22 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 27

 
 
“Biriktirdiğim onca anı önümdeki kâğıt yığınının içinde sessizce duruyordu. Hayret! Yaşarken bu kadar gürültü koparan bu delibaş anılar şimdi suspus olmuş sanki kendini naza çekiyordu. Kargo poşetinin içine koyarken anılarımla son kez vedal...aştım. Gidin! Gidin ve bana biraz ümit getirin benim yüzü güzel hatıralarım…”

BÖLÜM 27
“Bir Ümitsiz Vaka Otobiyografisi”

Havaalanındaki insan kalabalığının içinden çekçekli bavulumla telâşe müdürünün peşinden son hızla ilerliyordum. Kafama taç olarak kullandığım gözlük burnumun üstüne düştüğünde çarpıştığım takım elbiselinin ayaklarının üzerinden bavulumu yeni geçirmiştim.
“Yavaş olun bayan.”
Durup arkamda bıraktığım adama baktım. Yavaş mı? İnsanların doğum tarihleri kişiliklerini yansıtır derler. Astroloji’yi yalayıp yuttuğum ve yıldız haritamı derinlemesine incelediğim senelerde bunun doğru olduğunu bir kez daha anlamıştım. Ben Aslıhan Yılmaz aynı doğum tarihim gibi dokuz sekizlik bir ritimle yaşıyordum bu hayatı. Yavaş olmam mümkün müydü benim? Hatta doğum tarihimin geçmişini irdelediğimde türlü felaketlerinde bu günde yaşandığına bizzat eski gazete manşetlerinden öğrenmiştim. Karşımda duran kasıntı CEO eminim ki bu durumu pekte doğal karşılamazdı. Hele o parlak rugan ayakkabılarının üzerinde çıkan tozlu tekerlek izlerinden sonra hiç şansım olmazdı. Elindeki “Ekonometri“ dergisini yüzüme doğru sallarken ben çantamın içindeki “Penguen” dergisini düşünüyordum. Benim gibi karakteristik bir kişilikte tabii ki şahsına münhasır böyle karikatür dergileri okurdu. Ne bekliyordunuz ki? Ve ayrı dünyalara ait iki insanda ancak böyle bir havaalanında karşılaşırlardı zaten. Belki konuşsam dilimi bile anlamazdı. O yüzden şansımı zorlamadan elimi kaldırıp kısa bir özür işareti yapmakla yetindim. Ne de olsa beden dili herkesçe anlaşılırdı. Arkamı dönüp mesafeyi epeyce açmış Nuray’a seslendim.
“Nuray! Nuraaay dur şimdi düşeceğim valla.”
“Duramam Aslıhan uçak kalkacak biz daha check-in yaptıracağız.”
Haklıydı da, apar topar yetiştiğimiz uçaktan yaklaşık elli dakika sonra inerken yüzümüze çarpan sıcak atmosfer tabakası bize sanki Afrika’nın kavurucu sıcağına hoş geldiniz diyordu. Hissedilen sıcaklık en az kırk beş derece olmalıydı ki kemiklerim damat halayı çekmeye başlamıştı bile. Ben hayatımda böylesine sıcak bir karşılama görmemiştim doğrusu! Hevesliydim halaya ortasından olmadı sonundan girmeye…
İç hatlar terminalinin çıkısında otelin ismi yazılı bir kartonu tutan adamı gördüğümde sevinçle el salladım. Bu hareketi hala neden yaptığımı düşünür dururum. Refleks herhalde ya da tanıdık bir şeyler görmenin sevinci. Adamı her ne kadar tanımasam da elinde tutmakta olduğu kartonda yazılı isim benim kırk gecedir rüyalarımı süsleyen tek şey değil miydi?
Yarım saat sonra servis aracı tatil köyünün ana kapısından girip resepsiyon binasının önündeki yuvarlak meydanda artistik bir dönüşle durduğunda açılan kapıdan heyecanla indim. Oteli çevreleyen duvarlardan boylu boyunca akan şelalelere ağzım açık bakarken bende kendi etrafımda yuvarlak bir dönüş yaptım. Allah’ım bir gün olurda şu kuluna da bir koca nasip edersen alsın, alsında beni buraya getirsin. Olmazsa ailem cenazemi getirsin. Yeter ki biri beni buraya bir daha getirsin!
Resepsiyon binasından çıkan iki vale şoförün indirdiği valizleri adeta havada kaptı. Benim valizi elinden düşüren adam “Ah! Çok affedersiniz hanımefendi” dediğinde hemen oracıkta affettim onu. Yahu elmas yok ya içinde çoğu perşembe pazarından alınmış kıyafet vardı nasıl olsa. Ah! Valesine kurban bu yerin kapısından girerken Nuray’da benim kadar büyülemişti. O “Keşke sabah ilk uçakla gelseydik Aslıhan öğlen oldu bile yarım günümüz gitti.” derken benim tek düşündüğüm keşke bir bikini daha alsaydım olmuştu.
Güneşin tepede kaldığı zamanı iyi ayarlayıp hızla bavullarımızı odaya bıraktık. İlk yaptığımız o muhteşem balkona çıkmak olmuştu. İkincisi banyodaki mis kokulu sabunları koklamak ve üçüncüsü de kendimizi kuş tüyü yataklara atmak. “Nuray bana bir cimdik at sanırım öldüm öldüm de cennete geldim.”
Karşı yatakta uzanan Nuray bana kahkaha ile eşlik etti. “Hadi kalk üstümüzü değiştirip günün geri kalanın tadına bakalım.”
Yataktan zıplayarak kalktım. Valizimi açıp tabi ki en güvendiğim bikinimi çıkardım. Zira iyi bir başlangıç yapmalıydım. On dakika içinde telaşla hazırlanıp kaldığımız tatlı apartımızdan çıktık. Aqua park’a inene kadar yol boyunca resim çekerek ilerliyorduk. Elimde annemin gazete kuponları biriktirerek aldığı filmli fotoğraf makinesiyle ilerliyordum. Dijital makineleri hiç sevmem ben böyle elinde pozlu makine olacak. Olacak ki her çektiğin fotoğraftan sonra makinenin kalan poz göstergesi bir tık azalacak. O yüzden kalan her fotoğraf daha bir anlamlı olacak.
Şezlonga uzanıp az önce bardan aldığım kokteyli yudumlamaya başladım. Her anın her saniyenin tadını çıkarmalıydım. Yan tarafta hararetli bir çalışma vardı. Nuray güneş kremini bir günde bitirmeyi kafasına koymuş olacaktı ki her yerini kremliyordu. Bir an saçlarına da sürer mi diye düşünürken krem şişesini bana uzattı. “Aslıhan sırtıma da sürer misin?”
“Hay hay efendim, sen şimdi böyle süründün de havuza girmeyecek miyiz?”
“Bu krem suda çıkmıyor.”
“Eee havuza dökelim de bütün millet faydalansın o zaman.” Nuray bir an cidden yapacağımı düşünmüş olmalıydı ki kızın gülen yüzü solmuştu.
“Şaka yapıyorum ya küçük boy almışsın koca havuza yetmez ki bu?”
“Aslıhann!”
“Tamam tamam sustum” Bana verilen görevi layıkıyla tamamlayıp her yanı parlayan arkadaşıma baktım.
“Haydi havuza girelim. Güneş kaçıyor.”
“Pekâlâ”
“Hey oradan değil şuradan kayacağız.” Elimle aqua parktaki en yüksek kaydırağı gösterdiğimde Nuray’ın yüzü allak bullak oldu.
“Kızım oraya çıkana kadar senin güneş kaçar.”
“Kaçmaz kaçmaz gel haydi.” Nuray’ı elinden tutup uçururcasına tepeye çıkan merdivenli yola yönlendirdim. Tepeye vardığımızda soluk soluğa kalmıştık. Bu gerçekten gördüğüm en büyük kaydıraktı. Bu da gördüğüm en yakışıklı cankurtaran.
“Şey biz kayacaktık da.” dedim en cilveli şekilde.
“Haydi ya bende bunca yolu ne yapmaya geldik diye merak ediyordum.” Nuray’ı dürttüğüm anda lafını kesti. Karşısındaki iki deliye bakan genç gülümseyerek bize oturmamız için bir şişme botu uzattı. “Daha önce buradan kaydınız mı?”
“Hayır ama ölümcül gözükmüyor” derken omzumu silkerek umursamadığımı belli ettim.
“Biriniz şöyle oturun lütfen, sizde şu tarafa.”
Nuray atılarak “Ben ters kayamam. “ dediğinde anladım ben ters kayacaktım. Malum terslik benim işimdi. Gösterilen yerlere sırt sırta oturduk. “Aslıhan niye sürekli gülüyorsun.”
“Ay ne yapayım yirmi dört yıl ağladım ben bırak da biraz güleyim.” Biz kendi aramızda sonu gözükmeyen kapalı kaydırağın tepesinde sohbet ederken cankurtaranın talimatının sadece sonunu duyabilmiştik. Adam botu hızla kapalı boruya iterken “….. dikkat edin.” demişti.
“Nuray neye dikkat edin dedi? Aaaaaaa!”
Bot son süratle boruda ilerlerken düşmemek için sıkı sıkı tutunuyordum. Nuray attığı çığlıklarına ara verip “bilmiyorum duymadım” diyebildi. Sert bir virajdan dönen bot bizi üzerinden atmaya çalışan at gibi şaha kalktıysa da başaramadı. Havuza düşmeden önce son bombe de ise bizi bir metre havalandırarak altımızdan kaydı. Havada sırt sırta oturur pozisyonda bir süre uçtuk. Kısa bir süre… Sonra bir ses! İki karpuzun birbirine çarpması gibi bir ses. Kütt!
“Aaaah! Kafam… Bluggg blug bluugg!”
Havuzdan bir elimiz kafamızda çıkıp bir birimize bakarken Nuray acı ve kahkaha karşımı konuştu. “Sanırım neye dikkat edin dediğini anladım.” Bende yuttuğum suya ve kafamdaki acıya rağmen kahkahalarla gülüyordum. “Sanırım bende”
Sonra ne mi oldu? Acıya alışkın olmamıza verdiğim bir irade ile defalarca o kaydıraktan kaydık. Sırt sırta, yan yana, balıklama, köpekleme. Yorgunluktan kendimizi attığımız yataktan aşağı sallanırken kollarımı iki yana açtım. “Çok mutluyum çok! Her şeyden herkesten uzakta çok huzurluyum ve çok açım. Nuray ben çok açım.”
Banyodan kafasını uzatan Nuray gülümseyerek bana baktı. “Sen de duş al da yemeğe inelim.”
Yarım saat sonra havuz başına kurulmuş olan geniş restoranın kapısından giriyorduk. Kendimize güzel bir masa seçip oturduk. Daha önümüzdeki tabağa bakamadan bir garson geldi. “Efendim burası rezerve sizi şöyle alalım.”
“Haydi ya!” Oflayarak masadan kalkıp bizi yeni yerimize götüren garsonu takip ettik. Adam çiçeklerle süslü havuzun dibindeki diğerlerinden farklı bir masanın önünde durup “Buyurun sizin yeriniz burası” dediğinde küçük çaplı bir şok yaşadık. Olayı idrak edemediğimizi anlamış olmalıydı ki “İlk akşam yemeğiniz için efendim, otel yönetimimiz sizlere hoş geldiniz der.” İçimden hoş bulduk derken adamın çektiği sandalyeye kibarca oturdum. Garson sularımızı doldurup bizi yalnız bırakırken özüme dönerek masanın altından Nuray’a hafif bir tekme savurdum. “Kızım var ya şuanda kendimi Hülya Avşar gibi hissediyorum.”
Ardından bizim mahalleye yetecek olan açık büfeden tabaklarımızı hunharca doldurup ziyafetin keyfini çıkarmaya koyulduk. Kadehimi kaldırıp “Neye içiyoruz?” dedim.
“Sağlığımıza”
“Mutluluğumuza”
Evet mutluyduk. Ben bu mutluluğun bir hafta süreceğini biliyordum o yüzden belki de ömrümce hiç gülmediğim kadar etrafa gülücükler saçıyordum. İçkimden ilk yudumu alırken karşımdaki görüntü sıvının boğazımda kalmasına sebep oldu.
Nuray heyecanla sordu.“Ne oldu?”
“Nuray şuraya bak, çaktırmadan bak, kadın üstsüz.” Ben çaktırmadan bak dememişim gibi Nuray aniden arkasını dönüp kadının direk göğüslerine odaklandı. “Kesin Rus”
“Bana Rus deme ne olur hele Norveçli hiç deme aklıma kötü kötü anılar geliyor.”
“Ne gibi?”
Aklıma kemikli ve ukala bir yüz geldiğinde “Boşver, anlatırım bir ara.” dedim. Aklıma onunla ilgili tek gelen yüzü olmamalıydı ki gayriihtiyarî elim masadaki fotoğraf makineme gitti. Masamızla ilgilenen garsona resmimizi çekmesini rica ettim. Adam çekerken gülümsedim bu seferki içten değildi.
İşte yine yapmıştım yine fotoğrafa resim demiştim…
*****

Son mükemmel tatilimiz tüm hızıyla ilerliyordu. Hani çalışırken hafta içi geçmez de hafta sonu uçup gider ya öyle bir histi yaşadığım. Gitmemize bir gün kalmıştı bu yüzden her geçen günde gülümsemelerim biraz daha soluyordu. Yüzümün solmasının bir diğer sebebi ise telefonumun beklediğim kişi tarafından aranmamasıydı. Pekâlâ, bir hoşcakal diyebilirdi. Ya da o gece ile ilgili bir yorum tamam bir nasılsın bile bana yeterdi.
“Aslıhan bakmasana kadının göğüslerine.” Daldığım düşüncelerden Nuray’ın sözü ile uyandım.
Baktığım şeyin ne olduğunun bile farkında değildim ama belli de etmedim. “Gözüm kayıyor ne yapayım? Alışamadım hala.”
Alışmak bu en kötüsüydü. Ben hayatımdaki her şeye körü körüne bağlanan ve alışkanlıklarından kolay vazgeçmeyen bir mizaca sahiptim. İşte şimdi üç gün sonra hayatta en çok alıştığım günlüğümü geçirdiğim kâğıtlara bakarken de içim sızlıyordu. Biriktirdiğim onca anı önümdeki kâğıt yığınının içinde sessizce duruyordu. Hayret! Yaşarken bu kadar gürültü koparan bu delibaş anılar şimdi suspus olmuş sanki kendini naza çekiyordu. Kargo poşetinin içine koyarken anılarımla son kez vedalaştım. Gidin! Gidin ve bana biraz ümit getirin benim yüzü güzel hatıralarım.
Hatıralarım bana müjdesini bir hafta içerisinde verdi. Cihangirdeki bir yayın evi beni görüşmeye çağırıyordu. Bu iyi bir şeydi demek ki yazdıklarımın birileri için bir değeri vardı. Elime tatilden kalan son şeyi aldım. On gündür solmasınlar diye özenle baktığım beyaz sarmaşık güllerini. Lobelyalar daha uçakta solmuştu. Obrezyalar ise iki gün dayanabilmişti. Ama güller onlar direnmişti. Tıpkı benim gibi hayata sarınmak için bana bu müjdeli haberi vermek için direnmişti.
Ertesi gün Cihangir’deki yayın evinin kapısında giydiğim beyaz tulumum ve yakama taktığım küçük gül goncası ile dikiliyordum. Ne bekliyordum? Evet cesaret biraz cesaretti beklediğim. Beklediğim cesaret kendini gösterdiğinde hızla binaya girdim. Büyük siyah çerçeveli gözlükleri olan genç bir kadın beni ikinci kattaki yayın evi sahibi olduğunu tahmin ettiğim adamın odasına götürürken yalnız kaldığımı hissettim. Bir an bana arkandayım diyen o cesur duygu şimdi çoktan koşarak arkamdaki köşeyi dönmüştü.
“Sinan Bey, Aslıhan Hanım geldi.”
Genç kadın geçmemi işaret edince tereddütsüz odaya daldım. Koltuğunda yayılmış adam ayağa kalkmayı bırak elimi sıkma nezaketini dahi göstermemişti.
“Buyurun, oturun lütfen.”
Gösterdiği yere otururken adamın elinde tuttuğu bana ait kâğıtlara hasretle baktım. İşte geldim çocuklar, geldim buradayım. Elindeki kâğıt yığını masaya bırakan adam konuştu. “Kaç yaşındasınız?”
“Yirmi dört”
“Demek yirmi dört annesinin koca ayaklı kızı?”Oldukça rahat olduğu tahmin edilen deri koltuğunda arkasına yaslanıp roller kaleminin ucunu masaya vurarak sorularına devam etti. “Türü ne bu kitabın?” Biliyordum okumamıştı, hatta önündeki kâğıt yığınını tutan lastiği bile muhtemelen çıkarmamıştı. Birisi bu adama Erenköy Cihangir hattının üç vesaitle yaklaşık iki saat sürdüğünü anlatmalıydı.
“Aslında türü kitabın kapağında yazacak.” dedim.
Hoş bir kahkaha adamın gizlenmiş gamzesini gözler önüne serdi.
“Nasıl olacak o?”
“Şimdi bakın aynen şöyle, kitabın isminin tam altında, tırnak içinde, beyaz ve dokuz punto.” Elimle hayali bir kibriti çakar gibi yaptım. “Bir ümitsiz vaka otobiyografisi”
Çaktığım kibrit adamın ağzına girmiş olmalıydı. Şimdi iki dudağı arasında tam olarak bu kadar mesafe vardı.
Mesafeyi kapatıp kravatını düzeltti ardından telaşla kapıya doğru seslendi. “Neslihan Hanım! Neslihaaaan!”
Masanın arkasında oturan adama doğru yaklaşıp gözlerimi irileştirerek gülümsedim.
“Ne oldu? Yoksa punto mu büyük geldi?”
Adam sustu. Susmalı mıydı?
Bence arkasına bile bakmadan kaçmalıydı…
Kaçtı da… Adamın sessizce terk ettiği odaya az önce beni içeri alan siyah gözlüklü ciddi asistan geri geldi. Kapıyı ardına kadar açtı. Çok yardımcı olmuştu gerçekten çünkü ben bilmiyordum çıkışın oradan olduğunu. Kibarca orayı terk eder ve kabaca kovulurken yakın bir zaman önce ayrıldığım anılarımı da geri almayı unutmadım.
Dışarı çıktığımda yağmur çiseliyordu. Bu yazın son ve son baharın ilk yağmuruydu. Sokak boyunca ilerlerken elim göğsümdeki gül yaprağına gitti. Solmuştu. Gül solmuştu ve ben beyaz giymiştim. Yağmurdan korunmak için yol üzerinde “figüran kahvesi” adı verilen derme çatma bir yere oturdum. Figüran evet benim çektiğim film değil figüranlıktı ve ben bu filmde figüranlık rolünü bile kapamamıştım.
Çalan telefonumun sesiyle çantama uzandım. Ah olamaz! Günlerce günlerce bu numaranın aramasını beklemiştim. Ama şimdi olmaz dibe vurduğum bu gün olmaz. Çaresizce açtım.
“Efendim Taner?”
“Adımı unutmamış olmana sevindim.”
“Berbat bir gün yaşıyorum o yüzden bu esprine gülemeyeceğim.”
“Ne oldu? Bir terslik yok ya?” Terslik mi? Elimdeki gül yaprağını çevirirken cevapladım. “Hayır yok hiçbir terslik yok.”
“Sesin tam aksini söylüyor neredesin?”
“Ben karşı yakadayım Taner, Cihangir tarafında.”
“Gerçekten mi? Bende Taksim’deyim. Eğer müsaitsen görüşelim mi sana bir teklifim var?” Hay aksi! Şansın da böylesi. “Peki şey ben figüran kahvesi diye bir yerde oturuyorum.”
“On dakikaya oradayım.”
On dakika sonra kimseye anlatmadığım sırrımı bu yabancıya gözyaşları içinde anlatıyordum.
“Üzülme tekrar yazarsın.” dedi teselli edici bir ses tonuyla.
“Yazamam bu benim hayat hikâyemdi. Bunun için ölmem ve tekrar dünyaya gelmem gerekir ki ben reenkarnasyona inanmam.”
Elimdeki peçeteye burnumu silip hıçkırarak ağlamaya devam ederken yan masamıza tanıdık bir yüz oturdu. Hıçkırıkla karışık konuştum. “Nejat İşler’mi o? Ay ben o adamı çok severim. Gülbeyaz dizisini de hep bu adam için izliyordum.” Yüzümü peçeteye tamamen gömüp ağlama katsayımı arttırdım. “Ne berbat bir gün.”
“Hadi kalk gidiyoruz.”
Başımı bir tavus kuşu gibi gömdüğüm yerden çıkardım.“Nereye?”
“Sana bir teklifim var demiştim ya seni oraya götüreceğim.” Masaya cebinden çıkardığı parayı bırakıp beni hızla oturduğumuz yerden kaldırdı.
“Nereye gidiyoruz dedim?”
“Alışveriş merkezine.”
“Bak sen beni şu depresyondan para harcayarak çıkan kadınlardan sandın galiba?”
Yol ortasına durup makinesini boynuma astı. “Alışveriş yapmaya gitmeyeceğiz bir yardım gecesine katılacağız. Otizmli çocuklar yararına bir gecede fotoğraf çekeceğim ve sende benim asistanım olacaksın.” Ardından yavaşça burnuma dokundu.
Taner gece boyunca bir birinden güzel çocukların fotoğraflarını çekerken bende bir köşede tırnaklarımı yemekle meşguldüm. Haklıydı buraya gelmek kafamı dağıtmıştı belki de bir işe yaramış olmak. Tam elli tane hediye çeki satmayı başarmıştım. Etrafa bakarken bir boşluk hissettim. Ah kahretsin hikâyem yok! Nerede bu kâğıtlar? Yere mi düştü? Yok yok yok! Çıldıracağım olamaz bir kopyası daha yok. Sahnenin dibindeki dev kolonun üstünde bir tomar kâğıdı görünce derin bir nefes aldım. Hızla sahneye doğru koşup hatıralarımı yakaladım. “İşte buradasınız.” Ardından salondan bir alkış koptu ve sahnenin bütün ışıkları yandı. Kocaman sahnede küçük bedenimle ve sarıp sarmaladığım hatıralarımla dikiliyordum.
“Ne! Ne var? Ne istiyorsunuz hepiniz ne bakıyorsunuz?”
Sahnedeki müzisyenlerden biri diğerlerine seslendi. “Haydi başlıyoruz. Solist geldi.”
Sağa sola bakındım. Solist falan yoktu. Solist? Ah hayır! Kapı! Kapı neredeydi?
-Beş dakika sonra-
Önümdeki boyuma göre on santim yüksekte kalan mikrofondan kulakları rahatsız edici tiz bir ses yükseldiğinde dayanamayıp küçük siyah kafasına hafifçe vurdum. Mikrofonun sesi kesilmişti ama bu hareket arkamdaki sevimsiz bateristi biraz kızdırmıştı anlaşılan. Adam kafama vururcasına yüklendiği aletten benim makarnayı tel süzgece boşattıktan sonra sapları kızışmış tencereyi ocağa fırlattığımda çıkan sese yakın bir ses çıkarttı. Arkamı dönerek hafifçe gülümsedim. "Pardon"
Şimdi içerideki yaklaşık beş yüz çocuk ve aileleri yanıp sönen ışıklar altında ateşböcekleri gibi bir görünüp bir kaybolurken ben mikrofona tekrar yaklaşarak ilk denememi yaptım.
"Ses deneme bir ki, ssse"
Hadi ama! Ben bale dersi almamıştım ve biraz daha parmak uçlarım üzerinde durmaya devam edersem mikrofonla birlikte aşağı uçacaktım. Çaresizce önümdeki mikrofonu tutan uzun demir çubuğu incelemeye koyuldum. Aparatın üzerinde bulunan şemsiyelerdeki gibi küçük çıkıntıya dokununca mikrofon hızla karnıma kadar inip durdu.
"Hay lanet olası! Ya iri ergen ya da çocuk boyu. Ortası yok mu bunun. Tam gelişimini sağlayamamış ümitsiz vakalar için bir boyu yok mu bunun?"
Şimdi de orkestranın Freddy'si eline taktığı tuhaf metallerle gitarını tıngırdattı. Başımı çevirip gel de sen yap demek istesem de ağzımdan sadece "Ah! Affedersiniz." çıktı.
Tek kaşını tehditvari şekilde kaldırdığında üzerinde takılı piercing bizim bahçede ekili köy biberleri gibi dalında sallanmıştı. "Iyyğğ içim gitti"
Ardından "Hadi saysana" dedi sertçe.
Ben şuanda gerçekten Elm Sokağı'nda olmalıydım. Baksana Freddy bile saymamı istiyordu. Mikrofonu kaldırdım ve çeneme yakın bir yerlerde sabitlemeyi başarıp saymaya başladım. "Bir, iki, üç"
Üç dememle arkamdaki orkestra bir anda müziğe girince istem dışı sıçradım. İnsan bir haber verir değil mi?
Anlamıştım. Bu gerçekten bir kâbustu üstelik durum Elm Sokağı kâbuslarından daha vahimdi. Orada çocuklar uykularında ölürdü. Ben bu çocukları sesimle göz göre göre öldürecektim...
Ben bunları düşünürken şarkının giriş yerini kaçırarak panikle mikrofona doğru bağırdım. "Ah! Olamaz kaçırdım."
Tüm salon şarkıya alkışlayarak tempo tutmaya başlamışken şimdi elleri ile ağızlarını kapatmakla meşgul oldukları için alkışı kesmişlerdi.
Arkamdaki baterist sıktığı dişlerinin arasından konuştu. "Gir artık şu şarkıya."
"Gel de sen gir ben arkada tencere tava döverim."
Salonun yarısı artık ağızlarını kapatmayı bırakmış karınlarını tutuyordu. Sahnenin önündeki çocuklardan bir kaçı beni işaret ederken yanlarında anneleri ya da öğretmenleri olan kadınları çekiştiriyorlardı. Demek ki mikrofona bu kadar yakın konuşmamak gerekiyordu.
Gözüme koca konser salonuna dağılmış üç beş palyaço çarptı. Bir tek onlar mesleklerini kendilerinden iyi icra eden bana saygıyla bakıyorlardı. Hatta bir tanesi sanırım bana saygısını göstermek için kırmızı burnunu bile çıkarmıştı.
Yardım gecesinde görev almak benim neyime? Daha kendime hayrım bile yokken hem de. Hepsi onun yüzünden şu ukala foto-şipşak yüzünden. Sahi Taner nerede?
Ah işte tekrar giriş bölümü geliyor.

"O beni prenses peri sanıyooo, ne hata yapsam geri sarıyoo, mitolojiden biri sanıyooo, bendeki de saç o taç sanıyooo"
Şarkıyı olduğundan kısa tutup –bir buçuk dakika- bateristte son kapağa vurunca salondan bir alkış kıyamet yükseldi. Oh be kimse ölmemişti. Aksine çokta beğenmişlerdi. Keşke Eda' da şu ilk konserimi görseydi "Kargadan beter bad sesin var Kankahan!" dediğine çoktan pişman olurdu.
Öğretmen kılıklı bir kadın sahneye çıkarak yanıma kadar geldi. Elimi sıktıktan sonra mikrofonu yuvasından çekip çıkardı. Tabi ya bu niye benim aklıma gelmemişti. Heyecandan heyecandan!
"Otizmli çocuklar yararına düzenlediğimiz bu geceye hepiniz hoş geldiniz."
Salon kadına cevap olarak alkış gönderirken bende içimden bir şey değil diyerek cevapladım.
"Bu çocuklar bizim çocuklarımız ve derneğimiz olarak bu çocukların gelişmesi ve ülkelerine faydalı birer birey olması için elimizden gelenin fazlasını yapmaya devam edeceğiz. Gün boyu alışveriş merkezinin içinde elinizdeki hediye çeklerinde yazılı mağazalardan yapacağınız tüm alışverişler bu çocuklarımızın eğitimi için harcanmak üzere toplanacaktır. Buraya gel hayatım."
Ne? Bana mı dedi. Lanet olsun sanırım benim de bir iki konuşma yapmamı isteyecekti. Kadının yanına vardığında bir kolunu omzuma attı. Bu ne samimiyet böyle!
"Adın nedir canım?"
"As-aslıhan"
"Evet hep birlikte Aslıhan'ı bir kez daha kutluyoruz. Görüyorsunuz onlara gerekli ve doğru eğitimi verdiğimizde başarı mutlaktır."
Başımı kaldırarak kadının yüzünde şaka yaptığına dair bir belirti aradım. Kamera neredeydi? Bateristin arkasında mı ya da sahnenin aşağısında? Kadın beni göğsüne çekerek sardığında anlamıştım bu şaka falan değildi bu tam anlamıyla bir kâbustu. Bu benim kâbusumdu. Uykuda öldürülmeyi dileyip kadının göğsünde gözlerimi kapattığımda göğsünden yükselip dudaklarından dökülen ve tüm salona ulaşan konuşmasının son sözünü işittim.
"Unutmayın ümitsiz diye bir şey yoktur.” diyordu.
Kadın yanılıyordu, bazen bu hayatta benim gibi ümitsiz vakalarda oluyordu.

Sahneden kâğıtlarımı alıp koşarcasına salon ışıklarının vurmadığı tüm gece oturduğum köşeye geçtim. Elime dağıtılan vişne sularından alıp bayat eklerlerin tadına bakmaya başladım. İki saattir ortalarda görünmeyen Taner bir anda yanımda belirdi.
“Harikaydın.”
“Bırak Allah aşkına rezil oldum görmedin mi?”
Bir kez daha tekrarladı. “Harikaydın”
“Harika mı hah! Ben hiçbir şeyi beceremiyorum bu hayatta. Ne içime sinmeyen şu lanet muhasebeyi yapabiliyorum. Ne kimsenin okumak isteyeceği bir şeyler yazabiliyorum.” Elimle az önce indiğim sahneyi göstererek ekledim. “Baksana doğru dürüst şarkı bile söyleyemiyorum.”
“Aslıhan beni dinler misin?”
“Hayır hayır dinlemeyeceğim ben gidiyorum bu kadar fiyasko yeter.”
Çantamı ve kâğıtları alıp hızla harekete geçmiştim ki daha bir adım atamadan Taner kolumu tutup beni kendine çekti. Bu ani hareketle elimdeki kâğıt yığınları ayaklarımın dibine düştü. Ne tuhaf kimsenin açmadığı o lastik şimdi kopmuştu. Hatıralarım ayaklarımızın dibine saçılmıştı.
“Ah olamaz! Bir sayfası, bir sayfası bile kaybolmamalı.”
Yerden toplamak için eğilmeye çalışsam da kolumu tutan el buna izin vermedi.
“Ne yapıyorsun bıraksana?” dedim nefes nefese.
Benimkinden daha derin bir nefes koyuverdi.
“Senin anladığın dilden konuşacağım seni ahmak. Hikâyene biraz aşk katıyorum. Aslıhan ben İstanbul’a yerleşiyorum...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder