22 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 24

 
 
 
 
Gözleri mor halkalarla çevrili önündeki bilgisayar ekranına bakan lanet suratlı insanlar görüyorum. Kırpmadan bilgisayara odaklanmaktan gözlerinin feri kurumuş, saçları bir haftadır taranmayıp tepede horoz ibiği gibi tutturulmuş, kıyamet kopacaksa lütfen şimdi kopsun mantığında insanlardır bunlar. Ortama uzun zamandır sadece klavyelerden çıkan tuş sesleri hakimken tiz sesli bir mesaj bildirimi kulakları çınlatır. Kopması beklenen kıyamet öncesi üç saniyelik sessizliğin ardından ilk sarsıntı içten bir çığlıkla gelir. Ondan sonrası tam bir muamma, bir sirk çadırı, bir stadyum havası, bir düğün alayı.
Birbirine sarılanlar, bir köşede ağlayanlar, masaya çıkıp göbek atanlar, halaya adam arayanlar. İlk şokun ardından herkes içinde yatan aslanı ortaya çıkarıp rahatlayınca bir yangın alarmı çalmış gibi bir dakika içerisinde bulunulan ortam terk edilir. Biz muhasebeciler buna beyanname uzaması deriz.
Burası ne bir akıl hastanesi ne de bir tiyatro sahnesidir. Bu insanlar o her sokakta görebileceğiniz camına balkonuna levha asarak bir de marifetmiş gibi kendini sunan muhasebecilerin yanında çalışan gözü kara savaşçılardır. Onlar birer Herkül,birer Zeyna’dır.

Tepemde topladığım ibiğimi açıp boşalan ofise bakarken düşünüyordum.
Nasıl bağırıyordu şu Zeyna ya?

BÖLÜM 24
“Zeyna”

Melankolik gençlik yıllarımın son durağındaydım. Babamı son gördüğüm gün bindiğim bu duygu yüklü yolculuk on üç sene sonra sona ermişti. Şimdi yirmi iki yaşımda açılan bu kapıdan inerken elimde sadece hatıralarım vardı. Artık dudak büzerek değil gülerek anımsadığım hatıralarım…

Uğur’dan aynı sene gelen son zarf Çanakkale 116. Alay Komutanlığı’ndan gönderilmişti. Delilikle varabileceği tek yerin akıl hastanesi olduğuna karar verip mantıklı davranmayı seçmesi beni sevindirmişti. Zarfı açıp içinden çıkan tek şey olan CD’yi bilgisayara takarken bu gününde hatıralarım arasında yer alacağını biliyordum. Yaklaşık iki dakika süreceğini ekranın altında gördüğüm videonun oynat tuşuna basarken çoktan sıkan bir dizinin final bölümünü izler gibi bol oksijenli bir nefes aldım.
Görüntü oynamaya başladığında bunun amatör işi bir video çekimi olduğunu anlamıştım. Kameraya aldığı yöne doğru gölgesi vurmuş kel bir adam, içinde bir şeyler yanan bir varili çekmeye devam ediyordu. Siluet hareket ederek ilerisindeki yanan varile yaklaşınca yere vuran gölgesi de kayboldu. Gizemli adamın yaptığı belliydi. Bana yanan varile bakmamı söylüyordu. Kamera alevlere ateş alacak kadar yaklaştığında o ateşlerin içersinde tanıdık bir yüz gördüm. Sol yanağı çoktan harlanmış ateşe teslim olmuş ben en sevdiğim resmimde gülümserken birkaç saniye sonra tamamen kül olmuştum.
“Yakıyorum seni Aslıhan, tıpkı içimi yaktığın gibi. Siliyorum artık seni.” Sesin sahibini ilk hece ağzından çıktığı an tanımıştım. Tuhaf olan ise isimsiz gelen zarflara alışık olan ben bile yere vuran gölgeyi Uğur’a on kere izlememe rağmen benzetememiştim. Çok kilo almış olmalıydı. En az on kilo. İnsan bir ayda bu kadar hızlı kilo alabilir miydi doğrusu hiç bilmiyordum. Ya saçları muhtemelen üç numara asker tıraşı olmuştu. O gözüme kelmiş gibi gelen görüntü bundan kaynaklanıyor olmalıydı.
Kamerayı varile tekrar yaklaştırdığında harlı ateşten çıkan duman kısmen dağılmıştı ve şimdi az önce gördüğüm resim gibi bir çok resmimin, başta siyah hırkası olmak üzere türlü hediyelerimin ateşle son mücadelelerini verdiğini gördüm. Ardından son kez de sesini duydum. “Hoşcakal.”
Ne tuhaftı değil mi? Vedaların insanlara her zaman hüzün vermesi gerekirdi. Oysa bu veda bana mutluluk vermişti. Peki ya unutmak? İşte o artık mümkün değildi. Yıllar sonra bile aynaya her baktığımda gözlerimin altındaki çizgiler, bana haftanın beş akşamı ağlayarak uyuduğum o 2006 senesini asla unutturmamaya yemin etmişti…
*****
“İnanmıyorum sana Aslıhan ya!” Nuray Hanım sitem dolu bir ifade ile bana bakıp ardından Ümran Bey’e döndü.
“Ümran Bey sizde bir şey söyleyin gitmesin.”
Ümran Bey ellili yaşlara tezat bir çocuklukla bana bakarak cevap verdi. “Bir şey.” Gülmemek için kendimi tutarken iş görüşmesine ilk geldiğim gün bir yerlerden tanıdık gelen bu adamın kime benzediğini de bulmuştum. Bir peruk taksan adam aynı Huysuz Virjin’di. Tarzı bile aynıydı. Lafı bile karşısındakine her zaman espri ile giydirirdi.
“Nuray Hanım biliyorsunuz stajı yapmam için mali müşavir yanında çalışmalıyım yani burada serbest muhasebeci yanında olmaz.”
“Of ya kırk yılda bir normal personel geldi, o da gidiyor. Çok güzel.” Normal personel derken ne demek istediğini biliyordum. Gelen gideni aratır demişler. Zira Ahmet’ten sonra işe giren Furkan adlı çocukta bize Ahmet’i aratmıştı. Bebek yüzlü, iş bilmez Furkan geçen hafta tipik bir stajyer bunalımına girerek Nuray Hanım’ın odasını basmıştı. Sonu hafif tartışmaya dönen konuşmadan duyabildiğim de bu son kısım olmuştu. “Vereceksiniz paramı” diye bağıran çocuğa Nuray Hanım’ın cevabı “Vermeyeceğim mi dedim Furkan, maaş ödemeleri ay başında yapılıyor biliyorsun.” Çocuk patlamaya hazır bir volkan gibi ayağa kalkarak dışarıda çalışan ben ve Zehra’nın da kulak kabartmadan duyabileceği kadar yüksek sesle konuştu. “Siz görürsünüz şimdi.” Odanın hışımla açılan kapısı daha geri kapanmadan ofisin daire kapısı çoktan sertçe vurulmuştu bile. Gitmişti, ama hepimiz biliyorduk ki geri gelecekti. Nuray Hanım telefona sarılarak Ümran Bey’i aradı. Ulaşamadı. Tekrar aradı. Yine ulaşamadı. Tam kırk beş dakika sonra kapı ambulans sireni gibi çaldığında yavaşça yerimden kalktım. On adımda varılabilecek mesafe şimdi Kadıköy-Pendik hattından uzun gelmişti. Masasında meraklı gözlerle sürpriz yumurtadan kim çıkacağını öğrenmeyi bekleyen kadınla göz göze gelerek kapıyı yavaşça açtım. Benim yavaşça açtığım kapı arkasındaki güçle hızla üzerime doğru geldi. Furkan ofisin içine arkasındaki bir kadınla dalarcasına girerek hedefine doğru -tam karşı odaya- hız kesmeden yöneldi. Yanındaki kadınla odaya girerek kapıyı kapattıklarında ben daha ofisin kapısını değil, açık ağzımı bile kapatamamıştım.
“Ay, kesin kavga edecekler Aslıhan.” Zehra ilk teşhisi koyan bir doktor edası ile başını iki yana salladı.
“Allah korusun kızım ya.”
Kapıyı kapatıp, sakin davranmaya çalışarak yerime oturdum. Daha ilk saniyede başlayan seslerden Zehra’nın haklı çıkacağını anlamıştım. Çocuğun argo ile başlayan her bir cümlesi aynı şekilde son bulurken az sonra şiddet içerikli bir filmde başrol oynamaya hazırlandığına emindim. Asıl merak konusu ise bayan başrol oyuncusunun kim olacağıydı. Ben dönemimin Zeyna’sı dururken Nuray Hanım’a pek iş düşmezdi. Hoş ben hep Herkül’cüydüm ama. Jaluzilerin arasından gördüğüm görüntü her dakika daha da kötüye giderken masadaki mektup açacağını kapıp şu Zeyna denilen savaşçı kadının nasıl bağırdığını hatırlamaya çalıştım.
“Zehra, beni koru.”
“Ne?” Elimdeki silahımla pozisyonumu almışken gelen bu soru tüm konsantrasyonumu dağıtmıştı.
“Öf işte, Ümran Beyi bir daha ara yani.”
İzlediğim bir dolu aksiyon filmlerinde öğrendiklerimin bir gün işe yarayacağını biliyordum. Söylesenize kaç kişinin ayağına böyle bir fırsat gelirdi ki? Hem de bir muhasebe bürosunda! Aynı gizli servis ajanlarının yürüme stilini taşıyan bedenime jaluzileri kalkan ederek kapıya kadar ilerledim. Elimle Zehra’ya bir iki üç ve giriyoruz işareti yapıyordum ki içeriden gelen bir sesle korkuyla geriye doğru sıçradım. Herhalde sıçradığım için olmalı ki kafamın içindeki jetonda düşmüştü. Nasıl bağırdığını buldum. “Lilililililililili” Kapıyı hızla açarken Furkan’da yumruğunu kadının masasında duran faksa hızlıca geçirmişti. Arkasından gelen bu ani hareketle yüzünü bana döndüğü an anlamıştım. Ey yüce prenses ve savaşın ateşini tatmış Zeyna şimdi gelip beni görsen kesin şu yanından ayırmadığın Gabriel’i başından savar beni alırdın yanına. Amin!
Elimdeki mektup açacağını bana bakanlara doğru salladığımın farkında olmadan “Siz galiba olay çıkarmaya gelmişsiniz belli.” dedim. İşte şimdi tam burada şu federal ajanlar gibi bacaklarımı omuzlarım hizasında açmam gerekirdi. İyi de ekranda hayranlıkla izlediğim bu hareket ben yapınca altına işemişler gibi duruyordu.
Nuray Hanım masanın etrafını hızlıca dönerek bağırdı. “Hemen çıkın buradan yoksa polis çağıracağım.” İki taraftan mesafeyi kapatarak anne ve oğlu ablukaya alan biz onları kapıya doğru sürüklüyorduk. Herkesin kimi çekiştirdiği belli olmayan bu hengamede mart ayındaki kediler gibi birbirimize dolanmıştık. Ofisin kapısına vardığımızda Nuray Hanım kapıya uzanarak kargaşanın apartmanın içinde devam etmesini sağladı. Tam kolumu bacağımı kurtarıp kendimi tekrar dairenin içine atmıştım ki bu seferde Nuray Hanım’ı düşmana kaptırmıştım. Bende başlık parasız kız verecek göz yoktu. O yüzden kadını son bir hışımla kendi tarafıma çekip çelik kapıyı hızla iteledim. Bana destek veren Nuray Hanım’da kapıyı itelerken arkamı dönüp baktığımda Zehra’nın oturduğu yerden film izler gibi bizi izlediğini fark ettim.
“Zehra ne yapıyorsun? Gelsene buraya!”
“Geberteceğim ulan sizi” Kapının arasından çıkan eller kollar bize uzanmaya çabalıyordu. Son bir gayretle kapıya abanıp o kapanma sesini duyduğumda Allah’a şükrettim.
Nuray Hanım arkasını dönerek tüm öfkesini Zehra’ya kustu. “Bizi burada öldürecekler, sen oturmuş izliyorsun. Yazıklar olsun.” Kız çokta alınmamış gibi önündeki evrakları işlemeye devam etti.
Bir saat sonra Ümran Bey, Furkan ve annesi ile görüşmüş olarak ofise döndüğünde ben Nuray Hanım’la odasında oturmaktaydım. Patronun odadan içeri girmesi ile ayağa kalktık. Ümran Bey sırayla ikimize de baktıktan sonra konuştu. “Gözünüz aydın meğer bu çocukta şinanaymış.”
“Anlamadım?” Nuray Hanım bütün saflığı ile sorunca Ümran Bey durumu direk izah etti. “Deliymiş deli. Raporu varmış. İyi ki size bir şey yapmadı.”
Anlamıştım; ben hangi ofise gidersem gideyim peşimden belayı da getiriyordum. O gün aldığımız bu cevap üzerine Nuray Hanım’la birbirimize bakıp gülmemek için kendimizi zor tutarken bu olay uzun yıllar sürecek bir dostluğunda başlamasına sebep olmuştu. Her ne kadar yollarımız ayrılsa da birbirimizin hayatından hiç çıkmayacaktık.
-4 ay sonra-
Gözleri mor halkalarla çevrili önündeki bilgisayar ekranına bakan lanet suratlı insanlar görüyorum. Kırpmadan bilgisayara odaklanmaktan gözlerinin feri kurumuş, saçları bir haftadır taranmayıp tepede horoz ibiği gibi tutturulmuş, kıyamet kopacaksa lütfen şimdi kopsun mantığında insanlardır bunlar. Ortama uzun zamandır sadece klavyelerden çıkan tuş sesleri hakimken tiz sesli bir mesaj bildirimi kulakları çınlatır. Kopması beklenen kıyamet öncesi üç saniyelik sessizliğin ardından ilk sarsıntı içten bir çığlıkla gelir. Ondan sonrası tam bir muamma, bir sirk çadırı, bir stadyum havası, bir düğün alayı.
Birbirine sarılanlar, bir köşede ağlayanlar, masaya çıkıp göbek atanlar, halaya adam arayanlar. İlk şokun ardından herkes içinde yatan aslanı ortaya çıkarıp rahatlayınca bir yangın alarmı çalmış gibi bir dakika içerisinde bulunulan ortam terk edilir. Biz muhasebeciler buna beyanname uzaması deriz.
Burası ne bir akıl hastanesi ne de bir tiyatro sahnesidir. Bu insanlar o her sokakta görebileceğiniz camına balkonuna levha asarak bir de marifetmiş gibi kendini sunan muhasebecilerin yanında çalışan gözü kara savaşçılardır. Onlar birer Herkül,birer Zeyna’dır.
Tepemde topladığım ibiğimi açıp boşalan ofise bakarken düşünüyordum.
Nasıl bağırıyordu şu Zeyna ya? He evet “Lililililililili” Kahkahalarla gülerken düşünmeye de devam ettim. Bakalım bu üçüncü muhasebe ofisime ne gibi belalar getirecektim.
*****
“Dört ay sonra işe girmek çok tuhaf, ofistekilerde biraz tuhaf zaten. Ya biliyor musun ben tüm gün boyunca hiç konuşmayan bir kız gördüm ya ben olsam çatlarım. Sen beni dinlemiyor musun Eda?”
“Aslıhan sana bir şey söyleyeceğim.”
“Ne var?” dedim sinirle. Genç kız pencereye yüzünü döndü. O söyleyeceklerini düşünürken ben ona uzun uzun baktım. Eda benim yaşadığım acıyı belki de hayatının en zor çağında atlatmak zorunda kalmıştı. Ergenlik döneminde anne babası ayrılan her genç gibi oda kendine sığınacağı bir liman aramıştı.
“Sana bir sır vereyim mi Aslıhan?” dedi genç kız.
Beklediğim sır bir şimşek hızıyla üzerime yağdı. “Ben aşık oldum Aslıhan. Çok sevdim. Çok çok. Her şey mükemmeldi. Sonra bir gün bana bitti dedi. Hiçbir şey yokken. Bir gecede.” İnanamıyordum en yakın arkadaşımın bir süredir sevgilisi vardı, hatta ayrılmış, acı çekmiş ve benim haberim olmamıştı.
“Bir resmi bile yok bende.” Sesi ağlamaklıydı. Ağzından çıkan her cümlenin tınısında o günlere döndüğü belliydi. Eda’yı sakinleştirmek için söylediğim o telkinin başıma ne işler açacağından habersiz olarak mırıldandım.
“Ondan kolay ne var, çaktırmadan şöyle tutar çekersin.”
“Sahi mi?” Gözleri parlamıştı.
“Şey yani evet çekilir zor bir şey değil.”
“Aslıhan! Lütfen lütfen lütfen.”
“Ah hayır Eda olmaz, olmaz! Bitti, ısrar etme ben fotoğraftan da fotoğrafçılardan da nefret ederim. Şuraya yazıyorum bak. Unut bunu! Asla yapamam. Asla asla ve asla.”
Tek kaşımı havaya kaldırdım.
Güzel bir yüz muzipçe güldü. Bir tutam kahverengi saç havada dalgalandı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder