindekini tiksintiyle en uzak yere fırlatan ve oda da tek kalınca ilk iş aynada üste tutulan tekstil ürünlerinin yer aldığı kısımdır. Tabi bunları yapanları hep duyuyoruz. Biz mi? Yok canım. Git işine.
Yaptığım milyonlarca tahminden sonra arsızca paketin ön yüzünü çevirip baktım. Çevirmez olaydım! Şuan kafama takacak bir dantele bile razıydım.
“Profesyonel Kasap Seti” Bu-bu ne ya! Bıçaktan başka bir şey yok mu burada? Elimdekini odanın bir köşesine fırlatarak adeta hurcun içine gömüldüm. Şimdi elime gelenin üzerinde yazan ise tam olarak şuydu. “Dekoratif meyve bıçağı seti kabak oyucu hediyeli.”
Allah’ım bu nasıl bir çeyiz ve daha önemlisi benim nasıl bir ailem var? Bir hafta izine çıkmış bir aile bireyi olaraktan, onları ihmal ettiğinin vicdan azabı ile yanan ben acımasız gerçekle çiçeği burnunda tatilimin ilk gününde karşı karşıya gelmiştim.
Ay yoksa bunlar beni komşu kasabın oğluna mı vermeyi düşünüyorlar? Eğer öyleyse şu kabak oyucu ile önce o çocuğun bak-şaşır gözlerini oyar, sonra da gelir bu profesyonel setle kendimi doğrarım. Ya da bu kötü espriyi gerçekleştirmek yerine bohçamı da alıp kaçarım. Etraftaki tüm bıçaklara göz ucuyla sert bir bakış attım. Bir çocuk azarlar gibi, elimin işaret parmağını sallayarak “Kaçarken hiç birinizi de yanıma almayacağım.” dedim.
“Hay Allah’ım sabır ver bana. Dağıtmasana onları kızım daha yeni yerleştirdim.” Annem küçük oturma odasından içeri girdiğinde eğilip -duvar kenarına az önce gönderdiğim- kasap setini yerden alarak yanıma geldi. “Çocuk gibisin valla, iki dakika bir şeyi ortada bırakmaya gelmiyor.”
Öfkeyle üzerinde oturduğum halıyı yumrukladım. “Anne niye benim çeyizim de sadece ve sadece bıçak var acaba?”
Annem yanımda duran paketleri de elindeki ile birlikte hurcun içine koyarken “Sen hele bir koca bul da kızım ben sana çeyizin alasını döşerim.” dedi. Elini hava da kat kat yükselterek sallaması bana uzun bir zaman dilimini gösteriyor gibi gelmişti.
Bıçakların boşa gitmeyeceği kesindi fakat hangi iş için kullanılacağı işte bence bu tam olarak üç bilinmeyenli bir denklem gibiydi.

---Ertesi gün---(Tatilin 3.günü)

Tatilimin bu üçüncü gününde uzun zamandır vakit geçirmediğim bir diğer kişi olan kardeşim Aydın’la birlikte onun müptelası olduğu bir cafe de oturuyorduk. Annemden hayır gelmeyeceğini fark eden ben bugün kardeşimin peşine takılıvermiştim. Aydın, benim gibi İstanbul’a yakın bir şehirde kendi seçtiği bir bölümünde okumuştu. Ne tuhaf kendi dertlerimle boğuşurken onun ne ara okulu bitirip de koca bir adam olduğunu fark edememiştim. Şimdi İstanbul’da bir yabancı dil kursuna gidiyor ve sanırım kursun sonrasında da vaktini buralar da geçiriyordu.
Elindeki tuhaf şeyi bana doğru uzatarak “Hadi sen de bir dene.” dedi. Genelde bu tarz kötü alışkanlıklar büyük kardeşler tarafından küçük olana öğretilirdi fakat sigara bile içmeyen ben şu elinde tuttuğu korkunç şeye yüzümü ekşiterek bakıyordum.
“Yok istemem içemem ben.” Elimdeki meyveli soda ile gayet iyiydim.
“Sen bilirsin.” diyerek tuttuğu çubuğu ağzına götürdü. İçtiği şu şeyden burnuma gelen elma kokusu içimi gıdıklamıştı. Aslında biraz rahatlatıcı şeylere ihtiyacım vardı. Özellikle bu hastalıktan sonra daha bir gergindim, çenem dişlerimi sıkmaktan artık iyice acıyor, sabahları ise ellerim yumruk şeklinde ve uyumuş olarak kalkıyordum.
“Tamam ver bende içeceğim.” dedim. “O” şeklinde açtığı ağzından dairesel dumanlar çıkardıktan sonra elindeki sopayı bana doğru uzattı.
“Bunun adı marpuç.” dedi uzun hortumu gösterirken ve ucuna küçük bir ağızlık takarken de işaret ederek ekledi. “Bu da sipsi ve komple hepsine de nargile diyoruz ablacığım.”
“O kadarını biliyoruz.” dedim omzumu silkerek. Oturduğumuz cafenin adında bile “Nargile Cafe “ ibaresi geçiyorken doğrusu bu kadarını bilmemek oldukça ayıp olurdu.
“Dikkat et ilk içişte böyle ayaklarından başlayan bir karıncalanma hissedersin, ardından yükseldiğini.”
Çocuğa mı anlatıyorsun diyen bir ifade ile tek kaşımı havaya kaldırdım. “Bana bir şey olmaz.”
Bilmediğim şeyler konusunda ahkâm kesmek gibi bir huyum yoktu aslında ama benden beş yaş küçük kardeşimin önünde de kendimi hiçbir şeyden haberi olmayan asosyal bir abla konumuna düşüremezdim. Ben neler atlatmış insanım iki nargile mi fokurdatamayacaktım. Peh! Omuzlarımı dikleştirerek derin bir nefes çektim. Sonra bir tane daha ve Aydın yüzüme dehşetle bakarken bol dumanlı iki nefes daha çekip verdim. Ardından ani bir şey oldu. Biri oturduğum koltuğu alıp sanki tavana çaktı ve ben cafenin tavanından bakarak aşağı da oturan Aydın’a el sallamaya başladım.
“Abla iyi misin?”
“İyiyim.” Hala el sallamaya devam ediyordum.
“Hey, Bak bana ben buradayım yerde değil. Tam karşında.” Başımı hafifçe sağa sola sallayınca, koltuğun da karşımdaki Aydın’ın da hala aynı yerinde olduklarını fark ettim.
“Tanrım bu müthişti. Bana da ayrı bir tane söyle.”
Aydın yüzüme tuhaf tuhaf baktı.“Abla emin misin?” dediğinde gayet emindim.
Ben hayatıma girecek ve çıkacak olan her insanı ve her nesneyi önceden hissederdim. Gittiğim bir iş görüşmesinde ayak bastığım ilk anda oraya alınıp alınmayacağımı, tanıdığım her erkeğin hayatıma girip girmeyeceğini ve hangi insanın benim gerçek dostum olup olmayacağını bildiğim gibi. Hiç birinde yanılmamıştım.
Tıpkı bugün elimde tuttuğum bu şeyle de dostluğumun uzun yıllar devam edeceğine emin olduğum gibi.

---Ertesi gün---(Tatilin 4.günü)

Harun üç gün sonra nihayet gün yüzüne çıkmıştı. Bu sürede hala bir plan geliştiremeyen ben artık bu konuda kafa yormaktan da vazgeçmiştim. Bu aşk hikâyesinde de diğerlerinde olduğu gibi doğaçlama yapacaktım. Sokağın başına çıkıp beni bekleyen araca bindim.
“Geciktim mi?” dedim arabaya bindiğim ilk dakika da.
“Hayır, tam vaktinde.” diyerek bana doğru yaklaştığında çaresizce yanaklarımı uzattım. Aracı park ettiği kaldırım kenarından çıkarırken çapkınca gülümsedi.
“Nereye gidiyoruz?” dedim kollarımı kucağımda dizlerime doğru gererek.
“Sürpriz, seni bir kadınla tanıştıracağım.” Yine mi kadın ya yine mi?
“Canan gibi bir kadın mı?” Şimdi kollarımı göğsümde kavuşturmuştum.
“Canan’dan hoşlanmıyorsun değil mi?” Niye gülüyordu bu.
“Pek bayıldığım söylenemez. Hem ayrıca kim olduğunu bile bilmiyorum.” Bizim evin önünden geçerken elimle yüzümü kapattım. Sanki annem işi gücü bırakmış tüm gün balkonda oturup gelip geçen arabaların içinde kızını arıyormuş gibi!
“Hiç sormadın ki?”dedi. Doğru hiç sormamıştım. Onunla tanıştığım gün acil bir işim çıktığını söyleyerek Bostancı’daki mekândan çıkmış, Harun’a da üç gün boyunca bu konu ile ilgili tek bir soru sormamıştım. Belki de şimdi sormalıydım. Ona doğru dönüp ağzımı açtığım sırada benden önce davranarak cevapladı.
“Canan, Vural ile benim üniversiteden arkadaşım. Anadolu Yakası’na geçtiğim zamanlarda hep onda kalırız.”
Demek hepsi buydu.
“Sadece arkadaşız.” diyerek kesin bir dille cümlesini tamamladı. Cevap vermek yerine bir süre camdan yoldaki insanları inceledim. Arabadaki bu sessizlik yaklaşık on dakika sonra Harun’un aracı caddenin kenarına park etmesi ile son buldu.
“Geldik.” Arabayı durdurup kemerini çözerek araçtan aşağı indi ve ben daha kapıya dokumadan benim tarafıma geçip kapıyı hızlıca açtı. “İşte burası.” Eliyle gösterdiği eve baktığımda şaşkındım. Demek Canan cadalozu burada oturuyordu. Bayağı iyi kazanıyor olmalıydı yoksa Bağdat Caddesi’ne bu kadar yakın dubleks ve müstakil bir evde oturmak her yiğidin harcı olmazdı.
Harika çiçeklerle süslü bir bahçeden geçip kapıya ulaştığımızda Harun bir elini belime dolayarak kulağıma eğildi. “Bol şans.” dediğinde yüzünde oldukça muzip bir ifade vardı.
Kapıyı Canan’ın açmasını beklerken onun yerine orta yaşlı ve güleç yüzlü bir kadın açtı. Bize bir süre sevgi dolu gözlerle bakan kadın “Hoş geldiniz kızım.” dedi ve hemen ardından eliyle içeri geçmemizi işaret etti.
Eşikten bir adım atıp ayakkabılarıma uzanmıştım ki; “Lütfen çıkarmayın” diye diretti. Harun’a baktığımda başıyla onay verdiğini gördüm ve çaresizce doğrulup bizim salonun beş katı büyüklüğünde bir salona geçiş yaptım. Pahalı halının üzerinde ilerlerken aynı şeyi bizim evde yapsam annem ağzıma bir tane patlatırdı muhtemelen diye düşünüyordum. Her yer değişik antikalar ve pahalı olduğu ilk dakikada anlaşılan tablolarda süslüydü.
Odanın ortasına vardığım da arkamı dönüp, bir Harun’a bir bana bakan kadına dikkat kesildim. “Tekrar hoş geldiniz kızım. Ben Harun’un annesi Saadet.” Az önce son baktığım dev tabloyu biri alıp kafama vurmuş gibi hissediyordum ya da şu kapının orada duran kanatlı at heykelini.
“Be-ben de şey Aslıhan Harun Bey’in bir arkadaşı.” Uzak çok uzak bir arkadaşı teyze (!) “Ben de çok memnun oldum efendim.” diyerek kibarlığı da elden bırakmadım.
“Lütfen siz şöyle buyurun, ben şimdi geliyorum. Harun geç sende hayatım.” Harun annesinin omzundaki elini çekip kadının gözden kaybolmasının ardından bana sanki koca koltuğu görmemişim gibi işaret etti.
“Sen bana sormadan beni buraya nasıl getirirsin?” Artık Bey Mey sözlükten kalkmıştı ki kalkması için bence de artık en uygun zamandı.
“Söylesem gelir miydin?”
“Tabi ki hayır!” dedim bir çırpıda.
Rahat bir koltuğa kendini bırakırken cevapladı. “Bak gördün mü ben doğru olanı yapmışım.”
“Ukala” Öfkeyle ayağımı milyarlık halıya geçirdim.
Koltuğun ahşap koluna dirseğini dayarken söylendi. “İnatçı keçi.”
Saadet Hanım aynı içten gülümseme ile bir dakika sonra salona geri döndüğünde kadının bu gülümsemeyi içerde de sürdürdüğüne emindim.
“Ah! Oturun lütfen. Ayakta kalmayın.” dediğinde oturmaya mahkûm olmuştum. Daha önce hiç bu aşamaya gelmemiştim. Hiçbir erkek arkadaşımın annesi ile tanışmamıştım ve şuan karşı koltukta pis pis sırıtan emir torbası da zaten benim erkek arkadaşım olamazdı. Şahsına münhasır kişilik arkadaş olmak için epey ileri bir yaştaydı. Ukala dedim içimden başladığım hakarete geri dönerek.
Kadının elindeki tepside getirdiği ve şimdi bana uzattığı meyve sularından birini teşekkür ederek kabul ettim. Oğluna da bir tane uzatıp gelip yanıma oturduğunda ise her yanımı ateş basmaya başlamıştı.
“Harun bana sizden çok bahsetti. Teklifimi kabul ettiğinize çok sevindim.” Kadına gülümseyen yüzümü çaktırmadan diğer tarafa çevirerek yanımdaki koltukta oturan Bay Gizem’e doğru olan bir kaşımı kaldırdım. Eğer annesi burada olmasaydı şu kanaviçe işlemeli yastığın desenini yemin ederim ki suratına çıkartırdım.
Benden önce Harun söze atıldı. “Teklif eder etmez, Aslıhan hemen sizi görmek istedi anne. Soluğu burada aldık.”
Sen artık ölüsün oğlum. Bittin sen! Elimdeki bardağı kenara bırakıp boğazını nasıl keseceğimi gösteren hareketi yapmak için çılgınca bir istek duyuyordum.
“Evet efendim bende çok istedim sizi görmeyi.” Harika bir odun yetiştirmişsiniz. Sadece emir vermeyi biliyor ve biraz da saf sanırsam çünkü benim bunlara uyacağımı sanıyor.
“Eee yola ne zaman çıkıyorsunuz?” Saadet Hanım’ın sorusundan tek kelime anlamamıştım.
“Hangi yola?”
Kadın kaşlarını kaldırarak sorgulayan gözlerle oğluna baktı. “Harun?”
Harun yaslandığı koltuktan öne doğru eğilerek dirseklerini bacaklarını dayayıp ellerini çok ciddi bir şeyler söyleyecekmiş gibi dizlerinde kavuşturdu.
“İzmir’e gideceğiz ya canım. Yarın yola çıkmayı düşünüyoruz anne. Hazır Aslıhan’ın da üç gün izni varken.”
Bu kadarı da yeterdi. Bana daha bir teklifte bile bulunmadan kafasında türlü planlar yapan bu küstah adamla ben ancak şu kapının dibine kadar giderdim. O da beni hem evinden hem de hayatından sonsuza dek uğurlaması için.
Yanımdaki kadına dönerek daha fazla umutlanmaması için oldukça net bir dil kullanarak konuya girdim. “Aslında Saadet Hanım benim İzmir’e gitmek gibi bir planım….”
Odaya birbirini çekiştirerek dalan iki küçük çocuk sözümü yarıda kesti. “Çocuklar çocuklar, misafirimiz var, gürültü yapmayın. Bak dinlerler mi hiç!”
Çocuklar Harun’a doğru “Dayı dayı” diyerek koşarken bende onun elindeki bardağı zigon benzeri sehpaya bırakıp canavarların her ikisini de dizlerine oturmasını izliyordum. Serinlemek için elimdekini dudaklarıma götürdüğüm sırada Saadet Hanım bir elini dizime koyarak iç çekti. “Ah! Ah! Torun sevgisi de bir başka. En büyük kızımın ikizleri.”
Ağzımdaki bir dolu meyve suyunu canım halıya püskürttükten sonra bana gözlerini sonuna kadar açmış olan kadına dehşetle baktım. “İkizler mi dediniz?”

Kaçmalıydım; Harun’un elleri doluyken, kadın halıya yaptığım yeni deseni fark etmemiş ve ayakkabılarım da hala ayağımda iken bu evden tabana kuvvet kaçmalıydım.
Burada kalmam için hiçbir sebep yoktu. Hiçbir sebep hiçbir sebep yoktu.

Dahası; ya ben aptal mıyım?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder