"Her insan hata yapardı ve bazıları hatalarından ders alırdı…!"
BÖLÜM 30
“Can ile Canan”
Müzik beş saniye sonra sustuğunda artık sadece çığlık ve hangi yöne gittiği belli olmayan ayak sesleri duyuyordum. Herkes bir şekilde tepkisini gö...sterirken ben bu küçücük DJ kabininde yere oturmuş, dizlerimi kendime çekmiş ve tek bir şey bile duymamak için ellerimi kulaklarıma yapabildiğim en güçlü şekilde bastırıyordum. Olmuyordu, hiçbir işe yaramıyordu. Derken birisinin adımı söylediğini işittim. Ağzımı oynatmak bir yana sımsıkı yumduğum gözlerimi bile açamıyordum. Ardından aynı ses adeta kükredi.
“Aslıhan! Yardım et!”
Başımı sağ taraftaki küçük kapıya doğru çevirdiğimde Uygar’ı kucaklamaya çalışan elleri kan içindeki Harun Bey’i gördüm.
“Ne oldu ona ne oldu?” Cevabı almadan ben de diğerlerinden farksız bir çığlık koyuverdim.
“Merdi-merdivene kafasını çarptı.” dedi kucağındaki ağırlık sebebiyle nefes nefese.
Hızla yanımda duran dev kolondan destek alarak kalktım. Dizlerim titrese de ayakta durabilmem bir mucizeydi. Merdivenlerden kucağında Uygar ile inen adamın peşinden giderken kısa süreli beni terk eden hafızam da yerine gelmişti. İlk basamakta durup arkamda kalan küçük kabini gözlerimle taradım. Allah’ım az önce Mert’te orada değil miydi? Hayal mi görmüştüm? Ama sanki tam olarak şuradaydı ve her şeyden daha gerçekti.
“Aslıhan haydi! O gitti.”
“Gitti mi? Ne-nereye gitti.”
Harun Bey kucağındakinden daha ağır bir kalp yorgunluğu ile konuştu. “Kabinden atladı ve gitti.”
Hayır(!) Yanlış görmüştü. Bu olamazdı, Mert ilk aksilikte arkasına bakmadan gitmiş olamazdı. Başıma bir şey gelebileceğini bile bile beni ateşin ortasında bırakıp gitmiş olamazdı. Yanımda sahte bir kocam olsa bile seven hiç bir adam böyle yapamazdı. Can tabii ki her şeyden önemliydi. Peki ya canan? O bu kadar mı değersizdi. Asıl şimdi ayakta durmak oldukça güçtü. Merdivenlerin dibinde iki parçaya ayrılmış cep telefonumu alıp uzaklaşan adamın peşinden kalabalığa güçlükle daldım.
“Ambulans çağırın!” diye herkesten güçlü bağırdı genç bir kadın kucağında kanlar içinde yatan adamı sıkı sıkı tutarken. Feryadı tarif edilemezdi ve adam hareketsizdi. Görebildiğim kadarıyla kolundan vurulmuştu. Kalabalığın içinde bize doğru gelen Vural ve Berfin’i hayal meyal görebildim. Harun Bey deri bir koltuğa Uygar’ı bırakarak çocuğa bağırdı.
“Uygar ses ver bana! Haydi amcacım konuş benimle.” Uygar gözlerini kırpıştırsa da tam açamadan yeniden bayıldı.
“Polis çağırsanıza!” diye bağırdı müşterilerden biri şimdi içeri giren CIA kılıklı adamlara. Adamlar herkesin sakin olması ile ilgili bir şeyler gevelerken Berfin panikle saçımdaki peruğu çekip çıkardı ardından şaşkın yüzüme bakarken kendince mantıklı bir açıklama yaptığını sandı.
“Annem duyarsa biterim ben.”
Ne kadar güzel etrafta bunca yaralı ve baygın varken peruk aklına ilk gelen olmuştu. İşte benim arkadaşım bu kadar çok çevresindekileri umursadı.
Harun Bey Uygar’la ilgilenmeye kısa bir ara verip bana dönerek benim de kendimi düşünmem gerektiğini hatırlattı. “Aslıhan senin kimliğin yok.” Ardından beynimde sinyaller çalmaya başladı. Hayır olamaz! Ne yapacağım? Panik zamanlarında olduğundan daha hızlı düşünen beynime ne olmuştu. Durmuştu. Muhtemelen durmuştu çünkü gecenin başında göz kırptığım yapılı adam yanıma gelip öfkeyle yüzüme baktığında dahi aklıma tek bir fikir gelmiyordu.
“Hey sen içeriye nasıl girdin ufaklık!”
“Yirmi altı” dedim. Söylediğim sayının yaşım olduğunu anlamasını umarak. Fakat adam anlamamış olmalıydı ki; kolumu sertçe tutup beni götürmeye çalıştı.
“Bırak kolumu bırak” diye bağırıyordum. İnsanlar ne tuhaftı böyle asıl bakmaları gereken kişi yerde kanlar içinde yatarken yirmi altısında göstermeyen bir kızla ilgileniyorlardı. Bu geceki tek kurtarıcım Bay Darcy hızla gelip beni çekiştirerek götüren adamın önünde durdu ve ardından akla hayale gelmeyecek bir şeyi üstelik bağırarak hayır hayır haykırarak açıkladı.
“Karımın kolunu hemen bırak.” Kolum serbest kalmış bir kuş gibi havada bir iki kanat çırptı ardından olduğu yerde sol yanımda yerini aldı.
“Özür dilerim efendim” dedi yapılı adam. Hayret çok kibardı. Demek ki böyle bir adamın karısı olmam oldukça saygı uyandırmıştı ki; Berfin kendinden beklenen aptallığı yapmak üzere kafasındaki kırmızı perukla gelerek ellerini beline koyup sahnedeki yerini aldı. Daha kız ağzını açtığı anda sonumuzun geldiğini anlamıştım.
“Siz ne zaman evlendiniz? Yalancılar!” Allah’ım bu kız ya aptaldı ya da başrolü kapmak için elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaya hazırdı. Görevli, Berfin’e bakan şaşkın yüzünü öfkeyle Harun Bey’e çevirdi ardından da bana doğru atak yapmak için harekete geçti. Benim için artık yapılacak tek bir şey kalmıştı.
Kaçmak…
CIA bozuntusu beni yakalamadan kayıplara karışmak.
İşte şimdi aklım çalışmaya başlamıştı. Geriye doğru küçük adımlar atarken adam dev cüssesini tamamen bana dönmüştü ve ben bir saniye daha beklemeden yapmam gerekeni hızla yaptım.
Kulübün arka tarafında kalan kırmızı bir kapıyı açarken son kez arkamı dönüp baktığımda Harun Bey’in adamın ensesine yapıştığını görüp teşekkür olarak gülümsedim. Sahiplenilmek güzeldi ama hiç tanımadığı biri tarafından böyle korunmak işte bu insana kendini eşsiz hissettirirdi. Kapıyı yavaşça açıp kulüp çalışanlarına ait olduğunu tahmin ettiğim tarafa süzüldüm. İçeri birkaç adım atmıştım ki arkamdan birisinin adımı seslendiğini işittim.
“Aslıhan?” dedi yumuşacık bir ses. Elimle dağılmış saçlarımı yüzümden çekip koşmaya devam ederken arkama baktım. Oradaydı, az önce geçtiğim kapının tam arkasında. O üstünü mü değiştirmişti? Az önce üzerinde siyah bir t-shirt olduğuna yemin edebilirdim ama şimdi beyaz giyinmişti. Mert ikinci kez adımı söylemek için ağzını açtığı sırada kapı kendisinden daha hızlı açıldı. İri CIA tüm öfkesi ile kapıda dikilirken Mert yapıştığı duvardan yere doğru kaymakla meşguldü. Tek parmağı ise ona bir dakika ayırmamı ister gibi havada asılı kalmıştı.
Bilmiyordu ki; her insan hata yapardı ve bazıları hatalarından ders alırdı. Ve Aslıhan Yılmaz’da çok hata yapmıştı, hepsinden ayrı bir öykü çıkardı fakat aynı hatayı ikinci kez yapmazdı.
****
On dakika sonra kulübün olduğu sokağın başında bir taksinin içinde sessizce girişten giren çıkanı izliyordum. Az önce bir soyunma odasının camından atlamak zorunda kalmamı saymazsak bence o adamın elinden gayet güzel kurtulmuştum. Tabii ki bunda Harun Bey’in adamı oyalamasının bana kazandırdığı zaman ve Mert’in adamdan istediği yardımın da payı vardı. Ben böyleydim işte! Mert adamı öldürür ama hakkını da verirdim.
Kapıdan tanıdık yüzler çıkmaya başladığında taksiciye yavaşça ilerlemesini söyledim. Berfin kırmızı peruğu ile Vural’ın arkasında gizlenmeye çalışarak yürüyordu. Uygar ise patlayan kafasını amcasının omzuna dayamış güçlükle ilerliyordu. Hemen yanlarından hızla bir sedye de yatan adam ve peşinden koşan gözü yaşlı kadın çıktı. Sonra çok tuhaf bir şey oldu. Doğrusu gülsem mi yoksa ağlasam mı bilmiyordum. Ama görüntü kesinlikle komik görünüyordu. Bizim CIA kucağında baygın yatan Mert ile birlikte girişte boy gösterince daha fazla tutamadığım kahkahayı bastım. Adam beni göremeyeceği mesafeye ilerleyince taksi de tam olarak kapının önünde durmuştu. Kapıyı açarak aklıma gelen ilk isime seslendim. Belki de taksiye binip gitmeme engel olan tek şeye.
“Harun Bey, gelin lütfen.” Adam yüzüme öyle tuhaf baktı ki; ifadesinden binlerce duygu peşi sıra gitti. Son vagondakini yakalamıştım ama! Gülümsemişti!
Taksiye apar topar binip en yakın hastaneye gittik. Uygar’ın önemli bir şeyi olmadığını öğrenmek Harun Bey’i kendine getirmişti.
“Bu akşam yine de müşahede altında kalacaksınız.” diyen doktora Uygar cevap vermek üzere doğrulmuştu ki amcasının yüzünü görünce sesini kesip tekrar yatağa uzandı. Adamın kesinlikle saygı uyandıran bir ifadesi vardı. Tek bakışı bile buna yeterdi. Ben bu bakışa kilitlenmişken yüzünü dönerek gülümsedi.
“Siz gidin artık, zaten yeterince yorucu bir geceydi...”
Tuhaf; gitmek o anda aklıma gelmeyen tek şeydi. “Hayır” dedim. Bu seferde benden gelen cevap netti.
Berfin zıplayarak arkama gelip omzuma dokundu. “Evet ya hiçbir yere gitmiyoruz. Hem ben hiçbir şey anlamadım bu geceden.” Omzumdaki elini çekerken düşünüyordum acaba anlaması için başımıza daha ne gelmesi gerekiyordu.
“İnşallah gazeteler yazmaz.” dedi sırıtarak. Peruğa güvenerek sırıttığı belliydi. Merak etme gazeteler yazmazsa bile ben yazacağım hem de öyle bir yazacağım ki sana da bir bölümlük başrol var.
“Pekâlâ, sahile inelim zaten hemen şurası!” Bunu söyleyen Vural’da şimdi elini Berfin’in omzuna koymuştu. Sadece bir refakatçiye izin verdikleri için durum mantıklı görünse de basbayağı hastane bahçesinde de bekleyebilirdik. Harun Bey cebindeki elini çıkararak Vural’a doğru uzattı. İfadesinde tam da benim hissettiklerim vardı. Tanrım biz nasıl arkadaş olduk(?)
“Bayanları eve götür Vural” Bakışları Berfin’e kayınca ekledi. “Ve eve girdiklerinden emin ol.” Adamın emir verme gücü üst düzeydeydi herhalde bunu iş hayatında kazanmıştı. Kendi iş hayatımı düşününce sırtımda küçük bir ürperti hissettim.
Çalar saate öfkeyle bakan iki uyku dolu göz, ardından yataktan kayarak çıkan bir beden –ki çoğu zaman çarşafta benimle gelirdi- ve minibüste ite kaka şoföre ulaşmaya çalışan bir tip.
“Şunu uzatır mısınız lütfen?” Kötü kötü bakan teyzeye sırıtık bir gülümseme.
En sonuncusu ise muhteşemdi. Her gün üzerinde başka başka isimler yazan mavi klasörler. Neden bu klasörler hep mavi, kırmızı ve siyah? Niçin turuncu yok ya da mor. Hiç olmadı fuşya. Bence bu irdelenmesi gereken bir konu. Daha resmi olduğu için mi? İlla aynı renk olmaları mı gerekiyor? Bir de renkler karakterlerimizi yansıtır derler. Bırak yansıtayım bende… Mesela ben şu suratsız mükellefimiz Faruk Bey’e biraz sıcaklık getirmek için turuncu dosya kullanabilirdim. Ay! Pelin Hanım’ın firması için de mor. Tam kadına göre! Her yediği cezada da yüzü zaten bu hale gelmiyor muydu? Uyumlu olurdu doğrusu. Fuşyayı da bizim özel şirket dosyalarımıza ayırırdım. Her elime aldığımda kendime burada olduğum için rahatça küfredebilirdim. Evet! Fuşya bana her zaman küfür gibi gelirdi.
“Fuşya dosyayı alıp geliyorum Semih Bey.”
“Haldun Bey fuşya olanlara bakın lütfen, bizim faturalar onların içinde. Çünkü biz fuşyayız. Biz hepimiz birer fuşya doğduk ve fuşya öleceğiz.”
“Aslıhan! Aslıhaaan Hey!” Koluma yediğim küçük çimdikle kendime geldim.
“Biz hepimiz fuşyayız”
Berfin suratıma aklımı kaçırıp kaçırmadığı kontrol eder gibi bakıyordu. “Ne?”
“Şe-şey bence biz hepimiz gitmeliyiz.” Hızla yüzüme bakan Harun Bey’in yanından geçip koridorda kafama vurarak ilerlemeye başladım. “Aptalsın sen aptal! Seni ayakta uyuyan dengesiz fuşya.”
Hastane bahçesine çıkarak derin bir nefes aldım. Son zamanlarda ne zaman başımın belaya girmemesi için elimden geleni yapsam sanki özen göstermemişim gibi belaya dalıyor ve sonunda da kendimi işte böyle bir hastane bahçesinde “son bir şans” daha dilenirken buluyordum.
“Allah’ım lütfen son bir şans daha!” Pazarlık yapmaktan da geri kalmıyordum.
“Bak bir şans ver söz bu sefer adam olacağım.”
Berfin ve Vural kıkırdayarak kapıdan çıktıklarında duama devam ettim. “O şansı yarına sakla Allah’ım. Bu gece verirsen boşa gidecek gibi.”
Boşa gideceği hala kırmızı perukla gezen Berfin yanıma geldiği an belli olmuştu.
“Çıkar şu kafandakini!” dedim öfkeyle. Bana verdiğim otuz milyonu hatırlatıyordu dahası edepsiz bir göz kırpmayı, o korumaları ve bu gece önce bayıltıp sonra canlı canlı kalbime gömdüğüm ilk gerçek aşkımı!
Bir de çocuklara konulan isimler karakterlerini yansıtır derler. Peh! Mesela Mert. Ne kadar Mert bir insandı değil mi? Şeytan tut kolundan götür nüfus müdürlüğüne bu olmamış başına “Na” ekler misiniz de. Ya da benim adım? Ay benim adımın kaşesi bile vardı. Şimdi “İşlendi” kaşem alınmasın ama ben en çok bunu severdim.“Aslı Gibidir” Bir ağırlığı vardı bir kere. Ver bir stajyerin eline kendini Beyoğlu on ikinci noteri sanırdı. Peki, benim aslım neydi? Belki de bende adımı hak etmiyordum. Bir türlü kendim gibi olamıyordum. Hep bir arada kalmışlık; şeytanımsı melek havaları, böyle yaşayan ölü halleri. Of! Belki de kendim gibi olmaktan vazgeçip başkası gibi davranmalıydım. Mesela Harun Bey iyi bir örnekti. Nasıl yapmıştı öyle kolunu uzatıp?
Tamam, şimdi ilk denemeye hazırdım. Karşımdaki sırıtan iki yüze dönerek kaşlarımı çattım. Ardından gözleri yerine dudaklarına odaklandım. Ne yapayım gıdısı olan insanlar daha ciddiye alınır derler, benimki de ancak böyle çıkıyordu. Kolumu uzattım ve çifte kumrulara doğru yavaşça konuştum.
“Hemen eve gidiyoruz haydi!” Sanki ben bu kadar çalışma yapmamışım gibi kıkırdayarak yanımdan uzaklaşıp gittiler. Ayağımı yere vurarak öfkeyle bağırdım.
“Tabii ya affedersiniz beni ciddiye alın diye altı ay çalışıp kas yapmam ve bunu yaparken de bir takım elbise giymem gerekirdi. Değil mi? Cevap versenize! Hey kime diyorum.”
Tam dibimde biri hafifçe öksürdü. Yanılmıyorsam arkamdaki kişi tahmin ettiğim kişiydi. Öksürüğü bile buram buram otorite kokuyordu. Allah’ım hemen geri alıyorum. O şansı istiyorum hemen bu gece. Tam şuanda. Adam beni boğmadan önce. Lütfeeen!
Arkamı döndüğümde aklıma ilk gelen kesinlikle adamın altı aydan fazla süredir spor yaptığıydı. Tanrım! Bu altı aylık bir çalışmanın ürünü değildi. Bu gece bir kez daha sormam gereken soruyu çekinerek sordum.
“Ne kadarını duydunuz?”
Biraz düşünür gibi yaptı. Bunu yaparken karizma tavan yapmıştı.
“Kastan öncesini duymadım.” Gülümserken oda bu geceki ikinci yemin işaretini yapmıştı.
“Ah! Ondan sonrası en fazla kendim olduğum andı.” Gülümseyişine eşlik ettim. Derken gülümseme yüzümde dondu. Evet kesinlikle gülerken sabitlenmiştim. Ardından sonunu düşünmeden tek hamlede kendimi adamın boynuna doladım. Parmak uçlarım üzerinde dururken yüzümü de adamın geniş göğsüne gömmüştüm. Tam anlamıyla yapışmış durumdaydım. Harun Bey bir anlık şaşkınlıktan sonra bir iki adım gerilerken ben de ona asılı olarak parmak uçlarımda sürüklendim.
Omuzlarındaki kollarımı tuttu. “Aslıhan sen napıyor….”
“Şşşşt! Lütfen susun o burada! Lütfen.” Başım hala göğsünde olduğu için sesi boğuk çıkmıştı. Allah’ım şans nerede kaldı yarabbi!
Harun Bey’in göğsündeki hareketlilikten etrafa baktığını hissettim. Başımı hala arsızca gömdüğüm göğüsten çekmeden ensesinde birleşen ellerimden birini yanağı olduğunu sadece tahmin edebildiğim yere götürdüm. Teni pürüzsüzdü. Sakalı yok muydu bunun? Allah’ım yoksa ben adamın nerelerine dokunuyordum.
“Bakmayın lütfen.” Sesim bu seferde ağlamaklı çıkmıştı. Ensedeki kıskaçtan sayemde kurtulmuş olan adam belimden tutarak kendini geri çekti.
“Ne yapıyorsun bir anlayabilsem?”
Ve ardından kendisini hızla çeken bir kol sayesinde anladı. Kulüpteki CIA tüm öfkesi ile karşımızda dikiliyordu. Bir adım atarak Harun Bey’in arkasına gizlendim. Belki beni görmezse adamın öfkesi de geçerdi.
“Sizi öldüreceğim. Eğer Mert Bey’e bir şey olursa sizi polise vereceğim.” Hala Mert diyor ya, acaba bu gorilin adı ne? Onunda örtüşmeyen bir adı olduğuna her bahse girerim. Birde Allah’ım ben hala buradayım. Gizlendim ama sen beni görürsün.
Öfkeli adam ani bir hamle yapmak için kolunu kaldırdığında gözlerimi yumdum. “Ver artık şu şansı!!!”
Harun Bey adamın kolunu havada keserek diğer eliyle boğazına yapışmıştı. Şimdi yüzünü yüzüne daha da yaklaştırmıştı ve ben ayakaltında kalmamak için kendime yaşam alanı açmak adına dört beş adım gerilemiştim. “Herkes güçlüdür ama bazen gücümüzün de sınırları vardır.” derken iki güçlü kol hala havada restleşiyordu. Bilek güreşini kazanan sözünün de arkasında durduğunu gösteren Harun Bey olmuştu. Adamın kolunu arkasına kıvırdığında ise CIA bozması kesinlikle fiziksel açıdan çok düştüğü durum yüzünden acı çekiyordu.
Bir an, sadece bir an karşısına geçip nanik yapmak istesem de kendimi tuttum. Ardından hastane bahçesindeki birkaç kişi koşarak olaya müdahale ettiler. İkili birbirinden ayrıldığında bile öfkeli gözlerle kavgaya devam ediyorlardı. Adam eliyle koluyla sizi geberteceğim şeklinde birkaç işaret yaptıktan sonra etrafındakilere bağırarak uzaklaştı.
Harun Bey ceketini düzeltirken bende yerdeki otopark çizgilerini incelemekle meşguldüm.
“Sen Vural’lara yetiş lütfen. Ben Uygar’ı bırakamam o herif hala burada.”
“Gitmek istemiyorum.” Gözlerimin içine baktığında ise devam etmem gerektiğini anladım. “Çünkü eve gitmeyeceklerini biliyorum.” Evet çok güzel bir açıklama olmuştu doğrusu.
“Anladım.” Sustu tam ağzını açmıştı ki yine sustu. Arkasını dönüp hastane kapısından içeri girdi ve aynı hızla dışarı çıktı ve birkaç adım mesafe bırakarak durdu.
“Onu görmek istersen seni götürebilirim.”
“Uygar’ı mı doktor iyi olduğunu söyl…”
“Arkadaşını ya da her ne ise onu.”
“Mert’i mi?”
“Evet işte onu!”
Benden beklediği tepkiyi alamadan cep telefonu çaldı. Ceketinin iç cebindeki telefonunu çıkarıp cevapladı.
“Efendim Canan? Evet, biliyorum gelecektim ama bir aksilik oldu. Uğramaya çalışırım tamam.”
Aksilik bendim peki Canan kimdi? Karısı mı? Evli miydi? Aptal kafam. Belki de sevgilisiydi. Bir de sevgili ile konuşurken hala bana bakmıyor muydu? Ah bu katlanılmazdı!
“Kapatıyorum görüşürüz.” Telefonu açtığı hızla kapatarak ait olduğu yere koydu.
“Karar verdin mi? Görecek misin?” diye sorduğunda “Göreceğim” dedim öfkeyle. Niçin öfkeleniyordum ve neden hastane kapısına doğru hızla yürüyordum ve neden o Uygar’ın odasına girince hızla geri çıkıp sahile doğru içimde büyüyen öfkeyle yürüyordum inanın hiç bilmiyordum…
-İki saat sonra-
“Bu gece hiç bitmesin Hoppa! Haydi, kumsal dansı.”
Bu dakikalar Berfin’in çıktığı duvarın üzerinden balıklama denize düşmesini istediğim anlardı. Ancak soğuk suyu yiyince kafası kendisine gelecekti. Az önce beşinci kez yoldan geçen bir arabanın camına taş atmıştı ve ne şanslıydı ki tek bir tanesi bile inip yaptığının hesabını sormamıştı. Böyle bir şeyi ben yapsam muhakkak buz gibi suyun tadına bakmıştım. Ne içtiyse kafası daha ben gelmeden güzel olmuştu. Şimdi sonunu getirdiği bir başka şişeyi hızla denize savurdu. Üşümüştüm ve hallerine bakılırsa kalkmaya da hiç niyetleri yoktu.
İyi ki bir saat önce konsere gideceğimiz yalanını Berfin’in telefonundan annemlere yazmıştım. Zaten şu halde eve gitmemesi de kendi yararına olurdu. Yavaşça omzuma konan bir sıcak bir ceket düşüncelerimi böldü.
“Harun gelsene ya çok güzel burası.” Vural dilinin döndüğünce arkadaşına hoş geldin diyordu.
“Harun Bey siz.. Şey Uygar nasıl?”
“İyi. Arkadaşını başka hastaneye sevk ettiler. Bende son hallerini görmek için buraya geldim.”
“Gördüğünüz gibi” dedim karşımdaki manzarayı işaret ederek ve tam yanlış zamanda işaret ederek. Berfin Vural’a ateşli bir öpücük verip başını yana yatırdı ve arsızca sırıttı.
Oturduğum taştan hızla ayağa kalktım. “Sen iyice sapıttın artık. Haydi, kalk eve gidiyoruz.”
“Ya gitmiyorum ben. Sen nereye istersen git.” Bir kahkaha daha.
“Sana kalk dedim.” Berfin’in yanına gelip kolunu koparırcasına çektim. “Bir de ulu orta tövbe yarabbi.”
“Ne ya siz ikiniz öpüşmüyor musunuz? Kaç saat sonra geldin zaten anladıkta seni mi kırdık. Kalbin kırılmasın dedik senin şu yaptığına bak.” Kolunu şaşkınlıkla bırakınca Berfin hızla gerisin geri yere uzandı.
Birkaç saniye hareketsiz kaldıktan sonra karşı atağa geçtim. “Saçmalama kalk diyorum sana biz ne ile uğraşıyoruz haberin var mı? Sen burada neler saçmalıyorsun?” Vural’ın da desteği ile ayağa kaldırdığım Berfin dengesini sağladıktan kısa bir süre sonra çığlık çığlığa bağırdı. Sesi tüm sahil şeridi boyunca yankılanmıştı.
“Tanrım adamı göğsünden öpmüş.”
Berfin dengesizce zıplamaya devam ederken bakışlarım şimdi ceketi elinde duran ve bembeyaz gömleğindeki kocaman ruj izi ile dikilen adama kaydı. O da benimle aynı anda fark etmenin şaşkınlığı ile önce gömleğe sonra da yüzüme baktı. Nasıl olduğunu bilmemize rağmen sanki nasıl olduğunu birbirimize sorar gibiydik.
“Çok özür dilerim.” dedim. Ardından hala zıplamaya devam eden Berfin’in kolunu sertçe tutup yaptığı hareketi kestim. “Öpmedim yani sadece yanlışlıkla değdi. Asılırken olmuş olmalı.”
“Sen Harun’a mı asıldın?” Vural gözlerini kocaman açmıştı üstelik bir de benden cevap bekliyordu.
“Yeter” diye kükredi. Sesin sahibi fazla öfkeliydi. Vural’a doğru birkaç adım atmıştı ki yine çalan telefon sözünü kesti.
“Efendim? Tamam geliyorum.”
“Canan mı?” Vural sanki içimden geçen soruyu okumuştu. Harun Bey başını sallayarak onayladığında ise bu geceki tek dostum geri geldi. Öfke!
Berfin’i hızla kolundan çekerek caddeye doğru yürüdüm. O ise hala yeni sevgilisine öpücük atmakla meşguldü.
“Aslıhan!” sadece adımı söylemişti. Oysa sesindeki bir şey aynı zamanda bana durmamı da emretmişti.
Ben emirlere kulak asmazdım.
Ben Aslıhan Yılmaz’dım.
Onun personeli, arkadaşı ya da Canan’ı değil!
Caddeye çıktığım an tüm gece beklediğim şansın ayaklarımın önüne geldiğini gördüm. Boş yolda bir taksi yavaşlayarak önümde durdu. Harun Bey bize doğru hızla yaklaşırken Berfin’i arka koltuğa tıkıştırıp itekledim. Kızın sarhoş başı omzuma düşerken şoföre “Sür” dedim.
O emir öyle değil işte böyle verilirdi.
-Aynı sabah-
İnsanlar uyanırken yatıyor olmak tuhaftı. Hele benim gibi saati saatine yaşayan bir insan modeli için oldukça tuhaf. Gün aydınlanmıştı ve ben gün ışığında uyuyamazdım ki (?)
Lavaboda makyajımı çıkartırken hala ısrarla çıkmayan rimel ile içimde kalan son öfke kırıntılarını da atıyordum. Derken canı henüz çıkmamış telefonum çaldı. Ekranı çatlamış ve arka kapağının kenarı kırılmış olsa da hala iş görür olması harikaydı. Arayana baktığımda unutmuş olduğum birini tekrar hatırladım. Biri bitmeden öbürü başlıyordu işte.
“Taner Baki Güvener arıyor” Meşgule basıp musluğu sonuna kadar açtım ve yüzümü serin suya teslim ettim.
Bu sefer telefondan bir bildirim sesi geldi.
“Yeter ama Taner. Yeter ya!”
Telefon ekranında “bir mesaj alındı” yazısını görünce tuş kilidini açtım. İçimden ne geçiyorsa yazacağım cevapta saydıracaktım. Kim bilir neler yazmıştı sahtekâr. Gönderi tanımadığım bir numaradan geliyordu. Yeni numaramı almıştı hayır az önce kendi numarasından aramamış mıydı?
Mesajı açtığımda bir doğru ve bir yanlış tahminden ibaret tek bir cümle yazmaktaydı.
-Sanırım rujunun rengi şu bahsettiğin fuşya ve Canan çıkmayacağını söylüyor-
Evet, renk fuşyaydı ama Canan’cığı yanılıyordu bak ben o lekeyi nasıl kazıyacaktım…
Annem banyo kapısını tıklattı. Son günlerde çok fazla kendi kendime konuştuğum için kadının çıldırmış olduğumu düşünmesi de normaldi. Yirmi altı yaşında ve deli bir kız. İşte bu hiç çekilmezdi.
“Aslıhan kızım iyi misin ne yapıyorsun?”
Aynadaki ıslak yüzüme bakarak cevapladım.
“Fuşya yapıyorum anne” dedim "Fuşya!”
BÖLÜM 30
“Can ile Canan”
Müzik beş saniye sonra sustuğunda artık sadece çığlık ve hangi yöne gittiği belli olmayan ayak sesleri duyuyordum. Herkes bir şekilde tepkisini gö...sterirken ben bu küçücük DJ kabininde yere oturmuş, dizlerimi kendime çekmiş ve tek bir şey bile duymamak için ellerimi kulaklarıma yapabildiğim en güçlü şekilde bastırıyordum. Olmuyordu, hiçbir işe yaramıyordu. Derken birisinin adımı söylediğini işittim. Ağzımı oynatmak bir yana sımsıkı yumduğum gözlerimi bile açamıyordum. Ardından aynı ses adeta kükredi.
“Aslıhan! Yardım et!”
Başımı sağ taraftaki küçük kapıya doğru çevirdiğimde Uygar’ı kucaklamaya çalışan elleri kan içindeki Harun Bey’i gördüm.
“Ne oldu ona ne oldu?” Cevabı almadan ben de diğerlerinden farksız bir çığlık koyuverdim.
“Merdi-merdivene kafasını çarptı.” dedi kucağındaki ağırlık sebebiyle nefes nefese.
Hızla yanımda duran dev kolondan destek alarak kalktım. Dizlerim titrese de ayakta durabilmem bir mucizeydi. Merdivenlerden kucağında Uygar ile inen adamın peşinden giderken kısa süreli beni terk eden hafızam da yerine gelmişti. İlk basamakta durup arkamda kalan küçük kabini gözlerimle taradım. Allah’ım az önce Mert’te orada değil miydi? Hayal mi görmüştüm? Ama sanki tam olarak şuradaydı ve her şeyden daha gerçekti.
“Aslıhan haydi! O gitti.”
“Gitti mi? Ne-nereye gitti.”
Harun Bey kucağındakinden daha ağır bir kalp yorgunluğu ile konuştu. “Kabinden atladı ve gitti.”
Hayır(!) Yanlış görmüştü. Bu olamazdı, Mert ilk aksilikte arkasına bakmadan gitmiş olamazdı. Başıma bir şey gelebileceğini bile bile beni ateşin ortasında bırakıp gitmiş olamazdı. Yanımda sahte bir kocam olsa bile seven hiç bir adam böyle yapamazdı. Can tabii ki her şeyden önemliydi. Peki ya canan? O bu kadar mı değersizdi. Asıl şimdi ayakta durmak oldukça güçtü. Merdivenlerin dibinde iki parçaya ayrılmış cep telefonumu alıp uzaklaşan adamın peşinden kalabalığa güçlükle daldım.
“Ambulans çağırın!” diye herkesten güçlü bağırdı genç bir kadın kucağında kanlar içinde yatan adamı sıkı sıkı tutarken. Feryadı tarif edilemezdi ve adam hareketsizdi. Görebildiğim kadarıyla kolundan vurulmuştu. Kalabalığın içinde bize doğru gelen Vural ve Berfin’i hayal meyal görebildim. Harun Bey deri bir koltuğa Uygar’ı bırakarak çocuğa bağırdı.
“Uygar ses ver bana! Haydi amcacım konuş benimle.” Uygar gözlerini kırpıştırsa da tam açamadan yeniden bayıldı.
“Polis çağırsanıza!” diye bağırdı müşterilerden biri şimdi içeri giren CIA kılıklı adamlara. Adamlar herkesin sakin olması ile ilgili bir şeyler gevelerken Berfin panikle saçımdaki peruğu çekip çıkardı ardından şaşkın yüzüme bakarken kendince mantıklı bir açıklama yaptığını sandı.
“Annem duyarsa biterim ben.”
Ne kadar güzel etrafta bunca yaralı ve baygın varken peruk aklına ilk gelen olmuştu. İşte benim arkadaşım bu kadar çok çevresindekileri umursadı.
Harun Bey Uygar’la ilgilenmeye kısa bir ara verip bana dönerek benim de kendimi düşünmem gerektiğini hatırlattı. “Aslıhan senin kimliğin yok.” Ardından beynimde sinyaller çalmaya başladı. Hayır olamaz! Ne yapacağım? Panik zamanlarında olduğundan daha hızlı düşünen beynime ne olmuştu. Durmuştu. Muhtemelen durmuştu çünkü gecenin başında göz kırptığım yapılı adam yanıma gelip öfkeyle yüzüme baktığında dahi aklıma tek bir fikir gelmiyordu.
“Hey sen içeriye nasıl girdin ufaklık!”
“Yirmi altı” dedim. Söylediğim sayının yaşım olduğunu anlamasını umarak. Fakat adam anlamamış olmalıydı ki; kolumu sertçe tutup beni götürmeye çalıştı.
“Bırak kolumu bırak” diye bağırıyordum. İnsanlar ne tuhaftı böyle asıl bakmaları gereken kişi yerde kanlar içinde yatarken yirmi altısında göstermeyen bir kızla ilgileniyorlardı. Bu geceki tek kurtarıcım Bay Darcy hızla gelip beni çekiştirerek götüren adamın önünde durdu ve ardından akla hayale gelmeyecek bir şeyi üstelik bağırarak hayır hayır haykırarak açıkladı.
“Karımın kolunu hemen bırak.” Kolum serbest kalmış bir kuş gibi havada bir iki kanat çırptı ardından olduğu yerde sol yanımda yerini aldı.
“Özür dilerim efendim” dedi yapılı adam. Hayret çok kibardı. Demek ki böyle bir adamın karısı olmam oldukça saygı uyandırmıştı ki; Berfin kendinden beklenen aptallığı yapmak üzere kafasındaki kırmızı perukla gelerek ellerini beline koyup sahnedeki yerini aldı. Daha kız ağzını açtığı anda sonumuzun geldiğini anlamıştım.
“Siz ne zaman evlendiniz? Yalancılar!” Allah’ım bu kız ya aptaldı ya da başrolü kapmak için elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaya hazırdı. Görevli, Berfin’e bakan şaşkın yüzünü öfkeyle Harun Bey’e çevirdi ardından da bana doğru atak yapmak için harekete geçti. Benim için artık yapılacak tek bir şey kalmıştı.
Kaçmak…
CIA bozuntusu beni yakalamadan kayıplara karışmak.
İşte şimdi aklım çalışmaya başlamıştı. Geriye doğru küçük adımlar atarken adam dev cüssesini tamamen bana dönmüştü ve ben bir saniye daha beklemeden yapmam gerekeni hızla yaptım.
Kulübün arka tarafında kalan kırmızı bir kapıyı açarken son kez arkamı dönüp baktığımda Harun Bey’in adamın ensesine yapıştığını görüp teşekkür olarak gülümsedim. Sahiplenilmek güzeldi ama hiç tanımadığı biri tarafından böyle korunmak işte bu insana kendini eşsiz hissettirirdi. Kapıyı yavaşça açıp kulüp çalışanlarına ait olduğunu tahmin ettiğim tarafa süzüldüm. İçeri birkaç adım atmıştım ki arkamdan birisinin adımı seslendiğini işittim.
“Aslıhan?” dedi yumuşacık bir ses. Elimle dağılmış saçlarımı yüzümden çekip koşmaya devam ederken arkama baktım. Oradaydı, az önce geçtiğim kapının tam arkasında. O üstünü mü değiştirmişti? Az önce üzerinde siyah bir t-shirt olduğuna yemin edebilirdim ama şimdi beyaz giyinmişti. Mert ikinci kez adımı söylemek için ağzını açtığı sırada kapı kendisinden daha hızlı açıldı. İri CIA tüm öfkesi ile kapıda dikilirken Mert yapıştığı duvardan yere doğru kaymakla meşguldü. Tek parmağı ise ona bir dakika ayırmamı ister gibi havada asılı kalmıştı.
Bilmiyordu ki; her insan hata yapardı ve bazıları hatalarından ders alırdı. Ve Aslıhan Yılmaz’da çok hata yapmıştı, hepsinden ayrı bir öykü çıkardı fakat aynı hatayı ikinci kez yapmazdı.
****
On dakika sonra kulübün olduğu sokağın başında bir taksinin içinde sessizce girişten giren çıkanı izliyordum. Az önce bir soyunma odasının camından atlamak zorunda kalmamı saymazsak bence o adamın elinden gayet güzel kurtulmuştum. Tabii ki bunda Harun Bey’in adamı oyalamasının bana kazandırdığı zaman ve Mert’in adamdan istediği yardımın da payı vardı. Ben böyleydim işte! Mert adamı öldürür ama hakkını da verirdim.
Kapıdan tanıdık yüzler çıkmaya başladığında taksiciye yavaşça ilerlemesini söyledim. Berfin kırmızı peruğu ile Vural’ın arkasında gizlenmeye çalışarak yürüyordu. Uygar ise patlayan kafasını amcasının omzuna dayamış güçlükle ilerliyordu. Hemen yanlarından hızla bir sedye de yatan adam ve peşinden koşan gözü yaşlı kadın çıktı. Sonra çok tuhaf bir şey oldu. Doğrusu gülsem mi yoksa ağlasam mı bilmiyordum. Ama görüntü kesinlikle komik görünüyordu. Bizim CIA kucağında baygın yatan Mert ile birlikte girişte boy gösterince daha fazla tutamadığım kahkahayı bastım. Adam beni göremeyeceği mesafeye ilerleyince taksi de tam olarak kapının önünde durmuştu. Kapıyı açarak aklıma gelen ilk isime seslendim. Belki de taksiye binip gitmeme engel olan tek şeye.
“Harun Bey, gelin lütfen.” Adam yüzüme öyle tuhaf baktı ki; ifadesinden binlerce duygu peşi sıra gitti. Son vagondakini yakalamıştım ama! Gülümsemişti!
Taksiye apar topar binip en yakın hastaneye gittik. Uygar’ın önemli bir şeyi olmadığını öğrenmek Harun Bey’i kendine getirmişti.
“Bu akşam yine de müşahede altında kalacaksınız.” diyen doktora Uygar cevap vermek üzere doğrulmuştu ki amcasının yüzünü görünce sesini kesip tekrar yatağa uzandı. Adamın kesinlikle saygı uyandıran bir ifadesi vardı. Tek bakışı bile buna yeterdi. Ben bu bakışa kilitlenmişken yüzünü dönerek gülümsedi.
“Siz gidin artık, zaten yeterince yorucu bir geceydi...”
Tuhaf; gitmek o anda aklıma gelmeyen tek şeydi. “Hayır” dedim. Bu seferde benden gelen cevap netti.
Berfin zıplayarak arkama gelip omzuma dokundu. “Evet ya hiçbir yere gitmiyoruz. Hem ben hiçbir şey anlamadım bu geceden.” Omzumdaki elini çekerken düşünüyordum acaba anlaması için başımıza daha ne gelmesi gerekiyordu.
“İnşallah gazeteler yazmaz.” dedi sırıtarak. Peruğa güvenerek sırıttığı belliydi. Merak etme gazeteler yazmazsa bile ben yazacağım hem de öyle bir yazacağım ki sana da bir bölümlük başrol var.
“Pekâlâ, sahile inelim zaten hemen şurası!” Bunu söyleyen Vural’da şimdi elini Berfin’in omzuna koymuştu. Sadece bir refakatçiye izin verdikleri için durum mantıklı görünse de basbayağı hastane bahçesinde de bekleyebilirdik. Harun Bey cebindeki elini çıkararak Vural’a doğru uzattı. İfadesinde tam da benim hissettiklerim vardı. Tanrım biz nasıl arkadaş olduk(?)
“Bayanları eve götür Vural” Bakışları Berfin’e kayınca ekledi. “Ve eve girdiklerinden emin ol.” Adamın emir verme gücü üst düzeydeydi herhalde bunu iş hayatında kazanmıştı. Kendi iş hayatımı düşününce sırtımda küçük bir ürperti hissettim.
Çalar saate öfkeyle bakan iki uyku dolu göz, ardından yataktan kayarak çıkan bir beden –ki çoğu zaman çarşafta benimle gelirdi- ve minibüste ite kaka şoföre ulaşmaya çalışan bir tip.
“Şunu uzatır mısınız lütfen?” Kötü kötü bakan teyzeye sırıtık bir gülümseme.
En sonuncusu ise muhteşemdi. Her gün üzerinde başka başka isimler yazan mavi klasörler. Neden bu klasörler hep mavi, kırmızı ve siyah? Niçin turuncu yok ya da mor. Hiç olmadı fuşya. Bence bu irdelenmesi gereken bir konu. Daha resmi olduğu için mi? İlla aynı renk olmaları mı gerekiyor? Bir de renkler karakterlerimizi yansıtır derler. Bırak yansıtayım bende… Mesela ben şu suratsız mükellefimiz Faruk Bey’e biraz sıcaklık getirmek için turuncu dosya kullanabilirdim. Ay! Pelin Hanım’ın firması için de mor. Tam kadına göre! Her yediği cezada da yüzü zaten bu hale gelmiyor muydu? Uyumlu olurdu doğrusu. Fuşyayı da bizim özel şirket dosyalarımıza ayırırdım. Her elime aldığımda kendime burada olduğum için rahatça küfredebilirdim. Evet! Fuşya bana her zaman küfür gibi gelirdi.
“Fuşya dosyayı alıp geliyorum Semih Bey.”
“Haldun Bey fuşya olanlara bakın lütfen, bizim faturalar onların içinde. Çünkü biz fuşyayız. Biz hepimiz birer fuşya doğduk ve fuşya öleceğiz.”
“Aslıhan! Aslıhaaan Hey!” Koluma yediğim küçük çimdikle kendime geldim.
“Biz hepimiz fuşyayız”
Berfin suratıma aklımı kaçırıp kaçırmadığı kontrol eder gibi bakıyordu. “Ne?”
“Şe-şey bence biz hepimiz gitmeliyiz.” Hızla yüzüme bakan Harun Bey’in yanından geçip koridorda kafama vurarak ilerlemeye başladım. “Aptalsın sen aptal! Seni ayakta uyuyan dengesiz fuşya.”
Hastane bahçesine çıkarak derin bir nefes aldım. Son zamanlarda ne zaman başımın belaya girmemesi için elimden geleni yapsam sanki özen göstermemişim gibi belaya dalıyor ve sonunda da kendimi işte böyle bir hastane bahçesinde “son bir şans” daha dilenirken buluyordum.
“Allah’ım lütfen son bir şans daha!” Pazarlık yapmaktan da geri kalmıyordum.
“Bak bir şans ver söz bu sefer adam olacağım.”
Berfin ve Vural kıkırdayarak kapıdan çıktıklarında duama devam ettim. “O şansı yarına sakla Allah’ım. Bu gece verirsen boşa gidecek gibi.”
Boşa gideceği hala kırmızı perukla gezen Berfin yanıma geldiği an belli olmuştu.
“Çıkar şu kafandakini!” dedim öfkeyle. Bana verdiğim otuz milyonu hatırlatıyordu dahası edepsiz bir göz kırpmayı, o korumaları ve bu gece önce bayıltıp sonra canlı canlı kalbime gömdüğüm ilk gerçek aşkımı!
Bir de çocuklara konulan isimler karakterlerini yansıtır derler. Peh! Mesela Mert. Ne kadar Mert bir insandı değil mi? Şeytan tut kolundan götür nüfus müdürlüğüne bu olmamış başına “Na” ekler misiniz de. Ya da benim adım? Ay benim adımın kaşesi bile vardı. Şimdi “İşlendi” kaşem alınmasın ama ben en çok bunu severdim.“Aslı Gibidir” Bir ağırlığı vardı bir kere. Ver bir stajyerin eline kendini Beyoğlu on ikinci noteri sanırdı. Peki, benim aslım neydi? Belki de bende adımı hak etmiyordum. Bir türlü kendim gibi olamıyordum. Hep bir arada kalmışlık; şeytanımsı melek havaları, böyle yaşayan ölü halleri. Of! Belki de kendim gibi olmaktan vazgeçip başkası gibi davranmalıydım. Mesela Harun Bey iyi bir örnekti. Nasıl yapmıştı öyle kolunu uzatıp?
Tamam, şimdi ilk denemeye hazırdım. Karşımdaki sırıtan iki yüze dönerek kaşlarımı çattım. Ardından gözleri yerine dudaklarına odaklandım. Ne yapayım gıdısı olan insanlar daha ciddiye alınır derler, benimki de ancak böyle çıkıyordu. Kolumu uzattım ve çifte kumrulara doğru yavaşça konuştum.
“Hemen eve gidiyoruz haydi!” Sanki ben bu kadar çalışma yapmamışım gibi kıkırdayarak yanımdan uzaklaşıp gittiler. Ayağımı yere vurarak öfkeyle bağırdım.
“Tabii ya affedersiniz beni ciddiye alın diye altı ay çalışıp kas yapmam ve bunu yaparken de bir takım elbise giymem gerekirdi. Değil mi? Cevap versenize! Hey kime diyorum.”
Tam dibimde biri hafifçe öksürdü. Yanılmıyorsam arkamdaki kişi tahmin ettiğim kişiydi. Öksürüğü bile buram buram otorite kokuyordu. Allah’ım hemen geri alıyorum. O şansı istiyorum hemen bu gece. Tam şuanda. Adam beni boğmadan önce. Lütfeeen!
Arkamı döndüğümde aklıma ilk gelen kesinlikle adamın altı aydan fazla süredir spor yaptığıydı. Tanrım! Bu altı aylık bir çalışmanın ürünü değildi. Bu gece bir kez daha sormam gereken soruyu çekinerek sordum.
“Ne kadarını duydunuz?”
Biraz düşünür gibi yaptı. Bunu yaparken karizma tavan yapmıştı.
“Kastan öncesini duymadım.” Gülümserken oda bu geceki ikinci yemin işaretini yapmıştı.
“Ah! Ondan sonrası en fazla kendim olduğum andı.” Gülümseyişine eşlik ettim. Derken gülümseme yüzümde dondu. Evet kesinlikle gülerken sabitlenmiştim. Ardından sonunu düşünmeden tek hamlede kendimi adamın boynuna doladım. Parmak uçlarım üzerinde dururken yüzümü de adamın geniş göğsüne gömmüştüm. Tam anlamıyla yapışmış durumdaydım. Harun Bey bir anlık şaşkınlıktan sonra bir iki adım gerilerken ben de ona asılı olarak parmak uçlarımda sürüklendim.
Omuzlarındaki kollarımı tuttu. “Aslıhan sen napıyor….”
“Şşşşt! Lütfen susun o burada! Lütfen.” Başım hala göğsünde olduğu için sesi boğuk çıkmıştı. Allah’ım şans nerede kaldı yarabbi!
Harun Bey’in göğsündeki hareketlilikten etrafa baktığını hissettim. Başımı hala arsızca gömdüğüm göğüsten çekmeden ensesinde birleşen ellerimden birini yanağı olduğunu sadece tahmin edebildiğim yere götürdüm. Teni pürüzsüzdü. Sakalı yok muydu bunun? Allah’ım yoksa ben adamın nerelerine dokunuyordum.
“Bakmayın lütfen.” Sesim bu seferde ağlamaklı çıkmıştı. Ensedeki kıskaçtan sayemde kurtulmuş olan adam belimden tutarak kendini geri çekti.
“Ne yapıyorsun bir anlayabilsem?”
Ve ardından kendisini hızla çeken bir kol sayesinde anladı. Kulüpteki CIA tüm öfkesi ile karşımızda dikiliyordu. Bir adım atarak Harun Bey’in arkasına gizlendim. Belki beni görmezse adamın öfkesi de geçerdi.
“Sizi öldüreceğim. Eğer Mert Bey’e bir şey olursa sizi polise vereceğim.” Hala Mert diyor ya, acaba bu gorilin adı ne? Onunda örtüşmeyen bir adı olduğuna her bahse girerim. Birde Allah’ım ben hala buradayım. Gizlendim ama sen beni görürsün.
Öfkeli adam ani bir hamle yapmak için kolunu kaldırdığında gözlerimi yumdum. “Ver artık şu şansı!!!”
Harun Bey adamın kolunu havada keserek diğer eliyle boğazına yapışmıştı. Şimdi yüzünü yüzüne daha da yaklaştırmıştı ve ben ayakaltında kalmamak için kendime yaşam alanı açmak adına dört beş adım gerilemiştim. “Herkes güçlüdür ama bazen gücümüzün de sınırları vardır.” derken iki güçlü kol hala havada restleşiyordu. Bilek güreşini kazanan sözünün de arkasında durduğunu gösteren Harun Bey olmuştu. Adamın kolunu arkasına kıvırdığında ise CIA bozması kesinlikle fiziksel açıdan çok düştüğü durum yüzünden acı çekiyordu.
Bir an, sadece bir an karşısına geçip nanik yapmak istesem de kendimi tuttum. Ardından hastane bahçesindeki birkaç kişi koşarak olaya müdahale ettiler. İkili birbirinden ayrıldığında bile öfkeli gözlerle kavgaya devam ediyorlardı. Adam eliyle koluyla sizi geberteceğim şeklinde birkaç işaret yaptıktan sonra etrafındakilere bağırarak uzaklaştı.
Harun Bey ceketini düzeltirken bende yerdeki otopark çizgilerini incelemekle meşguldüm.
“Sen Vural’lara yetiş lütfen. Ben Uygar’ı bırakamam o herif hala burada.”
“Gitmek istemiyorum.” Gözlerimin içine baktığında ise devam etmem gerektiğini anladım. “Çünkü eve gitmeyeceklerini biliyorum.” Evet çok güzel bir açıklama olmuştu doğrusu.
“Anladım.” Sustu tam ağzını açmıştı ki yine sustu. Arkasını dönüp hastane kapısından içeri girdi ve aynı hızla dışarı çıktı ve birkaç adım mesafe bırakarak durdu.
“Onu görmek istersen seni götürebilirim.”
“Uygar’ı mı doktor iyi olduğunu söyl…”
“Arkadaşını ya da her ne ise onu.”
“Mert’i mi?”
“Evet işte onu!”
Benden beklediği tepkiyi alamadan cep telefonu çaldı. Ceketinin iç cebindeki telefonunu çıkarıp cevapladı.
“Efendim Canan? Evet, biliyorum gelecektim ama bir aksilik oldu. Uğramaya çalışırım tamam.”
Aksilik bendim peki Canan kimdi? Karısı mı? Evli miydi? Aptal kafam. Belki de sevgilisiydi. Bir de sevgili ile konuşurken hala bana bakmıyor muydu? Ah bu katlanılmazdı!
“Kapatıyorum görüşürüz.” Telefonu açtığı hızla kapatarak ait olduğu yere koydu.
“Karar verdin mi? Görecek misin?” diye sorduğunda “Göreceğim” dedim öfkeyle. Niçin öfkeleniyordum ve neden hastane kapısına doğru hızla yürüyordum ve neden o Uygar’ın odasına girince hızla geri çıkıp sahile doğru içimde büyüyen öfkeyle yürüyordum inanın hiç bilmiyordum…
-İki saat sonra-
“Bu gece hiç bitmesin Hoppa! Haydi, kumsal dansı.”
Bu dakikalar Berfin’in çıktığı duvarın üzerinden balıklama denize düşmesini istediğim anlardı. Ancak soğuk suyu yiyince kafası kendisine gelecekti. Az önce beşinci kez yoldan geçen bir arabanın camına taş atmıştı ve ne şanslıydı ki tek bir tanesi bile inip yaptığının hesabını sormamıştı. Böyle bir şeyi ben yapsam muhakkak buz gibi suyun tadına bakmıştım. Ne içtiyse kafası daha ben gelmeden güzel olmuştu. Şimdi sonunu getirdiği bir başka şişeyi hızla denize savurdu. Üşümüştüm ve hallerine bakılırsa kalkmaya da hiç niyetleri yoktu.
İyi ki bir saat önce konsere gideceğimiz yalanını Berfin’in telefonundan annemlere yazmıştım. Zaten şu halde eve gitmemesi de kendi yararına olurdu. Yavaşça omzuma konan bir sıcak bir ceket düşüncelerimi böldü.
“Harun gelsene ya çok güzel burası.” Vural dilinin döndüğünce arkadaşına hoş geldin diyordu.
“Harun Bey siz.. Şey Uygar nasıl?”
“İyi. Arkadaşını başka hastaneye sevk ettiler. Bende son hallerini görmek için buraya geldim.”
“Gördüğünüz gibi” dedim karşımdaki manzarayı işaret ederek ve tam yanlış zamanda işaret ederek. Berfin Vural’a ateşli bir öpücük verip başını yana yatırdı ve arsızca sırıttı.
Oturduğum taştan hızla ayağa kalktım. “Sen iyice sapıttın artık. Haydi, kalk eve gidiyoruz.”
“Ya gitmiyorum ben. Sen nereye istersen git.” Bir kahkaha daha.
“Sana kalk dedim.” Berfin’in yanına gelip kolunu koparırcasına çektim. “Bir de ulu orta tövbe yarabbi.”
“Ne ya siz ikiniz öpüşmüyor musunuz? Kaç saat sonra geldin zaten anladıkta seni mi kırdık. Kalbin kırılmasın dedik senin şu yaptığına bak.” Kolunu şaşkınlıkla bırakınca Berfin hızla gerisin geri yere uzandı.
Birkaç saniye hareketsiz kaldıktan sonra karşı atağa geçtim. “Saçmalama kalk diyorum sana biz ne ile uğraşıyoruz haberin var mı? Sen burada neler saçmalıyorsun?” Vural’ın da desteği ile ayağa kaldırdığım Berfin dengesini sağladıktan kısa bir süre sonra çığlık çığlığa bağırdı. Sesi tüm sahil şeridi boyunca yankılanmıştı.
“Tanrım adamı göğsünden öpmüş.”
Berfin dengesizce zıplamaya devam ederken bakışlarım şimdi ceketi elinde duran ve bembeyaz gömleğindeki kocaman ruj izi ile dikilen adama kaydı. O da benimle aynı anda fark etmenin şaşkınlığı ile önce gömleğe sonra da yüzüme baktı. Nasıl olduğunu bilmemize rağmen sanki nasıl olduğunu birbirimize sorar gibiydik.
“Çok özür dilerim.” dedim. Ardından hala zıplamaya devam eden Berfin’in kolunu sertçe tutup yaptığı hareketi kestim. “Öpmedim yani sadece yanlışlıkla değdi. Asılırken olmuş olmalı.”
“Sen Harun’a mı asıldın?” Vural gözlerini kocaman açmıştı üstelik bir de benden cevap bekliyordu.
“Yeter” diye kükredi. Sesin sahibi fazla öfkeliydi. Vural’a doğru birkaç adım atmıştı ki yine çalan telefon sözünü kesti.
“Efendim? Tamam geliyorum.”
“Canan mı?” Vural sanki içimden geçen soruyu okumuştu. Harun Bey başını sallayarak onayladığında ise bu geceki tek dostum geri geldi. Öfke!
Berfin’i hızla kolundan çekerek caddeye doğru yürüdüm. O ise hala yeni sevgilisine öpücük atmakla meşguldü.
“Aslıhan!” sadece adımı söylemişti. Oysa sesindeki bir şey aynı zamanda bana durmamı da emretmişti.
Ben emirlere kulak asmazdım.
Ben Aslıhan Yılmaz’dım.
Onun personeli, arkadaşı ya da Canan’ı değil!
Caddeye çıktığım an tüm gece beklediğim şansın ayaklarımın önüne geldiğini gördüm. Boş yolda bir taksi yavaşlayarak önümde durdu. Harun Bey bize doğru hızla yaklaşırken Berfin’i arka koltuğa tıkıştırıp itekledim. Kızın sarhoş başı omzuma düşerken şoföre “Sür” dedim.
O emir öyle değil işte böyle verilirdi.
-Aynı sabah-
İnsanlar uyanırken yatıyor olmak tuhaftı. Hele benim gibi saati saatine yaşayan bir insan modeli için oldukça tuhaf. Gün aydınlanmıştı ve ben gün ışığında uyuyamazdım ki (?)
Lavaboda makyajımı çıkartırken hala ısrarla çıkmayan rimel ile içimde kalan son öfke kırıntılarını da atıyordum. Derken canı henüz çıkmamış telefonum çaldı. Ekranı çatlamış ve arka kapağının kenarı kırılmış olsa da hala iş görür olması harikaydı. Arayana baktığımda unutmuş olduğum birini tekrar hatırladım. Biri bitmeden öbürü başlıyordu işte.
“Taner Baki Güvener arıyor” Meşgule basıp musluğu sonuna kadar açtım ve yüzümü serin suya teslim ettim.
Bu sefer telefondan bir bildirim sesi geldi.
“Yeter ama Taner. Yeter ya!”
Telefon ekranında “bir mesaj alındı” yazısını görünce tuş kilidini açtım. İçimden ne geçiyorsa yazacağım cevapta saydıracaktım. Kim bilir neler yazmıştı sahtekâr. Gönderi tanımadığım bir numaradan geliyordu. Yeni numaramı almıştı hayır az önce kendi numarasından aramamış mıydı?
Mesajı açtığımda bir doğru ve bir yanlış tahminden ibaret tek bir cümle yazmaktaydı.
-Sanırım rujunun rengi şu bahsettiğin fuşya ve Canan çıkmayacağını söylüyor-
Evet, renk fuşyaydı ama Canan’cığı yanılıyordu bak ben o lekeyi nasıl kazıyacaktım…
Annem banyo kapısını tıklattı. Son günlerde çok fazla kendi kendime konuştuğum için kadının çıldırmış olduğumu düşünmesi de normaldi. Yirmi altı yaşında ve deli bir kız. İşte bu hiç çekilmezdi.
“Aslıhan kızım iyi misin ne yapıyorsun?”
Aynadaki ıslak yüzüme bakarak cevapladım.
“Fuşya yapıyorum anne” dedim "Fuşya!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder