Sol tarafında upuzun bir selvi ağacı yükselir, sağ tarafında ise mis kokulu ceviz. Girişinde yeşil renkli ve tok sesli demir bahçe kapısı karşılar sizi, uzaktan bakınca görünür turuncu ve yarısı kırık kiremitleri, dört mevsim hep mi akar bi...r çatı, yazın sıcağını ve kışın soğuğunu mütemadiyen geçiren bu ahşap pencereleriyle söylediklerine göre o Erenköy’ün ilk betonarme binalarından birisi.
Burası benim tüm hayallerimin doğum evi,
Tıpkı kendisi gibi başı dik, yüreği beton, gözü yaşlı sahipleriyle,
İşte bu küçücük cennet benim Dedemin Evi…
BÖLÜM 33
“Dedemin Evi”
En son ne zaman bu kadar iddialı bir elbise giydiğimi hatırlamıyorum. Şuan bu küçücük kabinde durmuş tabi ki geçmişime hayıflanmıyorum. Jean’ler benim dolabımın her zaman vazgeçilmezleridir ama sadece bir kadın gibi giyinmeyeli çok uzun zaman olmuş demek istiyorum.
"Nasıl? Bedeni oldu mu?" Bordo renkli perdeyi açarak mağazanın satış görevlisi olan bayana durumu kendi gözleri ile görmesi için fırsat verdim.
"Ah! Üstünüze tam oturmuş, evlenmeden önce ben de otuz altı beden giyiyordum." Kadın elini bana doğru uzatıp tam da olması gereken parmakta duran büyük taşlı yüzüğünü gözüme doğru soktu.
Evlenmeden önce! Bu da elindekinin benzeri bir taş mıydı? Muhtemelen öyleydi; peki canım yanmış mıydı? Hayır, hiç sanmıyorum. Ben yeniden doğduğum bu günde bekârlığın o altın tacını kafamda sıkı sıkı tutmakta bir süre daha kararlıydım.
"Alıyorum" dedim. Ardından perdeyi kapatıp tacıma zarar gelmeden elbiseyi çıkardım.
Bu gece benim için önemliydi, tam kırk dokuz gün sonra insan içine karışacaktım. Üstelik bu insanların bellerinde kuşakları ve ellerinde de boks eldivenleri olmayacaktı. Artık meslek sahibi genç bir kadındım ve bunu da kutlamadan da olmazdı. Gözlerim etikete kaydığında ufak çaplı bir şok geçirdim. Hayata kısa bir mola verdiğim bu sürede ne olmuştu? Ekonomi almış başını gitmiş miydi? Döviz, Türk Lirası’nı ekarte mi etmişti?
Neyse ki kredi kartımın bonusları imdadıma yetişmişti yoksa ben bir elbiseye yaklaşık üç yüz lira verecek şu kızlardan asla değildim.
31 Ekim 2011 benim için önemli bir tarihlerden biridir. Birçok şeyi idrak ettiğim ve hayatımın pusulasını kendi elime aldığım, benim için doğru olan yolu kendi irademle seçmeye başladığım günlerin startını veren bir tarihtir. Bundan sonraki doğru ve yanlışlarım sadece benim mesuliyetimdedir.
Demir kapıyı yavaşça açarak bahçeden içeri girdim. Giriş kattaki bizim dairenin, sanırım doyasıya at koşturmak ya da yan yana halay çekmek için özel olarak yapılmış uzun ve dar balkonun altındaki akşamsefalarının çoktan açmış olan çiçeklerinin mis kokusunu içime çektim. Çok severdim ben bu çiçekleri. Bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi bu bitkinin çiçekleri en sevdiğim fuşya rengindeydi. İkincisi ise onlarda benim gibi geceleri severdi. Sonbaharın bu sene geç gelmiş olması beni mutlu ediyordu. Yaz çocuğuydum ben, güneşi görmeden ve ışıl ışıl yıldızlarla dolu bir gecede hayal kurmadan yatmak beni hep üzerdi. Apartmanımıza girmeden önce bahçedeki en sevdiğim ceviz ağacının altına doğru ilerledim. Her yıl eylül ve ekim aylarında eve girmeden önce ağacın dibine düşmüş birkaç ceviz bulmak ve küçük bir kiremit parçası ile kırarak afiyetle mideye indirmek en sevdiğim şeylerden biriydi. Hatta eskiden anneanneme yakalanmadan Aydın’la “vileda” sapının da yardımı ile üçüncü katın balkonundan bahçeye ceviz düşürmek; işte bu bizim için her şeye değerdi. Eylül ve ekim ayı haricinde de boş durmazdık tabi. Dedemin şeker hastalığı sebebiyle her gün vurmak zorunda olduğu iğnelerin şırıngalarından bir iki tane yürütür ve gelip geçene balkondan su sıkardık. Mutfakta yemek yapan anneannem yüzünden su bulamamakta bizim için hiç sorun olmazdı. En son oyunlarımızdan birisini Aydın başlatmıştı. Anneannemin saksıdaki çiçeklerinin topraklarından bir parça alan kuduruk kardeşim yoldan geçen bir kadının üzerine bir avuç fırlatmıştı. Kadın başını kaldırıp apartmana doğru baktığında ise küçücük balkonda iki seksen yere yatmıştık.
“Ne yaptın gerizekalı!” dedim korkuyla yanımda yatıp ağzını tutan Aydın’a. Az önce toprak attığı kadın bizim üç ev aşağımızda oturan asık suratlı Sebahat Teyze idi.
“Bir şey olmaz” diyerek arsızca cevap verdi. Doğruydu da. Yaptığımız o kadar yaramazlığa rağmen hiç kimse bizi koruyan o evimizden içeri girmeye cesaret edemezdi. Sanki ev tüm heybeti ile gelip geçeni korkutur ve sahiplerinden başka kimseyi içeri kabul etmezdi. Kadın evin önünden söylenerek uzaklaştığında ise bir dakikadır tuttuğumuz kahkahayı patlatmıştık.
Öyle böyle değildi, çok çok güzel günlerdi diye düşünüyordum cebime ağacın dibinde bulduğum iki tane cevizi sıkıştırırken. Aynı bahçe kapısı gibi yeşil ve demir apartman kapısını anahtarımla açarak içeri girdim. Burası benim çocukluğumun ve genç kızlığımın geçtiği yerdi. Sol tarafında upuzun bir selvi ağacı yükselir, sağ tarafında ise mis kokulu ceviz. Girişinde yeşil renkli ve tok sesli demir bahçe kapısı karşılar sizi, uzaktan bakınca görünür turuncu ve yarısı kırık kiremitleri, dört mevsim hep mi akar bir çatı, yazın sıcağını ve kışın soğuğunu mütemadiyen geçiren bu ahşap pencereleriyle söylediklerine göre o Erenköy’ün ilk betonarme binalarından birisi. Burası benim tüm hayallerimin doğum evi, tıpkı kendisi gibi başı dik, yüreği beton, gözü yaşlı sahipleriyle, işte bu küçücük cennet benim dedemin eviydi. Üç katlı bir binaydı, dördüncü kata çıkan merdivenler yarıda kalmıştı, dedem elindeki parayla ancak bu kadar yaptırabilmişti ve merdivenlerin bittiği yere bir gün devam etmek ümidi ile çatıyı eklemişlerdi.
Giriş katta annem, ben ve kardeşim kalıyorduk. Ufak, çok ufak bir daireydi. Ama her odasının rengi, her penceredeki izler, mutfak ve banyoda kırık olan fayansları bile aklıma kazınmıştı. Orta katta genellikle bizim gibi dar gelirli ve çeşitli türden kiracılarımız oturuyordu. En üst kat ise dedem ve anneannemin eviydi. Apartman da değişik ve ilkel bir iletişim şeklimiz vardı. Merdivenlerin yine yeşil ve demir tırabzanına bastonu ile vuran anneannem bize yemeğin hazır olduğunu işte böyle haber verirdi. Telâşe memuru dedem ise telefon çaldığında koşa koşa gelir ve demiri yumruklardı. “Güzin telefon var. Çabuk gel, bekletme kızım.”
Giriş kattaki evimize girdiğimde ilk iş elbiseyi kutusundan çıkarıp arka odadaki tek gardolabımıza asmak olmuştu. Benim kıyafetlerim holdeki çekmeceli ve küçük gözlü dolaplarda dururdu. Kitaplarımda öyle! Dolabın çekince kendine doğru gelen tuhaf bir gözü vardı. Defalarca kırılan ve inatla çivilediğimiz bu dolabı üreten fabrika gelip görse önce elimizi sıkar sonra da bizi kesinlikle kendi bünyesindeki tamir servisine alırdı.
Evde kimsenin olmamasını fırsat bilerek rahatça giyindim. Saçlarıma gelince kısa oldukları için aynanın önünde el yordamı ile hemen basit bir şekil vermeye giriştim. Benim gibi ince telli saçlara sahip olanları mutlu etmek için geliştirilmiş şu krepe tarağını icat eden insan evladı çok yaşasın, iki dakika da işte böyle hacimli saçlara sahip olabiliyordunuz. Aynada son kez genel görüntüme baktığımda -ki bu son iki aydır aynaya ilk kez gerçekten bakışımdı- idare eder olduğuna karar verdim. Çantamı açarak nakit paramı saydım, aslında sayılamayacak kadar azdı. Kredi kartım vardı ama arka sokaktaki müdavini olduğumuz taksi durağında kredi kartının geçmediğini gayet iyi biliyordum. Alır mısın sen o kadar para verip şu elbiseyi, al kalırsın işte böyle. İlahi adaletti bu! Ne yapacağımı düşünürken -bir süredir yaptığım sporun bana göre tek iyi yanı- bir kiremide ihtiyaç duymadan tek hamlede avucumdaki iki cevizi kırdım. Cevizin derinliklerinde kalan ufak bir parçayı çıkarırken telefonum çaldı.
Telefon çalmaya devam ederken elime aldım. Cevaplamadan önce ceviz kabuklarını atacak yer aramak için evin içinde de gezinmeye devam ediyordum. Dairenin kapısı anahtarla açıldığında ise kendimi tam karşıdaki -az önce saçımı yaptığım- banyonun açık kapısından içeri attım.
“Aslıhan sen misin kızım?” Ah anne! Zamanlamalarına her zaman hayran kalmıştım.
“Evet anne benim, çıkacağım birazdan.” Banyoda etrafıma bakarken klozet elimdeki kabuklar için gözüme gayet iyi bir yok etme aracı gibi görünmüştü. Kabukları atarak sifonu hızla çektim.
“Efendim?” Sifon derin bir öğürtü ile beni bile içine alabilecek kadar gürültülü çalışırken bende telefonu susmadan önce cevaplamak zorunda kalmıştım.
“İyi akşamlar Aslıhan nasılsın?”
“Çok iyiyim Harun Bey, Siz nasılsınız?” Şu “Bey” kelimesini de aradan çıkarmayı bir türlü beceremedim.
“Eee, o ses ne?” Bu adamın kulakları da her şeyi duymaya programlanmıştı.
“Televizyon açık da, filmden geliyor.” Klozetin kapağını kapatarak üzerine oturdum, sanki böyle yaparsam daha az ses gidecek gibi hissediyordum.
“Bu akşam geleceksin değil mi?”
“Tabi, tabi geleceğim.” Tazyikli su sesi hala tüm gücüyle devam ediyordu ve Yarabbi bu elbise oturunca ne kadar da sıkıyordu.
“Sen iyi misin?”
“Çok iyiyim” derken banyodaki fayanslara avuç içimle vuruyordum. “Hadi git artık, git.” Annemin beni görmeden gitmeyeceğimi bilsem de Allah’tan umut kesilmezdi işte!
“Bana mı dedin?” diye sordu telefondaki meraklı ses.
Elimi hayır anlamında sallarken cevapladım. “Yok yok, bunlarda televizyondan geliyor.” İlk maaşımla şu sifonu yenilemezsem bana da Aslıhan demesinler! Sifon susmadan önceki son viyaklamasını yaparken ben artık klozeti tekmeliyordum. Tuhaf daha önce bu kadar uzun sürdüğünü hiç fark etmemiştim.
“Sanki su sesi geliyor?”
“Evet evet sulu bir film. Denizde geçiyor. Çok sulu. Çok.”
Karşı taraftan kısa bir kahkaha yükseldi. “Seni başından kaldırmadığına göre öyle olmalı. Adı ne?”
“Neyin?” Konuştuklarımdan bile haberim yoktu ki.
“Filmin tabi ki.”
Alnıma ufak bir şaplak attım. Hay aksi! Ben bu yalanlara başlamayı iyi beceriyordum da bitiş kısmında hep batırıyordum. Adı ne, adı. Hemen şimdi bir ad bulmalıydım. Bir sifonun son çığlığı. Yok bu olmaz. Sifonu unut! Ceviz kabuklarının son şarkısı nasıl? Bu olurdu aslında.
“Aslıhan sen gerçekten iyi misin? Yardıma ihtiyacın olmadığına emin misin?”
Herhalde bir kızın hayatında en son görünmek isteyeceği kare bir klozetin üzerinde otururken ki olmalıydı. “İyiyim şey, televizyona yaklaşıyorum bir dakika, adına bakmamışım akıl işte. Hah! Filme dalarsan böyle olur değil mi ama?”
Banyonun kapısı yavaşça açıp annemi görmemenin mutluluğu ile az önce hata yapıp çıktığım yatak odasına koşarak daldım. Aydın’ın filmlerinden bir tanesi kesinlikle işimi görürdü. DVD’lerin canına okuyarak hızla isimlerini taradım. İşte! İşte bu.
“Açık deniz.” dedim DVD ile oda da elbisenin izin verdiği kadarıyla dans etmeye çalışırken. “Ah harika bir film Harun Bey, anlatamam size süper komik. Hem komik hem sulu yani.” Saçmalıyordum. Kes sesini, kes sesini artık Aslıhan! Tamam iç ses. Emir anlaşıldı.
“Harika, bir gün izlemek isterim, bu arada seni kaçta almamı istersin?” Aslında oldukça cazip bir teklifti. Gözümün önüne kısa metrajlı bir film perdesi indi. Harun bizim evin önüne arabasıyla yaklaşıyor ve tüm ev ahali balkonlara üşüyordu, Aydın şantaj olarak bu anı fotoğraflarken annem de arkamızdan bir kova su döküyor, anneannemde dedemi “Oğlanın işi neymiş” diyerek dürtüyordu. On saniyede romantik komedi filmim kâbusa dönüşmüştü.
“Olmaz!” dedim panikle.
“Geçen sefer seni almamı istemediğinde kötü şeyler olmuştu ve ben..”
“Bu sefer sorun çıkmayacak güven bana.” Suratımla yaptığım şirin hareketlerin sesime yansıdığını düşünüyordum. Etkisine ise derinden gelen bir “Pekâlâ” duyunca emin oldum.
“Görüşürüz.” diyerek kapattım. Elime nereden aldığımı umursamadığım DVD’yi yatağa fırlatarak saçlarımı elimle son kez kabarttım ve derin bir nefes alarak odadan çıktım. Çıkmamla annemle burun buruna gelmem de bir oldu. “Nereye gidiyorsun sen kızım? Bir varsın bir yoksun.”
“Arkadaşlarımla buluşacağım anne, iki aydır bir yere çıktığım yok. Berfin’de gelecek hem.”
“Açık deniz falan diyordun demin? Duydum ben.” İnanmıyorum kapı mı dinliyordu pes!
“Evet anne bu kıyafetle şimdi gemiye binip açık denizlere doğru yol alacağım hatta bak bikinimde içimde.” Annem bakmak için eğilince yok artık diye düşündüm. “Sus bana cevap verme. Nereden buldun hem bu elbiseyi?”
“Aldım tabi ki anneciğim, bir indirim vardı ki sorma kırk lira, gerisini sen düşün artık.” Gerisini ben daha fazla sallayamayacağım yoruldum anla beni anne!
“Bir tane daha alsaydın ya benim akılsız kızım, madem o kadar uygundu.” İşte annem böyleydi, dolabımda aynı modelden uygun fiyatlı bir düzine kıyafet vardı. Sırf kimse çakmasın diye kimin yanında hangi rengini, hangi tarihte giydiğimi tutmak zorunda kalmam da bu sebepleydi. Hatta bu yüzden Aslıhan kıyafet yönetmeliği ismini verdiğim küçük bir not defteri bile edinmiştim ve bu şaka değildi!
Kapıya asılı anahtarı çantama atarken annem hala öğüt veriyordu. “Bak sakın geç kalma, deden sen gelene kadar uyumuyor ona göre, taksiyle git taksiyle gel emi güzel kızım?”
“Tamam anne, hem zaten bu elbiseyle minibüse binecek halim yok.”
-On dakika sonra-
“Ayy! Şu parayı uzatır mısınız lütfen. Bir Bostancı.” Pis pis sırıtan sakallı bir adam önündeki iki kadını ezerek elimdeki paraya uzandı. Bir an adamın eğilip elimi öpeceğini sanmıştım ki aniden havadaki elimi ondan uzaklaştırdım. Bu uzattığım paranın bir kısmının yere düşmesine sebep olmuştu. Lanet olsun ya! Lanet Lanet! Paranın yuvarlandığı tarafa doğru eğildim. Önümdeki teyzenin bavulu hareket alanımı daraltsa da elimle bavulun etrafını yokladım. Kesin şimdi eğildim saçım bozuldu. Kesin!
“Ah affedersiniz.” Kalkarken çarptığım kulaklıklı kız pekte umursamamıştı. Uzun uğraşlar sonunda parayı bulmuştum ama ter içinde de kalmıştım.
“İnecek var!” En arka sıranın en köşe koltuğunda oturan adam sanırım şaka yapmıştı ve şimdi kalabalığı yararak ilerlemeye başladığında inmek konusunda ciddi olduğuna ben bile inanmıştım. İki sırayı geçip benim arkamdaki kapıya ulaştığında ufak bir çığlık attım. Adam elbisemin arkasına basmıştı. Kahretsin, anneler ne kadar da haklıydı. Keşke kırk lira olsaydı da iki renk alsaydım. Adamın indiği yerde sanki başka minibüs yokmuş gibi bekleyen yedi-sekiz kişilik bir ordu minibüse dalınca bir an inmeyi düşünsem de şoförün sözü ile duraksadım. Yuvarlak camlı bir gözlük takmış olan şoför arkasını dönerek “Haydi ablacım ilerleyelim araba boş.” dediğinde kendimi çok zor tuttum. Neresi boş, balık istifi gibi olduk burada. Zaten bu denizkızından bozma kıyafeti de nerden aldım. Saçım da bozuldu şu halime bak, eteğim yolgeçen hanı olmuş. Hala boş diyor!
“Camı kapar mısın evladım bana dokunuyor” Başında dikildiğim sırada oturan teyze şimdi önündeki oğlanın omzunu dürtmeye başlamıştı ve bir iki uyarıdan sonra çocuk çaresizce camı kapadığında içeriye temiz hava girmesini sağlayan tek boşlukta yok olup gitmişti. Ve araba Bostancı’nın girişine vardığında daha fazla dayanamadım.
“Müsait bir yerde.” Lütfen şu dağılmış tipime müsait bir yer olsun ama! Adam beni duymamış olacaktı ki hız kesmeden yoluna devam ediyor bir yandan da yandaki minibüs ile el kol hareketi yaparak yarışıyordu. Teyzenin yanında oturan amca benim elbisemin ucuna takılan bastonunu havaya kaldırdığında ufak bir yırtılma sesi duydum.
“Yavaş ol, öldürecek misin sen bizi hergele!” diye titrek sesi ile konuşmuştu amca.
Allah’ım insan hayallerine minibüsle gider miydi? Dahası ben şimdi o kumaşı o bastondan nasıl çıkartacağım.
Son bir gayretle “İnecek var!” diye çığlığı bastım.
“Oğlum var ya bana Kazasker’de kırdın ses etmedim. İki yolcumu aldın. Ya bak bana el kol yapma, senin şimdi…” Şoför ani bir frenle cümlesini kesip arabadan diğer minibüsçü ile kavga etmek üzere atladı.
“Hayır olamaz! İnemezsin dur önce kapıyı açsana!” Şimdi arabanın içinde herkes bir şeyler konuşuyordu. İki şoförün ise birazdan kafa göz dalmaları kaçınılmazdı ve bunun üzerinden tahminler yürütülüyordu, birazdan para da toplamaya başlarlardı. Ben on senelik bu minibüs serüvenlerimden bir kitap yazsam kesin yok satardı. “Aslıhan ile minibüs maceraları.” Nasıl beceriyordum bilmiyorum ama bindiğim üç arabadan ikisinde mutlaka bir olay çıkardı. Eda bu durumun tamamen benden kaynaklandığını düşünüyordu. Arabada sesler giderek dayanılmaz hale geldiğinde herkesi susturacak güçlükte bağırdım.
“Yeter yeter, ben şimdi açarım o kapıyı.” Minibüslerde git gel öğrendiğim bir şey varsa o da direksiyonun yanındaki kırmızı botunun kapıyı açtığıydı. Yanımdaki iki bayanı zar zor geçerken artık elbisemin kuyruk kısmını pekte önemsemiyordum. Hatta şuan şu arabadan çıkmaktan başka hiçbir şeyi önemsemiyordum. Pis sakallının yanına vardığımda butona ulaşmama sadece bir adım kalmıştı.
“Eyvah bıçak çekti adam. Polis, polisi arayın evladım.” Teyze korkuyla ayağa kalkmıştı. Herkes bu iddia üzerine cama yaslanınca pis sakallı da fırsatı bilip bana yanaştı. Normal şartlarda arkamı dönüp sıkı bir diz atardım, ama şuan bu elbise buna fırsat vermiyordu. Kafa atsam da yarısı sönmüş saçımın geri kalanına yazık olacaktı. Sen çok yaşa Bora Hoca! Kendisi bana yarım bir insan olduğum dönem de koruma amaçlı kullanmak için muhteşem bir iksir vermişti. Ne demişti! Kapağı aç ve gözüne sık. El çantama uzanıp küçük şişeyi çıkardım. Alışkanlıktı işte, insan bir ay taşıyınca yanından ayıramıyordu. Korumasını açıp yavaşça dönerek hala arkamda hareketler yapan adamın suratına doğru tüm şişeyi püskürttüm. Adam acıyla feryat etti. “Seni pislik.”
Elime uzanıp şişeyi yakalamaya çalıştı, ne yazık ki ben bu sırada hala sıkmaya devam ediyordum. Şişe arabadaki herkesi hedef alarak adeta bir zehirli gaz bombardımanı yaydı. Elbisenin de canı cehenneme diyerek, hırsımı alamayıp adama iyi bir diz attım, bu hareketle tabi ki elbisenin önünde küçük bir hasar meydana gelmişti. Bu elbiseden de bu günden de artık hayır gelmezdi zaten…
Adamın şişeyi bırakan elli şimdi bacak arasına gitmişti diğeri ise hiç çekmediği yüzündeydi. Arabadaki diğer insanlar ise ağızlarını tutarak son güçleri ile camlara vuruyor, bir kısmı da akıl ederek başlarını camlardan dışarı çıkarıyorlardı. Bu arada şoförler kavgayı bırakmış minibüsün içindeki kargaşaya anlam vermeye çalışıyorlardı. Hatta gözlüklü şoför gel bir bakalım dercesine kanlı bıçaklı olduğu diğer adamın omzuna dokunmuştu. Bizim şoförle göz göze geldiğim an atılarak butona bastım. Ben ömrümde böyle güzel bir ses duymadım. Pısss! diye açılan kapıdan atlayan yanımdaki iki kadının arkasından bende dışarı çıktım. Benimde yüzüm gözüm biber gazından dolayı fazlasıyla acıyordu ama pes etmeden etrafa bakındım. Herkes kendini yola, kaldırıma atmış dövünüyordu. Irz düşmanı sapıkta sonunda arabanın merdivenlerden yalpalayarak yola atladı.
“Allah’ın cezası.” diyerek üzerime doğru yaşlı gözlerle yürümeye başladı. Elimdeki boş şişeyi kenara atarken “Bak gelme ben boks biliyorum, dağıtım kafanı gözünü.”dedim.
“Ayy! İhsan ben ölüyorum, su bul bir şey yap.” Teyze yanındaki şimdi eşi olduğunu sandığım adama tutunarak bağırıyordu. Amca’da mendili ile gözlerini silerek eşine sarılıyordu.
“Be-ben bir şey yapmadım, o, onun yüzünden oldu.” dedim panikle.
Hem suçlu hem güçlü sapık “Seni geberteceğim.” diyerek koluma yapıştığında artık günah benden gitmişti. Vücudumu gererek adamın tam olarak çenesine sıkı bir yumruk attım. Adam bir metre yuvarlanarak sırtüstü geri yuvarlandı.
Bir düzineden fazla kızgın insan önce yerde yatan adama sonra da bana ölümcül gözlerle bakarken takındığım en şirin gülümsemeyle cevapladım. “Oh be Bostancı’ya da geldik.”
“Aslıhaaan!” Bu ses, bu kükreyiş, bu kükreyişteki asalet. Olamaz(!)
Arkamı döndüğümde Harun Bey yanında ağzı beş karış açık Uygar’la birlikte dikiliyordu. Ağzından ikinci çıkan kelime ise dev cüssesine yakışmayan şekilde tam olarak fısıltı halinde çıkmıştı. “Kolun?” dedi. A aa! Doğru ya ben daha kolumu kullanabildiğimi ona söylememiştim. İyi de ben kolumu kullanabildiğimi daha kimseye söylememiştim ki.
“İlahi güç işte” dedim omuz silkerek. Ne diyebilirdim ki; ben bir aydır kolumu kırma pahasına boks yapıyorum. Anıl Bey duyunca bile beni tedavi etmekten vazgeçti mi deseydim. Ama bak kırılmadı. Al bu kol!
Şoför, yolcular ve Harun Bey arasında geçen kısa süreli tartışmayı Uygar’la birlikte uzaktan izliyordum. “Sen eli sıkılacak bir kızsın.” dedi Uygar arkasındaki duvara yaslanarak.
“Neden?” dedim az önce yanımdan geçen seyyar mısırcıdan aldığım bardak mısırı kaşıklarken.
“Bizimkiler beni yurt dışına sepetlesinler diye başımı sokmaya çalışmadığım bela yok ama ne yapsam bu konuda eline su dökemem gibime geliyor. Sahi sırrı ne bunun?”
“Akışına bırakıyorum aslında.” Plastik kaşığı havada sallarken ekledim. “Sanırım bu süreç daha çok kendiliğinden gelişiyor.” Uygar sesli bir kahkaha patlatınca ona susmasını işaret ettim. “Sus bak amcan bize kötü kötü bakıyor.”
“Bana bakmıyor ki sana bakıyor.”
“İyi işte sende iyice delirtme.” Ardından Harun Bey’in uzaktan bile delip geçen bakışlarına oldukça masum bir bakışla cevap verdim.
Kısa süre sonra problemi halleden Harun Bey yanımıza gelip kolumu tuttu. Tam olarak sol kolumu. Elimdeki mısırı kapan Uygar o kadar kaç göz işareti yapmama rağmen “Eh! Haydi, Ben içeri giriyorum siz de gelirsiniz.” diyerek beni cellâdımla baş başa bıraktı. Onun tam olarak yanımızdaki binanın kapısından girdiğini gördüğümde şansıma lanet ettim. Sen gel tam ineceğim yerin önünde dur.
“Ne güzel minibüs de tam önünden geçiyormuş.” Aklıma gelen en mantıklı cümle bu olmuştu. O ise cevap olarak bileğimi tutup salladı.
“Bu nasıl oldu? Nasıl yaptın? Sen kendine ne yaptın?”
“Hiç, sadece biraz spor, iyi geldi. Bak eskisinden sağlam.” Kolumu elinden kurtarıp saçma sapan hareketlerde havada salladım. Boşta kalan ellerini önü açık ceketinin arasından beline koyarak sabırla yüzüme doğru baktığında yutkundum.
“Hem siz neden benimle bu kadar ilgileniyorsunuz Harun Bey?” Bey kelimesini söylerken bilerek biraz uzatmıştım. Sanki bilmiyorduk neden ilgilendiğini ama isterim ki bunu kendin söyle be adam!
“Sen” birkaç saniye sustu, ardından elini yanağıma değdirdi. Tuhaf böyle kaba ellerin daha sert olması gerekirdi, oysa şimdi benim pudra süngerim kadar yumuşaktı ve tam olarak onun görev yaptığı yerlerde gezmeye devam ediyordu.
“Sen şehlasın.” dedi gözlerime kilitlenmiş olarak bakarken.
“Hayır değilim.” İnkâr etmiştim ama şehla ne demekti ya(?)
“Evet öylesin. Ama bu seni daha seksi yapıyor.”
“Be-bence içeri girmeliyiz. Biber gazından zaten yüzün gözüm yanıyor.” Kıskacından kurtulup Uygar’ın girdiği kapıya doğru ilerlerken onun başını kaldırmış Allah’tan yardım istediğine şahit olmuştum. İçeri girip bahçe katına doğru ilerledim. Kendime güvenim biraz olsun yerine gelmişti. “Seksi dedi ya s-e-k-s-i. Bana dedi, İnanmıyorum yirmi yedi yaşındayım ve ilk kez bir adam bana seksi dedi. Ah bir de şehla dedi. O neyse artık.” Ve sonu seksiye dayanan, bu şehla denilen şey her neyse kesinlikle şirin ve güzelden öte bir şeydi. Galiba sonunda bir adamın rüyalarına giriyordum. Oh! Artık gönül rahatlığıyla ölebilirdim.
*****
Şehla: Şaşı denemeyecek kadar az düzeyde göz kayıklığı.
Gözlerimi kırpıştırarak telefonun ekranına bir süre daha bakmaya devam ettim. Kesinlikle bu kelimenin ikinci bir anlamı olmalıydı. Beş dakikalık aramam sonrasında olmadığını anlayınca kendimi soğuk bir su almak için bar tarafına attım. Doğrusu hayal kırıklığıma şuan bir bardak soğuk sudan daha iyi gelebilecek hiçbir şey düşünemiyordum. Bara vardığımda genç bir kızın önündeki limonatayı görüp aslında limonatanın da içimdeki yangını keseceğine karar verdim.
“Bu gün cadılar bayramı ve ben de bir cadı kadar çirkinim daha ne bekliyorum ki? O adamın bana bakmasını mı?”
“Hangi adamın?” Kendi kendime konuştuğumu sanıyordum ki başımı kaldırdığımda yan taraftaki limonata içen kızın sorusuyla bunu duyduğu anladım.
Genç kadına başımla selam verdiğimde o da oldukça içten bir şekilde gülümsedi. “Şey öylesine bir adam işte.” Barın arkasındaki genç çocuğa seslenirken zorla da olsa yüksek tabureye çıkmıştım. “Bir limonata alabilir miyim lütfen?” Genç kadın elindeki kitabı kapatıp masaya koyduğunda sohbete devam etmek istediğine kanaat getirdim. Kitaba göz ucuyla baktığımda bunun en sevdiğim yazarlardan Ahmet Ümit’in son kitabı olduğunu gördüm. Hem güzel, hem kültürlü. İşte bu tam olarak her erkeğin âşık olacağı kadınlardan biriydi, eminim kimse ona bir cadı bebek hediye etmezdi ve o da hiç sanmam ki kimseye biber gazı ikram etmezdi. Kızın sarı kısa dalgalı saçları ve mavi ile yeşil arası tam seçemediğim renkte gözlerini hayranlıkla izledim. Yani anlayacağınız bu dünya harikası benden çok uzaktı. Tek ortak noktamız kesinlikle aynı hafta okumuş olduğumuz şu kitaptı. Kız bir film kahramanına benziyordu bense mitolojik hikâyelerden fırlamış bir cadı.
“Erkekleri çok takmayın, onların çoğu zaman söyledikleri ile yaptıkları birbirinizi tutmaz.”
Hah! Benimkinin söyledikleri bile birbirini tutmuyor güzelim. Kime anlatıyorsun sen! Adam bir şaşısın diyor bir de çok seksisin. Bu ironinin dibi.
“Haklısınız, takmıyorum zaten, ne diyor, kimi seksi buluyor, kimi seviyor, hayatında kim var o bile şu dakika itibariyle umurumda değil.”
Uygar elindeki vişne suyuna benzer şeyle koşarak yanıma geldi. Masaya bardağı bırakıp bir kolunu omzuna attı ve sonra beni o tabureden düşürebilecek son şeyi yaptı. Diğer kolunu da yanımda duran dünya güzeline sardı. Sanki kim olduğunu biliyor gibi, sanki tanışıyorlar gibi…
“Sizi bir arada gördüğüme sevindim.” dedi elini kolunu bir o tarafa, bir bu tarafa sallarken “Aslıhan bu Canan. Canan bu da Aslıhan.”
“Çok memnun oldum Aslıhan” Kızın bana uzattığı eline bir süre bakakaldım. Ya, ben az önce buna neler yumurtlamıştım.
“Bende” diyebildim zor da olsa elini sadece bir saniye sıkarken. Genç barmenin önüme bıraktığı limonata bardağı ile kendime geldim.
“İstemiyorum. Soğuk su lütfen, içinde de bolca buz olsun.” Genç oğlan iki saniye önce bıraktığı limonatayı alıp ters ters bakarak uzaklaşırken ben yanımda gülüşerek sohbet eden keyfi yerinde ikiliye baktım.
Demek o meşhur Canan sendin. Bak sen?
Ben sana gösteririm.
Seni Meg Ryan çakması seni, seni sarı çıyan seni!
*****
Aynı akşam banyodaki aynanın önünde gözlerimi pörtletmiş merakla irislerimi inceliyordum. Bu şekle sadece Johnny Depp filmlerini izlerken girerdim bir de uzun ama lanet olsun ki kıvrık olmayan kirpiklerime rimel sürerken. Gözleri geç de sizinde ağzınız rimel sürerken böyle tuhaf şekillere girer miydi? Cevap evet ise yalnız olmadığımı bilmek güzel.
Şu aynaya bakmadan makyaj yapabilme kabiliyetine sahip kızlara her zaman hayran kalmışımdır. Ben dev makyaj aynasını burnumun dibine sokup gözüme bulaştırmadan kirpiklerime rimel sürmeyi son iki senedir başarabiliyorken bunlar kalkmış üstüne bana depar atmış gözü kapalı eyeliner çekiyorlar. Birde o makyajı yapmak için kaçta kalkıyorlardı Allah aşkına lütfen biri söylesin!
Atmosferde bile beş katman varken hatun yeryüzü çekime karşı koymak istercesine o fondöteni sürmüşte sürmüş, yüzüne yedirmişte yedirmiş biraz daha devam etse suratı da kapatacakmış ki kendince yeterli bularak dudakları üzerinde çalışmaya geçmiş.
Yahu Jennifer Lopez'im o çivi topuklarınla bastığın kaldırımlara bile belediye o kadar asfalt dökmedi be!
Dün toplu taşıma da bir tanesi ile yan yana geldim, kız yetinmemiş birde yüzüne gözüne sim serpmiş. Ya ablacım bir git evine uyu! O morluklarına en şifalı ilaç bu...
Annem elinde havlularla banyo kapısından girince sağ gözümü sabit tutup sol gözümü ısrarla çevirme girişimimden vazgeçtim.
"Bak bu beyaz havlu senin Aslıhan" dedi yirmi yıldır benim olan ortadaki askıya asarken. Aslında kadın da haklıydı geçenlerde üzerinde ayak resmi olanı suratımla buluşturmuşluğum vardı tamam da bilinçlenmiştim artık. Ama ne yaparsam yapayım hiç bir şey anneme üç metrelik banyo havlusunu kafama sarıp; küçük, baş havlusunu da vücuduma dolarak banyodan çıktığım günü unutturamıyordu işte.
Suç bende değildi bir kere, suç bana yakası kolu belli olan bir bornoz almayan ebeveynlerimdeydi. Havlularla bu sıralar aram iyiydi de şimdi de kafayı gözlerime takmıştım. Harun'un sana çok yakışıyor dediği ve dedikten sonra kendimi aynalardan koparamadığım şu tuhaflık vardı. Hala havluları dizen anneme aynadan çaktırmadan bir bakış attım.
"Anne ben şehla mıyım?"
Annem sonunda havlulardan daha önemli bir mevzu çıkmasının mutluluğu ile arkasını döndü. Bizim ev böyleydi işte. Bazen çok pişmiş taze fasulye, bazen salonun ütüsüz perdeleri çoğu zaman da çocuklarının gereksiz problemleri onun için tüm bir günün mevzusu olabilirdi.
"O da nereden çıktı?" diyerek ciddiyetle yüzüme baktı.
"Harun öyle düşünüyor." dedim ama çokta seksi buluyor anne kısmını ise her vicdanı olan evlat gibi kendime sakladım.
"Halt etmiş o! Benim kıçımdan çıkanı benden iyi mi bilecek."
Şimdi güzel güzel konuşurken ağzını bozmanın ne âlemi vardı kadın üstelik ben bilmiyordum değil mi nereden çıktığımı(?)
İşte bu kadın benim annemdi. Babamdan hangi özelliklerimi aldım bilmem ama ben bu kara mizah yönümü kesinlikle annemden almıştım. Siz sakın adının Güzin olduğuna aldanıp bir sırrınızı vermeyin maazallah bunu komşunun gelinin beş yaşındaki obur oğlundan hiç hazırlıklı olmadığınız bir anda duyabilirdiniz!
Koca bir hamburgeri mideye indiren ufaklık "Aslıhan abla sen şaşı mısın?" diye sorduğunda şaşıdan çok şaşkındım aslında.
"Yürü git velet"
Yirmi yedi yaşında üstelik sürümü çoktan kullanımdan kalkmış bir kıza edilecek laf mıydı bu?
İstediğim kadar güncellemeleri yapsam da hiç bir çekici cihaz karşısında açılamayan “zipli” bir dosya gibiydim ben. Gideceğim yer hep belliydi. Birçoklarının masa üstünü bile çok görüp sürükledikleri kalabalık bir yerdi.
aslihan.rar
Bu dosyaya erişilemiyor.
Erişilmez olmak güzeldi diyenler sizi de bir gün beklerim. Yanıma, geri dönüşüm kutusuna...
Canan mı? O asla yanıma oturmazdı. Onun bulunduğu yer, her gün görmeden duramayanların uğrak noktası “sık kullanılanlar”dı. Oraya girebilmek her yiğidin harcı olmamakla birlikte rekabette had safhadaydı.
Ertesi gün işten bir haftalığına apar topar izin alıp öğlen olmadan ofisten çıkmıştım. Kolum kırıldığında bile iznini kullanmayan ben bu uğurda çok güzel sakat rolü oynamıştım. Patronlarım Oscar heykelciği yerine izin kâğıdı verdiklerinde hala acıyla yüzümü buruşturmaya devam ediyordum. “Çok acıyor çok.”
Binadan dışarı çıkıp vizite kâğıdını çantama tıkıştırdım. Benim o Canan denilen kızın niyetini öğrenmem şarttı. Hiçbir şey ama hiçbir şey bundan daha mühim olamazdı. Şimdi Eda’ya gitmeli, en işe yararından A,B,C planları yapmalı ve yarından tezi yok harekâta başlanmalıydı. Çalan telefonum ile tam da aklımda şekillenen ve Eda’nın da hoşuna gideceği vahşi planım yarıda kalmıştı.
“Efendim anne.”
“Aslıhan neredesin?”
“Şimdi işten çıktım anne, patronlar bana ödül olarak bir hafta izin verdiler.” Bunu söylerken kaldırımda sekerek dil çıkartıyordum.
“Sevinir misin? Üzülür müsün bilmem ama bir şey oldu.” Annem dolambaçlı anlatımları her zaman severdi.
“Ne oldu anne? Çatlatmadan söylesene.”
“Deden..”
“Ne oldu dedeme bir şey mi oldu!” Duraksadım.
“Deden evi müteahhide satıyor Aslıhan.”
İnsan elindekilerin kıymetini kaybedeceğini anlamadan idrak etmezdi. Benim için de o taş mabet her zaman öyle olmuştu. Kışın soğukta üşüdüğümüz, olukları her hafta kırılan, pencereleri macunlamaktan aşınan, çatısı çökmeye yüz tutmuş bu evden çıkmak benim en çok istediğim şeydi. Sıcak bir ev, ayrı bir oda bunları kim istemezdi ki? Dedem hepimizin ısrarlarına rağmen tüm alıcıları kovalar, ben ölmeden satmam der, anneannemin “son günlerimizi rahat geçirelim Ahmet” deyişlerine hiç aldırış etmezdi.
Bu gün bunun tek anlamı vardı. Dedem yaşlanmıştı. Aynı ev gibi o da ayakta durmakta zorlanmaktaydı.
Peki, ben şimdi bu kaldırama çökmüş neden ağlıyordum?
Dedeme mi yoksa yarım asırlık bir mabedin çöküşüne mi?
Burası benim tüm hayallerimin doğum evi,
Tıpkı kendisi gibi başı dik, yüreği beton, gözü yaşlı sahipleriyle,
İşte bu küçücük cennet benim Dedemin Evi…
BÖLÜM 33
“Dedemin Evi”
En son ne zaman bu kadar iddialı bir elbise giydiğimi hatırlamıyorum. Şuan bu küçücük kabinde durmuş tabi ki geçmişime hayıflanmıyorum. Jean’ler benim dolabımın her zaman vazgeçilmezleridir ama sadece bir kadın gibi giyinmeyeli çok uzun zaman olmuş demek istiyorum.
"Nasıl? Bedeni oldu mu?" Bordo renkli perdeyi açarak mağazanın satış görevlisi olan bayana durumu kendi gözleri ile görmesi için fırsat verdim.
"Ah! Üstünüze tam oturmuş, evlenmeden önce ben de otuz altı beden giyiyordum." Kadın elini bana doğru uzatıp tam da olması gereken parmakta duran büyük taşlı yüzüğünü gözüme doğru soktu.
Evlenmeden önce! Bu da elindekinin benzeri bir taş mıydı? Muhtemelen öyleydi; peki canım yanmış mıydı? Hayır, hiç sanmıyorum. Ben yeniden doğduğum bu günde bekârlığın o altın tacını kafamda sıkı sıkı tutmakta bir süre daha kararlıydım.
"Alıyorum" dedim. Ardından perdeyi kapatıp tacıma zarar gelmeden elbiseyi çıkardım.
Bu gece benim için önemliydi, tam kırk dokuz gün sonra insan içine karışacaktım. Üstelik bu insanların bellerinde kuşakları ve ellerinde de boks eldivenleri olmayacaktı. Artık meslek sahibi genç bir kadındım ve bunu da kutlamadan da olmazdı. Gözlerim etikete kaydığında ufak çaplı bir şok geçirdim. Hayata kısa bir mola verdiğim bu sürede ne olmuştu? Ekonomi almış başını gitmiş miydi? Döviz, Türk Lirası’nı ekarte mi etmişti?
Neyse ki kredi kartımın bonusları imdadıma yetişmişti yoksa ben bir elbiseye yaklaşık üç yüz lira verecek şu kızlardan asla değildim.
31 Ekim 2011 benim için önemli bir tarihlerden biridir. Birçok şeyi idrak ettiğim ve hayatımın pusulasını kendi elime aldığım, benim için doğru olan yolu kendi irademle seçmeye başladığım günlerin startını veren bir tarihtir. Bundan sonraki doğru ve yanlışlarım sadece benim mesuliyetimdedir.
Demir kapıyı yavaşça açarak bahçeden içeri girdim. Giriş kattaki bizim dairenin, sanırım doyasıya at koşturmak ya da yan yana halay çekmek için özel olarak yapılmış uzun ve dar balkonun altındaki akşamsefalarının çoktan açmış olan çiçeklerinin mis kokusunu içime çektim. Çok severdim ben bu çiçekleri. Bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi bu bitkinin çiçekleri en sevdiğim fuşya rengindeydi. İkincisi ise onlarda benim gibi geceleri severdi. Sonbaharın bu sene geç gelmiş olması beni mutlu ediyordu. Yaz çocuğuydum ben, güneşi görmeden ve ışıl ışıl yıldızlarla dolu bir gecede hayal kurmadan yatmak beni hep üzerdi. Apartmanımıza girmeden önce bahçedeki en sevdiğim ceviz ağacının altına doğru ilerledim. Her yıl eylül ve ekim aylarında eve girmeden önce ağacın dibine düşmüş birkaç ceviz bulmak ve küçük bir kiremit parçası ile kırarak afiyetle mideye indirmek en sevdiğim şeylerden biriydi. Hatta eskiden anneanneme yakalanmadan Aydın’la “vileda” sapının da yardımı ile üçüncü katın balkonundan bahçeye ceviz düşürmek; işte bu bizim için her şeye değerdi. Eylül ve ekim ayı haricinde de boş durmazdık tabi. Dedemin şeker hastalığı sebebiyle her gün vurmak zorunda olduğu iğnelerin şırıngalarından bir iki tane yürütür ve gelip geçene balkondan su sıkardık. Mutfakta yemek yapan anneannem yüzünden su bulamamakta bizim için hiç sorun olmazdı. En son oyunlarımızdan birisini Aydın başlatmıştı. Anneannemin saksıdaki çiçeklerinin topraklarından bir parça alan kuduruk kardeşim yoldan geçen bir kadının üzerine bir avuç fırlatmıştı. Kadın başını kaldırıp apartmana doğru baktığında ise küçücük balkonda iki seksen yere yatmıştık.
“Ne yaptın gerizekalı!” dedim korkuyla yanımda yatıp ağzını tutan Aydın’a. Az önce toprak attığı kadın bizim üç ev aşağımızda oturan asık suratlı Sebahat Teyze idi.
“Bir şey olmaz” diyerek arsızca cevap verdi. Doğruydu da. Yaptığımız o kadar yaramazlığa rağmen hiç kimse bizi koruyan o evimizden içeri girmeye cesaret edemezdi. Sanki ev tüm heybeti ile gelip geçeni korkutur ve sahiplerinden başka kimseyi içeri kabul etmezdi. Kadın evin önünden söylenerek uzaklaştığında ise bir dakikadır tuttuğumuz kahkahayı patlatmıştık.
Öyle böyle değildi, çok çok güzel günlerdi diye düşünüyordum cebime ağacın dibinde bulduğum iki tane cevizi sıkıştırırken. Aynı bahçe kapısı gibi yeşil ve demir apartman kapısını anahtarımla açarak içeri girdim. Burası benim çocukluğumun ve genç kızlığımın geçtiği yerdi. Sol tarafında upuzun bir selvi ağacı yükselir, sağ tarafında ise mis kokulu ceviz. Girişinde yeşil renkli ve tok sesli demir bahçe kapısı karşılar sizi, uzaktan bakınca görünür turuncu ve yarısı kırık kiremitleri, dört mevsim hep mi akar bir çatı, yazın sıcağını ve kışın soğuğunu mütemadiyen geçiren bu ahşap pencereleriyle söylediklerine göre o Erenköy’ün ilk betonarme binalarından birisi. Burası benim tüm hayallerimin doğum evi, tıpkı kendisi gibi başı dik, yüreği beton, gözü yaşlı sahipleriyle, işte bu küçücük cennet benim dedemin eviydi. Üç katlı bir binaydı, dördüncü kata çıkan merdivenler yarıda kalmıştı, dedem elindeki parayla ancak bu kadar yaptırabilmişti ve merdivenlerin bittiği yere bir gün devam etmek ümidi ile çatıyı eklemişlerdi.
Giriş katta annem, ben ve kardeşim kalıyorduk. Ufak, çok ufak bir daireydi. Ama her odasının rengi, her penceredeki izler, mutfak ve banyoda kırık olan fayansları bile aklıma kazınmıştı. Orta katta genellikle bizim gibi dar gelirli ve çeşitli türden kiracılarımız oturuyordu. En üst kat ise dedem ve anneannemin eviydi. Apartman da değişik ve ilkel bir iletişim şeklimiz vardı. Merdivenlerin yine yeşil ve demir tırabzanına bastonu ile vuran anneannem bize yemeğin hazır olduğunu işte böyle haber verirdi. Telâşe memuru dedem ise telefon çaldığında koşa koşa gelir ve demiri yumruklardı. “Güzin telefon var. Çabuk gel, bekletme kızım.”
Giriş kattaki evimize girdiğimde ilk iş elbiseyi kutusundan çıkarıp arka odadaki tek gardolabımıza asmak olmuştu. Benim kıyafetlerim holdeki çekmeceli ve küçük gözlü dolaplarda dururdu. Kitaplarımda öyle! Dolabın çekince kendine doğru gelen tuhaf bir gözü vardı. Defalarca kırılan ve inatla çivilediğimiz bu dolabı üreten fabrika gelip görse önce elimizi sıkar sonra da bizi kesinlikle kendi bünyesindeki tamir servisine alırdı.
Evde kimsenin olmamasını fırsat bilerek rahatça giyindim. Saçlarıma gelince kısa oldukları için aynanın önünde el yordamı ile hemen basit bir şekil vermeye giriştim. Benim gibi ince telli saçlara sahip olanları mutlu etmek için geliştirilmiş şu krepe tarağını icat eden insan evladı çok yaşasın, iki dakika da işte böyle hacimli saçlara sahip olabiliyordunuz. Aynada son kez genel görüntüme baktığımda -ki bu son iki aydır aynaya ilk kez gerçekten bakışımdı- idare eder olduğuna karar verdim. Çantamı açarak nakit paramı saydım, aslında sayılamayacak kadar azdı. Kredi kartım vardı ama arka sokaktaki müdavini olduğumuz taksi durağında kredi kartının geçmediğini gayet iyi biliyordum. Alır mısın sen o kadar para verip şu elbiseyi, al kalırsın işte böyle. İlahi adaletti bu! Ne yapacağımı düşünürken -bir süredir yaptığım sporun bana göre tek iyi yanı- bir kiremide ihtiyaç duymadan tek hamlede avucumdaki iki cevizi kırdım. Cevizin derinliklerinde kalan ufak bir parçayı çıkarırken telefonum çaldı.
Telefon çalmaya devam ederken elime aldım. Cevaplamadan önce ceviz kabuklarını atacak yer aramak için evin içinde de gezinmeye devam ediyordum. Dairenin kapısı anahtarla açıldığında ise kendimi tam karşıdaki -az önce saçımı yaptığım- banyonun açık kapısından içeri attım.
“Aslıhan sen misin kızım?” Ah anne! Zamanlamalarına her zaman hayran kalmıştım.
“Evet anne benim, çıkacağım birazdan.” Banyoda etrafıma bakarken klozet elimdeki kabuklar için gözüme gayet iyi bir yok etme aracı gibi görünmüştü. Kabukları atarak sifonu hızla çektim.
“Efendim?” Sifon derin bir öğürtü ile beni bile içine alabilecek kadar gürültülü çalışırken bende telefonu susmadan önce cevaplamak zorunda kalmıştım.
“İyi akşamlar Aslıhan nasılsın?”
“Çok iyiyim Harun Bey, Siz nasılsınız?” Şu “Bey” kelimesini de aradan çıkarmayı bir türlü beceremedim.
“Eee, o ses ne?” Bu adamın kulakları da her şeyi duymaya programlanmıştı.
“Televizyon açık da, filmden geliyor.” Klozetin kapağını kapatarak üzerine oturdum, sanki böyle yaparsam daha az ses gidecek gibi hissediyordum.
“Bu akşam geleceksin değil mi?”
“Tabi, tabi geleceğim.” Tazyikli su sesi hala tüm gücüyle devam ediyordu ve Yarabbi bu elbise oturunca ne kadar da sıkıyordu.
“Sen iyi misin?”
“Çok iyiyim” derken banyodaki fayanslara avuç içimle vuruyordum. “Hadi git artık, git.” Annemin beni görmeden gitmeyeceğimi bilsem de Allah’tan umut kesilmezdi işte!
“Bana mı dedin?” diye sordu telefondaki meraklı ses.
Elimi hayır anlamında sallarken cevapladım. “Yok yok, bunlarda televizyondan geliyor.” İlk maaşımla şu sifonu yenilemezsem bana da Aslıhan demesinler! Sifon susmadan önceki son viyaklamasını yaparken ben artık klozeti tekmeliyordum. Tuhaf daha önce bu kadar uzun sürdüğünü hiç fark etmemiştim.
“Sanki su sesi geliyor?”
“Evet evet sulu bir film. Denizde geçiyor. Çok sulu. Çok.”
Karşı taraftan kısa bir kahkaha yükseldi. “Seni başından kaldırmadığına göre öyle olmalı. Adı ne?”
“Neyin?” Konuştuklarımdan bile haberim yoktu ki.
“Filmin tabi ki.”
Alnıma ufak bir şaplak attım. Hay aksi! Ben bu yalanlara başlamayı iyi beceriyordum da bitiş kısmında hep batırıyordum. Adı ne, adı. Hemen şimdi bir ad bulmalıydım. Bir sifonun son çığlığı. Yok bu olmaz. Sifonu unut! Ceviz kabuklarının son şarkısı nasıl? Bu olurdu aslında.
“Aslıhan sen gerçekten iyi misin? Yardıma ihtiyacın olmadığına emin misin?”
Herhalde bir kızın hayatında en son görünmek isteyeceği kare bir klozetin üzerinde otururken ki olmalıydı. “İyiyim şey, televizyona yaklaşıyorum bir dakika, adına bakmamışım akıl işte. Hah! Filme dalarsan böyle olur değil mi ama?”
Banyonun kapısı yavaşça açıp annemi görmemenin mutluluğu ile az önce hata yapıp çıktığım yatak odasına koşarak daldım. Aydın’ın filmlerinden bir tanesi kesinlikle işimi görürdü. DVD’lerin canına okuyarak hızla isimlerini taradım. İşte! İşte bu.
“Açık deniz.” dedim DVD ile oda da elbisenin izin verdiği kadarıyla dans etmeye çalışırken. “Ah harika bir film Harun Bey, anlatamam size süper komik. Hem komik hem sulu yani.” Saçmalıyordum. Kes sesini, kes sesini artık Aslıhan! Tamam iç ses. Emir anlaşıldı.
“Harika, bir gün izlemek isterim, bu arada seni kaçta almamı istersin?” Aslında oldukça cazip bir teklifti. Gözümün önüne kısa metrajlı bir film perdesi indi. Harun bizim evin önüne arabasıyla yaklaşıyor ve tüm ev ahali balkonlara üşüyordu, Aydın şantaj olarak bu anı fotoğraflarken annem de arkamızdan bir kova su döküyor, anneannemde dedemi “Oğlanın işi neymiş” diyerek dürtüyordu. On saniyede romantik komedi filmim kâbusa dönüşmüştü.
“Olmaz!” dedim panikle.
“Geçen sefer seni almamı istemediğinde kötü şeyler olmuştu ve ben..”
“Bu sefer sorun çıkmayacak güven bana.” Suratımla yaptığım şirin hareketlerin sesime yansıdığını düşünüyordum. Etkisine ise derinden gelen bir “Pekâlâ” duyunca emin oldum.
“Görüşürüz.” diyerek kapattım. Elime nereden aldığımı umursamadığım DVD’yi yatağa fırlatarak saçlarımı elimle son kez kabarttım ve derin bir nefes alarak odadan çıktım. Çıkmamla annemle burun buruna gelmem de bir oldu. “Nereye gidiyorsun sen kızım? Bir varsın bir yoksun.”
“Arkadaşlarımla buluşacağım anne, iki aydır bir yere çıktığım yok. Berfin’de gelecek hem.”
“Açık deniz falan diyordun demin? Duydum ben.” İnanmıyorum kapı mı dinliyordu pes!
“Evet anne bu kıyafetle şimdi gemiye binip açık denizlere doğru yol alacağım hatta bak bikinimde içimde.” Annem bakmak için eğilince yok artık diye düşündüm. “Sus bana cevap verme. Nereden buldun hem bu elbiseyi?”
“Aldım tabi ki anneciğim, bir indirim vardı ki sorma kırk lira, gerisini sen düşün artık.” Gerisini ben daha fazla sallayamayacağım yoruldum anla beni anne!
“Bir tane daha alsaydın ya benim akılsız kızım, madem o kadar uygundu.” İşte annem böyleydi, dolabımda aynı modelden uygun fiyatlı bir düzine kıyafet vardı. Sırf kimse çakmasın diye kimin yanında hangi rengini, hangi tarihte giydiğimi tutmak zorunda kalmam da bu sebepleydi. Hatta bu yüzden Aslıhan kıyafet yönetmeliği ismini verdiğim küçük bir not defteri bile edinmiştim ve bu şaka değildi!
Kapıya asılı anahtarı çantama atarken annem hala öğüt veriyordu. “Bak sakın geç kalma, deden sen gelene kadar uyumuyor ona göre, taksiyle git taksiyle gel emi güzel kızım?”
“Tamam anne, hem zaten bu elbiseyle minibüse binecek halim yok.”
-On dakika sonra-
“Ayy! Şu parayı uzatır mısınız lütfen. Bir Bostancı.” Pis pis sırıtan sakallı bir adam önündeki iki kadını ezerek elimdeki paraya uzandı. Bir an adamın eğilip elimi öpeceğini sanmıştım ki aniden havadaki elimi ondan uzaklaştırdım. Bu uzattığım paranın bir kısmının yere düşmesine sebep olmuştu. Lanet olsun ya! Lanet Lanet! Paranın yuvarlandığı tarafa doğru eğildim. Önümdeki teyzenin bavulu hareket alanımı daraltsa da elimle bavulun etrafını yokladım. Kesin şimdi eğildim saçım bozuldu. Kesin!
“Ah affedersiniz.” Kalkarken çarptığım kulaklıklı kız pekte umursamamıştı. Uzun uğraşlar sonunda parayı bulmuştum ama ter içinde de kalmıştım.
“İnecek var!” En arka sıranın en köşe koltuğunda oturan adam sanırım şaka yapmıştı ve şimdi kalabalığı yararak ilerlemeye başladığında inmek konusunda ciddi olduğuna ben bile inanmıştım. İki sırayı geçip benim arkamdaki kapıya ulaştığında ufak bir çığlık attım. Adam elbisemin arkasına basmıştı. Kahretsin, anneler ne kadar da haklıydı. Keşke kırk lira olsaydı da iki renk alsaydım. Adamın indiği yerde sanki başka minibüs yokmuş gibi bekleyen yedi-sekiz kişilik bir ordu minibüse dalınca bir an inmeyi düşünsem de şoförün sözü ile duraksadım. Yuvarlak camlı bir gözlük takmış olan şoför arkasını dönerek “Haydi ablacım ilerleyelim araba boş.” dediğinde kendimi çok zor tuttum. Neresi boş, balık istifi gibi olduk burada. Zaten bu denizkızından bozma kıyafeti de nerden aldım. Saçım da bozuldu şu halime bak, eteğim yolgeçen hanı olmuş. Hala boş diyor!
“Camı kapar mısın evladım bana dokunuyor” Başında dikildiğim sırada oturan teyze şimdi önündeki oğlanın omzunu dürtmeye başlamıştı ve bir iki uyarıdan sonra çocuk çaresizce camı kapadığında içeriye temiz hava girmesini sağlayan tek boşlukta yok olup gitmişti. Ve araba Bostancı’nın girişine vardığında daha fazla dayanamadım.
“Müsait bir yerde.” Lütfen şu dağılmış tipime müsait bir yer olsun ama! Adam beni duymamış olacaktı ki hız kesmeden yoluna devam ediyor bir yandan da yandaki minibüs ile el kol hareketi yaparak yarışıyordu. Teyzenin yanında oturan amca benim elbisemin ucuna takılan bastonunu havaya kaldırdığında ufak bir yırtılma sesi duydum.
“Yavaş ol, öldürecek misin sen bizi hergele!” diye titrek sesi ile konuşmuştu amca.
Allah’ım insan hayallerine minibüsle gider miydi? Dahası ben şimdi o kumaşı o bastondan nasıl çıkartacağım.
Son bir gayretle “İnecek var!” diye çığlığı bastım.
“Oğlum var ya bana Kazasker’de kırdın ses etmedim. İki yolcumu aldın. Ya bak bana el kol yapma, senin şimdi…” Şoför ani bir frenle cümlesini kesip arabadan diğer minibüsçü ile kavga etmek üzere atladı.
“Hayır olamaz! İnemezsin dur önce kapıyı açsana!” Şimdi arabanın içinde herkes bir şeyler konuşuyordu. İki şoförün ise birazdan kafa göz dalmaları kaçınılmazdı ve bunun üzerinden tahminler yürütülüyordu, birazdan para da toplamaya başlarlardı. Ben on senelik bu minibüs serüvenlerimden bir kitap yazsam kesin yok satardı. “Aslıhan ile minibüs maceraları.” Nasıl beceriyordum bilmiyorum ama bindiğim üç arabadan ikisinde mutlaka bir olay çıkardı. Eda bu durumun tamamen benden kaynaklandığını düşünüyordu. Arabada sesler giderek dayanılmaz hale geldiğinde herkesi susturacak güçlükte bağırdım.
“Yeter yeter, ben şimdi açarım o kapıyı.” Minibüslerde git gel öğrendiğim bir şey varsa o da direksiyonun yanındaki kırmızı botunun kapıyı açtığıydı. Yanımdaki iki bayanı zar zor geçerken artık elbisemin kuyruk kısmını pekte önemsemiyordum. Hatta şuan şu arabadan çıkmaktan başka hiçbir şeyi önemsemiyordum. Pis sakallının yanına vardığımda butona ulaşmama sadece bir adım kalmıştı.
“Eyvah bıçak çekti adam. Polis, polisi arayın evladım.” Teyze korkuyla ayağa kalkmıştı. Herkes bu iddia üzerine cama yaslanınca pis sakallı da fırsatı bilip bana yanaştı. Normal şartlarda arkamı dönüp sıkı bir diz atardım, ama şuan bu elbise buna fırsat vermiyordu. Kafa atsam da yarısı sönmüş saçımın geri kalanına yazık olacaktı. Sen çok yaşa Bora Hoca! Kendisi bana yarım bir insan olduğum dönem de koruma amaçlı kullanmak için muhteşem bir iksir vermişti. Ne demişti! Kapağı aç ve gözüne sık. El çantama uzanıp küçük şişeyi çıkardım. Alışkanlıktı işte, insan bir ay taşıyınca yanından ayıramıyordu. Korumasını açıp yavaşça dönerek hala arkamda hareketler yapan adamın suratına doğru tüm şişeyi püskürttüm. Adam acıyla feryat etti. “Seni pislik.”
Elime uzanıp şişeyi yakalamaya çalıştı, ne yazık ki ben bu sırada hala sıkmaya devam ediyordum. Şişe arabadaki herkesi hedef alarak adeta bir zehirli gaz bombardımanı yaydı. Elbisenin de canı cehenneme diyerek, hırsımı alamayıp adama iyi bir diz attım, bu hareketle tabi ki elbisenin önünde küçük bir hasar meydana gelmişti. Bu elbiseden de bu günden de artık hayır gelmezdi zaten…
Adamın şişeyi bırakan elli şimdi bacak arasına gitmişti diğeri ise hiç çekmediği yüzündeydi. Arabadaki diğer insanlar ise ağızlarını tutarak son güçleri ile camlara vuruyor, bir kısmı da akıl ederek başlarını camlardan dışarı çıkarıyorlardı. Bu arada şoförler kavgayı bırakmış minibüsün içindeki kargaşaya anlam vermeye çalışıyorlardı. Hatta gözlüklü şoför gel bir bakalım dercesine kanlı bıçaklı olduğu diğer adamın omzuna dokunmuştu. Bizim şoförle göz göze geldiğim an atılarak butona bastım. Ben ömrümde böyle güzel bir ses duymadım. Pısss! diye açılan kapıdan atlayan yanımdaki iki kadının arkasından bende dışarı çıktım. Benimde yüzüm gözüm biber gazından dolayı fazlasıyla acıyordu ama pes etmeden etrafa bakındım. Herkes kendini yola, kaldırıma atmış dövünüyordu. Irz düşmanı sapıkta sonunda arabanın merdivenlerden yalpalayarak yola atladı.
“Allah’ın cezası.” diyerek üzerime doğru yaşlı gözlerle yürümeye başladı. Elimdeki boş şişeyi kenara atarken “Bak gelme ben boks biliyorum, dağıtım kafanı gözünü.”dedim.
“Ayy! İhsan ben ölüyorum, su bul bir şey yap.” Teyze yanındaki şimdi eşi olduğunu sandığım adama tutunarak bağırıyordu. Amca’da mendili ile gözlerini silerek eşine sarılıyordu.
“Be-ben bir şey yapmadım, o, onun yüzünden oldu.” dedim panikle.
Hem suçlu hem güçlü sapık “Seni geberteceğim.” diyerek koluma yapıştığında artık günah benden gitmişti. Vücudumu gererek adamın tam olarak çenesine sıkı bir yumruk attım. Adam bir metre yuvarlanarak sırtüstü geri yuvarlandı.
Bir düzineden fazla kızgın insan önce yerde yatan adama sonra da bana ölümcül gözlerle bakarken takındığım en şirin gülümsemeyle cevapladım. “Oh be Bostancı’ya da geldik.”
“Aslıhaaan!” Bu ses, bu kükreyiş, bu kükreyişteki asalet. Olamaz(!)
Arkamı döndüğümde Harun Bey yanında ağzı beş karış açık Uygar’la birlikte dikiliyordu. Ağzından ikinci çıkan kelime ise dev cüssesine yakışmayan şekilde tam olarak fısıltı halinde çıkmıştı. “Kolun?” dedi. A aa! Doğru ya ben daha kolumu kullanabildiğimi ona söylememiştim. İyi de ben kolumu kullanabildiğimi daha kimseye söylememiştim ki.
“İlahi güç işte” dedim omuz silkerek. Ne diyebilirdim ki; ben bir aydır kolumu kırma pahasına boks yapıyorum. Anıl Bey duyunca bile beni tedavi etmekten vazgeçti mi deseydim. Ama bak kırılmadı. Al bu kol!
Şoför, yolcular ve Harun Bey arasında geçen kısa süreli tartışmayı Uygar’la birlikte uzaktan izliyordum. “Sen eli sıkılacak bir kızsın.” dedi Uygar arkasındaki duvara yaslanarak.
“Neden?” dedim az önce yanımdan geçen seyyar mısırcıdan aldığım bardak mısırı kaşıklarken.
“Bizimkiler beni yurt dışına sepetlesinler diye başımı sokmaya çalışmadığım bela yok ama ne yapsam bu konuda eline su dökemem gibime geliyor. Sahi sırrı ne bunun?”
“Akışına bırakıyorum aslında.” Plastik kaşığı havada sallarken ekledim. “Sanırım bu süreç daha çok kendiliğinden gelişiyor.” Uygar sesli bir kahkaha patlatınca ona susmasını işaret ettim. “Sus bak amcan bize kötü kötü bakıyor.”
“Bana bakmıyor ki sana bakıyor.”
“İyi işte sende iyice delirtme.” Ardından Harun Bey’in uzaktan bile delip geçen bakışlarına oldukça masum bir bakışla cevap verdim.
Kısa süre sonra problemi halleden Harun Bey yanımıza gelip kolumu tuttu. Tam olarak sol kolumu. Elimdeki mısırı kapan Uygar o kadar kaç göz işareti yapmama rağmen “Eh! Haydi, Ben içeri giriyorum siz de gelirsiniz.” diyerek beni cellâdımla baş başa bıraktı. Onun tam olarak yanımızdaki binanın kapısından girdiğini gördüğümde şansıma lanet ettim. Sen gel tam ineceğim yerin önünde dur.
“Ne güzel minibüs de tam önünden geçiyormuş.” Aklıma gelen en mantıklı cümle bu olmuştu. O ise cevap olarak bileğimi tutup salladı.
“Bu nasıl oldu? Nasıl yaptın? Sen kendine ne yaptın?”
“Hiç, sadece biraz spor, iyi geldi. Bak eskisinden sağlam.” Kolumu elinden kurtarıp saçma sapan hareketlerde havada salladım. Boşta kalan ellerini önü açık ceketinin arasından beline koyarak sabırla yüzüme doğru baktığında yutkundum.
“Hem siz neden benimle bu kadar ilgileniyorsunuz Harun Bey?” Bey kelimesini söylerken bilerek biraz uzatmıştım. Sanki bilmiyorduk neden ilgilendiğini ama isterim ki bunu kendin söyle be adam!
“Sen” birkaç saniye sustu, ardından elini yanağıma değdirdi. Tuhaf böyle kaba ellerin daha sert olması gerekirdi, oysa şimdi benim pudra süngerim kadar yumuşaktı ve tam olarak onun görev yaptığı yerlerde gezmeye devam ediyordu.
“Sen şehlasın.” dedi gözlerime kilitlenmiş olarak bakarken.
“Hayır değilim.” İnkâr etmiştim ama şehla ne demekti ya(?)
“Evet öylesin. Ama bu seni daha seksi yapıyor.”
“Be-bence içeri girmeliyiz. Biber gazından zaten yüzün gözüm yanıyor.” Kıskacından kurtulup Uygar’ın girdiği kapıya doğru ilerlerken onun başını kaldırmış Allah’tan yardım istediğine şahit olmuştum. İçeri girip bahçe katına doğru ilerledim. Kendime güvenim biraz olsun yerine gelmişti. “Seksi dedi ya s-e-k-s-i. Bana dedi, İnanmıyorum yirmi yedi yaşındayım ve ilk kez bir adam bana seksi dedi. Ah bir de şehla dedi. O neyse artık.” Ve sonu seksiye dayanan, bu şehla denilen şey her neyse kesinlikle şirin ve güzelden öte bir şeydi. Galiba sonunda bir adamın rüyalarına giriyordum. Oh! Artık gönül rahatlığıyla ölebilirdim.
*****
Şehla: Şaşı denemeyecek kadar az düzeyde göz kayıklığı.
Gözlerimi kırpıştırarak telefonun ekranına bir süre daha bakmaya devam ettim. Kesinlikle bu kelimenin ikinci bir anlamı olmalıydı. Beş dakikalık aramam sonrasında olmadığını anlayınca kendimi soğuk bir su almak için bar tarafına attım. Doğrusu hayal kırıklığıma şuan bir bardak soğuk sudan daha iyi gelebilecek hiçbir şey düşünemiyordum. Bara vardığımda genç bir kızın önündeki limonatayı görüp aslında limonatanın da içimdeki yangını keseceğine karar verdim.
“Bu gün cadılar bayramı ve ben de bir cadı kadar çirkinim daha ne bekliyorum ki? O adamın bana bakmasını mı?”
“Hangi adamın?” Kendi kendime konuştuğumu sanıyordum ki başımı kaldırdığımda yan taraftaki limonata içen kızın sorusuyla bunu duyduğu anladım.
Genç kadına başımla selam verdiğimde o da oldukça içten bir şekilde gülümsedi. “Şey öylesine bir adam işte.” Barın arkasındaki genç çocuğa seslenirken zorla da olsa yüksek tabureye çıkmıştım. “Bir limonata alabilir miyim lütfen?” Genç kadın elindeki kitabı kapatıp masaya koyduğunda sohbete devam etmek istediğine kanaat getirdim. Kitaba göz ucuyla baktığımda bunun en sevdiğim yazarlardan Ahmet Ümit’in son kitabı olduğunu gördüm. Hem güzel, hem kültürlü. İşte bu tam olarak her erkeğin âşık olacağı kadınlardan biriydi, eminim kimse ona bir cadı bebek hediye etmezdi ve o da hiç sanmam ki kimseye biber gazı ikram etmezdi. Kızın sarı kısa dalgalı saçları ve mavi ile yeşil arası tam seçemediğim renkte gözlerini hayranlıkla izledim. Yani anlayacağınız bu dünya harikası benden çok uzaktı. Tek ortak noktamız kesinlikle aynı hafta okumuş olduğumuz şu kitaptı. Kız bir film kahramanına benziyordu bense mitolojik hikâyelerden fırlamış bir cadı.
“Erkekleri çok takmayın, onların çoğu zaman söyledikleri ile yaptıkları birbirinizi tutmaz.”
Hah! Benimkinin söyledikleri bile birbirini tutmuyor güzelim. Kime anlatıyorsun sen! Adam bir şaşısın diyor bir de çok seksisin. Bu ironinin dibi.
“Haklısınız, takmıyorum zaten, ne diyor, kimi seksi buluyor, kimi seviyor, hayatında kim var o bile şu dakika itibariyle umurumda değil.”
Uygar elindeki vişne suyuna benzer şeyle koşarak yanıma geldi. Masaya bardağı bırakıp bir kolunu omzuna attı ve sonra beni o tabureden düşürebilecek son şeyi yaptı. Diğer kolunu da yanımda duran dünya güzeline sardı. Sanki kim olduğunu biliyor gibi, sanki tanışıyorlar gibi…
“Sizi bir arada gördüğüme sevindim.” dedi elini kolunu bir o tarafa, bir bu tarafa sallarken “Aslıhan bu Canan. Canan bu da Aslıhan.”
“Çok memnun oldum Aslıhan” Kızın bana uzattığı eline bir süre bakakaldım. Ya, ben az önce buna neler yumurtlamıştım.
“Bende” diyebildim zor da olsa elini sadece bir saniye sıkarken. Genç barmenin önüme bıraktığı limonata bardağı ile kendime geldim.
“İstemiyorum. Soğuk su lütfen, içinde de bolca buz olsun.” Genç oğlan iki saniye önce bıraktığı limonatayı alıp ters ters bakarak uzaklaşırken ben yanımda gülüşerek sohbet eden keyfi yerinde ikiliye baktım.
Demek o meşhur Canan sendin. Bak sen?
Ben sana gösteririm.
Seni Meg Ryan çakması seni, seni sarı çıyan seni!
*****
Aynı akşam banyodaki aynanın önünde gözlerimi pörtletmiş merakla irislerimi inceliyordum. Bu şekle sadece Johnny Depp filmlerini izlerken girerdim bir de uzun ama lanet olsun ki kıvrık olmayan kirpiklerime rimel sürerken. Gözleri geç de sizinde ağzınız rimel sürerken böyle tuhaf şekillere girer miydi? Cevap evet ise yalnız olmadığımı bilmek güzel.
Şu aynaya bakmadan makyaj yapabilme kabiliyetine sahip kızlara her zaman hayran kalmışımdır. Ben dev makyaj aynasını burnumun dibine sokup gözüme bulaştırmadan kirpiklerime rimel sürmeyi son iki senedir başarabiliyorken bunlar kalkmış üstüne bana depar atmış gözü kapalı eyeliner çekiyorlar. Birde o makyajı yapmak için kaçta kalkıyorlardı Allah aşkına lütfen biri söylesin!
Atmosferde bile beş katman varken hatun yeryüzü çekime karşı koymak istercesine o fondöteni sürmüşte sürmüş, yüzüne yedirmişte yedirmiş biraz daha devam etse suratı da kapatacakmış ki kendince yeterli bularak dudakları üzerinde çalışmaya geçmiş.
Yahu Jennifer Lopez'im o çivi topuklarınla bastığın kaldırımlara bile belediye o kadar asfalt dökmedi be!
Dün toplu taşıma da bir tanesi ile yan yana geldim, kız yetinmemiş birde yüzüne gözüne sim serpmiş. Ya ablacım bir git evine uyu! O morluklarına en şifalı ilaç bu...
Annem elinde havlularla banyo kapısından girince sağ gözümü sabit tutup sol gözümü ısrarla çevirme girişimimden vazgeçtim.
"Bak bu beyaz havlu senin Aslıhan" dedi yirmi yıldır benim olan ortadaki askıya asarken. Aslında kadın da haklıydı geçenlerde üzerinde ayak resmi olanı suratımla buluşturmuşluğum vardı tamam da bilinçlenmiştim artık. Ama ne yaparsam yapayım hiç bir şey anneme üç metrelik banyo havlusunu kafama sarıp; küçük, baş havlusunu da vücuduma dolarak banyodan çıktığım günü unutturamıyordu işte.
Suç bende değildi bir kere, suç bana yakası kolu belli olan bir bornoz almayan ebeveynlerimdeydi. Havlularla bu sıralar aram iyiydi de şimdi de kafayı gözlerime takmıştım. Harun'un sana çok yakışıyor dediği ve dedikten sonra kendimi aynalardan koparamadığım şu tuhaflık vardı. Hala havluları dizen anneme aynadan çaktırmadan bir bakış attım.
"Anne ben şehla mıyım?"
Annem sonunda havlulardan daha önemli bir mevzu çıkmasının mutluluğu ile arkasını döndü. Bizim ev böyleydi işte. Bazen çok pişmiş taze fasulye, bazen salonun ütüsüz perdeleri çoğu zaman da çocuklarının gereksiz problemleri onun için tüm bir günün mevzusu olabilirdi.
"O da nereden çıktı?" diyerek ciddiyetle yüzüme baktı.
"Harun öyle düşünüyor." dedim ama çokta seksi buluyor anne kısmını ise her vicdanı olan evlat gibi kendime sakladım.
"Halt etmiş o! Benim kıçımdan çıkanı benden iyi mi bilecek."
Şimdi güzel güzel konuşurken ağzını bozmanın ne âlemi vardı kadın üstelik ben bilmiyordum değil mi nereden çıktığımı(?)
İşte bu kadın benim annemdi. Babamdan hangi özelliklerimi aldım bilmem ama ben bu kara mizah yönümü kesinlikle annemden almıştım. Siz sakın adının Güzin olduğuna aldanıp bir sırrınızı vermeyin maazallah bunu komşunun gelinin beş yaşındaki obur oğlundan hiç hazırlıklı olmadığınız bir anda duyabilirdiniz!
Koca bir hamburgeri mideye indiren ufaklık "Aslıhan abla sen şaşı mısın?" diye sorduğunda şaşıdan çok şaşkındım aslında.
"Yürü git velet"
Yirmi yedi yaşında üstelik sürümü çoktan kullanımdan kalkmış bir kıza edilecek laf mıydı bu?
İstediğim kadar güncellemeleri yapsam da hiç bir çekici cihaz karşısında açılamayan “zipli” bir dosya gibiydim ben. Gideceğim yer hep belliydi. Birçoklarının masa üstünü bile çok görüp sürükledikleri kalabalık bir yerdi.
aslihan.rar
Bu dosyaya erişilemiyor.
Erişilmez olmak güzeldi diyenler sizi de bir gün beklerim. Yanıma, geri dönüşüm kutusuna...
Canan mı? O asla yanıma oturmazdı. Onun bulunduğu yer, her gün görmeden duramayanların uğrak noktası “sık kullanılanlar”dı. Oraya girebilmek her yiğidin harcı olmamakla birlikte rekabette had safhadaydı.
Ertesi gün işten bir haftalığına apar topar izin alıp öğlen olmadan ofisten çıkmıştım. Kolum kırıldığında bile iznini kullanmayan ben bu uğurda çok güzel sakat rolü oynamıştım. Patronlarım Oscar heykelciği yerine izin kâğıdı verdiklerinde hala acıyla yüzümü buruşturmaya devam ediyordum. “Çok acıyor çok.”
Binadan dışarı çıkıp vizite kâğıdını çantama tıkıştırdım. Benim o Canan denilen kızın niyetini öğrenmem şarttı. Hiçbir şey ama hiçbir şey bundan daha mühim olamazdı. Şimdi Eda’ya gitmeli, en işe yararından A,B,C planları yapmalı ve yarından tezi yok harekâta başlanmalıydı. Çalan telefonum ile tam da aklımda şekillenen ve Eda’nın da hoşuna gideceği vahşi planım yarıda kalmıştı.
“Efendim anne.”
“Aslıhan neredesin?”
“Şimdi işten çıktım anne, patronlar bana ödül olarak bir hafta izin verdiler.” Bunu söylerken kaldırımda sekerek dil çıkartıyordum.
“Sevinir misin? Üzülür müsün bilmem ama bir şey oldu.” Annem dolambaçlı anlatımları her zaman severdi.
“Ne oldu anne? Çatlatmadan söylesene.”
“Deden..”
“Ne oldu dedeme bir şey mi oldu!” Duraksadım.
“Deden evi müteahhide satıyor Aslıhan.”
İnsan elindekilerin kıymetini kaybedeceğini anlamadan idrak etmezdi. Benim için de o taş mabet her zaman öyle olmuştu. Kışın soğukta üşüdüğümüz, olukları her hafta kırılan, pencereleri macunlamaktan aşınan, çatısı çökmeye yüz tutmuş bu evden çıkmak benim en çok istediğim şeydi. Sıcak bir ev, ayrı bir oda bunları kim istemezdi ki? Dedem hepimizin ısrarlarına rağmen tüm alıcıları kovalar, ben ölmeden satmam der, anneannemin “son günlerimizi rahat geçirelim Ahmet” deyişlerine hiç aldırış etmezdi.
Bu gün bunun tek anlamı vardı. Dedem yaşlanmıştı. Aynı ev gibi o da ayakta durmakta zorlanmaktaydı.
Peki, ben şimdi bu kaldırama çökmüş neden ağlıyordum?
Dedeme mi yoksa yarım asırlık bir mabedin çöküşüne mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder