29 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 32


Ya ben değilim bu ya da bu değil yaşam.
Bırak cadı gitmem lazım!
Hayat zor ama pes etmemem lazım…*

BÖLÜM 32
“Cadılar Bayramı”

Söylediklerine göre sol yanım pek işlemez olmuştu. Gözlerim iki gündür salya sümük nezle, kalbimde en ateşli havale, hayallerimi bir çırpıda deviren katil ise vertigoydu. Ne biyopsi ne de sezaryen yaramazdı bu kadar hastalığa. Bu sefer canım çok fena yanacaktı zannımca.
Söyleyin bana, siz hiç saatlerce badanası eskimiş bir duvara bakarak gölgenizi aradınız mı?
Ben aradım! Üstelik duvar gölgemi seçebileceğim en zor renkteydi ve ben kılımı bile kıpırdatamıyordum…
Bugün üçüncü kez açılan kapıdan kimin girdiğini artık bakmaya bile gerek görmeden anlayabiliyordum. Ayağından çıkan naylon terlik seslerine bakılırsa bu sefer gelen şu genç ve güler yüzlü hemşire olmalıydı. Kadın cıvıl cıvıl sesiyle konuşmaya başladığında sadece beni haklı çıkarmakla kalmamış, uzun süredir baktığım duvardan da gözlerimi ayırmamı sağlamıştı.
“Bugün nasılsınız bakalım?” Elindeki tepsiyi yatağın ayakucundaki metal yemek masasına bıraktıktan sonra üzerindekilerle birlikte yavaşça bana doğru sürmeye başladı. Önüme kadar getirdiğinde ise tekerleklerini sabitleyerek durdurdu. Ardından kendisi de bir süre masa kadar sabit kalmaya devam etti. Gözlerimi önümdeki tabldotta duran üç çeşit yemekten ayırıp tepemde dikilen genç kadına çevirdim. Saçlarını bu gün atkuyruğu yapmış üstelik çokta yakışmıştı, bal rengi gözleri ortaya çıkmıştı ve gözleri bu gün ne kadar da canlıydı.
“Ben sizin yerinizde olsam böyle duvara bakmak yerine şu yemyeşil bahçeye dikerdim gözlerimi ya da…” iki saniye bekleyerek cümlesini tamamladı “ya da şu muhteşem gökyüzüne.” Karşısındaki sandalye de oturan benden herhangi bir tepki alamayınca kollarını göğsünde birleştirdi ve yüzünden ufak bir sitem yeli uçup gitti. “Farkında değilsiniz ama çok şanslısınız, Allah korumuş sizi.” Yüzünde sanki söylemek istediklerini iyice ölçüp biçen bir ifade vardı. “Ölebilirdiniz ya da bir düşünün ya sağ tarafınıza olsaydı. Şu çorbayı bile içemezdiniz belki. Lütfen artık kendinizi bu kadar üzmeyin.” Ardından kimseden uzun süre esirgeyemeyeceği kesin olan gülücüklerinden birini sundu.
“Lafa tuttum çorba buz oldu.” dedi ve bana başlamamı işaret ederken hastane yemekleri ilgili birkaç husus hakkında detaylı bilgi vermeye girişti. Genç kadını dinlerken elimi usulca tabldotun kenarındaki kaşığa uzattım. Eğer başarabilirsem -eğer birkaç kaşık yemeği başarabilirsem- diye düşünürken çorbayla kaşığı zor da olsa buluşturabilmiştim. Kaşığın kenarını süzüp yavaşça kaldırdım, havada ağzıma doğru yaklaştırırken elim her saniyede daha şiddetle sallanmaya başlamıştı fakat hedefe de çok az kalmıştı.
“Yemeklerin tuzu konusunda hastanemiz...” Tam kucağımdan geçerken ters dönerek üzerimdeki beyaz geceliği lekeleyen ve yere düşen kaşığa bakan hemşirenin ağzından çıkan sözler donmuştu. Şimdi bir eli ile sıkıca kapanmış görünmeyen ağzının üzerindeki iki iri bal rengi göz sonuna kadar açılmıştı. “Ah! Aman Allah’ım. Yoksa siz! Siz solaksınız.” dedi ve ardından hızla doktoru bulmakla ilgili bir şeyler geveleyerek dışarı koştu. Önce hemşirenin kaybolduğu kapıya baktım, sonra kirlenmiş geceliğime, gözlerim önümdeki masaya kaydığında çoktan buğulanmıştı. Yutkundum, başımı kaldırıp son beş saattir yaptığım gibi karşımda dikilen duvara baktım.
Ölüm beni kabul etmemişti, hayat ise benimle dalga geçerek en sevdiğime zarar vermiş ve bu bedeni bana öyle iade etmişti. İçimde biriken bütün öfkeyle masayı tekmeleyerek tek seferde devirdim. İşte şimdi duvarın hali de tıpkı sol yanım gibi perişandı…!
*****
Anıl Bey adında konusunda uzman bir kardiyolog yaklaşık beş kişilik ekibiyle beni bir dizi teste tabi tutmuştu. Benimle bu kadar ilgilenmeleri aslında biraz korkutucuydu ve korktuğum başıma ikinci günün sonunda gelmişti. Anıl Bey asistanı genç bir doktor hanımla birlikte gelerek durumu bana anlayabileceğim kadar basit bir dille açıkladı. Sonuç kalbe giden damarlarım olması gerekenden fazlaydı ve bu ritim bozukluğu denilen bir düzensizliğe sebep olmaktaydı. İşin buraya kadar gelmesinde muhtemelen yaşadığım bir dizi stresli olayında etkisi büyüktü. Anıl Bey; küçük bir operasyon ile fazla olan akım yolunun yakılabileceğinden bahsettiğinde kesin bir dille reddettim. Bu en az bir hafta hastanede yatmam demekti ve iki gündür Gaye Hanım’da kaldığımı bilen ailem için bu tam bir yıkım sebebiydi. Dedem ve anneannem seksen yaşına geçenlerde girmişti ve sağlık durumları pekte iyiye doğru gitmemekteydi. Annem ise tüm hayatını ikisine adamış durumdaydı ve kendisinin sağlığı da mükemmel sayılmazdı. Bunun eve aksetmesi ise beni torunlarından öte seven bu insanlar için yeni bir felaket olacaktı. Parmağıma iğne batsa benden çok canı yanan dedem ve sürekli çıkan uçuklarım için merhem koşturan anneanneme ben bunu yapamazdım. Tek çare, bunu kendi yöntemlerimle en kısa sürede halletmek olacaktı.
Nitekim yoğun ısrarlarımla cerrahiyi geçip, benim için asıl önemli olan şeye –koluma- önem verdik. Anıl Bey’in beni yönlendirdiği fizik tedavi merkezindeki onuncu günümde parmaklarımı az da olsa hareket ettirmeyi başarmıştım. Yirminci günde ise robot gibi kesik kesik hareketlerle kolumu az çok oynatıyordum. Bana biçilen iyileşme süreci en az altı aydı. Altı ay, tek kolla işe gidip gelmek ve evde “ben ofiste yedim anne” diyerek odaya kaçmak için oldukça fazla bir zamandı. Hele vücuduma üç günde bir takılan kabloları herkesten saklamak işte bu en zor olanıydı. Durumumu bilen sadece üç kişi vardı. Gaye Hanım, Harun Bey ve Berfin ellerinden gelen her şeyi yaparak bu sırrı saklamama canı gönülden yardımcı olmuşlardı.
Kırk beş yaşında bir Amerikalı’nın bu süreci daha kısa sürede atlattığını ve başarı öyküsünün tamamını okuyarak internet başında geçirdiğim yirmi birinci gecenin sabahında evden kimseye haber vermeden çıktım. O yaptıysa bende yapardım üstelik ben ondan yaklaşık yirmi yaş daha genç, daha dayanaklı ve kesinlikle daha manyaktım!
Öğlen olmuştu; güneş tepede, bu mevsim de kendini en güzel gösterdiği son pozlarından biri vermekteydi. Evden dört beş semt uzakta bir binanın cam kapısından oldukça kararsız adımlarla içeri girdim. İki saniye sonra kapı hala hareket halindeyken tekrar dışarı çıktım. Kararsızlıkta da bu kadar kararlı olmak derimden sonra giydiğim ikinci kıyafetim gibiydi. Çaktırmadan önce sağa sonra sola baktım ve sonra hızla tekrar sağa sola. Korkmayın canım tabi ki de şu önümdeki işlek caddeden geçen bir arabanın önüne kendimi atmayacaktım. Ben şimdi burada, hayatın dokuz sekiz öne geçtiği bu maçta beraberliği yakalamak için dikiliyordum. İzlenmediğime emin olduktan sonra başımı tepemdeki siyah tabelaya kaldırdım. Şuanda tanıdık birini görmek en son istediğim şeydi ve bu yüzden kendimce küçük çaplı dedektifçilik oynuyordum. Doktorum Anıl Bey'in spor tavsiyesine uyuyordum bunu kimse inkâr edemezdi ama bana hangi dalı seçmem gerektiğini söylememişti. Hah! O Hipokrat yemini etmiş olabilirdi fakat benim uslu durmak adına verdiğim söz sadece koca bir yalandan ibaretti ve beni tanıyan herkesin bunu bilmesi gerekirdi, Aslıhan ne olursa olsun asla pes etmezdi.
Çünkü Aslıhan hiç Yılmaz'dı...
Kendi kendime verdiğim bu gazla içeri girip soyunma odasına doğru ilerledim. Üzerimi yaklaşık yirmi gündür olduğu gibi acı içinde değiştirip kıyafetlerimi sabah bana anahtarını verdikleri dolaba yerleştirdim. Şimdi takmam gereken son bir aksesuarım kalmıştı. Onu da soyunma odasının kirli aynasından yararlanarak zor da olsa hallettim. Daha kolumu zar zor oynatabiliyor olsam da deli cesaretime ben bile hayrandım. İşte olmuştu, artık maça hazırdım bekle beni hayat canına okumama az kalmıştı.
Salonun kapısından başındaki tuhaf şeyle koşan kıza bakan cüsseli adam bir anlık dalgınlığından ötürü rakibinden sıkı bir tekme yiyerek kıç üstü yuvarlandı. Sanırım bunu çok sık yaşamıyor olmalıydı ki; suratı kıpkırmızı bir hal almıştı. Adam öfkeyle ayağa kalkarak sanki tekmeyi yanında dikilen genç oğlan değil de ben atmışım gibi bana bağırdı. "Hey genç bayan o kafanızdaki ne?" dediğinde elim kafamdakine gitmişti.
"Kuşak hocam" dedim sonra içimden devam ettim. Kör galiba ya da bu işte acemi daha kuşağın ne olduğunu bilmiyor.
Adamın küçük bir tövbe çektiğini işittim. Ardından ellerini beline koyarak başını yere eğip söylenmeye devam etti. Az önce onu bir güzel tekmeleyen genç tuhaf bir selam vererek diğer oğlanların yanına geçti. Oda ne! Kumralı, sarışını ben cennete düşmüştüm yahu bir de şu çatık kaşlı hoca olmasaydı tadı balla kaymak olacaktı. Aman neyse ben tatlı acı sosları da severdim onların da tatları hiç fena sayılmazdı. Hayatın kaderime ektiği bol tuz ve karabiberi de katarsak Meksika mutfağına girmemiz için ortaya iyi bir lezzet çıkardı.
"Onu neden kafanıza taktınız" Çatık ve gür kaşlarını böyle yukarı aşağı oynatmayı nasıl başarmıştı.
"Şey, Nereme takacaktım ki?" dedim kafamdakinin sarkan ucunu sanki bir saç buklesi gibi elime dolayarak.
Hocanın arkasında kalan Amerikan Güreşi topluluğu sıkı bir kahkaha attı. Adının Zafer olduğunu kayıt olurken öğrendiğim gülümsemeyi en son yedi yaşında bırakmış hoca arkasındakilere "Hia, Hua" gibi bir şeyler bağırdıktan sonra tekrar bana döndü. İnanmayacaksınız ama bir grup Herkül'ün sesi aynı anda kesilmişti. Adamın adını nerden aldığı belliydi zira bu kesinlikle bir zaferdi.
Yanıma gelin dediğinde paçalarım yerleri süpürerek yanına gittim. Aslında kıyafetin boyu sabah satın alırken oldukça iyiydi ama sonra düşününce dolgu topuklarla pek kombine durmadığını ve bir çiftte pisi satın alıp durumu kurtardığımı sanmıştım. Galiba kurtaramamıştım ki adam şimdi de gözlerini dehşetle açmış beyaz pisilerime bakıyordu. Altımdaki bol pantolonu oynatarak pisilerimi sakladım. Sakın, sakın ayakların büyük deme hele bunu şu topluluğun önünde hiç deme.
Zafer Hoca derin bir nefes alarak "Hemen çıkarın şu kafanızdakini." dedi.
Bu da taktı şuna hee!
Dediğini yapmıştım ki; iki adımda mesafeyi kapatarak yanıma geldi ve elimdekini koparırcasına aldı. Ardından kolunu kaldırarak elindekini salladı. "Bunun adı kuşak değil kurdele ve lohusa iseniz kafanıza gelin iseniz de belinize takarsınız. Gördüğüm kadarıyla ikisi de değilsiniz ve bakın burası da ne bir hastane odası ne de bir düğün salonu." Ardından burnumun dibine kadar girerek dişlerini gıcırdattı. "Burası bir karate salonu Bayan"
Ardından grupta yine küçük çaplı bir kıkırdama oldu. Bizim semtteki salona kaydolmadığım için bir kez daha kendimle gurur duydum.
"Cihan bir kuşak getir" diye arkasındaki topluluktan sarışın bir çocuğa seslendi ve aldığı emirle çocuk bir fişek gibi fırladı. Ben bir daha geri gelmeyeceğini düşünürken o beyaz bornoz ipi gibi bir şeyi getirerek hocanın eline verdi. Adam katlı şeyi açarak elinde çamaşır ipi gibi gerdi ve üzerime doğru gelmeye başladı. Adam beni kesin boğarak öldürecekti. Hani karate sanattı hocam en önemlisi de barışçıl bir spordu. Hey ne yapıyordu bu!
Adam belime uzanmışken bir an durup yüzüme baktı. "Kuşak olmadan bunu nasıl kapattınız." dedi üzerimdeki deli gömleğinden farksız giysiyi işaret ederek.
Şimdi zafer sırası bendeydi. Gömleğin bir ucunu kaldırarak gülümsedim. "Çengelli iğneyle tabi ki" dedim ve çok mantıklı bir soruyla devam ettim. "Neden bunun düğmesi yok ki?"
Hoca hayatında hiç çengelli iğne görmemiş gibi gömleğe ardından da hiç benim kadar yaratıcı bir zekâ görmemiş gibi yüzüme baktı.
"Yemin ederim siz kaçıksınız! Düğmeymiş düğme müğme yok kuşak var. Kuşak…!" Elindeki kuşağı biraz daha çekerse kesinlikle kopacaktı ve daha kötüsü adam ondan da gergin görünüyordu.
Çengelli iğneyi çıkarmamı emrettiğinde usulca dediğini yaptım ardından o saçma şeyi belime dolarken karnımı içime çekerek nefesimi tuttum.
"Önce şuradan geçireceksiniz ama dikkat edin iki ucu birbirine eşit olsun sonra da şöyle... Siz nereye bakıyorsunuz?"
Cevap vermek yerine tuttuğum nefesi bırakmadan başımı salladım. Sanki bu adamı iyice delirtmişti ki kuşağa sonuna kadar asıldı. Artık nefes almama gerek yoktu zaten çünkü muhtemelen şu sihirbaz gösterilerindeki güzel kadınlar gibi iki parçaya ayrılmıştım. Benimle işi bitince nefesimi bir solukta bıraktım ve on santim kalan belimle yürümeye çabaladım.
"Bale yapmayacaksanız da o ayakkabıları çıkarın." derken ben kenardaki tahta banka ulaşmıştım. Ne yani çıplak ayakla mı dövüşecektim? Yedi çift çıplak ayağa bakarken tatlı pisilerimi çıkarıp oturduğum sıraya koymuştum.
"Siz çalışın" diye gruba saçma sapan bir kaç hareket gösterip eliyle gelmemi işaret etti. Yanına gitmek artık kaçınılmazdı bende kaçmadım. Çıplak ayaklarımın ucuna basarak salonun ortasında –tam karşısındaki- yerimi aldım. Bana neyim olduğunu sorduğumda ise sol kolumu tutmakta olduğumu fark etmiş ve bu hareketimden hızlıca vazgeçmiştim. Başıma gelenleri tam olarak doktor dili ile olmasa da en insancıl şekilde Zafer Hoca’ya anlattığım da bana “wing chun” adı verilen bir yakın dövüş sporunu önerdi.
“Kaç ay?” dedim. “Kaç ay sonra eski halime dönebilirim?”
“Beş” Ardından dayanıklılığımı ölçmek ister gibi beni baştan aşağı süzdü. “En iyi ihtimalle dört.” diyerek de ekledi. Bu bir aylık kısaltmayı bendeki hangi olumlu izlenimden edinmişti inanın hiç bilmiyorum.
Yüzümün aldığı ifadeden memnuniyetsizlik aktığını gören Zafer Hoca “Pekâlâ, daha iyisi için benimle gel” diyerek kendisini takip etmemi istedi. Salondan çıkmadan önce ise aniden arkasını dönerek elimdeki pisiler ile dikilen bana baktı. “Canın çok acıyacak.” dediğinde ifadesi sanki beni mahcup edersen senin canına okurum diyordu.
“Biliyorum” dedim. Canımın acıyacağını tabi ki biliyordum, Nasıl bilmem ki(?) Tüm gece gözyaşları ile okuduğum şu Amerika’lının hikâyesi beynime kazınmıştı. Zafer Hoca sabah salona kayıt olduğum küçük ofise girdiğinde bende çıplak ayakla mermer zeminden geçip onun peşinden içeri girmiştim. Masanın başına vardığında çekmeceden telefonunu çıkardı ardından bana “Sen dışarı da bekle.” diyerek seslendi. Ben ofisin kapısından bir adım geri atmıştım ki gelip bir de cam kapıyı hızla yüzüme kapattı. Sonra telefonda biriyle tuhaf el kol hareketleri ile bana bir asır kadar uzun gelen beş dakika konuştu. Telefonu kapatınca masa da duran kartvizitlerden birini elini alıp arkasına bir şeyler karaladı. İşi bitince masanın etrafından dönerek zaten küçücük olan ofisini bir adımda tamamladı. Cam kapıyı açarak bana az önce bir şeyler karaladığı kartı uzattı.
“Bu benim arkadaşım Bora. Kendisi bir boksör. Sana ondan başkası yardım edemez. ”
Uzattığı kâğıdı alırken ağzımdan çıkan ilk hece de “bok” olmuştu. Sorumu düzelterek tamamladım. “Bok-sör mü?”
Tek kaşını manidar bir hava ile kaldırdı. “Ne oldu pes mi ettin?”
Kartvizitin ucunu adama doğru sallayarak cevap verdim. “Ben asla pes etmem.” dedim ve ardından soyunma odasına doğru hızlı adımlarla ilerledim…
-01 Ekim 2011-
Ertesi gün gelmem söylenen şu Bora Hoca’nın spor salonu işyerime oldukça yakın bir semtteydi. Bu yüzden yerini kolayca bulduğum salona girip gözüme çarpan ilk kişiye -genç bir oğlana- gülümseyerek selam verdim.
“İyi günler ben Zafer Hoca vasıtasıyla geliyorum. Kendisi beni Bora Hoca’ya yönlendirmişti.” dedim.
“Merhaba Ali ben. Bora Hoca geleceğinizi söylemişti, şuan bir dersi var, bir saat sonra sizi alacak, önce size kıyafet ve eldiven hazırlayalım. Yanınızda kıyafetiniz var mı?” Bu kıyafet takıntıları da beni sinir ediyordu doğrusu. “Evet kıyafetim var.” dedim genç oğlanı takip ederken. Soyunma odası benzeri çeşitli aletlerle dolu bir odaya girdik. İki gündür soyunma odalarında geziyor ama henüz koluma iyi geleceğini düşündüğüm tek bir hareket bile öğrenemiyordum. Hah! İşte bu harikaydı doğrusu.
“Evet neleriniz var?” dediğinde oğlanın suratına tuhaf tuhaf baktım. Ben iyiyim senin neyin var dememek için kendimi çok zor tutuyordum. Ama bu cevap muhtemelen zafere giden yolda kendime atacağım sıkı bir çelme olacaktı. O yüzden susarak sırtımdaki çantayı çıkarmaya uğraştım. Ali yanıma gelerek sol kolumdaki çanta askısını çıkarmama kibarca yardım ettiğinde durumumdan haberdar olduğunu anlamıştım. Çantamı açarak ona şortumu, t-shirt ve ayakkabılarımı gösterdim. Başını tamam anlamında salladı ve odadaki kapalı dolaplardan birine yan yan ilerlerken küçük bir sohbet açtı. “Bora Hoca ile çalışacağın için çok şanslısın.”
Ah! Ne demezsin, şans benim göbek adım zaten. İçimden bendeki bu şansa bilumum sitem sıraladım. Dolaptan bana doğru eli kolu dolu gelen çocuğa hayretler içinde baktım. Yahu! Ben onları takana kadar akşam olurdu. “Bunların hepsini mi takacağım?” derken oğlan elindekileri yanımda duran sandalyeye yığmıştı bile.
“Tabi ki ilk şart güvenlik. Bu dişlik, bunlar bandajların” İçlerinde Sylvester Stallone filmlerinden aşina olduğum tek şeyi bana doğru salladı. “Bu da eldivenlerin” dedi.
“İki kolumu oynatacağım diye bu kadar şeye ne gerek var ringe mi çıkacağım ben!”
Ali kısa bir kahkaha atarak başını salladığında bende ona eşlik etsem de içimi sebepsiz ve derin bir korku kaplamıştı bile…
*****
Yaklaşık kırk beş dakika sonra Ali bir kapıyı açarak başıyla içeri girmemi işaret etti. Yüzünde öyle bir sevecenlik vardı ki sanki beni çocuk parkına yolcu ediyordu. İçeri girdiğimde ufak bir şaşkınlık yaşadım. Aman Allah’ım! Gözlerime inanamıyordum burası tam olarak bir ring gibi döşenmişti. Demek Ali denilen şu çocuğun gülümsemesi bundandı. Salonun ortasına doğru ilerlediğimde bir köşede arkası dönük bir adam elindekilerle uğraşmaktaydı. Üzerine giydiği şey herhalde yırtılmış olmalıydı çünkü üst gövdesinin büyük çoğunluğu sanki açıktaydı. Bacaklarındaki kasları gördüğümde ağzım beş karış açık kalmıştı ve bu Ali’nin ağzıma taktığı şu şeyin sanki damağımda oturduğu yerden biraz kaymasına sebep olmuştu. Adam bana döndüğünde ise Jason Statham’ın Türkiye versiyonu ile karşı karşıyaydım. Tek elinde iri bir eldiven takılıydı ve diğerini koltuk altına sıkıştırmıştı. Adam bana doğru gelirken Rocky filminin efsane müziği “Eye of the tiger” sanki kulağımda çınlıyordu. Konuşmadan önce yutkundum. “Şöy Bön böön”
Adam yanımdan geçerek arkamda kalan kapıyı kilitlediğinde gözlerimi sonuna kadar açtım. “Böön bön” diyerek çırpınmaya devam ediyordum. Tek istediğim beni Zafer Hoca yolladı. Lütfen beni öldürmek demekti. Ayrıca o üzerindekinin de neden parçalandığını anlamıştım. Muhtemelen kurbanları ile boğuşurken bu hale gelmişti. Benden önceki adam ölmüş müydü acaba? Peki ben, beni de öldürecek miydi? Yüzüme böyle sinirli bakması bu sebeple miydi?
“Dişliği çıkar.” diye emretti ki, elimdeki koca eldivenlerle üzgünüm ama sayın aygır bunu yapmam pek mümkün değildi. Ettiğim hakareti hissetmiş gibi hızlıca yanıma gelerek koca elini ağzıma sokup neredeyse dişlerimi de sökecek kadar hızla çıkardı. Dişlerimi birbirine vurduğumda hala yerinde olduklarını hissetmek gerçekten mükemmeldi. Adam ağzımdan çıkardı şeyi hala elinde tuttuğu anahtar ile birlikte şortunun cebine koydu. İğyy! Bu gerçekten iğrençti. Bir daha o şeyi ağzıma takmayacağımı birisi bu adama söylemeliydi.
“Şey, be-beni Zafer Hoca gönderdi. Maalesef bir kolumu kullanamıyorum.”
“Öyle mi hangisini?” İşte biraz olsun bir kadına kibar olmayı başarabilmişti. O, boşta kalan elini de eldivene sokarken ben “Sol kolum.” dedim. Başını sağa sola yatırarak karşımda hafifçe zıpladı ve ellerini çenesinin altına gelecek kadar kaldırdı. “Tam olarak neresi?”
Sağ elimle sol omzumu işaret ederek elime kadar uzanan kolumun tamamını gösterdim. “Aslını isterseniz tam olarak şuradan başlıyor ve elime kadar. Maalesef hiç his yok.”
“Demek öyle”
“Evet ve aslında be……… Aaaaah!” Sol omzuma attığı sıkı bir yumrukla yere sırtüstü yapıştım. “Kolum kırıldı, Allah’ım kolum kırıldı. Gitti, kolum gitti.” Yerde cenin pozisyonuna geçmiş ve hıçkırarak ağlamaya başlamıştım.
“Bence his var.” dedi. Tek söyleyeceği bu muydu? His var, aman ne güzel. Yerde iki büklüm yatarken sağ elimde çalışmayan kolumun yerinde olup olmadığını kontrol ettim. Sanırım hala bir şekilde olması gerektiği yerdeydi. “Seni pislik.” derken yerde hıçkırarak ağlamaya ve tek kolumla yeri yumruklamaya devam ediyordum.
Dizlerini kırarak yanıma eğildi. “Bak kızım burası dans okulu değil, canın yanıyor ve daha da yanacak ama ben ne dersem yine de onu yapacaksın duydun mu beni!”
Ona cevap vermek yerine ağlamaya devam etmemden ötürü sinirlenerek beni kolumdan tutarak yere oturttu. “Dokunma lütfen kahretsin çok acıyor.” dedim koluma değen eldivenli eline bakarak.
“Bir ay. Seni bir ayda toparlarım.” dediğinde yüzümden hala acı aksa da ağlamayı kesip yüzüne bakıştım.
“Bir ay mı?” Bunu bana tıp bile vaat edememişti ve şimdi karşımdaki bu yarı deli beni bir ayda iyi edebileceğini iddia ediyordu.
“Dört dakika sana. Düşünmek için.” Ayağa kalkıp onu ilk gördüğüm köşesine doğru ilerledi.
“Neden dört?” diye sordum, sanki şu an tek önemli şey neden üç ya da beş dakika değil de dört dakika olduğuydu. “Fazla vaktim yok cadı.” dediğinde kıçını yerine yeni koymuştu.
Dört dakika, tam dört dakika deli gibi düşündüm. Şu kapıdan çıkıp gidebilirdim. Bir korkak gibi en az altı ay daha insanlardan en önemlisi ailemden her şeyi saklayarak yaşayabilirdim ya da bir ay boyunca daha ilk dakika da tattığım bu inanılmaz acıya elimden geldiği kadar dayanmaya çalışabilirdim.
“Kabul ediyorum aygır.” dedim. Adamın oturduğu yerden kalkmadan önce güldüğüne yemin edebilirdim…
(1.gün- 2 Ekim 2011)
Adam tam arkamda duruyordu, nefesini ensemde hissedebiliyordum. Kolumu tavana bakacak şekilde kaldırdığında acıyla inledim. Şimdi öne doğru uzatırken kaçmak için boşuna bir harekete giriştim ve yana doğru açtığında ise bildiğim tüm küfürleri ettim. Fizik tedavi merkezinde kolumu bir kuş gibi tutan, yavaşça sağa sola oynatan ve ben ah! dediğimde iyi olup olmadığımı soran Pervin Hanım doğrusu burnumda tütüyordu.
“Bugün gard almayı öğreteceğim. Bu aynı zamanda kolunu kırmanı sağlayacak.”
“Neee?” Bir adım geri kaçtım.
Yüzüme bakarak –kırmak- kelimesini sinirle açıkladı. “Dirsekten tam olarak şöyle bükebilmeyi yani, gard hareketi için kolunu bilekten kırman ve çenene yakın tutman gerek.”
“O dediğinizi tek başına yapmam mümkün değil.”
“Öyle mi? Pekâlâ” Arkasını dönerek havada boşluğa birkaç afili yumruk salladı ve aniden dönerek beni hedef aldı. Bu gün bir kez daha yerdeydim.
“Şimdi dört dakika.” dedi.
“Ne için lanet olası.” tek dizimin üzerine kalkmaya çalışıyordum.
“Gardın ne kadar önemli olduğunu anlaman için.” Gösteriş budalası dün yaptığı gibi bu günde köşesine çekilmişti.
(10.gün- 11 Ekim 2011)
Cadılar!
Siyah pelerinli, sivri başlıklı ve süpürgesiyle uçan kötü kadınlardır onlar. Mitoloji ve mistik bilimler cadıları kabul eder. Günümüzde ise cadı denildiğinde birçoklarının aklına sadece Harry Potter gelir. Ben cadıları severdim aslında en azından her zaman bir tarzları ve iyi kötü arasında net olarak tercih ettiği bir tarafları vardı.
“Hazır mısın cadı!” Sevmesine severdim ama bu adamın on gündür adımı dahi sormadan bana cadı diye hitap etmesine kafam bozuluyordu artık. Gel cadı git cadı. Yarın ders yedide cadı. Bu ne kardeşim ya! Karar vermiştim artık şu boks denilen mereti adam akıllı öğrenince ilk şu adamın ağzını burnunu kıracaktım.
“Hey gözlerime bak gözlerime!”
“Bakıyorum hocam.” Hem de öyle bir bakıyorum ki, mıh gibi aklıma kazıdım.
Ellerine taktığı korumalıkları sallayarak başlamamı işaret ettiğinde dediğini yaptım. Artık kolum büyük ölçüde bükülebiliyordu üstelik parmaklarımın tamamını da rahatça hareket ettirebiliyordum. Fakat bu külçe gibi ağır eldivenler kısa sürede gücümü kesiyordu. Bir kuş kadar zayıf yumruklarımla ona vururken adam bir o yana bir bu yana kaçarak zor toplayabildiğim dikkatimi de dağıtıyordu.
“Haydi cadı sert ol biraz.” dedi bir adım daha geri kaçarak. O kaçtıkça kolumu daha da ileri uzatmak zorunda kalıyordum ve bu iki kat canımı yakıyordu. Yüzüm çektiğim tüm acıyı gösterircesine buruşmuştu. Aslında akşamları evde yaptığım hareketlerde bence gayet başarılıydım. Fakat bu adam bir türlü yetinmek nedir bilmiyordu ve dahası için beni durmadan zorluyordu. Derin bir nefes alarak sol tarafa yumruğumu geçirdim. Beğenmediği belliydi ki; beni gerisin geri yere itti.
“Allah cezanı versin senin.” diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Sesim tüm salonda yankılanmıştı ve koca bir yumru boğazımda takılı kalmıştı.
Cebindeki anahtarı kilide sokarken cevapladı. “Dört dakika. Tek başına ağlaman için.”
(20.gün- 21 Ekim 2011)
Bora Hoca uzun boyu yetmezmiş gibi bir de kollarını kaldırarak benden bir buçuk metre yukarıya zıplamamı ve bir de zıplarken yumruk atmamı istiyordu.
Ya bir git! Diyeceğim gelse de bu gün yere serilmemeye ant içmiştim o yüzden benden istediği şeylere harfiyen uyacaktım. Aslında şu tepesindeki elleri bırakıp yüzüne iyi bir yumruk atabilsem içimdeki bütün öfke tereyağı gibi bak nasıl eriyecekti.
“Daha zıpla, daha zıpla!”
Dizlerimi tutmak için eğildim ardından soluklanarak doğruldum. “Tavşan mıyım ben, he tavşan mıyım? Zıpla, zıpla yetti be! Yetti artık.”
Burnunu çekerek yüzüme baktı, ta gözlerimin içine. Sol ayağını sağ omzuna doğru götürüp hafifçe döndüğü an sıkı bir kroşenin geleceğini anlamıştım. Bora Hoca’yı tanıdığım kadarıyla o bir hareketi yapmadan önce hafifçe pozisyon alır sonra hiçbir şey yokmuş gibi dikkati dağıtır ve ardından da yumruğu yapıştırırdı. Yerlerden kalkmakla geçen yirmi günlük sürede biz de eşek olmadığımız için bir şeyler öğrenebilmiştik kendisinden.
Bu sefer işler tahmin ettiği gibi olmamıştı. Adam yumruğu attığı an sol taraftan aldığım gardıma takılı kalmıştı. Kolumu biraz daha zorlasa da yumruk atmayı başaramamıştı. Üstelik yüzünde ilk kez gördüğüm bu saf şaşkınlık ifadesi de ona pek bir yakışmıştı.
İki adım gerileyerek elindekileri çıkardı.
“Gel cadı” dediğinde ise önce gülümsedim ardından gittim bende, artık Allah ne verdiyse…
(30.gün- 31 Ekim 2011)
“Bu ne hocam?” Elimdeki bezden cadı bebeğe dehşetle bakıyordum.
“Bana seni hatırlattı. Satın aldım bende.” Yaptığı ufak bir kinaye değildi, adam bana doğrudan hakaret ediyordu.
“Yani açıkçası bu hayatımda aldığım en anlamlı hediye. Teşekkür ederim.” Gülümseyerek sol kolumu uzattığımda Bora Hoca tokalaşmak için havada duran elimi fazla bekletmedi.
“Seni ilk gördüğüm gün tam bir cadı olduğunu anlamıştım.” Göz kırptığında bende katıldığımı belli etmek istercesine elimdeki bebeği salladım. “Senin yaptığını herkes yapamazdı. Birçokları annesinin eteğinin altına saklanır ve kendini acındırırdı. Ama sen otuz gün boyunca tek başına mücadele ettin. Seni bayrama yetiştireceğime daha ilk gün karar vermiştim ve biliyor musun sadece bu yüzden otuz gün dedim. Bayramın kutlu olsun cadı.”
“Sanırım bunlar ağzınızdan duyabileceğim ilk ve son güzel sözler hocam.”
“Yani, sanırım”
“Kurban Bayramı’na daha beş gün var hocam. Yani yanlış hesap yaptınız. Otuz değil, otuz beş gün demeliydiniz.”
Bir elini omzuma koyarak fısıldadı. “Ben bu günden bahsetmiştim cadı.”
O, onu hep görmeye alışık olduğum küçük ringine doğru giderken cep telefonumu çantamdan çıkardım. Tek kolla bir aydır çözmeye çalıştığım şu yeni aletle savaşım geçen hafta bitmişti. İnternete girip arama motorunu açtım, bir süre ne yazacağımı düşündükten sonra bir karara vardım.
“31 Ekim ne bayramı?” Evet ve ara bakalım.
Beş saniye sonra açılan ve yaklaşık yüz on altı bin sayfanın verdiği tek bir cevap vardı.
31 Ekim Cadılar Bayramı’ydı.
Ve ne tesadüftür ki; aynı akşam o cadılardan bir başkasıyla sıkı bir ring de karşılaşacaktım.
Üstelik bunun; şapkası, pelerini ya da süpürgesi olmayacaktı!


*Şarkı sözü Grup Şarap-Cadı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder