22 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 25

 
 
Dikkat Dikkat! Lütfen sayfanın görüntü ayarları ile oynamayınız. Yamukluk görüntüde değil hikâyenin kendisindedir ve biliniz ki; o iki buçuk santime iki buçuk santim kenar boşlukları yeri gelir benim hayatımdan doludur, yapılan imla hatalar...ı yaptığım yanlışlara göre oldukça masum ve kullandığım yazı karakteri ise tanıdığım karakterlerin içinde en temiz huylusudur. Ne de olsa "Arial" leke bırakmaz değil mi? Espri kötü olsa da şimdi bana bir iyilik yapın ve sadece gülümseyin çünkü şuanda tam olarak şip-şak çekilmektesiniz.

BÖLÜM 25
“Foto Şip-şak”

İstanbul 2007,

Yarım saat sonra…

“Asla yapamam. Asla, asla ve asla.”
“Farkında mısın evden çıktığımızdan beri aynı şeyi söylüyorsun Aslıhan.”
Soluk soluğa yürüdüğümüz cadde de durup Eda’nın karşı kıyıya varan hevesli bir balık gibi süzülüşünü izledim. Bir süredir yanında var olan boşluğu fark eden sevgili arkadaşım arkasını dönerek bana hadi işareti yaptı. Önünden geçtiğimiz okulun demirlerine tutunarak duvara oturdum. Babetlerinden acayip sesler çıkararak yanıma gelip tepemde dikildi.
Başımı kaldırarak ona işlemediğini bilsem de aynı şeyi tekrarladım. “Yapamam.”
“Yapacaksın yapacaksın.”
“Şu ikilemeleri kes lütfen, sinir olduğumu biliyorsun.”
Eda caddenin ortasında sesli bir kahkaha patlatarak yanıma oturdu. “Biliyorum, seni sinir etmek hoşuma gidiyor Kankahan.”
“Bana Kankahan demez misin?”
“Ama sana çok yakışıyor, bak beni ümitlendirdin.” Avuç içi ile kafasına vurarak konuşmaya devam etti. “Şu kafama soktun bir kere bu düşünceyi.”
Başımı diğer tarafa çevirerek söylendim. “Hay senin kafana…”
“Duydum.”
“Sahi mi? O zaman alınmışsındır. Belki de küstün haklısın ben olsam bende küserdim. Hadi görüşürüz. ” Elimi tutup kalkmaya yeltendiğim duvara beni tekrar yapıştırdı.
“Ben sana küsmem Kankahan, sen benim bu dünyadaki tek dostumsun. Çatlaksın, deli dolusun üstelik çokta komiksin. Cem Yılmaz bile izlemiyorum ben sen varsın diye. Sen benim Aslıhan Yılmaz’ımsın. Otuz beş yıllık can dostumsun.”
Henüz yirmi iki yaşında olan iki insanın dostluğunun otuz beş yıllık olması tuhaftı değil mi? Annelerimizin otuz beş yıllık dostluğunu alıp kendi üzerimize elbise yapmıştık biz. Hiçte büyük gelmemişti hani. Şu arızalı hayatımıza otuz beş yıl bile az gelirdi. Biliyordum; biz var oluşumuzdan önce bile bir yerlerde birbirimizi bekliyorduk. Belki havada, belki suda belki de toprak altında daha sonrada annelerimizin karnında embriyo olduğumuzda. Ne zaman bir araya gelseler ben annemin karnından Gülten Teyze’nin karnındaki çirkine görünmeyen bir kanaldan laf sayardım. O da dayanamaz kadının karnını tekmeler dururdu.
“Sporcu olacak benim kızım galiba”
Sporcu olamadı ama geldi benim başıma bela oldu Gülten Teyze!
Tahminlerime göre; dokuz ağustos günü doğmadan önce bile son hareketim nanik yaparak ana rahminden çıkmak olmuştur.
O zamanlar henüz gelişmeyen beynimle erken doğmanın iyi bir şey olduğunu sanıyordum. Bu düşüncem Eda sayesinde yıllar içinde değişti.

Dokuzuncu yaş günüm;
Eda pastama bakarak sırıtır.
Ben dil çıkararak karşılık veririm. “Böö!”

On altıncı yaş günüm;
Eda: “Oh! ben on beşim daha.”
Ben sinirle cevap veririm. “Ay bebe”

On sekizinci yaş günüm;
Eda: “Bakım sana neyin değişti şimdi?”
Ben tahta göğüslerimi çıkarak gösteririm. “Reşidim kızım ben. İstediğimi yaparım artık”
Annem “Aslıhan bu saatte dışarı çıkmak yok.”
Neyim değişti şimdi?

Yirminci yaş günüm;
Eda: “Benim yirmilere çok var daha”
Ne çok var yirmi iki gün kaldı. Yirmi iki gün Johnny Depp filmi vizyona girecekmiş gibi azimle beklenir. Takvimler çarpılanır. “Aha yirmi oldun. Yirmi. Yirmi.”

Yanımda oturan Eda’nın pes etmeyen suratına bakarak sordum. “Peki, nasıl çekeceğim? Fotoğraf makinesi var mı?”
Eda ellerini çırparak cevap verdi. “Gerek yok cep telefonuyla çekersin. Ama çaktırma ha! Ben artık onu umursamıyormuş gibi yapıyorum da.”
“Bak boğarım şimdi seni burada. Umursamıyormuşmuş da.”
“Tamam hadi kalk. Geldik sayılır.” Eda beni de kaldırarak son çare kaçma ihtimalimi düşündüğü için olmalı koluma girdi. “Yalnız güvenlik kameralarına dikkat et.”
“Kamera mı!”
“Evet, güzellik merkezinde bir güvenlik kamerası mutlaka vardır değil mi?”
“Güzellik merkezi mi?”
“Papağana bağladın yine. Evet bizim aşağı sokaktaki güzellik merkezinde çalışıyor. Gel hadi.”
O bunları söylerken ben çakma Adidas t-shirtüme, altımdaki salaş eşofmana ve az önceki önünden geçtiğimiz otobüs durağının billboardından yansıyan kafamın üzerindeki horozibiğine bakıyordum.
“Eda bu tiple giremem ben oraya!”
Eda önünde durduğumuz güzellik merkezinin kapısından içeri girerken gülümseyerek cevapladı.
“Merak etme zaten insanlar buraya tiplerini düzelttirmeye geliyorlar.”
“Eda dur! Hazır değilim. Ayır dur. Bak kan şekerim düştü yine hayıra ayır diyorum. Edaaa! Lanet olsun.”
*****
Güzellik merkezinin ortasında bir Uzaylı Zekiye bir Çirkin Betty gibi dikiliyordum. Şu an içerideki tüm personel başıma toplansa benim için yapılacak bir şey yok diyerek mesleği bırakırlardı valla! Eda bir anda şu umursamaz ruh haline dönüşerek kimlik karmaşasına girmişti bile. O, çalışanlardan bir kızla ayaküstü sohbet ederken bende etrafı inceliyordum. Tanrım insanlar kendilerine neler yapıyorlardı böyle? Bunlar için para mı veriyorlardı? Yoksa kobay olarak kullanılmak için para mı alıyorlardı? Köşede bir kadının gözüne örümcek bacakları gibi kirpik takan adam yaptığı işten memnun kalmış şekilde müşterisine aynaya bakmasını söylüyordu.
“Çok güzel oldunuz Serap Hanım.” Kadın kendini Türkan Şoray sanmış olmalıydı ki; irileştirdiği gözleri ile aynaya buğulu bakışlar atıyordu.
“Neresi güzel oldu be, rüzgârda uçar o.” Sesli konuştuğumu fark ettiğim an susup az ilerideki koltuklara doğru yöneldim. Önünden geçtiğim bir başka koltukta oturan kadın suratına yeşil bir şey sürmüş bekliyordu. “Şu suratına kimin için sürdüysen o şeyi, görse adam sana bir daha bakar mı acaba?”
Kadın dediğimi duymamış olmalıydı ki; sigarasından bir nefes çekerken gülümsedi. Boş koltuklardan birine oturarak Eda’ya bakındım. Eda şimdi yanındaki adamla birlikte bana doğru geliyordu. “Saçıma fön çektireceğim.” derken kızın kaşı gözü ayrı oynuyordu. Anladık malum “ex” eniştemiz yanındaki bonobo maymunuydu. Bonobo maymunu konuştu. Üstelik oohh oooh aahhhh gibi özünde seslerde çıkarmamıştı. “Size bir işlem olacak mı?”
İşlem mi? Şu yan taraftaki yeşil benizli gibi mi? Ah hayır kalsın. Ben böyle doğal çirkin olarak yeterince iyiyim.
“Ayır” dedim.

Onlar boş yerlerden birine geçerken Eda’da yakınlarındaki bir yere geçmemi başıyla işaret etti. Bende alın size der gibi burunlarının dibindeki ilk koltuğa oturdum. Ardından oynar başlıklı optik tarayıcımı harekete geçirdim. Etrafı tararken en yakın kameranın kapının girişindeki olduğunu da göz göze geldiğimizde fark etmiştim. Sanki eski sevgilimi görmüşüm gibi hızla başımı çevirdim. Lanet olsun yüzüm teşhis edildi. Her yanımı ter basmıştı. Yoğun stres altındaydım. En kısa sürede bir pazar çıkarması yapmalıydım. Pazar çıkarması mı?

Siz nasıl stres atarsınız bilmem. Benim stres atma yöntemim oldukça basittir ve herkese tavsiye edilir. Spor salonuna gitmenize, eve kum torbası almanıza ya da Güzin Abla'ya mektup yazıp içinizi dökmenize hiç gerek yoktur. Malzemeleri veriyorum; bir adet rahat hareket sağlayan pantolon, bir adet korumalı çanta, bir tane saç tokası -lastik olanları tavsiye edilir-
Yapılışı: En rahat kot pantolonunuz giyilir, saçlar at kuyruğu yapılır, çapraz çanta takılır ve mahallenizdeki semt pazarına gidilir. Hayatta hiç bir şey bir kadının aşk ve işle yoğrulmuş düşünceli kafasını pazar kadar dağıtamaz. İlişkiniz mi monotonlaştı? Gidin pazara! Yoksa artık sevilmediğinizi mi düşünüyorsunuz? Doğru pazara! İşyerinde hak ettiğiniz başarının karşılığını alamadığınızı mı düşünüyorsunuz! Kesinlikle pazara!
Pazarların bilirsiniz ki yiyecek ve giysi olmak üzere iki girişi vardır. Sizin ilacınız giysi bölümündedir ne de olsa nimetle şaka olmaz değil mi? Pazarın giysi bölümünden hareketli bir girişi bulunur. En hareketlisi mi? Hani ilk köşedeki tezgahın üstünde yirmi beş otuz yaş arası genç bir adam ayakta durur, eğilip önündeki penye yığınında bir kucak dolusu alıp havalandırarak tezgaha dağıtırken "Gel gel gel ne alırsan beş lira" der ya heh işte o sokak! Muhtemelen kendini Mevlana sanan adam cebinde beş kirası olan herkese gel diyen bir eda ile sizi de kendisine çekecektir. O sokaktan girince zaten bir örümcek ağına düşmüş zavallı bir sinekten farksızsınızdır. Şu dakikadan sonra ilerideki tezgahlarda asılı ayakkabılara ve çantalara bakarken tüm sıkıntılar bir bir kafanızdan göç eder. Problem mi? Artık problem diye bir şey yoktur. Tüm problemler artık lisedeki matematik defterinizde kalmıştır. "Aman aramazsan arama seni mi bekleyeceğim. Bir erkek sen varsın sanki. Al arada şimdi göreyim" diyerek sevgiliye sitemle telefonu tercihen kapalı, sessiz ya da uçak moduna almalar, "Daha pazartesiye çok var. Boşveeer! O kadar çalışıyorum da ne oluyor sanki beni mi müdür yapacaklar" diye iş stresini bir kenara koymalar genel olarak ilk üç tezgah arası ilerlerken yaşananlardır.
Şimdi tarifin püf noktasına gelirsek; dağınık ve tek fiyatlı tezgahlardan biri seçilir, tezgaha yaklaşılıp insan kalabalığının arasına dalınır, kafa uzatılır, kol çıkarılır, kalça ile yandaki teyze kaydırılır ve kendinize uygun bir yaşam alanı açılır. İşte şimdi karşınızdadır. O vefasız sevgiliniz, o bencil patronunuz size tezgahın üzerinden göz kırpmaktadır. Tezgaha balıklama atlanır, bu sırada her zaman yandakinin elindeki insanın gözüne cazip göründüğü için aynısından aramaya girişilir. Yığının altına dalınır, bilin ki M ve S bedendeki gizli hazineler hep oradadır. Büyük bedenlerde ne hikmetse hep önünüze çıkanlardır. Boğuşma devam ederken nihayet istediğinizin ucu yığının arasında gözükür. Son bir gayretle uzandığınızda çekiştirseniz de size gelmez. O da ne! Bir ucundan da başkası tutmuştur. Bu genellikle sinir bozucu tipli genç bir kız olur. Zaten o anda herkes size sinir bozucu gözükür. Çekersiniz, kız çeker, asılırsınız devreye tezgahtar girer.
"Al ablacım burada da var."
"Hayır, ben onu istiyorum. Onu! Niye yürümedi ilişkimiz, yıllarımı verdim ben ona, şimdi bir telefonu bile esirgiyor beyimiz, çekmesene kızım şu penyeyi!"
Silikon dudak tezgahın diğer tarafından sözlü saldırıya geçmiştir bile.
"Ay bırakır mısınız benim o."
"Hayır efendim bırakamam beş yılını verdim ben o işe. Şimdi bırakırsam tazminat alamam."
Ve karşı taraf pes eder. "Gerizekalı al da başına çal."
"Benim oldu benim. Benim! Ben kazandım. Ohhh! "
Derin nefes alınır ve vücutta biriken bütün negatif enerji ortama salınır. Az önce kazandığımız bir kolu şimdi çekiştirmekten daha uzun olan penye havaya kaldırılarak incelenir.
"Bu ne be hiç zevkime uymuyor."
Size pis pis bakan tezgahtara saf ile salaklık arasında poz verilerek sorulur. "Bunun moru var mı?"
"Yok!"
Elinizdeki artık sizin için değeri kalmayan ürün diğerlerinin arasına bırakılır ve tezgâhı karıştıran diğer ellerden biri tarafından kapılırken itiraf edin hiç bir psikolog ve antidepresanın veremeyeceği etkide rahatlamışsınızdır.

Gözlerimi açtığımda Eda saçlarının yarısı pırasa gibi diğer yarısı bildiğimiz Eda saçıyla bana bakıyordu. Gözlerinden tek bir soru okunuyordu. Çektin mi? Çektin mi?
Dur be kızım daha telefonu çıkarmadık diye bende göz frekansından cevabı e-postaladım. Çantama uzanarak bizim emektar cihazı çıkardım. Şu kapaklı telefonu icat eden insan sen çok yaşa.
Şak! Şak! Oh birde dön şöyle boy alalım. Evet. Birde yakın plan çekelim de ana ekran resmi yapsın aşk kumkuması.
İşimi bitirip telefonu çantaya attım. Belki suç aletini saklarsam ispat edemezlerdi. Hatta kamera görüntülerine montaj diye üste bile çıkabilirdim. Yeşil benizli kadın şimdi yüzü parlayarak dükkândan çıkıyordu. Fırsat bilip kapıya doğru kaçamak bir bakış attım. Acaba kaçsam Eda’ya ayıp olur muydu? Ne de olsa görevimi yerine getirmiştim. Yapmıştım. Bir insanı rızası olmadan gizlice çekmiştim. Eda oturduğu sandalyeden kalkarak saçlarını bir o yana bir bu yana savurdu. Onun en çok dalgalı saçlarını seven ben bozuntuya vermeden “Çok güzel oldu” dedim.
O kasada parasını öderken bende adamın fön makinesinin kablosunu sarışını ve en yakınındaki çekmeceye tıkışını izledim. Arkasını döndüğünde göz göze geldik. Belki de bu anın olmasını özellikle beklemiştim. Katiller hep kurbanlarının yüzlerine son kez bakarlardı değil mi? Bende bonobo maymununa son kez bakarak bir daha görmeyecek olmamın rahatlığı ile oradan ayrıldım.
Yirmi dakika sonra Eda tüm resimleri kendi telefonuna yüklemişti. Yanımda ağzı beş karış açık şekilde küçücük ekrana bakıyordu. “Ay Gürkan çok yakışıklı çıkmış değil mi! Çok tatlı. Sen bir harikasın Aslıhan.” Demek bizim maymunun adı Gürkan’dı.
“Öyleyim dimi? Harikayım gerçekten de ve harika işler yapıyorum. Neyse ben gidiyorum yarın iş var malum, bu ay işler yoğun.”
“Tamam sağol Kankahan bu iyiliğini hiç unutmayacağım. ”
Oturduğumuz pastaneden kalktık. Eda beni minibüse binmem için geçirirken dönüp geleceğe yönelik önlemimi almayı da ihmal etmedim.
“Eda?”
“Efendim Kankahan?”
“Bana bir daha sır verme”
Gülerken tek söylediği şey “Tamam” olmuştu.
*****
Bir ay sonra...

Yıllar sonra tesadüf yerine kader kelimesini kullandığım zamanlar işte tam olarak bu dönemlerdi. Tesadüf diye bir şey artık yoktu. Şans diye bir şey ise hiç olmamıştı. Ofisin çalan kapısını açmak üzere yerimden kalkarak koridoru kat ederken çalan kapının arkasından kim çıksa şaşırmazdım acaba?
Postacı?
Fazla vergi çıkardığım bir mükellef?
Bakkal Rıza Amca?
Geçen gün minibüste kavga ettiğim cadaloz?
İlk aşkım?
Babam?
Beni doğurtan doktor?
Açılan çelik kapının arkasından kanımı donduracak tek bir kişi çıktı. Adam bir adım atıp ofise girdiğinde ben hala bıraktığı kapının dışındaki boşluğa bakıyordum. Olmaz bu, bu imkânsız? Bu imkânsızdan da öte! Türk filmlerinde bile bu kadar saçmalık olmaz.
“İyi günler Figen Hanım’a bakmıştım.”
“Eb-ebe-be-bübe-be”
“Affedersiniz biz tanışıyor muyuz?” Bu sorunun ardından kafamı sağa sola o kadar hızlı sallamıştım ki, meşin yuvarlak yerinden kopup açık apartman kapısından yuvarlanıp gidebilirdi. Bu yüzden kapıyı yavaşça kapatıp İstanbul nüfusu üzerinden olasılık hesaplamaya başladım.
Benim yardımcı olamadığım adama arkamızdaki kapıdan çıkan Figen Hanım seslendi.
“Ah! Hoşgeldiniz. Bende sizi arayacaktım evraklar için.”
“Geçerken kendim bırakayım dedim.” Ardından hala tek tepki vermeyen bana baktı. Figen Hanım iki genci birbirine tanıştıran arabulucu gibi söz başladı. “Siz tanışmış mıydınız? Aslıhan Hanım yeminli mali müşavirlik bölümümüzde çalışıyor. Bu da Korel Güzellik Merkezi’nin sahiplerinden Gürkan Bey.”
“Memnun oldum” diyen adamın uzattığı elini sıkarken anlamıştım. Asıl bonobo maymunu bendim. Onlar odaya girip kapıyı kapatırlarken ben girişteki koca aynanın önüne geçip bir elimi başıma diğerini de çenemin altına koydum.
Şimdi söylenmesi gereken tek söz vardı. “oohh oooh aahhhh”
Kesinlikle bir maymun olarak daha fotojeniktim.

*****
Üç ay sonra Eda ile çıktığımız ilk tatilde kendimizi güneyin sıcak sularına bir an önce atmak için otelin lobisinden sahile doğru koşturuyorduk.
“Güneş kremini aldın mı Eda?”
“Aldım aldım.”
“Şu faktörlü kremlerin en yükseğini de sürsem, haşlanmadan yanamıyorum ben. Birde o yanık yerlerime gece sivri sinekler gelmiyor mu! Kaşı kaşıyabilirsen. Neyse ki otelde doktor varmış.”
“Doktor mu? Yakışıklı mı acaba?”
Derin bir nefes alarak o an ihtiyacım olan tek şeyi yüksek sesle söyledim. “Bir cibinlik istiyorum, şöyle bebek yataklarına örtülenlerden.”
“Sinek geçirmez mi?”
Başımı Eda’nın bu yanlış tahmini üzerine salladım. “Hayır tatlım erkek, erkek geçirmez.”
Ardından gelen bir deklanşör sesi erkek bir sineğin cibinliğe yapıştığının habercisiydi. Arkamı dönüp Keanu Reeves’in bir akrabası olma ihtimali yüksek olan ilaha baktım. Profesyonel bir fotoğraf makinesi yüzünün yarısını kapamış tek dizi üzerinde yere çömelmiş olan adam gülümserken elindeki makineyi da değerli bir kolye gibi boynuna asmıştı. Eda’yı olduğu yerde bırakıp hızla foto şipşakçının yanına gittim. Ellerimi gayriihtiyarî belime koyarak kavgaya hazır bir mahalle kızı pozisyonumu aldım.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?”
“Fotoğraf çekiyorum.” Adam sanki bir kuşun, bir kedinin fotoğrafını çekermiş gibi rahat cevaplamıştı. Bu ne küstahlık böyle!
“İzin aldınız mı? İzin almadan resmimi çekmeye utanmıyor musunuz?” Evet, yakın bir zamanda gizli çekim ustası olmuş ben şimdi bu adama kafa tutuyordum. En azından ben bu beceriksiz gibi işi yaparken yakalanmamıştım.
“Resim değil o fotoğraf. Siz ortada boya ya da palet görüyor musunuz?”
“Bana edebiyat yapma ukala.”
Şimdi adamda ellerini beline koyarak bir adım geriledi. Sanki pazardan karpuz seçen bir müşteri gibi bana bakıyordu.
“Ne! Ne var? Ne bakıyorsun dik dik?”
“Bu normal halin mi?”
“Terbiyesiz” Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Ayağımı da ritmik bir şekilde yere vururken ekledim. “Sil şu fotoğrafı.”
“Bence kalsın. Derslerimde kullanacağım, öğrencilerim nasıl poz verilmemesi gerektiğini sorup duruyorlar, harika bir örnek olacak. Teşekkürler.”
Biliyordum fotoğraf çekmek kadar poz vermekte profesyonellik gerektirirdi. Fotojenik değilseniz ne yaparsanız yapın şaşı, kayık ve tipsiz çıkmaya mahkûmsunuz demektir. Bunun örnekleri ile dolu bir fotoğraf albümüne sahibim. Şimdi de bu ukalaya ve öğrencilerine alay konusu olacaktım. Ama ümitsiz değildim, Photoshop’un yaratıcıları da bence bu düşünce ile hareket ederek olaya el koymuş ve bizim gibileri sevindirmişlerdi.
İçimde biriken öfke dışa vurmak için sabırsızlanıyordu. “Seni kendini beğenmiş. Sen kendini ne sanıyorsun he? Kimsin sen sana diyorum kimsin ki sen?”
“Ben Taner Baki Güvener. Fotoğraf sanatçısıyım. Hoşuna gitti mi?”
Bir deli kahkahası patlattım. “Gitmedi. Üç isimli insanları hiç sevmem ben. Genelde şizofren çıkarlar ya da katil. Fotoğrafçılardan ise oldum olası nefret ederim.”
Arkamı dönüp yanından uzaklaşırken bu adamı bir daha görmemeye yemin ettim. Aşk üzerine edilen yeminlerin ise tutulması en zor olanlar olduğunu hiç hesaba katmamıştım…!

Yazar notu: Sayfanın ayarları ile oynamadınız değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder