22 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 31

 
 
Hep güzel kadınlar uğruna söylenir süslü sözler, en edebi şiirler. Ve asla unutulmayan kitaplar da hep bu kadınlar için yazılanlardır, çirkin olanlarsa kendileri karalayıp dururlar demişti bir hocam.

Gurur duydum bu gün bir kez daha kendi ...romanımı yazabilmekten…

Çünkü çok tuhaftı, hayatta beni kimse o çirkinlerin elinden çıkan kitaplarda ki benimsediğim cümleler kadar anlatamazdı ve hiç kimse o cümleleri benim için kullanmazdı, hocam da beni anlamazdı. Çünkü çok güzel bir kadındı…

BÖLÜM 31
“Yüksek Volüm”

Mum ışığı ile aydınlatılmış loş bir ortam da altı kişiyle birlikte küçük bir çemberin en zayıf halkasını oluşturuyordum. “Şimdi herkes dileğini söylüyor” dedi Burçin Hanım. Yanımda dikilen Gaye Hanım sözlerini beden dili ile birleştirerek isteklerini sıralamaya başladığında kadının yarısı karanlıkta kalan yüzüne odaklanmaya çalıştım. “Ben” diyerek söze başladı ve derin bir nefes alarak bir süre bekledi “Ben bolluk ve bereket istiyorum. Evrenin tüm güzellikleri üzerime bir yağmur gibi yağsın istiyorum.”
Biraz genel olsa da bence iyi bir dilekti. En azından bir önceki kız gibi ulu orta zengin bir koca istememişti ya da ondan önceki adam gibi karısından kurtulmayı pardon en hayırlısı ile kurtulmayı seçmemişti. Sıra bana geldiğinde heyecandan ölecektim. Bu benim ilk kozmik enerji seansımdı ve Burçin Hanım ağzımızdan çıkan her söz evrende bir yer bulur dediğinden beri sesimi çıkartamıyordum. Acaba içimizden konuştuklarımız da evrenin bir köşesinde kendine yer ediniyor muydu? Peh! Öyle olsa ettiğim o günahkâr sözlerle evren çoktan kirlenmişti.
Seansa başlamadan önce Burçin Hanım elindeki tuhaf çubuklarla “çakra” adı verilen yerlerim de ölçümler yapmıştı. Herkeste fıldır fıldır dönen o çubuklar ne hikmetse sıra bana geldiğinde ucu bana bakar şekilde önümde donup kalmıştı. Kadın olumsuz anlam da başını sallayarak yanıma gelmiş ve “tepe çakranız hariç her yeriniz kapalı” demişti sonra da peşi sıra öldürücü darbeyi indirmişti. Ayaklarımın dibini göstererek “işte sizin yayabildiğiniz enerji ancak buraya kadar” demişti. Bu sadece kendime hayrım var mı demekti? Bende diyordum ki kimse niye beni görmüyor? Yahu ben görünmezliğin sırrını bulmuş gitmiş Casper’a rakip olmuştum.
Artık içeriye seansı bekleyenlerin yanına geçmemiz için kapıyı açtığında tek düşündüğüm kapının da içinden geçip geçemeyeceğimdi. Aslında kimsenin beni fark etmediğinden içten içe hep emindim. Sokakta laf atılan kızlardan hiç olmamıştım. Kimse benimle tanışmak için bir adım bile atmazdı. Hatta bir gün görünüp görünmediğimi test etmek için Haydarpaşa- Gebze banliyösüne binip soyunmayı bile düşünmüştüm. Anneannem “yerde para arayanlar gibi yürüyorsun kızım” dediğinde hatamı da anlamıştım. Ardından yüzümü yine yere eğince “Aferin ağır kızlar işte böyle olur” demişti.
Ne ağırı anneanne kırk yedi kiloyum ben. Bu da canımı sıkan son ergenlik fobilerimden biriydi. Boyuma göre oldukça zayıftım. Eda sürekli “Kanlı kürdan” diyerek benimle alay ettiğinde her ne kadar takmadığımı ifade etmek için omzumu silksem de içimde biriken sinirle vücuduma meydan okuyordum. Gece evde herkes uyuduktan sonra kimseye belli etmeden mutfakta içtiğim yarım litre yağlı inek sütlerinin sebebi hep buydu. Ah! Tabi bir de maaşımı yatırdığım kuruyemişlerim vardı. Söylesenize kim parayı kuruyemişe yatırırdı ki? Kuruyemiş kilo aldırır, uzak durun diyen şu beslenme uzmanlarının canı cennete gitsin ki kilo alamıyordum.
Ve tek kalkanım büyük çantalarımdı. Genç kızlıktan beri incecik belimi kapatmak için kullandığım şu boyum kadar çantalar. Keşke insanlar iki tane çanta takabiliyor olsalardı. Olsalardı da sol tarafımı da kapatabilseydim. İşte benim bünyemle savaşım bu kadardı ve tam da buraya kadardı.
“Evet dileğiniz nedir Aslıhan Hanım?” Burçin Hanım’ın benden bir cevap beklerken odanın karanlıkta kalan köşesinden gelen sesini işittim. Bu enerji ve benzeri tüm giriştiğim işlerde bana göre şöyle bir durum vardı. Siz kendinizi değiştirmek ve iyileştirmek istemezseniz size hiç kimse yardım edemezdi. Bunun için işe kendinizi sevmekle başlamanız gerekirdi. Bu incecik belimi, gel git aklımı, koca ayaklarımı en önemlisi hala göğsümün altında atan bu kalbi sevmem gerekirdi. Bu yüzden bende dilemem gereken ilk şeyi istedim.
“Düşünce tarzımın değişmesini istiyorum ve içimdeki tüm kilitleri bir bir sökmek. Artık kendimi sevmek istiyorum.” dedim. Burçin Hanım işe nereden başlamam gerektiğini anladığımı görmenin mutluluğu ile bana doğru birkaç adım attığında kadının yüzündeki gülümsemeyi de gördüm. Onun harika bir enerjisi vardı, gördüğüm hiçbir psikolog bana bu etkiyi vermemişti. Gaye Hanım sırtıma hafifçe dokunarak her zaman verdiği desteği o günde esirgemedi. Benden sonraki iki kişi de güzel dileklerini sunduktan sonra seansa başlamamız için gözlerimizi kapamamızı söyledi.
Ve ben bir saat boyunca yüksek volümlü bir müzik eşliğinde hep saklamaya çalıştığım o incecik belimle cesurca dikilirken ilk defa sevdim. Kadın hangi kanalı açmıştı önemli değildi ve hangi çakram işlemeye başlamıştı umurumda da değildi. Kendime ilk defa inanmıştım ve ilk defa sevmiştim. Bu bir erkeği sevmek gibi değildi, bir eşyayı ya da hep kıymetini bildiğimizi sandığımız hayatı sevmekten farklıydı. Ben o gün bir kadını sevmeye başlamıştım. Örselenmiş bir kalbi olan ve eksik hikâyeli bir kadını. Bu özüne dönmekti ve bu aslını sevmekti.
Anlamıştım işte! Sanırım biraz canına okunmuştu sevdiğim aslımın, çocukluk hayallerimin, büyük ümitlerimin!
Bir metropol de yaşıyor olabilirdim, sevmediğim bir işi yapıyor ya da sevmediğim bir adamla birlikte oluyor da olabilirdim.
Aklıma neden şimdi geldi bilmiyorum. Hep güzel kadınlar uğruna söylenir süslü sözler, en edebi şiirler. Ve asla unutulmayan kitaplarda hep bu kadınlar için yazılanlardır, çirkin olanlarsa kendileri karalayıp dururlar demişti bir hocam. Gurur duydum bu gün bir kez daha kendi romanımı yazabilmekten… Çünkü çok tuhaftı, hayatta beni kimse o çirkinlerin elinden çıkan kitaplardaki benimsediğim cümleler kadar anlatamazdı ve hiç kimse o cümleleri benim için kullanmazdı, hocam da beni anlamazdı. Çünkü çok güzel bir kadındı…
Ama şimdi o güzel kadının da bilmediği bir şey vardı.
Ben sevgi dolu öleceğimi biliyorum mesela. Başkalarını boşver de en önemlisi kendimle küs gitmeyecektim bu dünyadan. Gözlerim hala kapalıyken gülümsedim. Derken bir hayal ya da rüya arasında bir şey gördüm. Uzakta yüzü tanıdık bir kadın vardı, sanırım denize yakın bir yerdeydi ki deniz sesi kulağıma kadar gelmişti, ayaklarım beni ona doğru götürdü, çekinmeden yürüdüm ben de tahta bir sandalyeye yaslanmış kadına. Yanına kadar gittiğimde gözlerini gördüm. Başı yana düşmüştü ve gözleri hafif açıktı. Gözleri kucağından yere düşmüş okuduğu son kitabındaydı…
“Aslıhan gözlerini açabilirsin.” Burçin Hanım’ın sesiyle gözlerimi açtım, bir pencerenin önünde dikiliyordum. Arkamı döndüğümde herkesin benden iki metre uzakta ki yerlerinde dikilmeye devam ettiklerini gördüm. Bu mümkün değildi; fiziksel anlamda yürüdüğümü hissetmemiştim bile. Ben şaşkın şaşkın mesafeyi ölçerken o “Ne gördün?” dedi. Sesinin tınısında tuhaf bir şefkat vardı. Seanslar da görülenlerle ilgili en az beş kitap devirmiştim ama gördüğüm şeye anlam verememiştim.
“Bu gördüğüm en güzel rüyaydı.” dedim. Belki de insanın gözlerini sadece gerçek sevgi açabilirdi ve körler de buna dâhildi.

-Bir hafta sonra-

Harun Bey “Seni almamı ister misin?” dediğinde muzipçe gülümsedim. O malum geceden sonra sadece üç kez telefonda görüşmüştük. Ve dördüncüsü de bu sabah taze mali müşaviri tebrik etmek için aradığında olmuştu. O zaman bu beşinci telefon görüşmemizdi. Tam tamına dokuz gün ve yedi saate beş görüşme hiçbir şey ifade etmezdi. Biz sadece ortak arkadaşları olan iki tanıdıktık. Berfin kendimi kandırdığımı söylese de yanılıyordu. Başka bir anlamı yoktu, olmamalıydı.
“Hayır hiç gerek yok. Benim için zahmet etmeyin. Eski bir arkadaşımla görüşeceğim, oradan eve uğrayıp akşam geçerim.” Karşıda kısa süreli bir sessizlik oldu ardından konuşmaya başladı. “Pekala beni boğazın ortasındaki bir adada bu deliler ile yalnız bırakma. Seni teknelerin orada bekleyeceğim. Saat sekizde.”
“Pekala, sekizde” diyerek onayladım.
“İyi tamam” diye devam etti.
“Oldu o zaman” dedim.
“Görüşürüz”dedi.
“Görüşürüz”dedim.
Telefonu kapatıp az önce masaya bıraktığım kitabımı elime adım. Serin bir eylül akşamıydı. Evime yakın semtteki kafeterya da böyle keyifle otururken bir adam tepeme dikilip adımı fısıldadı. Okuduğum kitaptan başımı kaldırıp yüzüne baktım. Saçları uzun, yüzünde kirli bir sakal ve daima kendini gösteren gamzesi ile bana bakıyordu tanıdık yüz. O da tanıdığımı anlamış olacak ki selam sabah vermeden on yıldır içinde kilitli o soruyu bir kez daha tekrarladı.
“Ben ne yaptım akılsız kız.” dedi. Bu sefer kendi yaptığından pişman konuşur gibiydi. Kilitli kalbimin ben bile şifresini unutmuşken başımın sol tarafında bir acı hissettim. O an tek doğru cevap geldi aklıma.
“Hiç, hiçbir şey yapmadın.” Omuz silktim gülerek tepemdeki şaşkın adama. ”Sorunda bu.”
Adam aldığı küstah cevap karşında yanımdan kaçarak uzaklaşırken kafeteryanın kapısı açıldı. İçeri şen şakrak hoş bir bayan girdi. Masamdan henüz ayrılan adama bir bakış atıp karşıma oturdu. Tamamen içgüdüsel olarak başımı tutan elim genç kadının sorusu ile kucağıma düştü.
“Başına ne oldu?” dedi yerine yerleşirken.
“Nurhayat çarptı şekerim.”
“Hay Allah nerden geldi aklına ya? O kim kız ben gelince kaçtı, sevgilimi yaptın?” dedi Nurhayat neşeyle.
“O mu?” dedim elimi sallayarak. “O akılsız bir erkek. Haydi, sen ver benim davetiyemi.”Elindeki davetiyeyi tam uzatmışken hızla geri çekti. “Ay dur bakayım şey değil mi o? İnanmıyorum.”
“Sercan” dedim gülerek.
“Ay tipe bak göbeklenmiş mi o, saçları da dökülmüş, babam bile daha genç gözüküyor.”
“İlahi Nurhayat ver şu davetiyeyi çatlıyorum meraktan.”
Davetiyeyi kaptığım gibi her detayını inceledim. Gözlerinden mutluluk akan genç kadından düğünün tüm detaylarını da öğrendikten sonra dedikodular kısmına geçtik. Görümce kısmını yeni geçmiş, balayı konusunu irdelemek üzereydik ki çalan telefonum muhabbete turp çıkmakta gecikmedi.
Bu sefer erteleyemeyeceğim bir görüşmenin öncesindeydim. Nurhayat solan yüzüme bakıp tek kaşını havaya kaldırdı. “Ne oldu? Yeni enişte mi?”
“Hayır” dedim. “Bu eskisi. Ben anlamıyorum Nurhayat bu adamlar hayatımdayken bana değer vermezler sonra neden bana geri dönerler.” Nurhayat arkasına yaslanarak eline aldığı çay kaşığı ile masada gelişi güzel ritim tutturmaya başladı.
“Cevap basit hayatım sen adamları kendini kaybedecek kadar seviyorsun. Ve gittiklerinde senin yerine koydukları yeni aşkları senin boşluğunu dolduramıyor. Sen onları kendine mecbur bırakıyorsun.”
“Saçmalama ben ne hissediyorsam öyle davranıyorum. Suçlu ben miyim şimdi?”
“Suçlu hala hatta. Haydi aç bakalım neler sıralayacak.” Tamam dercesine başımı salladım ve tüm söyleyeceklerine hazırlıklı olarak çalmaya devam eden telefonu cevapladım.
“Efendim Taner?”
“Merhaba Aslıhan nasılsın?”
“İyiyim, seni dinliyorum.” Sen nasılsın bile demeden konuya girmekle soğuk tavrımı ortaya koymuştum. Bu sırada kaş göz işareti ile istediği cevabı alamayan Nurhayat yerinden kalkarak yanımdaki sandalyeye oturdu. Taner tekrar konuşmaya başladığında ise o da kulağını telefona yapıştırdı.
“Seninle görüşmek istiyorum lütfen hemen hayır deme sana bir şey göstereceğim.”
“Görüşecek bir şey yok Taner, lütfen beni aramaktan vazgeç.”
“Aslıhan eğer gelmezsen ben sizin eve geleceğim.” Al başına belayı. Bir ikinci Uğur vakası daha yaşayacak kadar tecrübesiz değildim fakat bir erkek reddedilince neden hep ısrarcı ve tehditkâr bir karaktere bürünürdü!
“Ne diyor ne diyor?” Telefonu elimle kapatıp Nurhayat’a sessiz olmasını işaret ettim. Ardından konuşmaya devam eden Taner’i duyabilmek için elimi az önce koyduğum yerden hızlıca çektim.
“Bak adresi vereyim sen gel.”
“Hayır” dedim öfkeyle ve aynı öfkeyle telefonu kapatıp masaya fırlattım. Bana telefonda bitti diyen bir adam son bir randevu için ısrar ediyordu. Böyle bir hakkı kendinde nasıl bulabiliyordu. Evime gelmesi bile şu anda umurum da değildi. Umurumda olduğu an ise yarım saat sonra Nurhayat’ın yanından ayrılmış ve bizim sokakta yürümeye başladığım sıralardı. Bir araç önümü kesercesine durup Taner içinden fırladığında günlerdir ertelediğim karşılaşma yaşanmıştı. Aracın ön tarafından hızla geçip kaldırıma çıkarak karşımda dikildi.
“Biliyorum ben hayvanın tekiyim. Şu hayatta pul kadar değeri olmayan kadınlara neler yaptığımı düşününce…” benden tek bir tepki bulamayınca konuşmaya devam etti. “Ben sana hiçbir şey yapamadım.”
“Şimdi bir şey yapabilirsin mesela Taner, önümden çekilip gidebilirsin.” Bir adım ilerleyip doğrudan gözlerinin içine bakarak konuştum. “Bu bana, bu zamana kadar yaptığın en büyük iyilik olur.”
“Tamam gideceğim ama son bir şey göstermeme izin ver. Sonra yemin ederim hayatından çıkıp gideceğim.”
“Lanet olsun ne göstereceksin göster!”
Cevap yerine yanımdan geçerek arabanın kapısını açtı. Ağır adımlarla ilerleyip açık kapıya yürüdüm. Elimi kapıya koyduğumda başımı kaldırıp yüzüne baktım. Binlerce duygu geçen yüzde bir tek huzur bulamadım. Ne tuhaf en zor zamanlar da hep bu yüzde huzur bulmuştum. Zaman acımasızdı ve asla yarım kalmış aşklara ilaç olmazdı.

*****
Bir saat sonra Avrupa Yakası’nın boğaza yakın en nezih semtlerinden birinde yüksek binaların oluşturduğu bir sitenin girişindeydik.
“Neden geldik buraya?” dedim. Herhalde yine bir yardım gecesine falan gitmeyi bekliyordum ya da bir fotoğraf çekimi. Aslında göstereceği şeyi hiç düşünmemiştim bile.
“Gel” derken elimi çoktan tutmuştu. Bizim tüm ailenin tek seferde sığabileceği kadar geniş bir asansörle aklımın alamayacağı kadar yükseğe çıktık. Asansör çıkabileceği en üst katta -yirmi altıncı katta- durduğunda onuncu kattan beri tuttuğum nefesimi bıraktım. Taner koşar adım bir dairenin kapısı açıp “Gel haydi” dediğinde arkasından süzülen ışığa bakakalmıştım. İçeriye doğru ilerledim. O kapıyı kapatıp yanıma geldiğinde ben içerinin büyüklüğünden dolayı hala şaşkındım. Kendi etrafımda bir tur dönerken o çoktan salonun önündeki devasa terasın kapısına varmıştı. Ortasında durarak iki eliyle kapıyı ayırırcasına kaydırdığında zaten tüm odaya hâkim olan gün ışığı boşta kalan birkaç noktayı da doldurdu. Terasa çıktığımda nutkum tutulmuştu. Neredeyse tüm İstanbul ayaklarımın altındaydı. Yükseklik korkumu yenebildiğim kadarıyla korkuluklara yaklaştım. Manzara nefes kesiciydi. Boğaz, Hisar, Üsküdar ve Su Ada… Hepsi ayaklarımın altındaydı. Biraz uğraşsam bizim evi bile görebilirdim belki. Aklımı topladığım ilk an Taner’e dönerek sordum.
“Taner kimin burası? Neden geldik?” Yanıma yaklaşarak omuzlarımı tuttu. “Burası benim yeni evim Aslıhan?”
“An-anlamadım?” Bir adım geriledim. “Hani sen batmıştın. Hani seni artık kimse kurtaramazdı?” Benim açtığım mesafeyi hızla kapattı. “Muğla’ya gittim. Oradaki çevremi sana anlatmıştım, güçlü bir ortak buldum. İlk işimiz tahmin ettiğimden iyi kazanç getirdi.”
“Orası öyle” dedim ellerimle etrafı göstererek ve sonra da kendimi gösterdim. “Benden ne istiyorsun?”
“Biz seninle çok zor zamanlar yaşadık Aslıhan ve eğer ….”
“Bak söz konusu borçlarsa, ben onları kapadım. Şans de talih de bir şekilde para buldum ve kapadım. Bana bir borcun yok artık. İçin rahat olsun ayrıca senden de nefret etmiyorum.” İçeri gitmek için hareket ettiğim sırada kolumu tuttu. “Bir gün zamanı geldiğinde senden beni affetmeni isteyeceğimi söylemiştim. O gün bu gün Aslıhan.”
“Seni affediyorum Taner, bırak kolumu artık gitmek istiyorum.”
“Anlamıyor musun Aslıhan ben hikâyendeki tek gerçek aşk olmak istiyorum. Sonsuza kadar.” Tam olarak kalbimi işaret ederek ekledi. “Sadece bunu istiyorum.”
“Bu mümkün değil Taner o bölümü geçtim ben.” Bu alaylı cevap onu biraz sinirlendirmişti.
“O zaman siler ve tekrar yazarsın. Beni öylece hayatından çıkaramazsın.” Şimdi sesi ondan duyduğum en yüksek volüme ulaşmıştı işte. “Bir şans vermek bu kadar mı zor?”
Üzerime gelmeye devam ettikçe bende mümkün olduğunca geri kaçıyordum. “Lüt-lütfen ısrar etme” dedim arkamı dönüp kalan mesafeye göz ucuyla bakarak ve devam ettim. “Bak biz arkadaşız tamam mı arkadaş olarak da kalalım.” Bir adım daha atmadan ağzımdan çıkacak en iyimser cümle bu olmuştu.
O bana doğru gelmeye devam ederken bağırmaya da devam ediyordu. “Ev aldım senin için. Bizim için.”
“Sen beni Rus sevgililerinle karıştırdın galiba! Hem biliyor musun ben bu eve hiç yakışmam iğreti dururum içinde, ben alışmışım iki göz odalı küçümsediğin o evlere.” Bana dokunduğu an çığlığı bastım. “Yeter gel-gelme korkuyorum yüksekten.”
“Sana metresim değil karım ol diyorum aptal. Sana her şeyi verebilirim.”
“Her şeyimi? Ya güven onu da verebilir misin? Artık sana güvenebilir miyim?” Şimdi bende sesim çıktığı kadar haykırıyordum. Taner ağzını açmıştı ki çantamdan gelen ses konuşmasını böldü. Elleriyle saçlarını yolarcasına karıştırırken öfkeyle yüzüme bağırdı. “Bak şu lanet olası telefona.”
Titreyerek çalan telefonu çıkardım ve gördüğüm isim ne yazık ki sadece titrememi daha da arttırmıştı. Taner’le göz göze geldiğim an ise birisi kafama kalın bir kitapla vurmuş gibi hissettim. Sol yanımda kalbim de bir aydır aralıklarla hissettiğim o muhteşem sancı bıçak gibi şu anda bir kez daha girmişti. Geçen hafta Gaye Hanım’ın uyarılarına kulak asmamak ve bir doktora gitmemekle belki de hata yapmıştım. Ben kalbimi sıkı sıkı tutarken o sorgulayan gözlerle bana baktı.
“Kim o?” dedi ve ardından aklına düşmüş ve canını yakan yeni bir düşünce ile üzerime geldi. “Senin hayatında biri mi var?” Konuşmak istiyordum kesinlikle cevap vermekti niyetim ama acıdan dolayı hareket edemiyordum. Elimdeki telefonu kapıp ekranına öfkeyle baktı. “Harun Kim? Kim diyorum? Cevap ver bana.”
“Nefes alamıyorum Taner(!) Yard-yardım et.”
Beni duymadı bile. Nasıl duyabilirdi ki haykırarak konuşan birisinin karşısında sesim duyulabilecek kadar çıkmıyordu. Ve o kıskanç bir adamın en tipik davranışını yaptı. Telefonu yirmi altı kattan aşağı fırlattı. Yapma demek için artık çok geç kalmıştım. Ayakta durmakta zorlandığım için şimdi iki büklüm durumdaydım. Yere çömeliyordum ki beni kollarımdan tutup havaya kaldırdı.
“Bir de beni sevdiğini söylüyordun.” dedi.
“Yapma kalbim.” dememle ayaklarım yerden kesildi ve sadece iki saniye sonra sırtım demir korkuluklara çarpmıştı. Kollarında deli gibi çırpınıyordum. Aşağı baktığımda gelirken geçtiğimiz caddenin ne kadar uzakta olduğunu gördüm ve o son model arabalar şimdi elimde tutabileceğim oyuncak otomobiller kadar ufaktı. Taner beni kendine geri çekerken başım tüm boğazda bir tur atıp onun omzuna düştü. Sonra elim düştü. Ve tüm bedenim güçten düştü.
“Aslıhan. İyi misin? Aslıhan!”
“Taner kalbim” diyebildim ikimiz birlikte terasta yere yığılırken.
“Hemen geliyorum.” dediğini duydum geri kalanında gözlerim kararmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ensemdeki bir el bana kuvvet uygulayarak sırtımı duvara yaslamamı sağladı. Çenem kilitlenmişti ve her yer kararmıştı belki de akşam olmuştu.
“İç şunu” diye emreden Taner’in sesini hayal meyal duyabiliyordum. “Aslıhan su”
Başımı kaldırıp yüzüne odaklanmaya çalıştım. “Su” dedim bende. Sihirli sözcük buydu.
“Evet su hayatım haydi iç.”
“Beni su adaya götür Taner, burada ölmek istemiyorum.”
“Ne ölmesi başın döndü saçmalama.”
Elindeki bardağı son gücümle ittim. “Beni su adaya götür lütfen.”
“Pe-peki” dedi. Yirmi altı katı kucağında indirip arabasına koyarken hala hastaneye gitmekle ilgili bir şeyler mırıldanıyordu. Direksiyona geçince pes ederek zaten beş dakika mesafede olduğumuz yeri uçarcasına tamamladı.
“Geldik” dediğinde gözlerimi açtım ve etrafa bakındım. Hava gerçekten kararmıştı. Üstelik göğsümdeki ağrı da tamamen geçmişti. “Teşekkür ederim git artık lütfen.” diye mırıldandım.
“Asla seni bu halde bırakmam.” diyerek araçtan çıktı. Derin bir nefes vererek aynısını yapmaya çalışırken o benim olduğum tarafa çoktan varmış ve kapıyı açmıştı. Elini uzatarak çıkmama yardım etti. Aracın kapısını kapatıp tek kolumu boynuna doladı. “Yaslan bana” dedi belime sarılırken.
Araçtan bir adım uzaklaşmıştık ki; bir kükreme sesi duydum. Bu kesinlikle Taner’den daha güçlü birisine aitti. Başımı kaldırdığımda onu gördüm. Harun Bey geçen sefer ki o muhteşem takımlarından biriyle karşımızda dikiliyordu. Adamın gözlerinden alev çıkıyordu ve ben yine düzgün bir elbise bile giyememiştim. Allah’ım ben bu adamın karşına düzgünce çıkamadan mı ölecektim? Harun Bey attığı her adımda yeri sallandırarak yanımıza geldi. Elleri iki yanında yumruk olmuştu ve bakışlarıyla baştan aşağı beni süzdükten sonra tüm dikkati yanımda ki Taner’e kaymıştı.
“Ne yaptın ona!” diye bağırdı. Bu kesinlikle ömrü hayatımda duyduğum en kalın erkek sesiydi ve aynı zamanda kulağa en melodik gelen bas sesiydi.
“Harun Bey ben iyiyim. Ufak bir kaza geçirdik. Sağolsun Taner de...”
Cümlem hava da, kolum da boşlukta kalmıştı. Çünkü altındaki adam artık yerinde durmuyordu. Başımı çevirdiğim de Taner’in yerde burnundan gelen kanı silerken ayağa kalkmaya çalıştığını gördüm. Harun Bey ise havada hala yumruk halinde duran elini sallandırırken arkasını döndü. O eli hiç açmadan dudaklarına götürdüğünü zar zor görebilmiştim. Hızla arkasını dönerek kolunu bana doğru uzattı. Şimdi az önce yumruk şeklindeki eli tam olarak beni işaret ediyordu.
“Sana bir şey olsaydı…”dedi, devamı onun titreyen çenesinden ve benim küçük hıçkırığımdan dolayı kesildi. Ve bir an daha bekleyemeye tahammülü olmayan bir adamın var gücüyle beni sardı. Hayatımda hiçbir adam beni bu kadar sarmamıştı. Ellerimi onun koltukaltlarından geçirerek iki omzunu sıkıcı kavradım. Sarılacağım son adam olduğunu bilseydim daha da uzatırdım ve şuanda da duyduğum tam gaz araba sesi muhtemelen Taner’in olmalıydı. Bu da benim Taner’i son görüşüm olmuştu. Gerçi kimin kimi son kez gördüğü belli olmayan bir gecedeydik ve gece henüz bitmemişti. Kollarımı gevşeterek kendimi geri çektim. “Ben iyiyim gerçekten.”
“Hemen hastaneye gidiyoruz.” dedi yine şu emrivaki ses tonuyla.
“Gerçekten iyiyim, bana inanın. Lütfen.”
“Gelip seni almalıydım. Lanet olsun!” dedi. Küçük teknelerden birini işaret ederek gülümsedim. “Merak etmeyin buraya gelmeden ölmezdim.”
“Böyle şakalar yapma lütfen.”diyerek söylendi ve ardından yüzüme bakarak ne kadar iyi olduğumu kestirmeye çalıştı. Sanırım daha iyi görünüyordum ki beni kendi tahsis ettiği bir tekneye doğru götürürken konuşmaya devam etti. “Vural’lar da az önce geldi.” Tekneye atlayarak elini uzattı. Uzattığım elimi adeta sarmaladı ve beni küçük tekne de en güvenli bulduğu yere oturtana kadar da bırakmadı.
Karşıdaki ışıklar ve kalabalık göz alıcıydı doğrusu. Sanırım bir de düğün vardı. Gelinlikli bir kız uzaktaki kalabalığın arasında ilk gözüme çarpandı. On dakika sonra küçük grupla buluştuğumuzda emin olmuştum.
Burası tam da adı gibi sulu insanlarla dolu bir yer.
Su ada.
Ana karadan kopmuş bu küçücük kara parçasının tıpkı kendisi gibi üzerindeki insanları da dünyadan kopardığı bir yer…
Gözünü sevdiğimin Kız Kulesi! Nerede senin o tarihin, naifliğin ve dilden dile geçen efsanelerin(?)
Burada tek hissedilen yüksek volüm! Omuzlara konan küçük ama baştan çıkarıcı öpücükleri görmek istemiyorum ve izinsiz saçlarda gezen ellerden nefret ediyorum. Kendimin artık içinde mutluluk hariç başka hiçbir duygu içermeyen gerçek gülüşlere hasret kaldığını hissediyorum.
Çok tuhaf değil mi; yaşı ilerlemiş insanlar geride kalan hayatları için “hızlı akan bir film gösterisi“ gibiydi derler; oysa bize bu film hiç bitmeyecekmiş gibi gelir.
Onlar öldükten sonra gidecekleri yeni yerde kuracakları hayatı düşlerken biz gençliğimize güvenip dünyaya çaktığımızı düşündüğümüz kazıklara tutunup işte böyle sahtece gülümseriz.
Ve bazen ölümün; bize bir nefes kadar yakınımızda olduğunu hatırlatması için kulağımıza en yüksek volümle bağırması gerekir. Tıpkı bu gece olduğu gibi…
Harun Bey kulağıma eğilerek “Bir iki görüşmem var sana söz hemen geleceğim” dediğinde yarım saat geçmişti.
“Peki” diyerek gülümsedim ardından onun kendisi gibi kibar giyinmiş üç tane adamın yanına gidişini hayranlıkla izledim. Bar tarafına baktığımda Vural ve Berfin kendilerinden geçmiş dans ediyorlardı. Uygar ise barmenliğe özenmiş olacaktı ki genç ve güzel kızlara içki servisine çoktan başlamıştı.
Yüksek! çok yüksek volüm vardı. Her tarafı devasa kolonlar sarmıştı ve şuan da başım bu kadar gürültüyü hiç kaldırmayacaktı. Kalabalığın arasından sıyrılarak barın uzağına doğru yürüdüm. Neyse ki bu tarafta ki mekân erken kapatmıştı. Dışarıdaki tahta sandalyelerden birine oturarak denizi seyre daldım. Güya İstanbul’luyum diye geçinirdim. Oysa buraya daha önce hiç gelmemiştim. Benim tercihim hep Kız Kulesi olmuştu. Bilmiyorum belki tarihinden belki de mistik bir havası olduğu için gönlüm hep oradaydı. Kendimi yeni yeni keşfediyordum bu doğaldı çünkü içimdeki benle barışalı daha bir hafta olmamıştı. Çantamı açıp içinden en sevdiğim kitabımı çıkardım. Sonuna yirmi sayfa kalmıştı. Gerçi sonunu bilsem de her seferinde aynı heyecanı hissetmek harikaydı. Okumaya başladıktan kısa bir süre sonra kendimi her seferinde olduğu gibi kaptırmıştım. Kulağıma denizin o muhteşem sesi geldiğinde bir rüzgâr saçlarımı dalgalandırdı. Anlamıştım, her hikâyenin bir sonu vardı ve sanırım benim hikâyemin de bu kitapla birlikte son bulacaktı. İyi ki yazdıklarımı saklamıştım. Bir gün ben ölsem bile birileri bunları bulup yazardı.

Ağlamayacaktım, hayır ben mutlu ölecektim.
Ölecektim de; sadece şu hayatta merak ettiğim ne kadar çok şey vardı;
Mesela bir erkeğin rüyasına girip girmediğimi çok merak ederdim.

Bir de söylerler ya uçurtma uçurmanın o deli keyfini hep merak etmiştim.

Ama ben en çok bir babanın atacağı tokadın ne kadar can yakacağını merak ederdim.

Kitap kucağımdan yere düşerken aklımda son kalan; yirmi yedi yaşın kendini sevmek için çok geç ama veda etmek için de çok erken bir yaş olduğuydu…!
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder