“İnsanları en çok bitkilere benzetiyorum. Yüzü güzel olanlarını da çiçek açabilenlere! Onlar size en güzel yüzlerini gösterirken, karmaşık ve kirli köklerini hep toprak altında gizlerler. En sevdiğim papatyalar gibi bir anthemis familyasından gelmeyi çok istesem de ben kendimi daha çok makilerin garig türüne yakın buluyorum. Daha kısa boylu, daha dikenli, daha sert kabuklu olanlarına. Onlar dört başı mahmur olur ve yıllarca öylece dururlar…
İşte bu yüzden kolay yaprak dökmem ve kurak geçen yaşamıma rağmen sert kabuklarımı asla eğmem. Yemeğe serptiğim her nanede ve içtiğim her yasemin çayında bundandır kendi köklerimi görmem...”
“Şans, Talih ve Baht Oyunları”
BÖLÜM 28
Ve imzalar atılmıştı…
Nikâh memuruyla birlikte bütün salonda ayağa kalktı. “Kadıköy belediye başkanının bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı koca ilan ediyorum. Mutluluklar” Damat güzel gelininin duvağını kaldırırken heyecandan ölmek üzereydim. Allah’ım ne saadet! Alnıma en anlamlı öpücüğümü beklerken fark etmiştim bu gelin neden bana hiç benzemiyordu? Bir kere benim gözlerim çekik değildi. Hele saçları, ben saçlarımı ne zaman sarıya boyatmıştım ki? Aman Tanrım bu gelin ben değildim! Peki damat, yüzü aslında oldukça tanıdıktı. Bir yerlerden anımsıyor gibiydim. Biraz zorlayınca onun Aydın olduğunu fark ettim. Aydın! Benim küçük erkek kardeşim. Benden beş yaş küçük erkek kardeşim. Yakın bir zamana kadar ayağımda salladığım, daha geçen gün bir güzel patakladığım Aydın. Elleri ne kadar da büyümüştü. Ya o iri cüssesine ve büyük kafasına ne demeliydi. Laf aramızda çok yakışıklı gözüküyordu. Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzüldüğünü hissettim. Elimi kimseye çaktırmadan silmek için gözüme götürdüğümde bir şeye takıldı. Bu sert darbe canımı fena acıtmıştı. Olamaz! Ne zaman gözlük kullanmaya başlamıştım. Bu meslek beni muhtemelen çirkin bir cadıya dönüştürmüştü. Neyse Aydın evlendiğine göre benim de kocam muhtemelen buralarda bir yerde olmalıydı. Belki de nikâh şahidi olmuştu kayınçosunun. Tekrar nikâh masasına doğru baktığımda iki tanıdık şahit gördüm. Tuhaf; biri tüm kötü günlerimizde yanımızda görmeye alışık olduğum anneannemin yeğeni Ayhan dayıydı. Diğerine baktığım anda ise damlayan gözyaşlarım sağanağa dönmüştü. Dedem, canım dedem gururla torununa sarılıyordu.
Derin bir nefes alıp yutkundum. Ellerimi açıp –sanki herhangi bir parmağa takılabilirmiş gibi- tüm parmaklarıma bakarak zarif bir alyans aradım. Yoktu. Belki de takmayı unutmuştum. Hamilelerde böyle unutkanlıklar olduğunu okumuştum. Başımı karnıma indirdim. Karnımda şiş gözükmüyordu. Neler oluyordu?
“Be-benim kocam nerede?” Yan tarafımdan tanıdık bir ses soruma cevap verdi.
“Senin kocan yok. Sen evde kaldın Aslıhan!” Eda beyaz renkli bir elbise ile yanımda dikiliyordu ve o da çirkin bir gözlük takmıştı.
“Sen! Eda sen niye gözlük taktın?” dedim.
“Yaşlandık artık kızım, geçen sene menopoza girdiğimden beri bunu daha iyi anlıyorum.”
“Me-men-opoz mu?” Çok ağladığımda geçirdiğim hıçkırık krizlerinden birinin en şiddetli yerindeydim.
Gözlerimi sımsıkı yumup sordum. “Eda söyle bana ben kaç yaşındayım?”
“Bir hafta sonra otuz dokuz olacaksın.”
Gözlerim duyduğum ve duymaya alışık olmadığım bu sayı karşısında hızla sonuna kadar açıldı. Bence artık gözlük takmama falan gerek yoktu. Gerçek gün gibi ortadaydı. Sahnenin ortasında frag benzeri bir ceket giymiş adam elindeki mikrofonla bize doğru bakarak konuştu.
“Ve şimdi de damadın evde kalmış ablasından bir adet gerdanlık.”
Bütün topuz yapılmış kafalar bana doğru dönmüş ve şık beylerin kafam kadar kol düğmeleri de gözümü almıştı. “ Ne bakıyorsunuz, gerdanlık! Gerdanlık takacağım bu telafi etmez mi?”
Salonun ortasına doğru yürürken insanlar işaret parmaklarını bana doğru uzatmışlardı.
“Evde kalmış, evde kalmış, evde kalmış”
“Yeter susun artık” Ellerimle açıkta kalan kulaklarımı kapattım. Galiba bende topuz yapmıştım. Bu hareket sadece duyduklarımın daha da eko yapmasını sağlamıştı. “Evde kalmış, evde kalmış, evde kalmış”
“Yeter artık yeteeeeer!”
Ter içindeki bedenimi yataktan kopararak fırladım. Bu son bir haftadır düzenli olarak gördüğüm kâbusların en popüler olanlarından biriydi. Eda ile iki sene önce kafamızda kurguladığımız bu olay git gide oldukça tutacak bir senaryoya dönüşüyordu. Yorganı üzerimden atıp fırın gibi olmuş yataktan ısıtılmış bayat kurabiyeler gibi çıktım. Aynanın karşısına geçtiğimde kurabiyenin şeklinin de kaymış olduğunu fark ettim. Isıtmak da bir halta yaramazdı. Dudağımda artık alıştığım ve sevmeye başladığım uçuklarımdan bir yenisi çıkmıştı. Bu aralar çok sık çıkıyordu. Dudağımın hep aynı tarafında çıkması ne kadar da tuhaftı. Biraz daha böyle devam ederse orada iğrenç bir iz bırakacağı kesindi. Dudağına silikon enjekte edenlere nispet doğal Angelina Jolie olma yolunda ilerliyordum.
Pencereye doğru ilerleyerek camı açtım. Nihayet içeriye yeteri kadar temiz hava dolduğunda derin derin solumaya başladım. Kendimi soğumuş fırına tekrar atarak gözlerimi tepemdeki küçük lambaya diktim. Bacaklarımı da -en sevdiğim pozisyon olan- duvara diktim. Beynime ulaşmayan kanı belki böylece yerine ulaştırabilirdim. Yatakta öylece yatmaya devam ederken düşünüyordum. Sanırım içimden kopup gelen bu hissiyat iki gün önce dedemin bana verdiği emaneti ile gün yüzüne çıkmıştı.
İki gün önce dedem beni yanına çağırmış ve söze başlamıştı. “Benim senden yana için çok rahat kızım. Mesleğini eline aldın sayılır. Bir de yuva kurabildiğini görebilseydim.” Halının desenlerinde ilerleyen hayali arabamı bırakarak yüzümü dedeme çevirdim. Geçen günlerde oldukça zayıflamıştı. Herkes bunun sebebini hep o adı gibi tatlı olmayan hastalığına bağlamıştı. Şeker hastalığı hatta geçirdiği pankreas ve dalak ameliyatı onu yormuştu evet ama onu yoran bir süredir bakmak zorunda olduğu üç boğazla da alakalıydı. Ağlamayacaktım. Kendimi tutabildiğim kadar tutacak ve sonra yatak odasına gidip sessizce tankeri boşaltacaktım. Çünkü ben hep böyle yapardım.
“Bizim bir ayağımız çukurda, anneannen de ben de geldik yetmiş küsur yaşımıza, görürüz görmeyiz orasını Allah bilir. Al bunu kızım! Bu annenindi. Şimdi senin.” Uzattığı küçük kadife keseyi usulca aldım. İpini açıp içindekini avucuma bıraktım. Oldukça eski ve pahalı olduğu belli olan altın bir bileziği avucumda tutarken dudağımı ısırarak göz pınarlarıma yerleşen yeni bir yaş dalgasını orada hapsetmeye uğraştım.
“Sende kalsın dede, sen sakla.”
“Olmaz bu senin, ben ölürüm kalırım alırlar bunu. Eğer isterlerse kimseye verme. Bu benim tek kız torunuma hediyem.”
Hayatta beni en kahreden şey sevdiğim insana doya doya sarılamamaktır. Sarılmakla ilgili bir problemim olduğu muhakkak. O kadar istememe rağmen belki utangaçlık belki de zayıflık yapamam asla. Sarılırsam ağlarım, sarılırsam sanki her şey biter.
“Peki dede. Saklayacağım ve kimse bulamayacak. Sonra evlenirken vereceğim sen takacaksın.” Gülümsemeye çalışsam da suratımın ağlamanın ortasında ağzımın açıldığı o sessiz şekil gibi göründüğüne emindim.
İşte iki gün önce tam olarak böyle içim acımıştı. Ayaklarımı indirerek yatakta yan tarafa yuvarlandım. Dirseklerimden destek alarak çenemi elime dayadım. Taner’in bana bundan beş ay önce hikâyene biraz aşk katacağım sözü yine aklıma gelmişti. Yanılıyordu benim hikâyemin aşka ihtiyacı yoktu. Benim hikâyemin güvene, cesarete ve biraz da sabra ihtiyacı vardı…
Ve aşk bu hikayeyi destekleyen bir anekdot olarak kalacaktı. Tıpkı son beş aydır olduğu gibi…
*****
-Son beş ay-
Otobüs durağının ıslak camına sırtımı dayadım. “Harika bir filmdi.”
Kemikli yüzünün o en sevdiğim haliyle gülümsedi. “Sana göre mutlu biten her şey harika zaten.”
Öyleydi de… Repliklerini ezbere bildiğim bütün o filmleri ve her birini en az yedi kez okuduğum başucu kitaplarımı sonu hep mutlu bitenlerden seçmem tesadüf olamazdı.
Boynuma doladığım artık bana ait olan siyah şalını günde tahmini on kez yaptığım üzere bir kez daha derinden kokladım. Bu koku beynimin henüz keşfedemediğim bir bölgesine öyle sinyaller gönderiyordu ki; bir kilometre öteden bile “Armani” sürmüş birinin kokusunu alabilirdim.
Günlük gerekli oksijeninin bir kısmını sindirmiş bir bitki gibi içimdeki karbondioksiti gözlerimi kapatarak uzun ve tek nefeste verdim. “Ne yapıyorsun?” dediğinde anlamıştım bu adam bitkilerin kimyasından anlamıyordu. Hele benim gibi yürüyen makilerden hiç!
“Fotosentez” dedim cıvıl cıvıl bir sesle “Fotosentez yapıyorum.”
“Fotosentez?” diye tekrarlarken tek kaşını hafifçe havaya kaldırmış ve sorgulayıcı gözlerini yüzümün her santimetrekaresinde gezdirmişti. Şimdi bir elini başımın üzerine gelecek yükseklikte cama yapıştırarak bana yaklaştı. Sesi yan tarafımızda otobüs bekleyen bastonlu dedenin duyamayacağı kadar fısıltı halinde çıkmıştı.
“Sen? Sen öpüşmek mi istiyorsun?” dedi. Boğazımda tam olarak âdem elması denen yerde iri bir yumru hissettim.
Ah! Söylemiştim değil mi? Bu adam botanikten hiç anlamıyordu.
Bitkiler? İnsanları en çok bitkilere benzetiyorum. Yüzü güzel olanlarını da çiçek açabilenlere! Onlar size en güzel yüzlerini gösterirken, karmaşık ve kirli köklerini hep toprak altında gizlerler. En sevdiğim papatyalar gibi bir anthemis familyasından gelmeyi çok istesem de ben kendimi daha çok makilerin garig türüne yakın buluyorum. Daha kısa boylu, daha dikenli, daha sert kabuklu olanlarına. Onlar dört başı mahmur olurlar ve yıllarca öylece dururlar…
İşte bu yüzden kolay yaprak dökmem ve kurak geçen yaşamıma rağmen sert kabuklarımı asla eğmem. Yemeğe serptiğim her nanede ve içtiğim her yasemin çayında bundandır köklerimi görmem…
“Hadi itiraf et sende istiyorsun.” dedi bir kez daha.
“Öpünce her şey düzelecek mi?” Gösterdiğim bu sıcaklıktan uzak tavra cevap olarak sadece geriledi. Muhtemelen aramızda esen sert rüzgârlar sebebiyle beyni don yapmıştı. Kısa bir süre önce Taner’in hayat hikâyesini kendisinden uzun uzun dinlemiştim. Dokuz çocuklu bir ailenin en küçük erkek oğluydu. Okumak için ayrıldığı eve sadece yılda bir iki kez ziyarete gidiyordu. Muğla’da bir film şirketi kurmuş ve kısa sürede iyi bir çevre edinmişti ve güzel bir ev arkadaşı. Tabi ki kız Rus’tu. Başarılıydı, yakışıklıydı ve iş bitiriciydi. Önce lüks bir ev, son model bir araba ve bankada hatırı sayılır bir birikime bir yıl gibi kısa bir sürede sahip olmuştu. Ta ki ortağı kendisini dolandırana kadar…
Her şey bir anda yerle bir olmuştu. Taner ipotekli evde kafasına sıkmayı düşünürken bizim kızda bavulunu toplayıp söylediğine göre memleketine uçmuştu. Kızın nereye uçtuğunu bilmem ama Taner bu dönemden sonra tam bir boşluğa uçmuştu. Bundan sonra çeşitli otel ve organizasyonlarda çalışmış ve yarını düşünmeden yaşamaya koyulmuştu.
Şimdide durum farklı değildi, iki günde bir şehir değiştiriyor, günü birlik iş peşinde koşturuyor ve kazandığını da aynı gün harcıyordu. Ben ise çeşitli emlak sitelerinden ev arıyor, evleri geziyor onun adına kirada anlaşıyordum.
“Her şeyi düzeltmek senin elinde biraz çaba gösteremez misin?” Soruma cevap olarak elindeki şişeyi masaya bırakarak yüzüme öfkeyle baktı. Onun son günlerde gösterdiği tek çaba buydu. Kendini içkiye vurmuştu. Yanına oturarak elimi omzuna koydum. “Harika bir iş buldum. Bir reklam firmasında üstelik maaşı da oldukça iyi.”
“Pozisyonu ne?”
Derin bir çektim. Cevabını almış bir hareketle başını salladı. “Bir şirketim vardı benim, yöneticiydim. Sen şimdi kalkmış bana kıytırık bir şirkette basit bir eleman olarak işe girmemi teklif ediyorsun?”
“Kıytırık değil ayrıca birçok büyük firma ile çalışan bir reklam şirketi.”
“Seni de mahvettim. Ben her şeyi mahvediyorum.” Şişeye giden elini yakaladım. “Seni seviyorum hem beni mahvetmiş falan da değilsin. Ben para içinde doğmadım ve çok şükür elimiz kolumuzda tutuyor. Kendimize güzel bir hayat kurabiliriz.”
Kazandığım tüm parayı ve sahip olduğum kredi kartlarını bu uğurda harcıyordum. Onu tekrar hayata döndürmek benim için artık ölüm kalım savaşı olmuştu. Ya birlikte dibe batacaktık ya da birlikte su yüzüne çıkacaktık. Ben su yüzüne çıkmaya bu kadar hevesli iken batmak için çırpınan birini nasıl çekip çıkaracaktım doğrusu bilmiyordum ama bu uğurda yaşıyordum.
Odaya Taner’in evinde geçici olarak kaldığı Serkan girdi. Taner her ne kadar aksini iddia etse de çocuk kesinlikle gay’di. Bana sevgilisini elinden alıyormuşum gibi davranıyor ve çoğu zaman da öldürecek gibi bakıyordu.
“Hoş geldin” dedi elindeki şaraptan soğuk bir sesle.
“Hoş bulduk, şey ben de tam gidiyordum, sen dediklerimi bir daha düşün Taner.”
Bir ay sonra elimde Taner’den aldığım harika papatya buketiyle koklaşıyordum. Bahar gelmişti ve güneş sevgilimden daha çok içimi ısıtıyordu. Canım papatyalarımın içlerinden iri bir tanesini koparıp bildiğim en masum kumar oyununu oynamaya koyuldum.
“Seviyor”
“Sevmiyor”
“Seviyor”
“Sevmiyor”
Bu yıl benim şans, talih ve baht üzerine bolca oyun oynadığım bir yıldı. Bir süredir uzandığım çimenlerden kalkarak az ileride uzun uzun denizi seyreden adama doğru konuştum.
“Sen nereden biliyordun en sevdiğim çiçeğin papatyalar olduğunu?”
“Çiçekçilerin önünden geçerken en çok papatyalara böyle ağzın açık bakıyorsun.”
“Nasıl?” Yüzünün şekli çok hoşuma gitmişti.
“İşte böyle” Suratıyla o kadar komik bir mimik yapmıştı ki kahkahayı bastım.
“Ah! Çok kötüsün.” Gülen yüzü aniden soldu. “Kötüyüm dimi? Aslıhan ben görüp görebileceğin en kötü insanım. Bunu unutma.”
“Saçmalama” dedim omuz silkerek, “Daha kötülerini de görmüştüm.” Gözlerime öyle bir anlamlı bakmıştı ki daha şaka yaptığımı söyleyemeden o lafa girdi.
“Bir gün bana inanacaksın ve o gün gelince umarım senin kararını değiştirebilirim.”
Ne dediğini anlamasam da biraz içim burkulmuştu. Anlamamı sağlayan o kısacık mesaj bir hafta sonra geldiğinde ise dünyam tepetaklak olmuştu. Birlikte ve çoğu zaman sokakta üşüyerek geçirdiğimiz o soğuk kışın sonunda tam da bahar açmışken ve papatyalarım hala tazeyken ben en kara kışı bir cep telefonu mesajında görmüştüm.
“Beni affet. Üzgünüm. Bitti.”
Beş dakika boyunca gözlerimi kırpmadan telefon ekranına baktım. Işığı söndüğünde bile bakmaya devam ediyordum. Sonra bir panik dalgası bütün bedenimi kapladı. İşte alışmak bu yüzden bir hastalıktı. Defalarca aradım ve defalarca çaldı. Bazıları meşgule alındı en sonunda da “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor” diyen telesekreter beni karşıladı.
Sonra bütün oda dağıldı. Hepsini kendi ellerimle yaptım. Yastıkları tüm gücümle fırlattım. Vazoları benim kadar parçalarına ayrılsın diye hızla yere attım. Tüm kitapları etrafa dağıttım. Önce bilgisayarı sonra da duvarı yumrukladım. Ta ki nefesim kesilene kadar öfke saçtım ve sonra sessizce tek bir şey yaptım. Sessiz yapabildiğim tek şeyi yaptım. Ağladım… İşte ertesi gün dedemin bana hediye ettiği o bilezik benim için sadece bir bilezik olmayacaktı. O bilezik benim için her şey olacaktı.
Güven olacaktı…
Sonra cesaret…
Dahası sabır olacaktı…
Aşk hep diyorum ya aşk sadece bir anekdot olarak kalacaktı!
-10 gün sonra-
“…Sanırım artık daha iyiyim Eda, tamam düşünmüyorum. Tamam dediklerini yapıyorum. Sen bu gün kaç kez daha arayıp beni kontrol edeceksin. Hadi görüşürüz. Kapatıyorum.”
Telefonu kapatarak bilgisayarımın başına geçtim. Ne kadar uzun zamandır yazmıyordum. Ben tanıdığım erkekleri alıp hayatımın merkeze yerleştirerek yörüngelerinde aptal aptal dönerken hayatımın asıl anlamını hep pas geçiyordum. Yazmayı! Bu hayatta yapmayı tek istediğim şeyi yapmayı. Önüme acemi notlarımı alarak hikâyeme ilk kez bir kademe atlamış olarak baştan başlamaya karar verdim…
Ekrana aklıma gelen ilk başlığı karaladım. Ne tuhaf başlık hikâyeden önce aklıma düşmüştü.
Tarih: 22 Mayıs 2009
Annesinin Koca Ayaklı Kızı
Bölüm 1
Artık yirmi beş yaşındaydım. On yedi yaşımda yazmaya başladığım amatör dile göre şimdi daha başarılı, daha deneyimli, daha çok kazık yemiş ve daha çok…
Notların arasından yere düşen bir kupon sözümü kesti. Bu bazılarının günah olarak gördüğü bazılarının ise tamamen şansa bağladığı şu talih oyunlarından birisiydi. Eğilip yerden aldım. Üzerindeki tarihe bakılırsa bunu yaklaşık on beş yirmi gün önce oynamıştım. Taner’le birlikteyken son çare olarak ne tuhaf bize şans dileyerek oynamıştım…
İnternete girerek oyunun sonuçlarının açıklandığı siteye göz attım. Şener Şen’in çok severek izlediğim bir filmi vardı. Milyoner olan bir istasyon şefinin hayatını anlatıyordu. Ben treni çoktan kaçırmış olsam da şuan da yaptığım şey canlandırdığı karakterin haliyle aynıydı. Gözlerim önümdeki ekranda yer alan altı sayıdan elimdeki altı sayıya gidip gelirken altımdaki sandalyenin kaydığını fark ettim. Fark edebilmiştim çünkü az önce tekmeleyerek onun tek bacağını ben kırmıştım.
Neredeyse betonu delip de üst kattan kafamı çıkaracak kadar yükseğe zıplarken ağzımdan tekrarlanarak ve artan bir volümle çıkan tek söz dizilimi vardı.
“Zengin oldum, zengin oldum, zengin oldummmmm!”
Boşuna dememişlerdi demek; aşkta kaybeden kumarda kazanırdı…!
2009 yılı benim Şans, Talih ve Baht oyunlarından ikmalen de olsa geçtiğim yegane sene olacaktı…
İşte bu yüzden kolay yaprak dökmem ve kurak geçen yaşamıma rağmen sert kabuklarımı asla eğmem. Yemeğe serptiğim her nanede ve içtiğim her yasemin çayında bundandır kendi köklerimi görmem...”
“Şans, Talih ve Baht Oyunları”
BÖLÜM 28
Ve imzalar atılmıştı…
Nikâh memuruyla birlikte bütün salonda ayağa kalktı. “Kadıköy belediye başkanının bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı koca ilan ediyorum. Mutluluklar” Damat güzel gelininin duvağını kaldırırken heyecandan ölmek üzereydim. Allah’ım ne saadet! Alnıma en anlamlı öpücüğümü beklerken fark etmiştim bu gelin neden bana hiç benzemiyordu? Bir kere benim gözlerim çekik değildi. Hele saçları, ben saçlarımı ne zaman sarıya boyatmıştım ki? Aman Tanrım bu gelin ben değildim! Peki damat, yüzü aslında oldukça tanıdıktı. Bir yerlerden anımsıyor gibiydim. Biraz zorlayınca onun Aydın olduğunu fark ettim. Aydın! Benim küçük erkek kardeşim. Benden beş yaş küçük erkek kardeşim. Yakın bir zamana kadar ayağımda salladığım, daha geçen gün bir güzel patakladığım Aydın. Elleri ne kadar da büyümüştü. Ya o iri cüssesine ve büyük kafasına ne demeliydi. Laf aramızda çok yakışıklı gözüküyordu. Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzüldüğünü hissettim. Elimi kimseye çaktırmadan silmek için gözüme götürdüğümde bir şeye takıldı. Bu sert darbe canımı fena acıtmıştı. Olamaz! Ne zaman gözlük kullanmaya başlamıştım. Bu meslek beni muhtemelen çirkin bir cadıya dönüştürmüştü. Neyse Aydın evlendiğine göre benim de kocam muhtemelen buralarda bir yerde olmalıydı. Belki de nikâh şahidi olmuştu kayınçosunun. Tekrar nikâh masasına doğru baktığımda iki tanıdık şahit gördüm. Tuhaf; biri tüm kötü günlerimizde yanımızda görmeye alışık olduğum anneannemin yeğeni Ayhan dayıydı. Diğerine baktığım anda ise damlayan gözyaşlarım sağanağa dönmüştü. Dedem, canım dedem gururla torununa sarılıyordu.
Derin bir nefes alıp yutkundum. Ellerimi açıp –sanki herhangi bir parmağa takılabilirmiş gibi- tüm parmaklarıma bakarak zarif bir alyans aradım. Yoktu. Belki de takmayı unutmuştum. Hamilelerde böyle unutkanlıklar olduğunu okumuştum. Başımı karnıma indirdim. Karnımda şiş gözükmüyordu. Neler oluyordu?
“Be-benim kocam nerede?” Yan tarafımdan tanıdık bir ses soruma cevap verdi.
“Senin kocan yok. Sen evde kaldın Aslıhan!” Eda beyaz renkli bir elbise ile yanımda dikiliyordu ve o da çirkin bir gözlük takmıştı.
“Sen! Eda sen niye gözlük taktın?” dedim.
“Yaşlandık artık kızım, geçen sene menopoza girdiğimden beri bunu daha iyi anlıyorum.”
“Me-men-opoz mu?” Çok ağladığımda geçirdiğim hıçkırık krizlerinden birinin en şiddetli yerindeydim.
Gözlerimi sımsıkı yumup sordum. “Eda söyle bana ben kaç yaşındayım?”
“Bir hafta sonra otuz dokuz olacaksın.”
Gözlerim duyduğum ve duymaya alışık olmadığım bu sayı karşısında hızla sonuna kadar açıldı. Bence artık gözlük takmama falan gerek yoktu. Gerçek gün gibi ortadaydı. Sahnenin ortasında frag benzeri bir ceket giymiş adam elindeki mikrofonla bize doğru bakarak konuştu.
“Ve şimdi de damadın evde kalmış ablasından bir adet gerdanlık.”
Bütün topuz yapılmış kafalar bana doğru dönmüş ve şık beylerin kafam kadar kol düğmeleri de gözümü almıştı. “ Ne bakıyorsunuz, gerdanlık! Gerdanlık takacağım bu telafi etmez mi?”
Salonun ortasına doğru yürürken insanlar işaret parmaklarını bana doğru uzatmışlardı.
“Evde kalmış, evde kalmış, evde kalmış”
“Yeter susun artık” Ellerimle açıkta kalan kulaklarımı kapattım. Galiba bende topuz yapmıştım. Bu hareket sadece duyduklarımın daha da eko yapmasını sağlamıştı. “Evde kalmış, evde kalmış, evde kalmış”
“Yeter artık yeteeeeer!”
Ter içindeki bedenimi yataktan kopararak fırladım. Bu son bir haftadır düzenli olarak gördüğüm kâbusların en popüler olanlarından biriydi. Eda ile iki sene önce kafamızda kurguladığımız bu olay git gide oldukça tutacak bir senaryoya dönüşüyordu. Yorganı üzerimden atıp fırın gibi olmuş yataktan ısıtılmış bayat kurabiyeler gibi çıktım. Aynanın karşısına geçtiğimde kurabiyenin şeklinin de kaymış olduğunu fark ettim. Isıtmak da bir halta yaramazdı. Dudağımda artık alıştığım ve sevmeye başladığım uçuklarımdan bir yenisi çıkmıştı. Bu aralar çok sık çıkıyordu. Dudağımın hep aynı tarafında çıkması ne kadar da tuhaftı. Biraz daha böyle devam ederse orada iğrenç bir iz bırakacağı kesindi. Dudağına silikon enjekte edenlere nispet doğal Angelina Jolie olma yolunda ilerliyordum.
Pencereye doğru ilerleyerek camı açtım. Nihayet içeriye yeteri kadar temiz hava dolduğunda derin derin solumaya başladım. Kendimi soğumuş fırına tekrar atarak gözlerimi tepemdeki küçük lambaya diktim. Bacaklarımı da -en sevdiğim pozisyon olan- duvara diktim. Beynime ulaşmayan kanı belki böylece yerine ulaştırabilirdim. Yatakta öylece yatmaya devam ederken düşünüyordum. Sanırım içimden kopup gelen bu hissiyat iki gün önce dedemin bana verdiği emaneti ile gün yüzüne çıkmıştı.
İki gün önce dedem beni yanına çağırmış ve söze başlamıştı. “Benim senden yana için çok rahat kızım. Mesleğini eline aldın sayılır. Bir de yuva kurabildiğini görebilseydim.” Halının desenlerinde ilerleyen hayali arabamı bırakarak yüzümü dedeme çevirdim. Geçen günlerde oldukça zayıflamıştı. Herkes bunun sebebini hep o adı gibi tatlı olmayan hastalığına bağlamıştı. Şeker hastalığı hatta geçirdiği pankreas ve dalak ameliyatı onu yormuştu evet ama onu yoran bir süredir bakmak zorunda olduğu üç boğazla da alakalıydı. Ağlamayacaktım. Kendimi tutabildiğim kadar tutacak ve sonra yatak odasına gidip sessizce tankeri boşaltacaktım. Çünkü ben hep böyle yapardım.
“Bizim bir ayağımız çukurda, anneannen de ben de geldik yetmiş küsur yaşımıza, görürüz görmeyiz orasını Allah bilir. Al bunu kızım! Bu annenindi. Şimdi senin.” Uzattığı küçük kadife keseyi usulca aldım. İpini açıp içindekini avucuma bıraktım. Oldukça eski ve pahalı olduğu belli olan altın bir bileziği avucumda tutarken dudağımı ısırarak göz pınarlarıma yerleşen yeni bir yaş dalgasını orada hapsetmeye uğraştım.
“Sende kalsın dede, sen sakla.”
“Olmaz bu senin, ben ölürüm kalırım alırlar bunu. Eğer isterlerse kimseye verme. Bu benim tek kız torunuma hediyem.”
Hayatta beni en kahreden şey sevdiğim insana doya doya sarılamamaktır. Sarılmakla ilgili bir problemim olduğu muhakkak. O kadar istememe rağmen belki utangaçlık belki de zayıflık yapamam asla. Sarılırsam ağlarım, sarılırsam sanki her şey biter.
“Peki dede. Saklayacağım ve kimse bulamayacak. Sonra evlenirken vereceğim sen takacaksın.” Gülümsemeye çalışsam da suratımın ağlamanın ortasında ağzımın açıldığı o sessiz şekil gibi göründüğüne emindim.
İşte iki gün önce tam olarak böyle içim acımıştı. Ayaklarımı indirerek yatakta yan tarafa yuvarlandım. Dirseklerimden destek alarak çenemi elime dayadım. Taner’in bana bundan beş ay önce hikâyene biraz aşk katacağım sözü yine aklıma gelmişti. Yanılıyordu benim hikâyemin aşka ihtiyacı yoktu. Benim hikâyemin güvene, cesarete ve biraz da sabra ihtiyacı vardı…
Ve aşk bu hikayeyi destekleyen bir anekdot olarak kalacaktı. Tıpkı son beş aydır olduğu gibi…
*****
-Son beş ay-
Otobüs durağının ıslak camına sırtımı dayadım. “Harika bir filmdi.”
Kemikli yüzünün o en sevdiğim haliyle gülümsedi. “Sana göre mutlu biten her şey harika zaten.”
Öyleydi de… Repliklerini ezbere bildiğim bütün o filmleri ve her birini en az yedi kez okuduğum başucu kitaplarımı sonu hep mutlu bitenlerden seçmem tesadüf olamazdı.
Boynuma doladığım artık bana ait olan siyah şalını günde tahmini on kez yaptığım üzere bir kez daha derinden kokladım. Bu koku beynimin henüz keşfedemediğim bir bölgesine öyle sinyaller gönderiyordu ki; bir kilometre öteden bile “Armani” sürmüş birinin kokusunu alabilirdim.
Günlük gerekli oksijeninin bir kısmını sindirmiş bir bitki gibi içimdeki karbondioksiti gözlerimi kapatarak uzun ve tek nefeste verdim. “Ne yapıyorsun?” dediğinde anlamıştım bu adam bitkilerin kimyasından anlamıyordu. Hele benim gibi yürüyen makilerden hiç!
“Fotosentez” dedim cıvıl cıvıl bir sesle “Fotosentez yapıyorum.”
“Fotosentez?” diye tekrarlarken tek kaşını hafifçe havaya kaldırmış ve sorgulayıcı gözlerini yüzümün her santimetrekaresinde gezdirmişti. Şimdi bir elini başımın üzerine gelecek yükseklikte cama yapıştırarak bana yaklaştı. Sesi yan tarafımızda otobüs bekleyen bastonlu dedenin duyamayacağı kadar fısıltı halinde çıkmıştı.
“Sen? Sen öpüşmek mi istiyorsun?” dedi. Boğazımda tam olarak âdem elması denen yerde iri bir yumru hissettim.
Ah! Söylemiştim değil mi? Bu adam botanikten hiç anlamıyordu.
Bitkiler? İnsanları en çok bitkilere benzetiyorum. Yüzü güzel olanlarını da çiçek açabilenlere! Onlar size en güzel yüzlerini gösterirken, karmaşık ve kirli köklerini hep toprak altında gizlerler. En sevdiğim papatyalar gibi bir anthemis familyasından gelmeyi çok istesem de ben kendimi daha çok makilerin garig türüne yakın buluyorum. Daha kısa boylu, daha dikenli, daha sert kabuklu olanlarına. Onlar dört başı mahmur olurlar ve yıllarca öylece dururlar…
İşte bu yüzden kolay yaprak dökmem ve kurak geçen yaşamıma rağmen sert kabuklarımı asla eğmem. Yemeğe serptiğim her nanede ve içtiğim her yasemin çayında bundandır köklerimi görmem…
“Hadi itiraf et sende istiyorsun.” dedi bir kez daha.
“Öpünce her şey düzelecek mi?” Gösterdiğim bu sıcaklıktan uzak tavra cevap olarak sadece geriledi. Muhtemelen aramızda esen sert rüzgârlar sebebiyle beyni don yapmıştı. Kısa bir süre önce Taner’in hayat hikâyesini kendisinden uzun uzun dinlemiştim. Dokuz çocuklu bir ailenin en küçük erkek oğluydu. Okumak için ayrıldığı eve sadece yılda bir iki kez ziyarete gidiyordu. Muğla’da bir film şirketi kurmuş ve kısa sürede iyi bir çevre edinmişti ve güzel bir ev arkadaşı. Tabi ki kız Rus’tu. Başarılıydı, yakışıklıydı ve iş bitiriciydi. Önce lüks bir ev, son model bir araba ve bankada hatırı sayılır bir birikime bir yıl gibi kısa bir sürede sahip olmuştu. Ta ki ortağı kendisini dolandırana kadar…
Her şey bir anda yerle bir olmuştu. Taner ipotekli evde kafasına sıkmayı düşünürken bizim kızda bavulunu toplayıp söylediğine göre memleketine uçmuştu. Kızın nereye uçtuğunu bilmem ama Taner bu dönemden sonra tam bir boşluğa uçmuştu. Bundan sonra çeşitli otel ve organizasyonlarda çalışmış ve yarını düşünmeden yaşamaya koyulmuştu.
Şimdide durum farklı değildi, iki günde bir şehir değiştiriyor, günü birlik iş peşinde koşturuyor ve kazandığını da aynı gün harcıyordu. Ben ise çeşitli emlak sitelerinden ev arıyor, evleri geziyor onun adına kirada anlaşıyordum.
“Her şeyi düzeltmek senin elinde biraz çaba gösteremez misin?” Soruma cevap olarak elindeki şişeyi masaya bırakarak yüzüme öfkeyle baktı. Onun son günlerde gösterdiği tek çaba buydu. Kendini içkiye vurmuştu. Yanına oturarak elimi omzuna koydum. “Harika bir iş buldum. Bir reklam firmasında üstelik maaşı da oldukça iyi.”
“Pozisyonu ne?”
Derin bir çektim. Cevabını almış bir hareketle başını salladı. “Bir şirketim vardı benim, yöneticiydim. Sen şimdi kalkmış bana kıytırık bir şirkette basit bir eleman olarak işe girmemi teklif ediyorsun?”
“Kıytırık değil ayrıca birçok büyük firma ile çalışan bir reklam şirketi.”
“Seni de mahvettim. Ben her şeyi mahvediyorum.” Şişeye giden elini yakaladım. “Seni seviyorum hem beni mahvetmiş falan da değilsin. Ben para içinde doğmadım ve çok şükür elimiz kolumuzda tutuyor. Kendimize güzel bir hayat kurabiliriz.”
Kazandığım tüm parayı ve sahip olduğum kredi kartlarını bu uğurda harcıyordum. Onu tekrar hayata döndürmek benim için artık ölüm kalım savaşı olmuştu. Ya birlikte dibe batacaktık ya da birlikte su yüzüne çıkacaktık. Ben su yüzüne çıkmaya bu kadar hevesli iken batmak için çırpınan birini nasıl çekip çıkaracaktım doğrusu bilmiyordum ama bu uğurda yaşıyordum.
Odaya Taner’in evinde geçici olarak kaldığı Serkan girdi. Taner her ne kadar aksini iddia etse de çocuk kesinlikle gay’di. Bana sevgilisini elinden alıyormuşum gibi davranıyor ve çoğu zaman da öldürecek gibi bakıyordu.
“Hoş geldin” dedi elindeki şaraptan soğuk bir sesle.
“Hoş bulduk, şey ben de tam gidiyordum, sen dediklerimi bir daha düşün Taner.”
Bir ay sonra elimde Taner’den aldığım harika papatya buketiyle koklaşıyordum. Bahar gelmişti ve güneş sevgilimden daha çok içimi ısıtıyordu. Canım papatyalarımın içlerinden iri bir tanesini koparıp bildiğim en masum kumar oyununu oynamaya koyuldum.
“Seviyor”
“Sevmiyor”
“Seviyor”
“Sevmiyor”
Bu yıl benim şans, talih ve baht üzerine bolca oyun oynadığım bir yıldı. Bir süredir uzandığım çimenlerden kalkarak az ileride uzun uzun denizi seyreden adama doğru konuştum.
“Sen nereden biliyordun en sevdiğim çiçeğin papatyalar olduğunu?”
“Çiçekçilerin önünden geçerken en çok papatyalara böyle ağzın açık bakıyorsun.”
“Nasıl?” Yüzünün şekli çok hoşuma gitmişti.
“İşte böyle” Suratıyla o kadar komik bir mimik yapmıştı ki kahkahayı bastım.
“Ah! Çok kötüsün.” Gülen yüzü aniden soldu. “Kötüyüm dimi? Aslıhan ben görüp görebileceğin en kötü insanım. Bunu unutma.”
“Saçmalama” dedim omuz silkerek, “Daha kötülerini de görmüştüm.” Gözlerime öyle bir anlamlı bakmıştı ki daha şaka yaptığımı söyleyemeden o lafa girdi.
“Bir gün bana inanacaksın ve o gün gelince umarım senin kararını değiştirebilirim.”
Ne dediğini anlamasam da biraz içim burkulmuştu. Anlamamı sağlayan o kısacık mesaj bir hafta sonra geldiğinde ise dünyam tepetaklak olmuştu. Birlikte ve çoğu zaman sokakta üşüyerek geçirdiğimiz o soğuk kışın sonunda tam da bahar açmışken ve papatyalarım hala tazeyken ben en kara kışı bir cep telefonu mesajında görmüştüm.
“Beni affet. Üzgünüm. Bitti.”
Beş dakika boyunca gözlerimi kırpmadan telefon ekranına baktım. Işığı söndüğünde bile bakmaya devam ediyordum. Sonra bir panik dalgası bütün bedenimi kapladı. İşte alışmak bu yüzden bir hastalıktı. Defalarca aradım ve defalarca çaldı. Bazıları meşgule alındı en sonunda da “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor” diyen telesekreter beni karşıladı.
Sonra bütün oda dağıldı. Hepsini kendi ellerimle yaptım. Yastıkları tüm gücümle fırlattım. Vazoları benim kadar parçalarına ayrılsın diye hızla yere attım. Tüm kitapları etrafa dağıttım. Önce bilgisayarı sonra da duvarı yumrukladım. Ta ki nefesim kesilene kadar öfke saçtım ve sonra sessizce tek bir şey yaptım. Sessiz yapabildiğim tek şeyi yaptım. Ağladım… İşte ertesi gün dedemin bana hediye ettiği o bilezik benim için sadece bir bilezik olmayacaktı. O bilezik benim için her şey olacaktı.
Güven olacaktı…
Sonra cesaret…
Dahası sabır olacaktı…
Aşk hep diyorum ya aşk sadece bir anekdot olarak kalacaktı!
-10 gün sonra-
“…Sanırım artık daha iyiyim Eda, tamam düşünmüyorum. Tamam dediklerini yapıyorum. Sen bu gün kaç kez daha arayıp beni kontrol edeceksin. Hadi görüşürüz. Kapatıyorum.”
Telefonu kapatarak bilgisayarımın başına geçtim. Ne kadar uzun zamandır yazmıyordum. Ben tanıdığım erkekleri alıp hayatımın merkeze yerleştirerek yörüngelerinde aptal aptal dönerken hayatımın asıl anlamını hep pas geçiyordum. Yazmayı! Bu hayatta yapmayı tek istediğim şeyi yapmayı. Önüme acemi notlarımı alarak hikâyeme ilk kez bir kademe atlamış olarak baştan başlamaya karar verdim…
Ekrana aklıma gelen ilk başlığı karaladım. Ne tuhaf başlık hikâyeden önce aklıma düşmüştü.
Tarih: 22 Mayıs 2009
Annesinin Koca Ayaklı Kızı
Bölüm 1
Artık yirmi beş yaşındaydım. On yedi yaşımda yazmaya başladığım amatör dile göre şimdi daha başarılı, daha deneyimli, daha çok kazık yemiş ve daha çok…
Notların arasından yere düşen bir kupon sözümü kesti. Bu bazılarının günah olarak gördüğü bazılarının ise tamamen şansa bağladığı şu talih oyunlarından birisiydi. Eğilip yerden aldım. Üzerindeki tarihe bakılırsa bunu yaklaşık on beş yirmi gün önce oynamıştım. Taner’le birlikteyken son çare olarak ne tuhaf bize şans dileyerek oynamıştım…
İnternete girerek oyunun sonuçlarının açıklandığı siteye göz attım. Şener Şen’in çok severek izlediğim bir filmi vardı. Milyoner olan bir istasyon şefinin hayatını anlatıyordu. Ben treni çoktan kaçırmış olsam da şuan da yaptığım şey canlandırdığı karakterin haliyle aynıydı. Gözlerim önümdeki ekranda yer alan altı sayıdan elimdeki altı sayıya gidip gelirken altımdaki sandalyenin kaydığını fark ettim. Fark edebilmiştim çünkü az önce tekmeleyerek onun tek bacağını ben kırmıştım.
Neredeyse betonu delip de üst kattan kafamı çıkaracak kadar yükseğe zıplarken ağzımdan tekrarlanarak ve artan bir volümle çıkan tek söz dizilimi vardı.
“Zengin oldum, zengin oldum, zengin oldummmmm!”
Boşuna dememişlerdi demek; aşkta kaybeden kumarda kazanırdı…!
2009 yılı benim Şans, Talih ve Baht oyunlarından ikmalen de olsa geçtiğim yegane sene olacaktı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder