Cennet’in iyileştiremeyeceği hiçbir acı yoktur bu dünyada…
MOORE
BÖLÜM 29
“Aşk Cenneti”...
“Aslıhan Hanım bu ne?” Az önce kendisine uzattığım dosyayı eline alan Haldun Bey gür kaşlarını çatarak önce elindeki dosyaya sonra da yüzüme bakarak sordu. Kaşlarını ne zaman tam olarak böyle çatsa yanaklarının bitimindeki çizgileri daha da derinleşiyordu. İşte yine harika bir hafta başlıyordu. Tüm hafta sonu üzerinde çalıştığım dosyayı kenara atan çok sevgili patronum hala yüzüme bakmakta ve sorusuna cevap aramaktaydı.
Acaba roman yazdım da fikrinizi almak için getirdim desem kovulur muydum? Belki…
O zaman iki hafta sonra sona erecek olan stajımda muhtemelen yanardı. Bu iki yıllık emeğimin çöpe gitmesi demekti. O yüzden elimdeki dolmakalemin kapağını açıp kapamaya devam ederken cevapladım. “İstediğiniz firma ile ilgili mali rapor.”
Haldun Bey sabah fırçasına tam gaz devam etti. “Ben sizden özet bir çalışma istiyorum siz bana kalkmış yüz sayfalık bir rapor sunuyorsunuz.”
“Ama Semih Bey bana detaylı bir çalışma yapmamı söyledi.” Semih Bey Haldun Bey’in ortağıydı. Yani diğer patronum ve bu iki zıt insan nasıl olup da bir araya gelerek şirket kurmuşlardı hiçbir zaman aklım almayacaktı. Herhalde tıpkı kadın erkek ilişkilerinde olduğu gibi birbirlerini tamamlayarak böyle sevgi dolu bir ilişki yaşıyorlardı. Bense onların mutsuz çocukları gibiydim. Annemi mutlu etsem işte bak babam böyle mutsuz oluyordu.
Dosyayı masanın benden tarafa olan ucuna fırlattı. “Öğlene kadar özet bir rapor istiyorum.”
Dolmakalemin kapağını son kez sertçe kapatıp kibarca cevapladım. “Tabi efendim.”
Masama oturduğumda yasemin çayımdan büyük bir yudum aldım. Bu kesinlikle iyi geliyordu ya da psikolojik olarak iyi geldiğini hissediyordum bilmiyorum. Ne fark ederdi ki? Sonuçta antidepresan kullanmaktan daha iyiydi. İki hafta önce Eda ve annem ile gittiğim kıvırcık saçlı psikiyatrın odasına girdiğimde bile yasemin çayına olan inancımı korumaktaydım.
“Oturun lütfen ve anlatın.” demişti lahana kafa.
“Şey ben kendimi biraz mutsuz hissediyorum.”
“İntihar etmek gibi fikirleriniz var mı?”O kadar insanın canını çektirircesine sormuştu ki kendisinin bunu yapmamı isteyip istemediğine emin olamadım. Başımı kaldırıp adamın yüzüne haykırdım. “Hayır, ben cehenneme gitmeyi garantilemek istemiyorum! Cenneti görmeden olmaz! En azından bu dünyadaki cenneti.”
“Asabiyet belirtileri. Evet ve öbür dünyayı düşünme evresi.” Adam önündeki deftere bunları kaydettikten sonra masadaki reçeteye okunması imkânsız bir şeyler karalayıp uzattı.
“Depresyon başlangıcındasınız şimdilik on miligram ile başlayalım.” Uzattığı reçeteyi aldım. Doktor bir sonraki hastayı çağırdığına emin olduğum zile bastı. Herhalde bu hızla günde beş yüz tane hastaya bakıyordu. İçeriye bir başka deli girdi. Eda meraktan çatlamak üzere olduğu her halinden belli bir ifade ile yanıma kadar geldi ve bir saniye daha dayanamadı.
“Ne oldu? Ne oldu?”
“Delirmişim” diye cevapladım.
Doktor önündeki defterinden başını kaldırmadan araya girdi. “Başlangıcı bayan.” Ne yazıyordu ki; tek bir soru sormuştu ve şimdi elli satır karalıyordu o lanet olası defterine.
“Evet delirmeye başlıyor muşum Eda.” İki elimle ağzımın kenarlarından tutup çekiştirirken dilimi de yukarı aşağı sallıyordum. Eda elini ağzına götürmüş sus işareti yaparken gülüyordu.
Üzülmüyordum çünkü bence deliler de cennete giderdi. Tıpkı yaptıklarından mesul olmayan bebekler gibi onların da öldüklerinde cennete gittiklerine inanırdım. Trilyoner bir insan için çekilmeyecek bir hayat yaşıyordum. Tabi iki hafta önce trilyoner olabilseydim…
-İki hafta önce-
Bir anne evladını bilerek öldürmek istemezdi herhalde(?)
Ama benim annem istiyordu.
Şimdi bir eliyle ağzımı sıkı sıkı kapatıp diğeriyle başımın arkasını tutarken benimle birlikte odanın ortasında zıplıyordu. Elini ağzımdan çekmeden önce son uyarısında bulundu. “Aslıhan ölümü öp bağırma kızım.” Sonra dediğini yaptı ve nihayet elini çekti. Birkaç saniye nefesimin eski düzenine girmesini bekledim.
“Nasıl üç gibi mübarek bir sayıyı yazmam da gidip kazık gibi bir sayısını yazarım. Nasıl? Nasıl? Nasıl?” Avuç içimle canımı fena acıtacak şekilde alnıma vuruyordum. İşimi bitirdiğimde yüzümün üst kısmı okkalı bir tokat yemiş gibi kızarmıştı. Belki de kapı çarpmış gibi görünüyordu. Evet evet, bana kesinlikle bir şey çarpmıştı. Ben odanın içinde kafamı kaşıyarak bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelirken annem ellerini kaldırmış, Allah’a kısa ama içten bir dua sarkıtıyordu. Bitince ise yüzümü merkezkaç sayıp dairesel kafa hareketleriyle etrafıma üfleyip odadan ayrıldı.
Kâğıt ve ekrandaki sayıların tamamının eşleştiğini sanan ben ne yazık ki bir sayının farkını anlayamamıştım. On dakika boyunca bireysel halay, sokak dansı biraz da bale gösterisi karışımı şovum boşunaydı demek! Sadece ve sadece beş tutturmuştum. Trilyonu kaçırmıştım.Trilyon!!! Ne güzel bir rakam püfür püfür…
Yüzümden anlık bir deli gülümsemesi geçti. Bu gülüşü severim. Bu dünyanın en doğal ve tabii ki en boş gülümsemelerinden biridir. En son böyle gülerken odaklandığım yerde sarı ve parlak bir ışık görmüştüm. Deliler hakkında bu kadar şeyi nereden mi biliyorum. Geçmişte tanıştıklarımı bir kenara koyarsak; hani bazen iç dünyası bizden daha karmaşık biri karşımıza çıkar ve bizi yorar. Sitemle karışık etrafımda akıllıdan çok deli var deriz ya, mecazen değil benim ki gerçekten de öyleydi.
Ah söylemedim dimi! Evimiz İstanbul’un ikinci büyük akıl hastanesinin dibindeydi. Birincisini ise birçok kez ziyaret etmiştim. Çıldırdığım için değil, yani çılgındım tabii ama kontrolü şimdilik elimde tutabilmeyi başarabiliyordum. Aslında pratikte fena değildim ama biraz daha zamanım olduğunu düşünerek uygulamaya henüz geçmemiştim. Orayı detaylı bilmemin sebebi ise; anneannemin üç sene önce geçirdiği beyin ameliyatının bu hastane ile aynı bahçeyi kullanan yan binada gerçekleşmiş olmasıydı. O yüzden her yerini –tecir bölümü dâhil- elimle koymuş gibi biliyordum.
“Muzur!” demişti beni koşarken yakalayan görevli adam. Merak etmeyin size muzurlukla girdiğim o kilitli bölümleri ve döner bıçakları ile kovalanışımı anlatmayacağım.
Anlatacağım şu; hani aşkta kaybeden kumarda kazanırdı ya? Şimdi ben kumarda kazandığımı zannedip aslında kaybetmiştim öyleyse aşkta da kaybettiğimi sanmış ve kazanmıştım. Durumum da kafam gibi biraz karışıktı aslında. Biraz mı? Hayır! Durumum gerçekten içler acısıydı.
Neyse ki; Ben yaşanan her talihsizlik sonrasında hayatın bize güzel bir şans sunarak gönlümüzü alacağına inanırım. Eh madem öyle; bu hayal kırıklığının sonrasında hayatın şansı ayaklarıma sereceği o gün bende gitmek isteyeceğim tek yerin cennet olduğunu söylerdim olur biterdi. Ama ben nereden bilebilirdim; aklı beş karış havada olan her kız için bu dünyadaki tek cennetin aşk cenneti olduğunu…
“Ah! Ah!” Başımı elime dayamış iç geçirirken yasemin çayının dumanında kurduğum yakın zaman turum da sona ermişti.
“Günaydın Bayanlar” Semih Bey’in sesi ile kendimi toparlayıp Gaye Hanım ile birlikte aynı anda cevapladım. “Günaydın Semih Bey.”
“Gaye Hanım odama gelir misiniz?” Gaye başıyla evet işareti yaparken Semih Bey arkasını dönünce yüzünü buruşturarak peşinden odadan çıktı. Gaye Hanım çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir insandı. Sevmeme sebep sıcakkanlı ve açık sözlü bir kadın olmasıydı. Saygı duymama sebep olan şey ise hayata karşı verdiği mücadelesiydi. Başarısız bir evlilik yapmış, eşinin tehditlerine boğun eğmemiş ve sonunda da kendi ayakları üzerinde durmayı bilmişti. Acaba aynı şeyler benim başıma gelse bu kadar sağlam durabilir miydim işte bunu hiç kestiremiyordum.
Nasıl kestirebilirdim ki? Hayatımdaki bütün erkekler gitmişti. Ufukta evlilik değil doğru dürüst bir ilişki bile yoktu. Oysa beni aşk cennetine götürecek olan limandan bineceğim gemiye birinin elini tutarak geçmek istemiştim.
Sıfır kilometre cep telefonum çaldığında artık bu günlük yeterince hayal kurduğumun farkına varmıştım. Arayan komşumuzun bilmiş kızı Berfin’di. Berfin Aydın’la aynı yaşta olmasına rağmen hayatı fazla erken tanımış bir kızdı. Öyle ki bazen onunla konuşurken benden beş yaş küçük olduğunu unutabiliyordum.
“Günaydın hayatım nasılsın bugün?” İşte her zamanki boş vermişim bu dünyayı neşesi.
“Fazla hayalperest. Pazartesiye pek yakışmıyor.”
Telefonun ucundan şen bir kahkaha patlattı. “Doğru hayal etmenin günü cumartesidir.”
Berfin bu saatte uyanmış ve sabah sabah bu kadar neşeli ise bunun tek bir anlamı vardır. A’dan Z’ye yirmi dokuz harfin en az yirmisinden sevgilisi olmuş bu küçük hanım yine eksik harflerinden birisini tamamlamak üzereydi. Kesin! Kendisini henüz altı aydır tanıyor olsam da bu tam da Berfin’in âşık olmak üzere olduğunda çıkan ses tonuydu. Yeni bir enişte adayı yoldaydı. Taner’le çıktığımız zamanlar kendisi ile pek ilgilenemediğim için o günlerin acısını içinde bulunduğumuz şu son zamanlarda çıkarmakta kararlıydı.
“Aslıhan bugün Vural’la görüşeceğim.” dedi mümkün olduğunca kısık bir sesle ve aynı tonda devam etti. “Sence kot pantolon ve beyaz bluz mu giysem yoksa şu mavi elbisemi mi?”
“Berfin pardon ama Vural kim?”
“Ya bizim Uygar yok mu, onun amcasının bir arkadaşı. Geçenlerde bir doğum günü partisinde karşılaştık. Tabi senin aklın hala şu üçkâğıtçı fotoğrafçı da olduğu için muhtemelen ben anlatırken sen onu düşünüyordun.” Çok güzel yine nasıl da üçkâğıda geldiğimi hatırlamıştım.
“Amcasının arkadaşı diyorsun Berfin! Allah aşkına bu adam kaç yaşında?”
“Çok değil otuz dört.” dediğinde sesi sanki kendisinden iki yaş büyük olduğunu söyler gibi çıkmıştı.
“Çok değil canım sadece senden on üç yaş büyük.” Cevap vermeden önce derinden bir of çekti. “Annemler gibi konuşuyorsun. Hem bu zamana kadar yaşıtlarımla çıktımda ne hayrını gördüm.” Benden destek istediği belliydi ya da mavi elbisesini giymesi gerektiğini söylememi istiyordu. Onu durdurmayacağını bilsem de destek yerine köstek olacak bir cevap verdim. “Belki de biraz ara verme zamanıdır ne dersin?”
“Mavi elbisemi giyeceğim. Akşam tüm detayları anlatacağım görüşürüz. Sakın erken yatma. Çok öpüldün…”
“Alo..Berf..Hey Allah’ım ya.” Kahretsin şimdi bu kafayla özet rapor hazırlamam gerekiyordu.
-Aynı akşam-
Berfin sigarasından bir nefes daha çekerek dumanını yavaş ve uzun bir şekilde bıraktı ve son yarım saattir devam eden konuşmasında temel oluşturan cümleyi beşinci kez tekrarladı.
“Bir kere kişiliği oturmuş bir erkek ben anlarım.”
“He he” Gözlerimi bir tur döndürerek devirdim.
“Bak caymak yok geliyoruz diye mesaj atacağım şimdi.” Daha caymak yok derken bile mesajın gönder tuşuna basmıştı.
“Berfin ben gelmesem, hafta içi çok yoruluyorum ve cumartesi gecesi benim tek özgür gecem.” Oturduğu koltukta pozisyon değiştirerek ayaklarını altına aldı. “Bundan daha özgür gece mi olur ya? Gece kulübüne gideceğiz diyorum sana.”
“Annene ne diyeceksin?”
“Dışarıda bir şeyler yiyip içeceğiz falan derim. Aslıhan sen gelirsen annem kesin izin verir.”
“Bilmiyorum canım hiç istemiyor.” Belki surat assam işe yarardı.
Berfin sigarasını tablaya bırakarak kollarını önünde kavuşturdu. “İyi tamam gelme, sen pijamalarını giy, şu aşk filmlerinden bir tanesini aç ve izle. Şu dokuzuncu kez izlediğini mesela sonunda aşk gurura galip geliyor saçmalığı olanı.”
“O bir klasik.”
“Sende bir klasiksin. Tahminen beş sene sonra da rafa kaldırılacaksın. Yirmi beş yaşını bitiriyorsun Aslıhan ve hayatından geçen tek düzgün bir adam yok.”
“Sen öyle san. Bir sürü düzgün adam tanıdım ben. Taner mesela aslına özünde düzgün biri sadece hayat şartları onu böyle davranmaya itmiş olmalı.”
“Pes!” Azimle geçmişi tarayarak aklıma gelen başka bir ismi öne çıkardım.
“Mesela Mert var, o benim ilk gerçek aşkımdı.”
“Hani nerede Mert, adı batsın Mert’miş peh!”
“Sen kendine bak benim yaşıma gelince korkarım Türkçe alfabeyi tamamlayıp başka dillerde isimlere geçersin.” Kabul ediyorum bu biraz ağır olmuştu. Berfin ağaya kalkarak banyonun yolunu tuttu. Kapıyı hızla kapatarak anahtarı sesli bir şekilde çevirdi.
“Kahretsin.” Tablada kendini yok eden sigarasını söndürdüm ve oturduğum sandalyeden kalkarak banyo kapısının önünde gittim. “Berfin aç kapıyı tamam özür dilerim. Öyle demek istemedim.”
Ses yoktu ama ben onun sesini neyin çıkaracağını çok iyi biliyordum. Çaresizce konuştum. “Tamam geleceğim. Söz”
Kilit hızla çevrildi ve kapı ardına kadar açıldı. Berfin tüm gücüyle boynuma atılmıştı.
“Seni seviyorum seni seviyorum.” Boynuma o kadar sarılmıştı ki kızı belinden çekip kutlamasını tek başına yapmasını seyrettim. Muhtemelen o kadar gürültülü yere en fazla yarım saat dayanabilecek olan ben pazar sabahı berbat bir baş ağrısı ile uyanacaktım.
Berfin dansına devam ederken sabahki ses tonuyla sordu. “Siyah askılı elbisemi? Kırmızı boyundan bağlı tulum mu?”
-Cumartesi Akşamı-
Berfin yanımda durmuş siyah askılı elbisesini çekiştiriyordu.
“Yapma şöyle sokak ortasında.” diye geveledim.
“Eteği yürürken yukarı çıkıyor ne yapayım?”
“Neden giydin o zaman?”
“Sen neden böyle giyindin? Saçına bir fön çektirseydin bari. Ah! Neyse ki makyaj yapmayı unutmamışsın bu da bir şey.” Altımdaki buz mavisi kot ve üzerine giydiğim beyaz badi ile oldukça rahattım. Umursamazca omuz silktim. “Ben böyle iyiyim.” Berfin süet topuklu ayakkabılarının ucunu yaklaşık on dakikadır dikildiğimiz kaldırımın kenarına vurdu. “Nerede kaldı bu Uygar?”
“Bilmem senin arkadaşın.”
Berfin Uygar’ı aramak için kuş kadar el çantasını açmıştı ki önümüzde siyah bir BMV aniden durdu.
“Geldi önümüzde durdu ayı.” Akşamdan beri içimde biriken sinirle ağzımdan düşünmeden ilk çıkan söz bu olmuştu. Başımı eğip ön açık cama doğru seslendim. “Kardeşim biraz ileri park etsene haydi haydi. Ama olacağı bu böyle yol kenarında durursak öküzü de gelir ayısı da.”
Sol karın boşluğuma hızlı bir dirsek yedim. “Ah!”
“Ne yapıyorsun Aslıhan delirdin mi bunlar onlar?”
“Kimler?”
“Uygarlar”
Laf aramızda kalsın uygar insan oldukları her hallederinden belliydi çünkü ettiğim hakaret karşısında iki -oldukça hoş- adam arabadan çıkıp sadece gülümsediler. Tabi bende. Hiçbir şey yokmuş gibi tıpkı bir şebek gibi gülümsedim.
Berfin’e doğru fısıltıyla konuştum. “Bu çocuk yirmi yaşında bu arabayı nasıl almış.”
“Uygar’ın ailesi oldukça zenginler. Şimdi sus da çaktırma.”
Berfin şoför tarafındaki daha genç olanına eliyle küçük bir selam verdi. “Selam Uygar”
“Selam Berfiş” diye cevapladı genç adam.
Ardından diğer kapıda dikilen oldukça hoş görünümlü adama doğru konuştu. “İyi akşamlar Harun.”
Vural değil miydi adı? Sayı hafızamın aksine isim hafızam pekiyi sayılmazdı ama ben yine de isminin Vural olduğuna o kadar emindim ki. Kafamdaki bu karışıklığı Berfin hemen oracıkta çözdü. “Harun Uygar’ın amcası.”
Amca mı? Ben ömrümce böyle bir amca görmemiştim. Adam hiç yaşlı görünmüyordu en fazla otuz iki civarı ve oldukça düzgün bir fiziğe sahipti. Sanki bunu ortaya çıkarmak için özellikle üstüne bu kadar oturan bir takım elbise gitmişti. Niye bu kadar klasik giyinmişti ve her şeyi niye bu kadar pahalı gözüküyordu.
Lanet olsun keşke fön çektirseydim! Şu halime bak! Acaba dört apartman ilerideki eve gidip üstüme hoş bir elbise giymek için on dakika istese miydim? Hayır, adam bunu kendisi için yaptığımı sanabilirdi? Sansa ne olurdu? Aman boşver bir elbiseye fit olan adamları çoktan arkamda bırakmıştım. İyi ki gri renkte hafif bir far ve bol rimel sürmüştüm.
Berfin’in “Bu da arkadaşım Aslıhan.” dediğini hayal meyal duydum.
“Çok memnun oldum” diye oldukça kibar bir selam veren amcasına karşın Uygar daha samimi bir tavır sergilemişti. “Selam Aslıhan haydi atla”
Kızlar olarak arabanın oldukça geniş arka bölümüne yerleşmiştik ki Berfin atıldı “Vural nerede?” Bir yavaş ol kızım ya.
Uygar “Yoldan alacağız” diye cevapladı ve gaza öyle bir bastı ki bizim sokağın asfaltı arkamızdan ağladı. Beş dakika sonra yakın bir semtte oturan Vural’ı da almıştık. Uygar, Berfin ve Vural birçok konudan sohbet ederlerken arabada sessizliğini koruyan benden hariç bir kişi daha vardı. Muhtemelen Uygar amcasını bir toplantının ortasında çıkarıp yanında sürüklemişti. Şuan ki yüzünün kasılmış ifadesinden anlayabildiğim bu kadardı. Bu geceki tek mahkûm ben değildim ve neden bilinmez kendimi o gün ilk kez yalnız hissetmedim.
-Yarım saat sonra-
Taksim’in merkezine yakın bir yerlerdeki gece kulübünün önünde aynı kendisine benzer takım elbise giymiş bir sürü adamla konuşan Harun Bey başını olumsuz anlamda sallayarak kendisi bekleyen dörtlüye doğru yöneldi. Berfin artık alışık olduğum ayak vurma hareketlerinden birisini daha yaptı. Bu sefer vurduğu zemin parlak ve oldukça pahalı görünüyordu.
“Kimliğini yanına almadığına inanamıyorum Aslıhan”
“Şey ben lazım olacağını hiç düşünmemiştim.”
Uygar göz kırptı. “Bu kadar genç göründüğün için şanslısın.” dedi. Evet, genç göstermek iyi bir şeydi ama şuan da pekte hoş bir durum gibi gözüme gözükmüyordu. Kapıdaki CIA benzeri adamlar reşit olmadığımı iddia ederek beni içeri almak istemiyorlardı. Anlaşılan az önce Harun Bey’in teklif ettiği para da bir işe yaramamıştı.
“Başka yere gidelim.” diye öneride bulundu Vural.
“Hayır, bu DJ performansı çok iyiymiş. Bu kulüpteki ilk gösterisi. Dinlemeyi çok istiyorum.” Berfin’in ikna olacağı yoktu. Sonra aklına bir fikir gelmiş gibi Uygar’a baktı “Eve gidip Aslıhan’ın kimliğini alamaz mısınız?” Uygar gidip geleceği yolu hesap etmek ister gibi kaşlarını kaldırdı.
“Lütfen gidip gelmeniz en fazla bir saat. Köprü açıktır zaten. Lütfen lütfen lütfen.”
“Hayır!” dedim biraz fazla yüksek sesle. Berfin’in çocuksu viyaklamasına tahammül edemediğim gibi benim yüzümden başka insanların da eğlenceden mahrum kalmasına hiç gerek yoktu. “Ben halledeceğim.” diyerek daha sakince ekledim.
Herkes tüm dikkatini bana vermiş şekilde yüzüme tuhaf tuhaf bakıyordu. Gülümseyerek “Haydi siz girin bende birazdan geleceğim.” dedim.
Berfin Uygar’ın koluna hafifçe vurarak harekete geçmelerini bildirdi. “İyi madem haydi girelim bir dakikasını bile kaçırmak istemiyorum.” Aslında biraz emri vaki gibiydi çünkü bir eliyle Vural’ı diğeriyle Uygar’ı tutmuş girişe doğru sürüklüyordu. O anda Harun Bey’le yalnız kaldığımızı fark ettim.
“Sizinle gelmeme izin verin” dedi. Tanrım tam olarak “Bay Darcy” gibi konuşmuştu ve aslında üzerinde de döneminin en asil kıyafetini taşıyordu.
Şirin bir gülümseme sundum. Umarım “Elizabeth” kadar başarılı olabilmişimdir. Bu gece en sevdiğim filmi onuncu kez izlemek yerine adeta yaşıyordum.
Gururlu bir kızdım ben ve o yüzden “Hayır, teşekkür ederim kendim halledebilirim” dedim. Kafamdaki hayal dünyasında yaşayan ben olaya kendimi o kadar kaptırmıştım ki yapılmaması gereken tek şeyi yaptım. Gerçekten inanamıyordum adamın yanından ayrılmadan önce reverans yaptığıma ve dahası Bay Darcy’nin de bana ufak bir baş selamı verdiğine…
İki dakika sonra İstiklal Caddesi’ne çıkmıştım. Saate rağmen tüm dükkânlar açık ve cadde inanılmaz kalabalıktı. Bayağı bir ilerlemiştim ki aradığım dükkânı bularak içeriye daldım. Gece kulübünün önüne döndüğümde ise gecenin programının yazdığı camekânın önünde durup kafamdakini son kez kontrol ettim. Aslında yakışmıştı en azından diğer mavi olanından daha doğal duruyordu. Kafamdakini son kez kontrol ederek makyajıma da göz attım ve aşk cennetine giden bu yolda Berfin’in görmek için sabırsızlandığı DJ’in adına bakmayı hiç akıl edemeden serili halının üzerinde girişe doğru catwalk yürüyüşümle ve elimdeki küçük el çantasını sallayarak ilerledim. O kadar da zor değildi aslında bir ayağınızı diğerinin hemen önünde atarak tıpkı bir ipte yürüyormuş gibi ahenkle yol almak ve girişe vardığımda ise bizim CIA’lara göz kırparak kapıdan kendimi eğlence dünyasının içine atmak.
“Bu gerçekten olağanüstüydü.” Kapının arkasındaki karanlık bölmeden gelen sesten bir saniye sonra karanlıklar prensi de kendini gösterdi.
“Harun Bey. Siz içeri girmediniz mi?”
“Hayır” Cevap netti. Hayır.
“Yakışmış.” Sonra anlamadığımı fark edip başımı işaret etti. “Size kızıl yakışıyor.”
“Ah! Lütfen Ne kadarını gördünüz bilmiyorum ama şuan gerçekten utanç içerisindeyim.”
“Göz kırptıktan önceki kısmı görmedim.” Elini kaldırarak komik bir yemin etti.
“O en kötü kısmıydı.” Kesin suratım kafamdaki ile aynı renkteydi ama neyse ki ortam loştu ve adam yüzümün bu halini muhtemelen görmüyordu. Şuan da tırnak yemeli ya da dudağımı ısırmalıydım veya herhangi bir psikolojik bir sorun belirtisi göstermeliydim. Acaba lavaboya gitmek için izin istesem? Orada yer öyle gelirdim. Ben bunları düşünürken zaman kaybetmiştim. Adam çoktan içeri tarafa doğru buyurun dercesine elini uzatmıştı ve ben bir kez daha arkamdaki -kapı önündekinin aynısı- afişi görmeden gösterdiği yoldan ilerlemiştim…
Tanrım! Bu ne gürültüydü böyle. Çiftlerden bazıları birbirine sarılmış dans ediyor, bazıları masalarında içkilerini içiyordu ve büyük bir grupta DJ kabinin önünde kendilerini müziğin ritmine kaptırmış gidiyorlardı. Kalabalığın içinde ilerlerken Harun Bey’in omzuma değen elini hissettim. “Şu taraftalar” dediğini zar zor işitebilmiştim. Kalabalığı yararak gösterdiği tarafa ben önde o da arka da ilerledik. Dans edenlerden birinin kolu kafama çarptı. Herhangi bir felaketi önlemek adına kafamı tutarak masaya kadar ilerledim.
Masaya ulaştığımızda üç çift göz sonuna kadar açılmış halde bana bakıyordu.
“Aman Tanrım” diyen ilk tepki tabi ki Berfin’den gelmişti.
“Elimden gelenin en iyisi buydu.” diyerek locada boş olan bir yere sıvıştım.
“Bence harika görünüyorsun.” Uygar’ın samimi olduğuna inanmak istiyordum.
“Sağol”
Vural’da elini yumruk yapmış ve başparmağını tavana bakacak şekilde kaldırmıştı. Tam tersini yapmadığı için şuan onun Berfin’e kur yapmasına izin verebilirdim. Uygar daha masaya oturduğum an ayağa kalkarak “Haydi dansa” dedi ve daha ağzımı açamadan beni dans pistine doğru sürükledi.
“İyi ki geldiniz şu muhabbet kuşlarından canım sıkılmaya başlamıştı. İki saattir cik cik de cik cik.”
Gülümsemeye çabalarken aynı zamanda saçma sapan figürler yaparak dans etmeye çalışıyordum. Bir martı gibi göründüğüme emindim. Deli gibi kanat çırpan bir martı. Derken başka bir martının sırtıma çarptığını hissettim.
İri yarı kaba sakallı bir adam arkasını dönerek “Affedersin” dedi.
Daha sakin bir martı gibi davranarak kendi partnerime odaklandım. Uygar kendini dansın ritmine oldukça kaptırmış görünüyordu. Biz gelene kadar ne içmişti böyle? Ardından ilkinden daha sert bir şekilde birinin arkadan vurduğunu hissettim. Bu hiçte yanlışlıkla durmuyordu çünkü adam şimdi resmen beni taciz etmeye çalışıyordu. Bu sefer affetmeyeceğimi söylemek için kaba sakala önümü dönmüştüm ki şimdi arkamda kalan bir başka beden beni önce kendine çekti sonra da arkasına itti ve hala kime sürtündüğünden habersiz arkası dönük gorili tek yumrukla yere serdi. Adam yere serilirken etrafındakilerde çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Harun Bey sertçe “Oturalım” dedi ve ardından hala eliyle tempo tutan Uygar’a ölümcül bir bakış attı. “Dans eşine sahip çıkamıyorsan etme!”
Berfin ve Vural aşklarına ara verip locada ayağa kalkmış bize bakıyorlardı. Oturduğumuzda Berfin beni yanına çekerek kıkırdadı. “O da neydi öyle?”
“Görmüyor musun adam beni taciz etmeye çalıştı.”
“Onu demiyorum aptal Harun Bey’in yaptığını.”
“Her normal erkek gibi yapması gereken şeyi…..”
“Bence seni kıskandı.” dedi pat diye.
“Saçmalama” Başımı istem dışı olduğu tarafa çevirince göz göze geldik ve bir alev topu tüm bedenimi kapladı. Sıcak, sıcak olmuştu.
“Be-ben içecek bir şeyler almaya gidiyorum.” dedim bir avazda.
Berfin “Masada var ya?” diyerek kolumu tuttu.
“Alkolsüz bir şeyler.” diyerek kelepçe gibi bileğimi sıkan elinden kurtuldum. Kalabalığa girmeden yuvarlak sahnenin etrafını duvar kenarından turladım. Tek amacım Dj kabinin önünden geçerek hemen yanındaki bara ulaşmak ve barmenden su dilenmek olacaktı. Çok kalabalıktı ve çok sıkışık. Biraz daha iteklerlerse duvarda pestilim çıkacaktı.
Ve o anda gördüm. Afişi. Bakmadığım o lanet olası afişi. Afişten önümdeki kabine kayan gözlerimden önce ben çoktan platformun üç basamağını çıkmıştım.
Oradaydı ve gerçekti. Şimdi aşağımızda eğlenen herkesten daha gerçek görünüyordu. Başını önündeki aletlerden kaldırarak yüzüme baktı. Gözleri gözlerimi o anda tanıdı. Bunu hissetmiştim. Kulaklığını boynuna asarak yüzüme daha dikkatle baktı ve ardından elini bana uzatarak dilinin ucundaki ismi hatırlamaya çalıştı.
Adımı hatırlaması için her şeyi yapardım. Eğer değecekse şu aptal peruğu çıkarmayı bile göze alırdım. Aradığı şeyi bulduğunda ise önce inanamayarak baktı sonra gülümsedi. Kaç sene geçmişti bilmiyordum beş belki de altı. Konuştuğunda sesi içimi acıttı. Eskisinden sert, eskisinden erkeksi çıkmıştı. Evet, o koca bir adam olmuştu ve bende koca bir kadın. Kırmızı kafalı koca bir kadın.
“İnanamıyorum Aslıhan?”
Elimle bir Uygar selamı verdim. “Selam Mert”
“Buraya gel” dedikten bir an sonra bana sarıldı. Kızıl saçlarımın arasından nefesini duyabilmiştim. “İyi misin?”
“Evet çok iyiyim. Ya sen?” Sorarken bende elimi usulca sırtına bıraktım. Sıcaktı.
Geri çekilip tekrar yüzüme baktı. “Ben de iyiyim. Şey seni görmek. “ Boğazını temizledi. “Yani bunca yıl sonra şuan ne kadar şaşkınım anlatamam. Beni dinlemeye mi geldin?”
“Aslında tesadüf oldu. Ama seni gördüğüme çok sevindim.” Hissettiklerim sadece sevinç miydi? Tanrım şuan duygu fırtınasının tam ortasında girdaba doğru sürükleniyordum.
“Eee neler yapıyorsun?” diye sordum. Sormaz olaydım.
“Evlendim.” Kimle diye sormaya cesaret bile edemezdim. Eğer bana tanıdık bir isim söylerse muhtemelen bu anın şokuyla kendimi kaybederdim.
“Peki sen?” dedi. Ne diyecektim. Evlenmedim. Evlendim. Evlenmedim. Evlendim. Başını öne eğerek cevap beklediğinde uzatmadan cevapladım. “Bende evlendim.”
“Sevindim. Benim ki yürümedi ama ben geçen sene boşandım.”
Ah! Lanet olsun. Allah beni kahretsin.
“Bir kızım var. Çok tatlı”
Eminim bana benziyordur diye düşünürken kibarca “Allah bağışlasın.” dedim.
Ardından hala ellerimizi tuttuğumuzu fark ettim. Bu özlem mi demekti? Neyi bekliyordum? Söyle Aslıhan ben evli değilim de!
“Mert ben aslında ben evlili…”
“Aslıhan?” Sözümü kesen kişiye bakmak için arkamı döndüğümde Harun Bey’in kabinin girişinde durmuş bana baktığını gördüm. Adamın gözleri ellerimize kaydığında ise ellerimi Mert’in elinden hızla çektim. Mert tedirgin gözlerle yüzüme bakarak ilgisini arkamdaki adama yöneltti. “Özür dilerim karınız benim üniversiteden arkadaşımdı.”
Açık kalan ağzımı kapatmam iki üç saniyemi almıştı. Arkamı döndüğümde ise Harun bey’in hala kapatamadığını gördüm. Kapattığında ise dişlerinin arasından tısladı. “Önemli değil.”
Ortam niye bu kadar gergindi. Birazdan içerisi kesinlikle alev alacaktı. Birbirlerine pekte dostça bakmayan bu iki adamın ortasında kalakalmıştım. Bir açıklama yapmam gerekse de hangi tarafa yalan söyleyeceğim konusunda hala kararsızdım.
DJ kabinin önünden Uygar zıplayarak bize sesleniyordu.
“Aslıhan telef….” Her zıpladığında bir şeyler gevelese de ne dediği anlaşılmıyordu.
Harun Bey sinirle aşağı bağırdı. “Şimdi olmaz Uygar.”
“Am-ama çok ısrarla çalıyor.” Uygar amcasının ikazına aldırmadan kabinin girişindeki merdivenlerin olduğu tarafa gelip soluklandı. İçtiği Allah bilir kaçıncı kadehten sonra zıplamak onu mahvetmiş olmalıydı. Söyleyeceklerini tam unutmuştu ki; çalan telefon ile tekrar aklı başına geldi.
“O elindeki benim telefonum mu?” dedim. Tabi ki benim telefonumdu. Uygar’ın elinde tuttuğu telefonumun ekranına kayan gözleri ismi okuyarak bana doğru döndü.
“Bu herif ısrarla arıyor. Taner Baki Güvener yazıyor. Bak lütfen şuna iki saattir başımızı yedi.”
Bir mucize beni artık sadece bir mucize kurtarabilirdi…
Yoksa bu kabin bana mezar olacaktı.
Mezar demişken beklenen mucize tam o anda geldi.
Tek el silah sesi tüm kulübü çığlık çığlığa dağıttı!
Şimdi cevap ver bana daha ne kadar sınayacaksın beni Hayat!
Ne kadar daha değiştireceksin bu bedenimi ve kör olası hislerimi…
Kaç kez daha aklım şaşacak ve neden hep içim böyle acıyacak;
Şarkısız ve sessiz kaç akşam daha sabaha çıkacak;
Kaç satır edecek asıl anlatmak istediklerim.
Bana kalk cennete yolculuk var diyorsun;
Ama Hayat’ım(?)
Ben aşk cennetine tek bilet istedim sen niye üç veriyorsun…!
*****
Ve o gece, o kulüpten;
Bolca kişi kuş sürüsü misali,
Bir kişi yaralı,
Bir kişi baygın,
Birinin telefonu kırılmış,
Birinin kalbi kırılmış
Birinin kafası dağılmış
Ve bir kişi kafasında kırmızı perukla çıktı…
Moore ne demişti; Cennet’in iyileştiremeyeceği hiçbir acı yoktur bu dünyada…
Hele bütün sevdiklerim bir arada olduktan sonra….
MOORE
BÖLÜM 29
“Aşk Cenneti”...
“Aslıhan Hanım bu ne?” Az önce kendisine uzattığım dosyayı eline alan Haldun Bey gür kaşlarını çatarak önce elindeki dosyaya sonra da yüzüme bakarak sordu. Kaşlarını ne zaman tam olarak böyle çatsa yanaklarının bitimindeki çizgileri daha da derinleşiyordu. İşte yine harika bir hafta başlıyordu. Tüm hafta sonu üzerinde çalıştığım dosyayı kenara atan çok sevgili patronum hala yüzüme bakmakta ve sorusuna cevap aramaktaydı.
Acaba roman yazdım da fikrinizi almak için getirdim desem kovulur muydum? Belki…
O zaman iki hafta sonra sona erecek olan stajımda muhtemelen yanardı. Bu iki yıllık emeğimin çöpe gitmesi demekti. O yüzden elimdeki dolmakalemin kapağını açıp kapamaya devam ederken cevapladım. “İstediğiniz firma ile ilgili mali rapor.”
Haldun Bey sabah fırçasına tam gaz devam etti. “Ben sizden özet bir çalışma istiyorum siz bana kalkmış yüz sayfalık bir rapor sunuyorsunuz.”
“Ama Semih Bey bana detaylı bir çalışma yapmamı söyledi.” Semih Bey Haldun Bey’in ortağıydı. Yani diğer patronum ve bu iki zıt insan nasıl olup da bir araya gelerek şirket kurmuşlardı hiçbir zaman aklım almayacaktı. Herhalde tıpkı kadın erkek ilişkilerinde olduğu gibi birbirlerini tamamlayarak böyle sevgi dolu bir ilişki yaşıyorlardı. Bense onların mutsuz çocukları gibiydim. Annemi mutlu etsem işte bak babam böyle mutsuz oluyordu.
Dosyayı masanın benden tarafa olan ucuna fırlattı. “Öğlene kadar özet bir rapor istiyorum.”
Dolmakalemin kapağını son kez sertçe kapatıp kibarca cevapladım. “Tabi efendim.”
Masama oturduğumda yasemin çayımdan büyük bir yudum aldım. Bu kesinlikle iyi geliyordu ya da psikolojik olarak iyi geldiğini hissediyordum bilmiyorum. Ne fark ederdi ki? Sonuçta antidepresan kullanmaktan daha iyiydi. İki hafta önce Eda ve annem ile gittiğim kıvırcık saçlı psikiyatrın odasına girdiğimde bile yasemin çayına olan inancımı korumaktaydım.
“Oturun lütfen ve anlatın.” demişti lahana kafa.
“Şey ben kendimi biraz mutsuz hissediyorum.”
“İntihar etmek gibi fikirleriniz var mı?”O kadar insanın canını çektirircesine sormuştu ki kendisinin bunu yapmamı isteyip istemediğine emin olamadım. Başımı kaldırıp adamın yüzüne haykırdım. “Hayır, ben cehenneme gitmeyi garantilemek istemiyorum! Cenneti görmeden olmaz! En azından bu dünyadaki cenneti.”
“Asabiyet belirtileri. Evet ve öbür dünyayı düşünme evresi.” Adam önündeki deftere bunları kaydettikten sonra masadaki reçeteye okunması imkânsız bir şeyler karalayıp uzattı.
“Depresyon başlangıcındasınız şimdilik on miligram ile başlayalım.” Uzattığı reçeteyi aldım. Doktor bir sonraki hastayı çağırdığına emin olduğum zile bastı. Herhalde bu hızla günde beş yüz tane hastaya bakıyordu. İçeriye bir başka deli girdi. Eda meraktan çatlamak üzere olduğu her halinden belli bir ifade ile yanıma kadar geldi ve bir saniye daha dayanamadı.
“Ne oldu? Ne oldu?”
“Delirmişim” diye cevapladım.
Doktor önündeki defterinden başını kaldırmadan araya girdi. “Başlangıcı bayan.” Ne yazıyordu ki; tek bir soru sormuştu ve şimdi elli satır karalıyordu o lanet olası defterine.
“Evet delirmeye başlıyor muşum Eda.” İki elimle ağzımın kenarlarından tutup çekiştirirken dilimi de yukarı aşağı sallıyordum. Eda elini ağzına götürmüş sus işareti yaparken gülüyordu.
Üzülmüyordum çünkü bence deliler de cennete giderdi. Tıpkı yaptıklarından mesul olmayan bebekler gibi onların da öldüklerinde cennete gittiklerine inanırdım. Trilyoner bir insan için çekilmeyecek bir hayat yaşıyordum. Tabi iki hafta önce trilyoner olabilseydim…
-İki hafta önce-
Bir anne evladını bilerek öldürmek istemezdi herhalde(?)
Ama benim annem istiyordu.
Şimdi bir eliyle ağzımı sıkı sıkı kapatıp diğeriyle başımın arkasını tutarken benimle birlikte odanın ortasında zıplıyordu. Elini ağzımdan çekmeden önce son uyarısında bulundu. “Aslıhan ölümü öp bağırma kızım.” Sonra dediğini yaptı ve nihayet elini çekti. Birkaç saniye nefesimin eski düzenine girmesini bekledim.
“Nasıl üç gibi mübarek bir sayıyı yazmam da gidip kazık gibi bir sayısını yazarım. Nasıl? Nasıl? Nasıl?” Avuç içimle canımı fena acıtacak şekilde alnıma vuruyordum. İşimi bitirdiğimde yüzümün üst kısmı okkalı bir tokat yemiş gibi kızarmıştı. Belki de kapı çarpmış gibi görünüyordu. Evet evet, bana kesinlikle bir şey çarpmıştı. Ben odanın içinde kafamı kaşıyarak bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelirken annem ellerini kaldırmış, Allah’a kısa ama içten bir dua sarkıtıyordu. Bitince ise yüzümü merkezkaç sayıp dairesel kafa hareketleriyle etrafıma üfleyip odadan ayrıldı.
Kâğıt ve ekrandaki sayıların tamamının eşleştiğini sanan ben ne yazık ki bir sayının farkını anlayamamıştım. On dakika boyunca bireysel halay, sokak dansı biraz da bale gösterisi karışımı şovum boşunaydı demek! Sadece ve sadece beş tutturmuştum. Trilyonu kaçırmıştım.Trilyon!!! Ne güzel bir rakam püfür püfür…
Yüzümden anlık bir deli gülümsemesi geçti. Bu gülüşü severim. Bu dünyanın en doğal ve tabii ki en boş gülümsemelerinden biridir. En son böyle gülerken odaklandığım yerde sarı ve parlak bir ışık görmüştüm. Deliler hakkında bu kadar şeyi nereden mi biliyorum. Geçmişte tanıştıklarımı bir kenara koyarsak; hani bazen iç dünyası bizden daha karmaşık biri karşımıza çıkar ve bizi yorar. Sitemle karışık etrafımda akıllıdan çok deli var deriz ya, mecazen değil benim ki gerçekten de öyleydi.
Ah söylemedim dimi! Evimiz İstanbul’un ikinci büyük akıl hastanesinin dibindeydi. Birincisini ise birçok kez ziyaret etmiştim. Çıldırdığım için değil, yani çılgındım tabii ama kontrolü şimdilik elimde tutabilmeyi başarabiliyordum. Aslında pratikte fena değildim ama biraz daha zamanım olduğunu düşünerek uygulamaya henüz geçmemiştim. Orayı detaylı bilmemin sebebi ise; anneannemin üç sene önce geçirdiği beyin ameliyatının bu hastane ile aynı bahçeyi kullanan yan binada gerçekleşmiş olmasıydı. O yüzden her yerini –tecir bölümü dâhil- elimle koymuş gibi biliyordum.
“Muzur!” demişti beni koşarken yakalayan görevli adam. Merak etmeyin size muzurlukla girdiğim o kilitli bölümleri ve döner bıçakları ile kovalanışımı anlatmayacağım.
Anlatacağım şu; hani aşkta kaybeden kumarda kazanırdı ya? Şimdi ben kumarda kazandığımı zannedip aslında kaybetmiştim öyleyse aşkta da kaybettiğimi sanmış ve kazanmıştım. Durumum da kafam gibi biraz karışıktı aslında. Biraz mı? Hayır! Durumum gerçekten içler acısıydı.
Neyse ki; Ben yaşanan her talihsizlik sonrasında hayatın bize güzel bir şans sunarak gönlümüzü alacağına inanırım. Eh madem öyle; bu hayal kırıklığının sonrasında hayatın şansı ayaklarıma sereceği o gün bende gitmek isteyeceğim tek yerin cennet olduğunu söylerdim olur biterdi. Ama ben nereden bilebilirdim; aklı beş karış havada olan her kız için bu dünyadaki tek cennetin aşk cenneti olduğunu…
“Ah! Ah!” Başımı elime dayamış iç geçirirken yasemin çayının dumanında kurduğum yakın zaman turum da sona ermişti.
“Günaydın Bayanlar” Semih Bey’in sesi ile kendimi toparlayıp Gaye Hanım ile birlikte aynı anda cevapladım. “Günaydın Semih Bey.”
“Gaye Hanım odama gelir misiniz?” Gaye başıyla evet işareti yaparken Semih Bey arkasını dönünce yüzünü buruşturarak peşinden odadan çıktı. Gaye Hanım çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir insandı. Sevmeme sebep sıcakkanlı ve açık sözlü bir kadın olmasıydı. Saygı duymama sebep olan şey ise hayata karşı verdiği mücadelesiydi. Başarısız bir evlilik yapmış, eşinin tehditlerine boğun eğmemiş ve sonunda da kendi ayakları üzerinde durmayı bilmişti. Acaba aynı şeyler benim başıma gelse bu kadar sağlam durabilir miydim işte bunu hiç kestiremiyordum.
Nasıl kestirebilirdim ki? Hayatımdaki bütün erkekler gitmişti. Ufukta evlilik değil doğru dürüst bir ilişki bile yoktu. Oysa beni aşk cennetine götürecek olan limandan bineceğim gemiye birinin elini tutarak geçmek istemiştim.
Sıfır kilometre cep telefonum çaldığında artık bu günlük yeterince hayal kurduğumun farkına varmıştım. Arayan komşumuzun bilmiş kızı Berfin’di. Berfin Aydın’la aynı yaşta olmasına rağmen hayatı fazla erken tanımış bir kızdı. Öyle ki bazen onunla konuşurken benden beş yaş küçük olduğunu unutabiliyordum.
“Günaydın hayatım nasılsın bugün?” İşte her zamanki boş vermişim bu dünyayı neşesi.
“Fazla hayalperest. Pazartesiye pek yakışmıyor.”
Telefonun ucundan şen bir kahkaha patlattı. “Doğru hayal etmenin günü cumartesidir.”
Berfin bu saatte uyanmış ve sabah sabah bu kadar neşeli ise bunun tek bir anlamı vardır. A’dan Z’ye yirmi dokuz harfin en az yirmisinden sevgilisi olmuş bu küçük hanım yine eksik harflerinden birisini tamamlamak üzereydi. Kesin! Kendisini henüz altı aydır tanıyor olsam da bu tam da Berfin’in âşık olmak üzere olduğunda çıkan ses tonuydu. Yeni bir enişte adayı yoldaydı. Taner’le çıktığımız zamanlar kendisi ile pek ilgilenemediğim için o günlerin acısını içinde bulunduğumuz şu son zamanlarda çıkarmakta kararlıydı.
“Aslıhan bugün Vural’la görüşeceğim.” dedi mümkün olduğunca kısık bir sesle ve aynı tonda devam etti. “Sence kot pantolon ve beyaz bluz mu giysem yoksa şu mavi elbisemi mi?”
“Berfin pardon ama Vural kim?”
“Ya bizim Uygar yok mu, onun amcasının bir arkadaşı. Geçenlerde bir doğum günü partisinde karşılaştık. Tabi senin aklın hala şu üçkâğıtçı fotoğrafçı da olduğu için muhtemelen ben anlatırken sen onu düşünüyordun.” Çok güzel yine nasıl da üçkâğıda geldiğimi hatırlamıştım.
“Amcasının arkadaşı diyorsun Berfin! Allah aşkına bu adam kaç yaşında?”
“Çok değil otuz dört.” dediğinde sesi sanki kendisinden iki yaş büyük olduğunu söyler gibi çıkmıştı.
“Çok değil canım sadece senden on üç yaş büyük.” Cevap vermeden önce derinden bir of çekti. “Annemler gibi konuşuyorsun. Hem bu zamana kadar yaşıtlarımla çıktımda ne hayrını gördüm.” Benden destek istediği belliydi ya da mavi elbisesini giymesi gerektiğini söylememi istiyordu. Onu durdurmayacağını bilsem de destek yerine köstek olacak bir cevap verdim. “Belki de biraz ara verme zamanıdır ne dersin?”
“Mavi elbisemi giyeceğim. Akşam tüm detayları anlatacağım görüşürüz. Sakın erken yatma. Çok öpüldün…”
“Alo..Berf..Hey Allah’ım ya.” Kahretsin şimdi bu kafayla özet rapor hazırlamam gerekiyordu.
-Aynı akşam-
Berfin sigarasından bir nefes daha çekerek dumanını yavaş ve uzun bir şekilde bıraktı ve son yarım saattir devam eden konuşmasında temel oluşturan cümleyi beşinci kez tekrarladı.
“Bir kere kişiliği oturmuş bir erkek ben anlarım.”
“He he” Gözlerimi bir tur döndürerek devirdim.
“Bak caymak yok geliyoruz diye mesaj atacağım şimdi.” Daha caymak yok derken bile mesajın gönder tuşuna basmıştı.
“Berfin ben gelmesem, hafta içi çok yoruluyorum ve cumartesi gecesi benim tek özgür gecem.” Oturduğu koltukta pozisyon değiştirerek ayaklarını altına aldı. “Bundan daha özgür gece mi olur ya? Gece kulübüne gideceğiz diyorum sana.”
“Annene ne diyeceksin?”
“Dışarıda bir şeyler yiyip içeceğiz falan derim. Aslıhan sen gelirsen annem kesin izin verir.”
“Bilmiyorum canım hiç istemiyor.” Belki surat assam işe yarardı.
Berfin sigarasını tablaya bırakarak kollarını önünde kavuşturdu. “İyi tamam gelme, sen pijamalarını giy, şu aşk filmlerinden bir tanesini aç ve izle. Şu dokuzuncu kez izlediğini mesela sonunda aşk gurura galip geliyor saçmalığı olanı.”
“O bir klasik.”
“Sende bir klasiksin. Tahminen beş sene sonra da rafa kaldırılacaksın. Yirmi beş yaşını bitiriyorsun Aslıhan ve hayatından geçen tek düzgün bir adam yok.”
“Sen öyle san. Bir sürü düzgün adam tanıdım ben. Taner mesela aslına özünde düzgün biri sadece hayat şartları onu böyle davranmaya itmiş olmalı.”
“Pes!” Azimle geçmişi tarayarak aklıma gelen başka bir ismi öne çıkardım.
“Mesela Mert var, o benim ilk gerçek aşkımdı.”
“Hani nerede Mert, adı batsın Mert’miş peh!”
“Sen kendine bak benim yaşıma gelince korkarım Türkçe alfabeyi tamamlayıp başka dillerde isimlere geçersin.” Kabul ediyorum bu biraz ağır olmuştu. Berfin ağaya kalkarak banyonun yolunu tuttu. Kapıyı hızla kapatarak anahtarı sesli bir şekilde çevirdi.
“Kahretsin.” Tablada kendini yok eden sigarasını söndürdüm ve oturduğum sandalyeden kalkarak banyo kapısının önünde gittim. “Berfin aç kapıyı tamam özür dilerim. Öyle demek istemedim.”
Ses yoktu ama ben onun sesini neyin çıkaracağını çok iyi biliyordum. Çaresizce konuştum. “Tamam geleceğim. Söz”
Kilit hızla çevrildi ve kapı ardına kadar açıldı. Berfin tüm gücüyle boynuma atılmıştı.
“Seni seviyorum seni seviyorum.” Boynuma o kadar sarılmıştı ki kızı belinden çekip kutlamasını tek başına yapmasını seyrettim. Muhtemelen o kadar gürültülü yere en fazla yarım saat dayanabilecek olan ben pazar sabahı berbat bir baş ağrısı ile uyanacaktım.
Berfin dansına devam ederken sabahki ses tonuyla sordu. “Siyah askılı elbisemi? Kırmızı boyundan bağlı tulum mu?”
-Cumartesi Akşamı-
Berfin yanımda durmuş siyah askılı elbisesini çekiştiriyordu.
“Yapma şöyle sokak ortasında.” diye geveledim.
“Eteği yürürken yukarı çıkıyor ne yapayım?”
“Neden giydin o zaman?”
“Sen neden böyle giyindin? Saçına bir fön çektirseydin bari. Ah! Neyse ki makyaj yapmayı unutmamışsın bu da bir şey.” Altımdaki buz mavisi kot ve üzerine giydiğim beyaz badi ile oldukça rahattım. Umursamazca omuz silktim. “Ben böyle iyiyim.” Berfin süet topuklu ayakkabılarının ucunu yaklaşık on dakikadır dikildiğimiz kaldırımın kenarına vurdu. “Nerede kaldı bu Uygar?”
“Bilmem senin arkadaşın.”
Berfin Uygar’ı aramak için kuş kadar el çantasını açmıştı ki önümüzde siyah bir BMV aniden durdu.
“Geldi önümüzde durdu ayı.” Akşamdan beri içimde biriken sinirle ağzımdan düşünmeden ilk çıkan söz bu olmuştu. Başımı eğip ön açık cama doğru seslendim. “Kardeşim biraz ileri park etsene haydi haydi. Ama olacağı bu böyle yol kenarında durursak öküzü de gelir ayısı da.”
Sol karın boşluğuma hızlı bir dirsek yedim. “Ah!”
“Ne yapıyorsun Aslıhan delirdin mi bunlar onlar?”
“Kimler?”
“Uygarlar”
Laf aramızda kalsın uygar insan oldukları her hallederinden belliydi çünkü ettiğim hakaret karşısında iki -oldukça hoş- adam arabadan çıkıp sadece gülümsediler. Tabi bende. Hiçbir şey yokmuş gibi tıpkı bir şebek gibi gülümsedim.
Berfin’e doğru fısıltıyla konuştum. “Bu çocuk yirmi yaşında bu arabayı nasıl almış.”
“Uygar’ın ailesi oldukça zenginler. Şimdi sus da çaktırma.”
Berfin şoför tarafındaki daha genç olanına eliyle küçük bir selam verdi. “Selam Uygar”
“Selam Berfiş” diye cevapladı genç adam.
Ardından diğer kapıda dikilen oldukça hoş görünümlü adama doğru konuştu. “İyi akşamlar Harun.”
Vural değil miydi adı? Sayı hafızamın aksine isim hafızam pekiyi sayılmazdı ama ben yine de isminin Vural olduğuna o kadar emindim ki. Kafamdaki bu karışıklığı Berfin hemen oracıkta çözdü. “Harun Uygar’ın amcası.”
Amca mı? Ben ömrümce böyle bir amca görmemiştim. Adam hiç yaşlı görünmüyordu en fazla otuz iki civarı ve oldukça düzgün bir fiziğe sahipti. Sanki bunu ortaya çıkarmak için özellikle üstüne bu kadar oturan bir takım elbise gitmişti. Niye bu kadar klasik giyinmişti ve her şeyi niye bu kadar pahalı gözüküyordu.
Lanet olsun keşke fön çektirseydim! Şu halime bak! Acaba dört apartman ilerideki eve gidip üstüme hoş bir elbise giymek için on dakika istese miydim? Hayır, adam bunu kendisi için yaptığımı sanabilirdi? Sansa ne olurdu? Aman boşver bir elbiseye fit olan adamları çoktan arkamda bırakmıştım. İyi ki gri renkte hafif bir far ve bol rimel sürmüştüm.
Berfin’in “Bu da arkadaşım Aslıhan.” dediğini hayal meyal duydum.
“Çok memnun oldum” diye oldukça kibar bir selam veren amcasına karşın Uygar daha samimi bir tavır sergilemişti. “Selam Aslıhan haydi atla”
Kızlar olarak arabanın oldukça geniş arka bölümüne yerleşmiştik ki Berfin atıldı “Vural nerede?” Bir yavaş ol kızım ya.
Uygar “Yoldan alacağız” diye cevapladı ve gaza öyle bir bastı ki bizim sokağın asfaltı arkamızdan ağladı. Beş dakika sonra yakın bir semtte oturan Vural’ı da almıştık. Uygar, Berfin ve Vural birçok konudan sohbet ederlerken arabada sessizliğini koruyan benden hariç bir kişi daha vardı. Muhtemelen Uygar amcasını bir toplantının ortasında çıkarıp yanında sürüklemişti. Şuan ki yüzünün kasılmış ifadesinden anlayabildiğim bu kadardı. Bu geceki tek mahkûm ben değildim ve neden bilinmez kendimi o gün ilk kez yalnız hissetmedim.
-Yarım saat sonra-
Taksim’in merkezine yakın bir yerlerdeki gece kulübünün önünde aynı kendisine benzer takım elbise giymiş bir sürü adamla konuşan Harun Bey başını olumsuz anlamda sallayarak kendisi bekleyen dörtlüye doğru yöneldi. Berfin artık alışık olduğum ayak vurma hareketlerinden birisini daha yaptı. Bu sefer vurduğu zemin parlak ve oldukça pahalı görünüyordu.
“Kimliğini yanına almadığına inanamıyorum Aslıhan”
“Şey ben lazım olacağını hiç düşünmemiştim.”
Uygar göz kırptı. “Bu kadar genç göründüğün için şanslısın.” dedi. Evet, genç göstermek iyi bir şeydi ama şuan da pekte hoş bir durum gibi gözüme gözükmüyordu. Kapıdaki CIA benzeri adamlar reşit olmadığımı iddia ederek beni içeri almak istemiyorlardı. Anlaşılan az önce Harun Bey’in teklif ettiği para da bir işe yaramamıştı.
“Başka yere gidelim.” diye öneride bulundu Vural.
“Hayır, bu DJ performansı çok iyiymiş. Bu kulüpteki ilk gösterisi. Dinlemeyi çok istiyorum.” Berfin’in ikna olacağı yoktu. Sonra aklına bir fikir gelmiş gibi Uygar’a baktı “Eve gidip Aslıhan’ın kimliğini alamaz mısınız?” Uygar gidip geleceği yolu hesap etmek ister gibi kaşlarını kaldırdı.
“Lütfen gidip gelmeniz en fazla bir saat. Köprü açıktır zaten. Lütfen lütfen lütfen.”
“Hayır!” dedim biraz fazla yüksek sesle. Berfin’in çocuksu viyaklamasına tahammül edemediğim gibi benim yüzümden başka insanların da eğlenceden mahrum kalmasına hiç gerek yoktu. “Ben halledeceğim.” diyerek daha sakince ekledim.
Herkes tüm dikkatini bana vermiş şekilde yüzüme tuhaf tuhaf bakıyordu. Gülümseyerek “Haydi siz girin bende birazdan geleceğim.” dedim.
Berfin Uygar’ın koluna hafifçe vurarak harekete geçmelerini bildirdi. “İyi madem haydi girelim bir dakikasını bile kaçırmak istemiyorum.” Aslında biraz emri vaki gibiydi çünkü bir eliyle Vural’ı diğeriyle Uygar’ı tutmuş girişe doğru sürüklüyordu. O anda Harun Bey’le yalnız kaldığımızı fark ettim.
“Sizinle gelmeme izin verin” dedi. Tanrım tam olarak “Bay Darcy” gibi konuşmuştu ve aslında üzerinde de döneminin en asil kıyafetini taşıyordu.
Şirin bir gülümseme sundum. Umarım “Elizabeth” kadar başarılı olabilmişimdir. Bu gece en sevdiğim filmi onuncu kez izlemek yerine adeta yaşıyordum.
Gururlu bir kızdım ben ve o yüzden “Hayır, teşekkür ederim kendim halledebilirim” dedim. Kafamdaki hayal dünyasında yaşayan ben olaya kendimi o kadar kaptırmıştım ki yapılmaması gereken tek şeyi yaptım. Gerçekten inanamıyordum adamın yanından ayrılmadan önce reverans yaptığıma ve dahası Bay Darcy’nin de bana ufak bir baş selamı verdiğine…
İki dakika sonra İstiklal Caddesi’ne çıkmıştım. Saate rağmen tüm dükkânlar açık ve cadde inanılmaz kalabalıktı. Bayağı bir ilerlemiştim ki aradığım dükkânı bularak içeriye daldım. Gece kulübünün önüne döndüğümde ise gecenin programının yazdığı camekânın önünde durup kafamdakini son kez kontrol ettim. Aslında yakışmıştı en azından diğer mavi olanından daha doğal duruyordu. Kafamdakini son kez kontrol ederek makyajıma da göz attım ve aşk cennetine giden bu yolda Berfin’in görmek için sabırsızlandığı DJ’in adına bakmayı hiç akıl edemeden serili halının üzerinde girişe doğru catwalk yürüyüşümle ve elimdeki küçük el çantasını sallayarak ilerledim. O kadar da zor değildi aslında bir ayağınızı diğerinin hemen önünde atarak tıpkı bir ipte yürüyormuş gibi ahenkle yol almak ve girişe vardığımda ise bizim CIA’lara göz kırparak kapıdan kendimi eğlence dünyasının içine atmak.
“Bu gerçekten olağanüstüydü.” Kapının arkasındaki karanlık bölmeden gelen sesten bir saniye sonra karanlıklar prensi de kendini gösterdi.
“Harun Bey. Siz içeri girmediniz mi?”
“Hayır” Cevap netti. Hayır.
“Yakışmış.” Sonra anlamadığımı fark edip başımı işaret etti. “Size kızıl yakışıyor.”
“Ah! Lütfen Ne kadarını gördünüz bilmiyorum ama şuan gerçekten utanç içerisindeyim.”
“Göz kırptıktan önceki kısmı görmedim.” Elini kaldırarak komik bir yemin etti.
“O en kötü kısmıydı.” Kesin suratım kafamdaki ile aynı renkteydi ama neyse ki ortam loştu ve adam yüzümün bu halini muhtemelen görmüyordu. Şuan da tırnak yemeli ya da dudağımı ısırmalıydım veya herhangi bir psikolojik bir sorun belirtisi göstermeliydim. Acaba lavaboya gitmek için izin istesem? Orada yer öyle gelirdim. Ben bunları düşünürken zaman kaybetmiştim. Adam çoktan içeri tarafa doğru buyurun dercesine elini uzatmıştı ve ben bir kez daha arkamdaki -kapı önündekinin aynısı- afişi görmeden gösterdiği yoldan ilerlemiştim…
Tanrım! Bu ne gürültüydü böyle. Çiftlerden bazıları birbirine sarılmış dans ediyor, bazıları masalarında içkilerini içiyordu ve büyük bir grupta DJ kabinin önünde kendilerini müziğin ritmine kaptırmış gidiyorlardı. Kalabalığın içinde ilerlerken Harun Bey’in omzuma değen elini hissettim. “Şu taraftalar” dediğini zar zor işitebilmiştim. Kalabalığı yararak gösterdiği tarafa ben önde o da arka da ilerledik. Dans edenlerden birinin kolu kafama çarptı. Herhangi bir felaketi önlemek adına kafamı tutarak masaya kadar ilerledim.
Masaya ulaştığımızda üç çift göz sonuna kadar açılmış halde bana bakıyordu.
“Aman Tanrım” diyen ilk tepki tabi ki Berfin’den gelmişti.
“Elimden gelenin en iyisi buydu.” diyerek locada boş olan bir yere sıvıştım.
“Bence harika görünüyorsun.” Uygar’ın samimi olduğuna inanmak istiyordum.
“Sağol”
Vural’da elini yumruk yapmış ve başparmağını tavana bakacak şekilde kaldırmıştı. Tam tersini yapmadığı için şuan onun Berfin’e kur yapmasına izin verebilirdim. Uygar daha masaya oturduğum an ayağa kalkarak “Haydi dansa” dedi ve daha ağzımı açamadan beni dans pistine doğru sürükledi.
“İyi ki geldiniz şu muhabbet kuşlarından canım sıkılmaya başlamıştı. İki saattir cik cik de cik cik.”
Gülümsemeye çabalarken aynı zamanda saçma sapan figürler yaparak dans etmeye çalışıyordum. Bir martı gibi göründüğüme emindim. Deli gibi kanat çırpan bir martı. Derken başka bir martının sırtıma çarptığını hissettim.
İri yarı kaba sakallı bir adam arkasını dönerek “Affedersin” dedi.
Daha sakin bir martı gibi davranarak kendi partnerime odaklandım. Uygar kendini dansın ritmine oldukça kaptırmış görünüyordu. Biz gelene kadar ne içmişti böyle? Ardından ilkinden daha sert bir şekilde birinin arkadan vurduğunu hissettim. Bu hiçte yanlışlıkla durmuyordu çünkü adam şimdi resmen beni taciz etmeye çalışıyordu. Bu sefer affetmeyeceğimi söylemek için kaba sakala önümü dönmüştüm ki şimdi arkamda kalan bir başka beden beni önce kendine çekti sonra da arkasına itti ve hala kime sürtündüğünden habersiz arkası dönük gorili tek yumrukla yere serdi. Adam yere serilirken etrafındakilerde çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Harun Bey sertçe “Oturalım” dedi ve ardından hala eliyle tempo tutan Uygar’a ölümcül bir bakış attı. “Dans eşine sahip çıkamıyorsan etme!”
Berfin ve Vural aşklarına ara verip locada ayağa kalkmış bize bakıyorlardı. Oturduğumuzda Berfin beni yanına çekerek kıkırdadı. “O da neydi öyle?”
“Görmüyor musun adam beni taciz etmeye çalıştı.”
“Onu demiyorum aptal Harun Bey’in yaptığını.”
“Her normal erkek gibi yapması gereken şeyi…..”
“Bence seni kıskandı.” dedi pat diye.
“Saçmalama” Başımı istem dışı olduğu tarafa çevirince göz göze geldik ve bir alev topu tüm bedenimi kapladı. Sıcak, sıcak olmuştu.
“Be-ben içecek bir şeyler almaya gidiyorum.” dedim bir avazda.
Berfin “Masada var ya?” diyerek kolumu tuttu.
“Alkolsüz bir şeyler.” diyerek kelepçe gibi bileğimi sıkan elinden kurtuldum. Kalabalığa girmeden yuvarlak sahnenin etrafını duvar kenarından turladım. Tek amacım Dj kabinin önünden geçerek hemen yanındaki bara ulaşmak ve barmenden su dilenmek olacaktı. Çok kalabalıktı ve çok sıkışık. Biraz daha iteklerlerse duvarda pestilim çıkacaktı.
Ve o anda gördüm. Afişi. Bakmadığım o lanet olası afişi. Afişten önümdeki kabine kayan gözlerimden önce ben çoktan platformun üç basamağını çıkmıştım.
Oradaydı ve gerçekti. Şimdi aşağımızda eğlenen herkesten daha gerçek görünüyordu. Başını önündeki aletlerden kaldırarak yüzüme baktı. Gözleri gözlerimi o anda tanıdı. Bunu hissetmiştim. Kulaklığını boynuna asarak yüzüme daha dikkatle baktı ve ardından elini bana uzatarak dilinin ucundaki ismi hatırlamaya çalıştı.
Adımı hatırlaması için her şeyi yapardım. Eğer değecekse şu aptal peruğu çıkarmayı bile göze alırdım. Aradığı şeyi bulduğunda ise önce inanamayarak baktı sonra gülümsedi. Kaç sene geçmişti bilmiyordum beş belki de altı. Konuştuğunda sesi içimi acıttı. Eskisinden sert, eskisinden erkeksi çıkmıştı. Evet, o koca bir adam olmuştu ve bende koca bir kadın. Kırmızı kafalı koca bir kadın.
“İnanamıyorum Aslıhan?”
Elimle bir Uygar selamı verdim. “Selam Mert”
“Buraya gel” dedikten bir an sonra bana sarıldı. Kızıl saçlarımın arasından nefesini duyabilmiştim. “İyi misin?”
“Evet çok iyiyim. Ya sen?” Sorarken bende elimi usulca sırtına bıraktım. Sıcaktı.
Geri çekilip tekrar yüzüme baktı. “Ben de iyiyim. Şey seni görmek. “ Boğazını temizledi. “Yani bunca yıl sonra şuan ne kadar şaşkınım anlatamam. Beni dinlemeye mi geldin?”
“Aslında tesadüf oldu. Ama seni gördüğüme çok sevindim.” Hissettiklerim sadece sevinç miydi? Tanrım şuan duygu fırtınasının tam ortasında girdaba doğru sürükleniyordum.
“Eee neler yapıyorsun?” diye sordum. Sormaz olaydım.
“Evlendim.” Kimle diye sormaya cesaret bile edemezdim. Eğer bana tanıdık bir isim söylerse muhtemelen bu anın şokuyla kendimi kaybederdim.
“Peki sen?” dedi. Ne diyecektim. Evlenmedim. Evlendim. Evlenmedim. Evlendim. Başını öne eğerek cevap beklediğinde uzatmadan cevapladım. “Bende evlendim.”
“Sevindim. Benim ki yürümedi ama ben geçen sene boşandım.”
Ah! Lanet olsun. Allah beni kahretsin.
“Bir kızım var. Çok tatlı”
Eminim bana benziyordur diye düşünürken kibarca “Allah bağışlasın.” dedim.
Ardından hala ellerimizi tuttuğumuzu fark ettim. Bu özlem mi demekti? Neyi bekliyordum? Söyle Aslıhan ben evli değilim de!
“Mert ben aslında ben evlili…”
“Aslıhan?” Sözümü kesen kişiye bakmak için arkamı döndüğümde Harun Bey’in kabinin girişinde durmuş bana baktığını gördüm. Adamın gözleri ellerimize kaydığında ise ellerimi Mert’in elinden hızla çektim. Mert tedirgin gözlerle yüzüme bakarak ilgisini arkamdaki adama yöneltti. “Özür dilerim karınız benim üniversiteden arkadaşımdı.”
Açık kalan ağzımı kapatmam iki üç saniyemi almıştı. Arkamı döndüğümde ise Harun bey’in hala kapatamadığını gördüm. Kapattığında ise dişlerinin arasından tısladı. “Önemli değil.”
Ortam niye bu kadar gergindi. Birazdan içerisi kesinlikle alev alacaktı. Birbirlerine pekte dostça bakmayan bu iki adamın ortasında kalakalmıştım. Bir açıklama yapmam gerekse de hangi tarafa yalan söyleyeceğim konusunda hala kararsızdım.
DJ kabinin önünden Uygar zıplayarak bize sesleniyordu.
“Aslıhan telef….” Her zıpladığında bir şeyler gevelese de ne dediği anlaşılmıyordu.
Harun Bey sinirle aşağı bağırdı. “Şimdi olmaz Uygar.”
“Am-ama çok ısrarla çalıyor.” Uygar amcasının ikazına aldırmadan kabinin girişindeki merdivenlerin olduğu tarafa gelip soluklandı. İçtiği Allah bilir kaçıncı kadehten sonra zıplamak onu mahvetmiş olmalıydı. Söyleyeceklerini tam unutmuştu ki; çalan telefon ile tekrar aklı başına geldi.
“O elindeki benim telefonum mu?” dedim. Tabi ki benim telefonumdu. Uygar’ın elinde tuttuğu telefonumun ekranına kayan gözleri ismi okuyarak bana doğru döndü.
“Bu herif ısrarla arıyor. Taner Baki Güvener yazıyor. Bak lütfen şuna iki saattir başımızı yedi.”
Bir mucize beni artık sadece bir mucize kurtarabilirdi…
Yoksa bu kabin bana mezar olacaktı.
Mezar demişken beklenen mucize tam o anda geldi.
Tek el silah sesi tüm kulübü çığlık çığlığa dağıttı!
Şimdi cevap ver bana daha ne kadar sınayacaksın beni Hayat!
Ne kadar daha değiştireceksin bu bedenimi ve kör olası hislerimi…
Kaç kez daha aklım şaşacak ve neden hep içim böyle acıyacak;
Şarkısız ve sessiz kaç akşam daha sabaha çıkacak;
Kaç satır edecek asıl anlatmak istediklerim.
Bana kalk cennete yolculuk var diyorsun;
Ama Hayat’ım(?)
Ben aşk cennetine tek bilet istedim sen niye üç veriyorsun…!
*****
Ve o gece, o kulüpten;
Bolca kişi kuş sürüsü misali,
Bir kişi yaralı,
Bir kişi baygın,
Birinin telefonu kırılmış,
Birinin kalbi kırılmış
Birinin kafası dağılmış
Ve bir kişi kafasında kırmızı perukla çıktı…
Moore ne demişti; Cennet’in iyileştiremeyeceği hiçbir acı yoktur bu dünyada…
Hele bütün sevdiklerim bir arada olduktan sonra….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder