BÖLÜM 21
“Duygu Obezleri”
İnsanın bedenen obez olup olmadığını anlaması için dünyada kabul edilmiş bir “beden kitle indeksi” kullanılmaktadır. Formül gayet basittir. Kişi boyunu vücut ağırlığına böler. Somut veriler ile elde edilen rakam ö...nceden belirlenmiş belli ölçütler ile karşılaştırılarak net sonuç kolayca elde edilir.
Bana göre dünya üzerinde henüz fark edilmemiş bir obezite türü daha vardır. Ben buna duygu obezliği diyorum.
İnsanın duygu obezi olup olmadığını anlaması içinse bana göre kabul edilmiş bir “duygu dışa vurum indeksi” vardır. Formül bunu uygulayan kişiye göre değişir. Kişi yaşadığı tüm önemli olaylara en hafif gördüğü bir ile en şiddetli hissettiği beş arasında bir puan verir. Ardından bunların ne kadarını içinde yaşadığına göre birden başlayarak dışa vurum şiddetine göre beşe kadar puanlar. Duygu toplamının dışa vurum toplamına bölünmesi ile bulunan sonuç iki ve üzeri ise siz bir duygu obezisiniz demektir. Panik yapmamak gerekir tıpkı beden gibi ruhunuzda biraz egzersiz ve birazda ilaçla iyileşebilir. Egzersiz duygularımızı artık dışa vurmaktan geçerken tabii ki en etkili ilaç sevgidir. Biliyorum zor, fakat öküzün boynuzlarındaki bu dünyada zaten her şey zor. Düşünsenize o çok sevdiğiniz yemeği bile çiğnemeden yutabiliyor musunuz?
O yanımızdan geçen sıfır beden insanlar, her şeyi içine atıp hoş kahkahaları kulaklarınızı çınlatanlar, olayları akışına bırakanlar, saplandıkları kör duygulardan yıllarca çıkamayanlar, bedeni için günlerini haftalarını harcayıp ruhuna panzehiri damla damla akıtanlar, melankolikliğini şarkılarda konuşturanlar, söylemek istedikleri hep içinde kalanlar, o her şeyin en mükemmeli olduğunu sananlar… Benim için sadece duygu obezidir o insanlar…
İstanbul 2005-2006,
Anneannemin beni karşısına alıp konuştuğu o en acımasız konuşma da işte bu sene yaşanmıştı. İnsanın hayatında hiç unutmayacağı günleri muhakkak vardır. Bende o günü hiç unutmamıştım. Anneannemin içeri girdiğimde kapıyı kapatmamı söylediği her zamanki oturma odası şimdi bir karınca yuvası kadar dardı. Bu küçük yuvamıza ağ örmeye çalışan örümceğin benim için adı ise teyzeydi. Düşmanları her zaman dışarıda aramamak gerekti. Bize en büyük darbeyi bazen en yakınlarımız atardı. Teyze denilen şeyi anne yarısı sanırdım hep, öyle duymuştum çünkü. Belki bir kitapta, bir filmde ya da özlü bir sözde. Benim için teyze diye bir şey fizyolojik olarak var olsa da kalben yoktu. Ben teyzemi 2005 yılının bir bahar ayında kuru bir toprakla maziye gömmüştüm. O benim için küçük bir çocuğa inanmak yerine rahatını bozmamayı seçen bir vurdumduymazdı ve artık bedenen varlığını sürdüren bu kadın verdiğim bir sözün arkasında kalan karanlık bir siluetten başka bir şey olamayacaktı.
“O defterde yazanlar nedir?” Anneannemin öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüne kaçamak bir bakış atarak halının daha önce hiç fark etmediğim desenlerini incelemeye başladım. Bir araba yolunu takip eder gibi bende halının üzerindeki motifleri gözlerimle takip ediyordum. Motif halının ucunda yolu kapamış olan anneannemin ayağına takılınca kısa süreli yolculuğumun da sona erdiğini anladım.
“Günlüğümü mü karıştırmış?”Evet karıştırmıştı, o kadar kilitli bir defter edinmeme hatta ilk sayfasına bunu okuyan dünyanın en terbiyesiz insanıdır dememe rağmen bunu yapmıştı. On bir yaşımda dolaptaki kazakların arasında saklayarak yazmaya başladığım bu günlük beş ortalı bir defter kadar kalındı. İlk zamanlar güzel şeyler karaladığım günlüğümün yarısından sonrası nefret ve öfkeyle kaynardı. Bu yüzden kırmızı kabından çok içindekiler el yakardı. Birinin de eli eteği yanmış olmalıydı ki, şuan onun kokusu da burnuma kadar gelmekteydi..
“Bu mu seni yetiştirmemizin mükâfatı? O kadın sana vakti zamanında az süt parası göndermedi.”
O kadın. O kadın benim teyzemdi. Annemin huyca bana benzettiği, benimse benzemek yerine ölmeği yeğlediğim tek insan. Annemle babamın ayrılmalarından sonra bizim aile diye tabir edilen adımız bir gecede muhtaçlara dönüşmüştü. Onun adı ise evimize ara sıra uğrayan bir misafirdi. Gizliden gizliye bize muhtaçlığımızı bir yılan gibi sokan, iyi bir muhitte eve, üç erkek çocuğa ve iyi kazanan bir eşe sahip olan bir misafir. Ben bayramları hiç sevmezdim, bayramlar benim için kâbus demekti. Beş kişilik dünyamıza sızar ve şeker bayramlarının tadını bozup kurbanlarda hep bizi keserdi.
“Ayy! Bu ev ne soğuk böyle. İçim dondu. Oğlum gitme o odalara, hasta olacaksın.” Bu yüzden geceleri yatarken bile giydiğim o kalın boğazlı kazaklardan hep nefret ettim.
“Ömer’de bu sene hangi koleji kazanır bilmem. Senin meslek lisesi nasıl gidiyor.” Bu yüzden inadına üniversiteyi kazandım.
“Çocuklarda ziyarete gelecekti ama Burhan’ın sınavları var, Orhan’ın da burada astımı azıyor biliyorsun baba.” Bu yüzden dedeme onun yanında daha da sokuldum. Ben sokuldukça gözlerimi çekmezdim ondan bilirdim en çok canını bu yakardı. Hiç aynı evde kalan dedemin tabiri ile çocukları biz ile bayramlarda bile görmeye gelmeyen torun misalleri bir olur muydu?
Annem ona karşı hep susardı. Sanki bir suçlu gibi. Sanki yarın kimin ne olacağı belliymiş gibi. Dedem ve anneannemin hatırına çok kez susmayı tercih etmişti. Bende susmuştum. Bu benim duygu obezi olmaya başladığım ilk yaşlardı. Sustuklarımı karalamaya başladığım ilk yıllardan bu yana beş sene geçmişti. Beş senenin sonunda anneannemin karşısında yazdıklarımdan zerre kadar utanmadan dikiliyordum.
“İnşallah öbür ayağı da kopar.” Anneannem yazdıklarımdan ezberlediği bir cümleyi bana sorgulayıcı gözlerle bakarken söylediğinde de hiç pişmanlık duymadım. Belki bir insanın sakat kalmasını hatta ölmesini istemek günahtı. Peki kimdi bu ölmesini istediğim adam?
Bu adam benim eniştemdi. Yılışık, karaktersiz ve onursuz bir adamdı. İki lafından biri argoyken iki hareketinden biri de insanı oturduğu yerden kaldıramazdı. Bilirdim çünkü kalktığınızda bakacağı yer her zaman kalçalarınız olacaktı.
Ailenin genç tek erkeği bana göre ailenin yüz karasıydı. On altı yaşımda büyük heveslerle teyzemlerle çıktığım ilk tatil onun gerçek yüzünü görmemi sağlamıştı. Bakışları ile yetinmeyen adam çeşitli su oyunları ve el şakaları ile artık çocuk olmayan benim ne yapmaya çalıştığını anlamama yetiyordu. Adam düpedüz beni taciz etmeye çalışıyordu. Onun adına üzüldüğüm tek nokta ise sürekli çığlık atan ben karşısında korkarak geri çekiliyor olmasıydı. İki şey öğrenmiştim on altı yaşımda. Birincisi sakat insanlara acıma. Eniştemin gençken geçirdiği bir kazada tek ayağı otobüsün altında kalmıştı. Bunun için protez bacak kullanırdı. İkinci öğrendiğim şey ise Allah’ın bazılarına neden kız evlat vermediğiydi. Her şeyin mutlaka bir nedeni vardı. Yanından geçen her kadın onun için potansiyel bir tabloydu. O kimseye çaktırmadan süzdüğünü sansa da teyzemin de aptal olmadığını gayet iyi biliyordum. Susuyordu. O rahatı bozulmasın diye susarken ben babamdan daha çok nefret edecek yeni bir kahraman bulmuştum.
Market alışverişine gittiğimiz bir gün ben ve ortanca kuzenim arabanın arka koltuğunda oturuyorduk. Araba Bodrum çarşısında yavaşça ilerliyordu. Çaldığı korna sesi ile irkildim.
“Bayanlar gideceğiniz yere kadar bırakayım.” Eniştemin turist iki kıza şahane İngilizcesi ile sorduğu bu soru kanımı dondurmuştu. Aynadan göz göze geldiğimizde bana bakarak sırıttığını gördüm ve yanımda oturan her şeyden habersiz elindeki kırmızı arabasını camdan rüzgâra doğru süren çocuğa baktım. İşte o gün ben bunları yaşarken teyzem tüm gerçekleri okumuştu.
“Teyzenden özür dileyeceksin. Bu konuda bir daha açılmayacak.”
“Hayır.” Acaba beni evden kovarlar mıydı? Kovarlarsa Eda’larda kalırdım bende.
Anneannem gücünü göstermek istercesine ayağa kalktı. Kendinden emin ve tek seferde konuştu.
“Eğer bu konu kapanmazsa sana hakkımı helal etmem Aslıhan.”
O gün içimden ettiğim ah yıllar sonra bir bir çıkarken hep sabit kalacağı sanılan roller zamanla değişecek ve ben bir kez daha en ufak bir pişmanlık duymayacaktım.
*****
Özür dilememiştim tabii ki. Kafamı da kesseler bunu yapmazdım. Ama şimdilik susmuştum. Anneannemi üzmemek ve tüm günahkârları Allah’a havale etmek için susmuştum. Günlüğümü bir lavaboda yaktığım ve her şeyi içime attığım bu zor zamanlarda yaşadığım tek sıkıntı bu değildi. Uğur’da değişmişti. İlk zamanlardaki o özenli, neşeli, kibar insan gitmiş yerine bambaşka bir Uğur gelmişti.
“Yeter Uğur tartışmak istemiyorum.”
“Tabi sen okumuş, üniversite görmüş kızsın, sen tartışmazsın. Bu benim gibi eğitimsiz hayvanların işi.”
“Saçmalama lütfen.”
“Bir daha o eteği giymeyeceksin duydun mu?”
“Sen bana karışamazsın.”
“Bir daha giy bak gör karışıyor muyum karışmıyor muyum?”
Tek mutluluğum çalıştığım iş yeri olmuştu. Bana yeten bir maaş ve onur belgesi ile gelen bir diploma artık tek umudumdu. Tufan Bey’in aksine yeni patronum Ümran Bey ve müdürüm Nuray Hanım çok iyi insanlardı. Beni sadece bir personel olarak görmüyor küçük işyerimizde oluşan aile ortamında da bir birey olarak değer veriyorlardı. Her şeyin daha iyiye gittiği bir gün Uğur’la oturduğumuz cafede telefonuma gelen bir mesaj bahsettiğim tüm iyilikleri uçurdu.
Bir yeni mesaj: Ahmet Ofis
Ahmet ofiste birlikte çalıştığım bir çocuktu. Sessiz ve maddi durumu da oldukça kötüydü. İşe gidip gelirken okuduğum kitaplardan birine göz atmış ve bende bitirdiğimde kendisine okuması için vereceğime söz vermiştim. Kitabı verdiğim günün ertesi tatil gününde mesaj atacağını ve cep telefonumu saygısızca kapan Uğur’un mesajı okumaya başlayacağını ise hiç düşünemezdim.
Mesaj:-Okudum bana seni hatırlattı.-
“Kim bu Ahmet!”
Uğur’un soruş tarzından dolayı çekinerek söze başladım.“Of-ofisten arkadaşım. Bakayım ne yazmış?”
“Niye panik oldun, ne yazmasını bekliyordun?”
“Beni panik eden tek şey senin hareketlerin Uğur. Verir misin şu telefonumu?”
“Çek elini ben yazarım.” Uzattığım elim havada boşta kalmıştı.
Mesaj:-Neden hatırlattı?-
“Ne demiş? Ne yazıyorsun Uğur?”
Cevap bile vermeye tenezzül etmeyip sadece bir dakika sonra gelen yeni bir mesajı okumak için elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonu açtı. Ben ilgiyle onu izlerken aniden masaya indirdiği yumruğu ile yerimden sıçradım.
“Ne haltlar karıştırıyorsunuz o ofiste siz!”
“Yeter artık ne karıştıracağım. Sen kafayı yemişsin. Ofisteki bir arkadaşım işte. Ne oldu sana Uğur niye böyle davranıyorsun. Bak konuşursak hallede…”
“Aldatıyor musun sen beni?”
“Ne!”
“Bir soru sordum. Aldatıyor musun?”
“Delirdin mi sen? Bağırma insanlar bize bakıyor.”
“Kalk hadi gidiyoruz. Hadi hadi.”
“Ne-nereye?”
“Cehennemin dibine.”
Kalktığımız cafeden utana sıkıla çıkarken garsonların yüzüne bile bakamıyordum. Caddeye çıkıp hızla yürümeye başladık. Elimi tutan eli şimdi on tonluk bir demir gibi olmuştu. Sakinleşmesi için yardımcı olmaya çalıştım.
“Bak canım biraz oturup konuşalım, sen her şeyi yanlış anlıyorsun.”
Aniden durup yüzüme baktı. Yüzü anlamsızca gülerken gözleri de parlıyordu.
“Tamam mı konuşacak mıyız?” dedim ümitle.
“Konuşacağız. Bak nasıl konuşacağız şimdi.” Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan iki el üzerimdeki ceketin yakalarını tutup beni işlek caddenin ortasına doğru savurdu. Gözlerimi kapatmadan önce son gördüğüm genç bir kadının kullandığı Citroen marka beyaz bir araba, son duyduğum ise acı bir fren sesiydi.
Gözlerimi açtığımda genç kadın kolumdan tutarak aracın ön camına kadar yapılmış olan beni kaldırmaya çalışıyordu. Ayaklarım zar zor yeri bulduğunda kadından aldığım güçle dengede durabildim. O ise panik ve korku karışımı bir feryatla bağırırken trafik kitlenmiş ve etrafımızda kalabalık bir insan ordusu oluşmuştu.
“O adam sizi önüme attı. Nerede kaçtı! Polis yok mu?”
Başımla sağa sola baktığımda Uğur’dan eser yoktu. İnanamıyordum. Beni öldürmek istediğine inanamıyordum.
“Hastaneye gidelim hadi canım.”
“Yok hayır iyiyim ben özür dilerim çok özür dilerim.”
Kadının kolundan kurtularak bizi çembere almış kalabalığın arasına daldım. Dizlerim izin verdiği kadarıyla hızlı yürümeye çalışarak az öteden gelen boş bir taksiyi çevirip kendimi içine attım. Artık güvendeydim. Geçti, her şey geçti.
“Nereye Bayan?”
“Erenköy’e”
Yirmi dakika sonra evin önünde inip bahçe kapısından içeri girdim. Yaşadığım korkudan çok onun yüzünün halini unutamıyordum. Hiçbir şey olmamış gibi eve girdim. Yorgun olduğumu söyleyerek yatağa girdiğimde ise içimde biriken bütün duyguları gözyaşlarım yardımıyla boşalttım. Ağlamaktan yorgun düşmüş bedenim kısa süre sonra uykuya dalmıştı. Duyduğum bir sesle uyandığımda ise odanın içi kapkaranlıktı. Gece olmuştu. Hala çalmaya devam eden telefona korkuyla uzanırken gün içinde tüm yaşadıklarım bir bir tekrardan canlandı. Telefonu elime alıp arayana baktığımda yabancı bir numara gördüm. Yavaşça açarak üç saniye sessiz bekledim. Bir kadın sesi duyduğumda ise içim sebepsiz yere rahatlamıştı.
“Aslıhan ile mi görüşüyorum?”
“Evet benim.”
“Ben Uğur’un ablasıyım. Sen benim kardeşime ne yaptın ha!” İşte bu beni gerçekten hazırlıksız yakalamıştı.
“Be-ben mi yaptım?”
“Uğur hassas bir çocuk sen utanmıyor musun benim kardeşimle oynamaya. Kimsin kızım sen?”
“Bakın hanımefendi, ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Eğer ortada bir şeyler yapan biri varsa o da kardeşinizdir. Beni öldürmeye çalıştı.”
“Eminim hak etmişsindir.”
“Siz ne biçim insansınız. Ne biçim ailesiniz.”
“Kulaklarını açta iyi dinle küçük hanım. Benim kardeşim rahatsız duydun mu beni? Uzun süredir psikolojik tedavi görüyor. Tam iyiye gidiyor derken onu yine delirteceksin. Alo? Sana diyorum. Kardeşimin peşini bırak! Alo?”
Telefondaki kadının dediklerinin devamını duymadan yataktan kalktım. Karanlık odada yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdüm. Perdeyi usulca açıp sokağa göz gezdirdim. Ne yapıyordum ben? Bende aklımı kaçırıyordum galiba. Ne yani bu dünyada birçok insan psikolojik destek alıyordu. Bu gayet doğal bir şeydi. O da yeni bir günle birlikte gerçekleri idrak edecek ve her şey sona erecekti. Perdeyi kapatarak yatağa geri döndüm. Çoktan kapanmış olan telefonu yastığımın altına koyup derin bir uykuya daldım.
Ben yapmam gerekeni yapmış ve kardeşinin peşini o gün bırakmıştım, fakat o beni bırakmaya o kadarda niyetli değildi…
Sabah kalktığımda pencerenin önünde gördüğüm küçük çakı ise gelecek olan tehlikenin en büyük habercisiydi…
“Duygu Obezleri”
İnsanın bedenen obez olup olmadığını anlaması için dünyada kabul edilmiş bir “beden kitle indeksi” kullanılmaktadır. Formül gayet basittir. Kişi boyunu vücut ağırlığına böler. Somut veriler ile elde edilen rakam ö...nceden belirlenmiş belli ölçütler ile karşılaştırılarak net sonuç kolayca elde edilir.
Bana göre dünya üzerinde henüz fark edilmemiş bir obezite türü daha vardır. Ben buna duygu obezliği diyorum.
İnsanın duygu obezi olup olmadığını anlaması içinse bana göre kabul edilmiş bir “duygu dışa vurum indeksi” vardır. Formül bunu uygulayan kişiye göre değişir. Kişi yaşadığı tüm önemli olaylara en hafif gördüğü bir ile en şiddetli hissettiği beş arasında bir puan verir. Ardından bunların ne kadarını içinde yaşadığına göre birden başlayarak dışa vurum şiddetine göre beşe kadar puanlar. Duygu toplamının dışa vurum toplamına bölünmesi ile bulunan sonuç iki ve üzeri ise siz bir duygu obezisiniz demektir. Panik yapmamak gerekir tıpkı beden gibi ruhunuzda biraz egzersiz ve birazda ilaçla iyileşebilir. Egzersiz duygularımızı artık dışa vurmaktan geçerken tabii ki en etkili ilaç sevgidir. Biliyorum zor, fakat öküzün boynuzlarındaki bu dünyada zaten her şey zor. Düşünsenize o çok sevdiğiniz yemeği bile çiğnemeden yutabiliyor musunuz?
O yanımızdan geçen sıfır beden insanlar, her şeyi içine atıp hoş kahkahaları kulaklarınızı çınlatanlar, olayları akışına bırakanlar, saplandıkları kör duygulardan yıllarca çıkamayanlar, bedeni için günlerini haftalarını harcayıp ruhuna panzehiri damla damla akıtanlar, melankolikliğini şarkılarda konuşturanlar, söylemek istedikleri hep içinde kalanlar, o her şeyin en mükemmeli olduğunu sananlar… Benim için sadece duygu obezidir o insanlar…
İstanbul 2005-2006,
Anneannemin beni karşısına alıp konuştuğu o en acımasız konuşma da işte bu sene yaşanmıştı. İnsanın hayatında hiç unutmayacağı günleri muhakkak vardır. Bende o günü hiç unutmamıştım. Anneannemin içeri girdiğimde kapıyı kapatmamı söylediği her zamanki oturma odası şimdi bir karınca yuvası kadar dardı. Bu küçük yuvamıza ağ örmeye çalışan örümceğin benim için adı ise teyzeydi. Düşmanları her zaman dışarıda aramamak gerekti. Bize en büyük darbeyi bazen en yakınlarımız atardı. Teyze denilen şeyi anne yarısı sanırdım hep, öyle duymuştum çünkü. Belki bir kitapta, bir filmde ya da özlü bir sözde. Benim için teyze diye bir şey fizyolojik olarak var olsa da kalben yoktu. Ben teyzemi 2005 yılının bir bahar ayında kuru bir toprakla maziye gömmüştüm. O benim için küçük bir çocuğa inanmak yerine rahatını bozmamayı seçen bir vurdumduymazdı ve artık bedenen varlığını sürdüren bu kadın verdiğim bir sözün arkasında kalan karanlık bir siluetten başka bir şey olamayacaktı.
“O defterde yazanlar nedir?” Anneannemin öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüne kaçamak bir bakış atarak halının daha önce hiç fark etmediğim desenlerini incelemeye başladım. Bir araba yolunu takip eder gibi bende halının üzerindeki motifleri gözlerimle takip ediyordum. Motif halının ucunda yolu kapamış olan anneannemin ayağına takılınca kısa süreli yolculuğumun da sona erdiğini anladım.
“Günlüğümü mü karıştırmış?”Evet karıştırmıştı, o kadar kilitli bir defter edinmeme hatta ilk sayfasına bunu okuyan dünyanın en terbiyesiz insanıdır dememe rağmen bunu yapmıştı. On bir yaşımda dolaptaki kazakların arasında saklayarak yazmaya başladığım bu günlük beş ortalı bir defter kadar kalındı. İlk zamanlar güzel şeyler karaladığım günlüğümün yarısından sonrası nefret ve öfkeyle kaynardı. Bu yüzden kırmızı kabından çok içindekiler el yakardı. Birinin de eli eteği yanmış olmalıydı ki, şuan onun kokusu da burnuma kadar gelmekteydi..
“Bu mu seni yetiştirmemizin mükâfatı? O kadın sana vakti zamanında az süt parası göndermedi.”
O kadın. O kadın benim teyzemdi. Annemin huyca bana benzettiği, benimse benzemek yerine ölmeği yeğlediğim tek insan. Annemle babamın ayrılmalarından sonra bizim aile diye tabir edilen adımız bir gecede muhtaçlara dönüşmüştü. Onun adı ise evimize ara sıra uğrayan bir misafirdi. Gizliden gizliye bize muhtaçlığımızı bir yılan gibi sokan, iyi bir muhitte eve, üç erkek çocuğa ve iyi kazanan bir eşe sahip olan bir misafir. Ben bayramları hiç sevmezdim, bayramlar benim için kâbus demekti. Beş kişilik dünyamıza sızar ve şeker bayramlarının tadını bozup kurbanlarda hep bizi keserdi.
“Ayy! Bu ev ne soğuk böyle. İçim dondu. Oğlum gitme o odalara, hasta olacaksın.” Bu yüzden geceleri yatarken bile giydiğim o kalın boğazlı kazaklardan hep nefret ettim.
“Ömer’de bu sene hangi koleji kazanır bilmem. Senin meslek lisesi nasıl gidiyor.” Bu yüzden inadına üniversiteyi kazandım.
“Çocuklarda ziyarete gelecekti ama Burhan’ın sınavları var, Orhan’ın da burada astımı azıyor biliyorsun baba.” Bu yüzden dedeme onun yanında daha da sokuldum. Ben sokuldukça gözlerimi çekmezdim ondan bilirdim en çok canını bu yakardı. Hiç aynı evde kalan dedemin tabiri ile çocukları biz ile bayramlarda bile görmeye gelmeyen torun misalleri bir olur muydu?
Annem ona karşı hep susardı. Sanki bir suçlu gibi. Sanki yarın kimin ne olacağı belliymiş gibi. Dedem ve anneannemin hatırına çok kez susmayı tercih etmişti. Bende susmuştum. Bu benim duygu obezi olmaya başladığım ilk yaşlardı. Sustuklarımı karalamaya başladığım ilk yıllardan bu yana beş sene geçmişti. Beş senenin sonunda anneannemin karşısında yazdıklarımdan zerre kadar utanmadan dikiliyordum.
“İnşallah öbür ayağı da kopar.” Anneannem yazdıklarımdan ezberlediği bir cümleyi bana sorgulayıcı gözlerle bakarken söylediğinde de hiç pişmanlık duymadım. Belki bir insanın sakat kalmasını hatta ölmesini istemek günahtı. Peki kimdi bu ölmesini istediğim adam?
Bu adam benim eniştemdi. Yılışık, karaktersiz ve onursuz bir adamdı. İki lafından biri argoyken iki hareketinden biri de insanı oturduğu yerden kaldıramazdı. Bilirdim çünkü kalktığınızda bakacağı yer her zaman kalçalarınız olacaktı.
Ailenin genç tek erkeği bana göre ailenin yüz karasıydı. On altı yaşımda büyük heveslerle teyzemlerle çıktığım ilk tatil onun gerçek yüzünü görmemi sağlamıştı. Bakışları ile yetinmeyen adam çeşitli su oyunları ve el şakaları ile artık çocuk olmayan benim ne yapmaya çalıştığını anlamama yetiyordu. Adam düpedüz beni taciz etmeye çalışıyordu. Onun adına üzüldüğüm tek nokta ise sürekli çığlık atan ben karşısında korkarak geri çekiliyor olmasıydı. İki şey öğrenmiştim on altı yaşımda. Birincisi sakat insanlara acıma. Eniştemin gençken geçirdiği bir kazada tek ayağı otobüsün altında kalmıştı. Bunun için protez bacak kullanırdı. İkinci öğrendiğim şey ise Allah’ın bazılarına neden kız evlat vermediğiydi. Her şeyin mutlaka bir nedeni vardı. Yanından geçen her kadın onun için potansiyel bir tabloydu. O kimseye çaktırmadan süzdüğünü sansa da teyzemin de aptal olmadığını gayet iyi biliyordum. Susuyordu. O rahatı bozulmasın diye susarken ben babamdan daha çok nefret edecek yeni bir kahraman bulmuştum.
Market alışverişine gittiğimiz bir gün ben ve ortanca kuzenim arabanın arka koltuğunda oturuyorduk. Araba Bodrum çarşısında yavaşça ilerliyordu. Çaldığı korna sesi ile irkildim.
“Bayanlar gideceğiniz yere kadar bırakayım.” Eniştemin turist iki kıza şahane İngilizcesi ile sorduğu bu soru kanımı dondurmuştu. Aynadan göz göze geldiğimizde bana bakarak sırıttığını gördüm ve yanımda oturan her şeyden habersiz elindeki kırmızı arabasını camdan rüzgâra doğru süren çocuğa baktım. İşte o gün ben bunları yaşarken teyzem tüm gerçekleri okumuştu.
“Teyzenden özür dileyeceksin. Bu konuda bir daha açılmayacak.”
“Hayır.” Acaba beni evden kovarlar mıydı? Kovarlarsa Eda’larda kalırdım bende.
Anneannem gücünü göstermek istercesine ayağa kalktı. Kendinden emin ve tek seferde konuştu.
“Eğer bu konu kapanmazsa sana hakkımı helal etmem Aslıhan.”
O gün içimden ettiğim ah yıllar sonra bir bir çıkarken hep sabit kalacağı sanılan roller zamanla değişecek ve ben bir kez daha en ufak bir pişmanlık duymayacaktım.
*****
Özür dilememiştim tabii ki. Kafamı da kesseler bunu yapmazdım. Ama şimdilik susmuştum. Anneannemi üzmemek ve tüm günahkârları Allah’a havale etmek için susmuştum. Günlüğümü bir lavaboda yaktığım ve her şeyi içime attığım bu zor zamanlarda yaşadığım tek sıkıntı bu değildi. Uğur’da değişmişti. İlk zamanlardaki o özenli, neşeli, kibar insan gitmiş yerine bambaşka bir Uğur gelmişti.
“Yeter Uğur tartışmak istemiyorum.”
“Tabi sen okumuş, üniversite görmüş kızsın, sen tartışmazsın. Bu benim gibi eğitimsiz hayvanların işi.”
“Saçmalama lütfen.”
“Bir daha o eteği giymeyeceksin duydun mu?”
“Sen bana karışamazsın.”
“Bir daha giy bak gör karışıyor muyum karışmıyor muyum?”
Tek mutluluğum çalıştığım iş yeri olmuştu. Bana yeten bir maaş ve onur belgesi ile gelen bir diploma artık tek umudumdu. Tufan Bey’in aksine yeni patronum Ümran Bey ve müdürüm Nuray Hanım çok iyi insanlardı. Beni sadece bir personel olarak görmüyor küçük işyerimizde oluşan aile ortamında da bir birey olarak değer veriyorlardı. Her şeyin daha iyiye gittiği bir gün Uğur’la oturduğumuz cafede telefonuma gelen bir mesaj bahsettiğim tüm iyilikleri uçurdu.
Bir yeni mesaj: Ahmet Ofis
Ahmet ofiste birlikte çalıştığım bir çocuktu. Sessiz ve maddi durumu da oldukça kötüydü. İşe gidip gelirken okuduğum kitaplardan birine göz atmış ve bende bitirdiğimde kendisine okuması için vereceğime söz vermiştim. Kitabı verdiğim günün ertesi tatil gününde mesaj atacağını ve cep telefonumu saygısızca kapan Uğur’un mesajı okumaya başlayacağını ise hiç düşünemezdim.
Mesaj:-Okudum bana seni hatırlattı.-
“Kim bu Ahmet!”
Uğur’un soruş tarzından dolayı çekinerek söze başladım.“Of-ofisten arkadaşım. Bakayım ne yazmış?”
“Niye panik oldun, ne yazmasını bekliyordun?”
“Beni panik eden tek şey senin hareketlerin Uğur. Verir misin şu telefonumu?”
“Çek elini ben yazarım.” Uzattığım elim havada boşta kalmıştı.
Mesaj:-Neden hatırlattı?-
“Ne demiş? Ne yazıyorsun Uğur?”
Cevap bile vermeye tenezzül etmeyip sadece bir dakika sonra gelen yeni bir mesajı okumak için elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonu açtı. Ben ilgiyle onu izlerken aniden masaya indirdiği yumruğu ile yerimden sıçradım.
“Ne haltlar karıştırıyorsunuz o ofiste siz!”
“Yeter artık ne karıştıracağım. Sen kafayı yemişsin. Ofisteki bir arkadaşım işte. Ne oldu sana Uğur niye böyle davranıyorsun. Bak konuşursak hallede…”
“Aldatıyor musun sen beni?”
“Ne!”
“Bir soru sordum. Aldatıyor musun?”
“Delirdin mi sen? Bağırma insanlar bize bakıyor.”
“Kalk hadi gidiyoruz. Hadi hadi.”
“Ne-nereye?”
“Cehennemin dibine.”
Kalktığımız cafeden utana sıkıla çıkarken garsonların yüzüne bile bakamıyordum. Caddeye çıkıp hızla yürümeye başladık. Elimi tutan eli şimdi on tonluk bir demir gibi olmuştu. Sakinleşmesi için yardımcı olmaya çalıştım.
“Bak canım biraz oturup konuşalım, sen her şeyi yanlış anlıyorsun.”
Aniden durup yüzüme baktı. Yüzü anlamsızca gülerken gözleri de parlıyordu.
“Tamam mı konuşacak mıyız?” dedim ümitle.
“Konuşacağız. Bak nasıl konuşacağız şimdi.” Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan iki el üzerimdeki ceketin yakalarını tutup beni işlek caddenin ortasına doğru savurdu. Gözlerimi kapatmadan önce son gördüğüm genç bir kadının kullandığı Citroen marka beyaz bir araba, son duyduğum ise acı bir fren sesiydi.
Gözlerimi açtığımda genç kadın kolumdan tutarak aracın ön camına kadar yapılmış olan beni kaldırmaya çalışıyordu. Ayaklarım zar zor yeri bulduğunda kadından aldığım güçle dengede durabildim. O ise panik ve korku karışımı bir feryatla bağırırken trafik kitlenmiş ve etrafımızda kalabalık bir insan ordusu oluşmuştu.
“O adam sizi önüme attı. Nerede kaçtı! Polis yok mu?”
Başımla sağa sola baktığımda Uğur’dan eser yoktu. İnanamıyordum. Beni öldürmek istediğine inanamıyordum.
“Hastaneye gidelim hadi canım.”
“Yok hayır iyiyim ben özür dilerim çok özür dilerim.”
Kadının kolundan kurtularak bizi çembere almış kalabalığın arasına daldım. Dizlerim izin verdiği kadarıyla hızlı yürümeye çalışarak az öteden gelen boş bir taksiyi çevirip kendimi içine attım. Artık güvendeydim. Geçti, her şey geçti.
“Nereye Bayan?”
“Erenköy’e”
Yirmi dakika sonra evin önünde inip bahçe kapısından içeri girdim. Yaşadığım korkudan çok onun yüzünün halini unutamıyordum. Hiçbir şey olmamış gibi eve girdim. Yorgun olduğumu söyleyerek yatağa girdiğimde ise içimde biriken bütün duyguları gözyaşlarım yardımıyla boşalttım. Ağlamaktan yorgun düşmüş bedenim kısa süre sonra uykuya dalmıştı. Duyduğum bir sesle uyandığımda ise odanın içi kapkaranlıktı. Gece olmuştu. Hala çalmaya devam eden telefona korkuyla uzanırken gün içinde tüm yaşadıklarım bir bir tekrardan canlandı. Telefonu elime alıp arayana baktığımda yabancı bir numara gördüm. Yavaşça açarak üç saniye sessiz bekledim. Bir kadın sesi duyduğumda ise içim sebepsiz yere rahatlamıştı.
“Aslıhan ile mi görüşüyorum?”
“Evet benim.”
“Ben Uğur’un ablasıyım. Sen benim kardeşime ne yaptın ha!” İşte bu beni gerçekten hazırlıksız yakalamıştı.
“Be-ben mi yaptım?”
“Uğur hassas bir çocuk sen utanmıyor musun benim kardeşimle oynamaya. Kimsin kızım sen?”
“Bakın hanımefendi, ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Eğer ortada bir şeyler yapan biri varsa o da kardeşinizdir. Beni öldürmeye çalıştı.”
“Eminim hak etmişsindir.”
“Siz ne biçim insansınız. Ne biçim ailesiniz.”
“Kulaklarını açta iyi dinle küçük hanım. Benim kardeşim rahatsız duydun mu beni? Uzun süredir psikolojik tedavi görüyor. Tam iyiye gidiyor derken onu yine delirteceksin. Alo? Sana diyorum. Kardeşimin peşini bırak! Alo?”
Telefondaki kadının dediklerinin devamını duymadan yataktan kalktım. Karanlık odada yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdüm. Perdeyi usulca açıp sokağa göz gezdirdim. Ne yapıyordum ben? Bende aklımı kaçırıyordum galiba. Ne yani bu dünyada birçok insan psikolojik destek alıyordu. Bu gayet doğal bir şeydi. O da yeni bir günle birlikte gerçekleri idrak edecek ve her şey sona erecekti. Perdeyi kapatarak yatağa geri döndüm. Çoktan kapanmış olan telefonu yastığımın altına koyup derin bir uykuya daldım.
Ben yapmam gerekeni yapmış ve kardeşinin peşini o gün bırakmıştım, fakat o beni bırakmaya o kadarda niyetli değildi…
Sabah kalktığımda pencerenin önünde gördüğüm küçük çakı ise gelecek olan tehlikenin en büyük habercisiydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder