Peri masallarındaki büyülerin bozulabilmesi ve efsanelerdeki en derin sırların açığa çıkması için bilinmesi gereken o zor bilmeceler gibiydim ben. Asla ilk akla gelmeyen ve uğraşmaya değmeyip cevabı ters çevrilerek tek nefeste okunabilen......
"Cevabı siz olan bir bilmece olsaydınız, soru ne olurdu?"
Ortaokul ikinci sınıftaki kompozisyon yazılılarından birinde karşıma çıkan -cevabı zaten doğuştan tuhaf ben olan- soru işte tam olarak buydu. Nilgün Hoca masasının ucuna vurarak başlamamızı söylediğinde ben tahta kalemin arkasını dişlemekle meşguldüm.
Sağa sola bakındığımda herkesin çizgili kâğıtların üzerine ataçla tutturulmuş temiz ve düz beyaz sayfalara inci gibi dizilmiş maniler yazdığını gördüm. Ne tuhaf ben hariç herkes bu yaşta kendi şifresini çözebilmişti demek. Peki ben, benim bilmecem neydi?
Ah Nilgün Hoca! İnsandan ala bilmece mi vardı şu dünyada;
Ben ne yazsam buraya, nasıl olsa değişir ki yarına (?)
BÖLÜM 26
“Bilmeceler”
İstanbul 2007-2008,
“Ümran Bey; yani ben bunu kabul edemem, bu çok büyük bir şey.”
“Kızım bak şimdi ben bu deliyi tek başına tatillere gönderemem. Gidebilecek başka arkadaşı da yok şuan. Hem sana da güzel bir tatil olur fena mı?”
Nuray oturduğu yerden heyecanla bağırıyordu. “Lütfen Aslıhan, hadi inat etme. Harika olacak.”
Ümran Bey’in ofisinden ayrıldıktan sonra Nuray Hanım’la olan resmi ilişkimiz gerçek bir arkadaşlığa dönüşmüştü. Bunun yıllar içerisinde sıkı bir dostluğa dönüşeceğini ise o zamanlar henüz bilmiyordum. Hanım kelimesini bile kaldırmam bu despot kadın karşısında oldukça zor olmuştu. Zamanla Nuray’ı iş dışında da tanıdıkça kendime ne kadar benzediğini fark etmeye başlamıştım. O da benim gibiydi. Canını yakmayanlara asla dokunmaz fakat canını yakanların ciğerini de çekinmeden eline verirdi. En önemlisi dürüsttü. Fazla dürüsttü. Bu dürüstlük yaptığı meslekle pek bağdaşmasa da genç kadının bundan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Evet; mükellefe çatır çatır ödettiği vergiler, mizanları kuruşlarına kadar temizlemeler bizim meslek için fazla dürüstlüktü. Haksızlık mı? Haksızlığa karşı tutulacak bir çene de bu kadında yoktu. Tez canlılık ve merak ise onun temel yapı taşlarından ilk ikisiydi. Şimdilerde ise tek derdi yaşı daha da ilerlemeden evlenmekti ve evlenmeden önce kız kıza harika bir tatile çıkmak. İşin kötüsü bunu yürekten istememe rağmen benim Eda ile çıktığım orta halli tatilden sonra böyle lüks bir tatile çıkacak beş kuruş param kalmamıştı. Bu durumda devreye giren Ümran Bey ikimizin de tatil masraflarını ödemeyi kabul etmişti. İşte bu sebeple beni konuşmak için ofisine çağırmıştı. Başımı Nuray Hanım’ın ısrarlı yüzünden Ümran Bey’e çevirdim.
“Tamam bir kısmını ödeyeceğim, geri kalanı da taksit taksit vereceğim.”
Bu sözün üzerine hafta sonu gittiğimiz turizm acentesinde Nuray’la kataloglara bakıyorduk. Allah’ım! Geceliği iki yüz lira mı? İnsanlar ne yapıyorlardı? Bir haftalık tatile çıkmak için bir yıl çalışıyorlar mıydı? Peki, sonra o tatildeki yiyecekler boğazlarında kalmıyor muydu? Galiba benim kalacaktı.
“Fethiye’ye mi gitsek? Ay yok yok bak İzmir’deki bu otelde çok güzel!” Nuray kataloglar arasında hayatının en büyük kararsızlıklarından birini yaşarken devreye acentedeki görevlilerden biri girdi.
“Ben size şu iki oteli öneririm, ya da şunu. Bu aslında daha çok tatil köyü gibi. Otel haricinde apart dairelerde var. Çok büyük bir alana kurulu.”
Sanki bir önemi varmış gibi heyecanla sordum. “Nerede?”
“Antalya Side’de.”
Antalya! Ah! Antalya. Turist cenneti, Türkiye’nin bir ucu. İkimizde balkonlarından sarkan sarmaşık güller, mor lobelya ve obrezyalar içerisindeki şirin apartlara daha fotoğraflarından âşık olmuştuk. Burası tıpkı Teoman’ın dediği gibi renkli rüyalar oteliydi.
Göz göze geldiğimiz an ikimizin de tercihi belliydi. “Burası, burası burası olsun.”
Acenteden çıkarken bizim içimizde tek bir burukluk vardı. Rezervasyonumuz kırk gün sonrayaydı. Kırk gün geçer miydi ki?
Ümran Bey arkamızdan gelerek komik şapkasını başına taktı. Biz ise elimizdeki otel krokilerine bakarak çoktan planlar yapmaya başlamıştık bile.
“İlk gün odalarımıza yerleşince ilk iş denize gideriz.”
“Hayır hayır baksana aqua parkta çok güzel Nuray!”
“Tamam o zaman ilk gün havuza ikinci gün denize.”
Ümran Bey bize bakarak tüm muzipliği ile gülümsedi. O bambaşka bir insandı, eski İstanbul beyefendilerinin son temsilcilerinden, espri yeteneği tavanları süpüren ve ileri görüşlü bir adamdı ve ben onu tanıdığım için kendimi her zaman şanslı saymıştım. Şans yüzümüze bakarak kafasından geçenleri dile getirdi.
“Ah kızım bulamadınız ki zengin bir koca. Korkarım bu sizin son mükemmel tatiliniz olacak.” dedi.
Hah! Ne tuhaf, gerçekten de öyle olmuştu.
*****
Bilgisayar ekranından başımı çevirmeme sebep olan şarja takılı cep telefonumun viyaklamasıydı. Yazık sesi bile artık eskisi kadar gür çıkmıyordu. Yaşamak için artık şarj adı verilen yaşam ünitesinden en fazla üç saat ayrı kalabiliyordu. Yerimden kalkarak onun ana hayat damarını koparıp elime aldım. Bilmediğim bir numara ısrarla aramaya devam etmekteydi. Telefonun kapağını açarak cevapladım.
“Efendim?”
“Merhaba Aslıhan, Ben Taner”
“Hangi Taner?” Elimle alnıma hafif bir şaplak attım. Ne demek hangi Taner? Sanki Taner’lerle dolu bir geçmişim vardı. Yakışıklı Taner, öğretmen Taner, annesinin kuzusu Taner sonra belki de işgüzar Taner.
“Hey, Orada mısın?” Evet bu işgüzar olanı olmalıydı.
“E-evet.” Buradaydım. Hafta içi saat dokuz altı arası ben hep buradaydım! Burası neresi miydi? Kapıda her ne kadar mali müşavirlik bürosu yazsa da benim için tam olarak dairenin şekliyle de uyumlu “F” tipi cezaeviydi.
“Taner Baki Güvener ben. Hani tatilde tanışmıştık. Şu üç isimli şizofren fotoğrafçı.”
“Numaramı nereden buldun?”
“Eee, sen verdin?”
“Ben mi verdim!”
^^^Bir buçuk ay önce^^^
Plaja doğru beni bekleyen Eda’nın yanına giderken taş gibi bir hatunun resmini çeken tanıdık şipşak keyiften dört köşe konuşuyordu. Ne konuştuğunu bilmiyordum. Oçen’li Dobre’li bir şeyler konuşuyordu. Şimdi bacak boyu benim tahminen boynuma falan gelen Rus güzeli kalçalarını çıkararak poz verirken düşünüyordum tabii ki adam Rusça konuşuyordu. Alın size bir eksiklik daha. Hem dil bilmezsin hem de gelirsin buralara. Yürü kızım yürü haydi plaja! Beni görmeseler bari yeni bir ders konusu olmaya hiç niyetim yok.
“Arkadaşın az önce şu tarafa gitti.”
“He?” Başımı çevirip karşısındaki güzel varken beni görebilen adama baktım. Yüzünde iki gün önce gördüğüm gülümseme sanki asılı kalmış gibi duruyordu. Muhtemelen adam iki gündür gülüyordu. Nasıl gülmesin ki? Şu yaptığı işe bak, görenin gözü de gönlü de yüzü de açılırdı valla!
Adam karşısındaki dünyanın sekizinci harikasına elini uzatıp sıkarken sıpalı mıpalı bir şeyler geveledi. O sıpaysa ben kesin eşektim. Üstelik dünyanın en güzel gözleri de ben de değildi.
Kız yanımdan geçerken çaktırmadan boy ölçümü yapıp safça sevindim. Oh! Bacaklarının bitimi benim boynuma değil göğüslerime geliyordu.
“Nasılsın?” İşte yine makineyi boynuna asmıştı.
“Şu fotoğrafı silersen daha iyi olacağım.”
Az önce kızın gittiği yönü göstererek gülümsedi. “Kıskandın mı?”
Ayağımı sertçe yere vurunca parmak arası terlikten çıplak ayakla karışık iğrenç bir “Şakk!” sesi yükseldi.
“Hayır benimkini diyorum.”
“Olmaz o benim sergimin en nadide parçası olacak.”
Elimdeki plaj çantasını hızlıca yere fırlattım. Çantanın içinden düşen aşk romanının o sırada farkında bile değildim. Artık bu haddini bilmez küstaha kim olduğunu hatırlatacaktım. Hah! Bir kere ben müşteriydim. O otelin şipşakçısı. Büyük bir yaygara kopsa da umurumda değildi. Hem ne demişler? Müşteri her zaman haklıdır. O yüzden asmıyorlar mı şu “müşteri velinimetimizdir” yazılı tabelaları. Evet ben velinimettim. Zıplarsam tam olarak neresini ısırabileceğimi gözlerimle hesap ederken rakibim pes ederek ellerini kaldırdı.
“Hey! Hey tamam sildim.”
Tek kaşımı kaldırarak yüzünde bir parça dürüstlük aradım. “Yemin ederim, inanmazsan al bak.” Uzattığı makinenin açma düğmesini bile bilmeyen ben inandığımı belli ederek omuz silktim. “İyi iyi tamam. Seninle uğraşamayacağım daha fazla.”
Yere eğilerek tepemde dikilen Azrail’i umursamadan çantamı toparladım.
“Sen aşk romanı mı okuyorsun?”
“Sanane. Heee sanane! Sen işine baksana git şurada bir iki turist bulda Rusça’nı geliştir biraz.”
“Rusça olduğunu anladın demek. Kitap okumanın faydaları.”
“Bak bu küçük dağları ben yarattım tavrın hiç hoşuma gitmiyor tamam mı! Bir daha beni rahatsız edersen seni otel yönetimine şikâyet ederim. Müşterilere asılıyor derim.”
Adam arsız bir kahkaha patlattı. Karnını tutarak gülerken zar zor konuştu. “Bence başka yalan bul, bunu yemezler.”
O anda tüm dünyam yıkılmıştı. Çekici ya da güzel olmadığımı biliyordum ama bunu daha önce bir erkek tarafından bu kadar net olarak hiç işitmemiştim. Aşağılanmıştım ve verecek doğru düzgün bir cevap bile bulamıyordum. Gözyaşlarıyla bulanıklaşmış görüş açıma uzaktan bize doğru gelen bir adam girdiğinde onun tek kurtuluşum olduğunu anladım. İki seçenek vardı ya arkamı dönüp ağlayarak gidecektim ki bu bana göre değildi ya da özüme dönüp yeni bir delilik yapacaktım. Yapacağım deliliğim tüm ayrıntıları beynime vahiy yoluyla iki saniye içinde indi.
“Gider misin başımdan, erkek arkadaşım geliyor.” Yanından hızla uzaklaşırken ağzının bu açıkta kalmış yeni hali çok hoşuma gitmişti.
Plajdan döndüğü her halinden belli olan sarışın gence yaklaşarak çocuklara iki parmakla yapılan şu “geliyo geliyo” hareketini havada adamın karnından göğsüne denk gelecek kadar yaptım. Ardından başımı yana yatırarak yeni sevgilime gülümsedim.
“Hayatım bu gün denizde fazla kalmışsın. Kaç kere söylüyorum sana dikkat et diye!”
“Hallo vakker jente”
Yüzümdeki gülümseme olduğu gibi donmuştu. Ah lanet olsun! Yabancı. Bende şans olsa zaten göğüslerimin yerinde bacaklarım bitiyor olurdu. Aslında mesafeyi hesaba katarsak çokta şanssız sayılmazdım. Ukala şipşak aşkımızın dilini duyamayacak kadar uzaktaydı. Başımı çevirip baktığımda onu bıraktığım yerde kollarını kavuşturmuş bizi izlerken gördüm. Maden aşkımızın ortak dili yoktu o zaman bizde vücut dilini kullanarak gösterirdik. Karşımdaki sarışın Rus devine doğru gülümserken kolunu hafifçe tuttum.
“Evet evet bende. Ondan sonra gelmişti zaten.”
Adam söylediklerimi bir aşk itirafı gibi algılamış olmalıydı ki elini hızlıca belime dolayıp beni kendine çekti.
“Hey ne yapıyorsun ayı. Çek şu elini de benim canımı sıkma.”
“Hold pa litt behagelin”
“Ne diyorsun Allah’ın cezası tek kelimesini anlamıyorum. Bırak beni bırak.”
Adam beni kollarıyla sarmaya çalışırken ben böyle bir işe kalkışmak için bu cesareti nasıl bulduğumu düşünüyordum. Ben Aslıhan Yılmaz kalabalık bir cafeye bile girerken eli ayağına dolaşan, minibüste para uzatmaya çekinip şoföre kadar kendi giden, sipariş vermek için elini kaldırdığında görmeyen garsonun ardından ortamda bu gülünç durumu gören olup olmadığına bakıp sandalyesinde kayan ben, iki saniye de bir sevgili yapmıştım. Tebrikler, adam Rus, pis kokulu ve üstelik de sapıktı. Hadi hayırlısı…
Kafamda bu düşünceler uçuşurken bende dev Rus’un ellerinden uçarcasına savrulmuştum. Daha ne olduğunu anlayamadan az önce “geliyo geliyo” yaptığım göğüsün yanımdaki adam tarafından sertçe itildiğini fark ettim. Başımı çevirdiğimde bizim foto-şipşak aslan kesilmiş gibi dikiliyordu. Şimdi iki adam anlamadığım dilde sertçe konuşuyorlardı. Küfürleşiyorlar mıydı acaba? Adam bu sefer bir küfür olduğuna kesinlikle emin olduğum bol tükürüklü cümleler söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Oh! Tehlike geçmişti. Geçmişti de yalanıma ne olacaktı. Son bir gayretle kontrolü elime almak için harekete geçtim. Foto-şipşak beyin omzuna sert bir yumruk atıp bağırdım.
“Sevgilimle arama ne giriyorsun!”
“O adam mı sevgilin?”
“Ne oldu kıskandın mı?” İşte şimdi kapak yerine oturmuştu.
“Saçmalama muhtemelen o adamı az önce gördün.”
“Hiçte bile o bir finansal danışman. İki senedir çıkıyoruz. Adı Aleksi ve gördüğün gibi o bir Rus.” Kollarımı birbirine dolayarak başımı diğer tarafa çevirdim. Vay be! ben neydim. Finansal danışmanlar, Aleksiler falan. Yok ben olmuştum. Kesin olmuştum.
Omzumdaki çantayı düzelterek plaja giden yola doğru yöneldim. Bu sırada arkamdan ısrarcı sorular kulağıma gelmeye devam ediyordu.
“Çok merak ettiğim bir şey var bu Norveç’li ile Türkiye’de mi buluşuyorsunuz yoksa Rusya’da mı?”
Norveç’li mi? Ah kahretsin ne sanıyordum ki tabi ki Türkiye’deki tek turist Rus olmuyordu. Şimdi yolun başında kalan adama bakarken aramızdaki mesafeyi de hesaba katarak daha güçlü bağırdım.
“Cehennemde, bir gün hepimiz orada buluşmayacak mıyız zaten.”
Cehenneme kalmadan ertesi gün onu otelden ayrılmadan son kez gördüğümde ilk kez gülümsemiyordu. Aksine yüzünde kederle karışık hafif bir ciddiyet vardı. Eda ile konuşan adama yaklaştığımda fotoğraf üzerine sohbet ediyorlardı.
“Fotoğrafımı sildiğin için mi bozuk çalıyorsun?” dedim koca valizle birlikte karşısında durarak. Gözleri önce yanımda duran valize sonrada yüzüme kaydı. “Demek gidiyorsun çirkin?”
“Eee, yolcu yolunda gerek, bazı ağustos böcekleri gibi günümüzü gün edemiyoruz. Biz karınca familyasından olduğumuz için bizim tatilimiz de buraya kadar.”
“Aslıhan, Taner Bey eğer yolu İstanbul’a düşerse uygun fiyatla fotoğraf çekimi yapmaya söz verdi. Yirmi dört fotoğraf için beş yüz lirada anlaştık.” Eda facebook fotoğraflarına ilk kez profesyonellerini ekleyecek olmanın heyecanı ile konuşmuştu.
“Öyle mi? Bakarız. Hadi gidelim artık otelin servisini kaçırırsak havaalanına beş yüz liraya götürecek bir araç bulmak zorunda kalabiliriz.”
Elimi uzatıp “Hoş bir şekilde tanışmadık Taner Bey. Ama benim iyi bir insan olduğunuza dair içimde az da olsa bir ümit var.”
Elimi sıkan güçlü elin tutuşundan bu sözle canının yandığı belliydi ya da canını yakan başka şeyler vardı. “ Bende tanıştığımıza memnun oldum Aslıhan.”
Çalan telefonu ile sanki söylemek istedikleri yarım kalmıştı. O cebinden telefonunu çıkarıp cevaplarken bende valizimin sapını kaldırıp otelin lobisine doğru yol aldım.
Telefondaki kişiye “Bir dakika bekle.” dediğini duyduğumda sadece üç adım uzaklaşmıştım.
“Aslıhan! Sana nasıl ulaşacağım. Fotoğraf çekimi için yani olursa.” İki elini de şimdi iki yanına doğru açmıştı. Bir elinde tuttuğu telefon hala konuşmaya devam etmek için açıktı.
Doğru nasıl ulaşacaktı. Eda otel lobisinden bağırdı. “Aslıhan servis beş dakikaya kalkıyor, ben hesabı kapatıyorum. Haydi!”
Omzuma asılı çapraz çantayı açarak aceleyle kalem ve kâğıt aradım. Yoktu hepsi valizde kalmıştı. Göz göze geldiğimizde elimle havada kalem işareti yapıp omuzlarımı silktim. Kader akıllı bir hareket yapıp bir daha karşılaşmamızı istemezken şeytan bu oyunu bozmak istercesine çantamdaki göz kalemini bulmamı sağlamıştı. Kalemi elime alarak hala iki eli havada asılı adama doğru yaklaştım. Boşta olan havadaki eli tutup avucunu avucuma aldım. Gerçekten de çok romantikti. Gel de beni bul gizemli sevgili.
“Ne yapıyorsun?” dediğinde başımı kaldırarak tepemde dikilen gözlerine baktım.
“Elimden gelenin en iyisi bu.” dedim ve başımı eğerek yaptığım işe odaklandım. Sonunu düşünmeden telefonumu hızla karaladım.
^^^Bir buçuk ay sonra^^^
"Evet hatırladım." Tabi ki hatırlamamam mümkün değildi.
"Hafızan harika, peki nasılsın?" O sırada odaya giren Gaye ve Figen Hanım tüm dikkatimi dağıttı.
"İyiyim şey aslına bakarsan şuanda kapatmam lazım."
"Belki diyorum da...." devamını tek sözümle kestim.
"Hoşcakal"
Hoşcakal veda etmektir. Bir daha görmeyeceğimiz birine dudaklarımızdan dökülen en son kelimedir. Ben bundan sonra yokum ama sen kendine iyi bak demektir. Ne tuhaftır ki biz insanlar her şeyin aslını değiştirdiğimiz gibi bu kelimenin özünü de bozmuşuzdur. Artık sabah ayrılıp akşam buluşacaklar hatta bakkala gitmek üzere evden çıkanlar bile bu kelimeyi peynir ekmek gibi tüketir.
Günümüzde hoşcakal görüşürüz demektir. Kısa süreli bir veda hali. Gidiyorum ama şimdilik. Yaz bir kenara geri geleceğim.
O gün telefonda kullandığım bu kelimeyi hangi amaçla kullandığımı gerçekten bilmiyordum. Ofiste zaten bir hareketlilik bir koşuşturmaca baş gösteriyordu. Ofisin en sessiz sakin kızlarından Nermin üç gün sonra evleniyordu. Ve düğünden sonra Nuray'la şu muhteşem tatile çıkıyordum. Tüm ofis bu düğünü organize ediyordu. Gecenin müzikleri bizim bölümün müdürü Gaye Hanım tarafından seçilip listeleniyor. Gelin başı sevgili mükellefimiz Gürkan Bey'in orada yapılmak üzere Figen Hanım tarafından rezervasyonu yapılıyor, Tuğçe Hanım tarafından da gelen konuk listesi hazırlanıyordu.
Bana bir kişilik yer ayrılmıştı. Ne acı yalnızlığım herkes tarafından bilinmekle kalmamış davetli listesinde adımın karşısına bana sorulmadan "bir" rakamı adeta kazınmıştı. Sap gibi direk gibi bir sayı.
Birdir bir yerin dibine gir!
Ofiste ben hariç herkesin kız ya da erkek arkadaşları, kocaları, nişanlıları gibi bir gönül bağları vardı. Harika, bir benim başım keldi. Üstelik kelim öyle bir parlıyordu ki, bu yansımayı birçok kez onların gözünde görebiliyordum. Benim için bu insanlara karşı gururumu kurtaracak tek bir şey vardı. Oda peruk takmak olacaktı.
Ertesi sabah yatakta uzanmış telefon rehberimin altını üstüne getiriyordum. Kalkıp hafta sonu için bavul hazırlamak yerine bunu yaptığıma inanamıyordum.
"Bu olmaz, bu hiç olmaz nişanlı, bunun sevgilisi çatlak al başına bela sonra, bu hımmm yok yok bu da olmaz."
Açılan kapının sesi ile yatakta sıçradım. Görgü kurallarının varlığından haberi olmayan eniştem odaya girip bana doğru yaklaştı. Ben bu adamın saygısızlıklarına yeteri kadar dayanmıştım ve iğrenç hareketlerini de yeteri kadar gözlemlemiştim. Bu andropozu başına vurmuş adamın bilmediği bir şey vardı. Ben artık o baldan tatlı baldızının küçük ürkek kızı değildim. Yatakta sessizce yanıma kadar gelmesini bekledim.
"Ne yapıyorsun kız yatak keyfimi?" Otuz iki dişi görünerek bana ilerlerken o gözlüğünü gözüne sokmak istesem de sustum. Gel gel eceline gel seni sakat sapık! Adam yüzsüzlükte sınır tanımayarak yatağın kenarına oturmaya yeltendiğinde hiç tanımadığı bir aile bireyi ile karşılaştı. Karşısında o zavallı Aslıhan yoktu ne yazık ki ve gözlerimden bir anlık geçen parıltıdan ise bunu o da geçte anlamıştı.
Evet, geç kalmıştı. Yatağın başlığından aldığım destekle kendini bilmezi hızla geri ittim. Amacım düşmesi ve karpuzdaki çekirdek kadar hücresi olmayan beyninin arkasındaki gardolap da patlamasıydı. Şanslıydı. Yalpaladı ve yatağa tutunduğu için dizinin üzerine düştü. O an da beni bir aslan kadar güçlü kılan şeyi gözlerinde gördüm. Korku! Ama ne korku. Adamın düştüğü durumdan dolayı korkudan kanı donmuştu. Beyninde çalan sirenleri çok net duyabiliyordum. Ben yatağın üzerinde ayağa kalkıp ona kükremeye hazırlanırken o en tipik sapık hareketini yaptı. Kaçmaya çalıştı.
Yok, öyle canım benim pençelerimin tadına artık bakacaktın.
Kapıya yöneldiği an sırtına yumruğu indirdim. Hayatımda şiddetten en zevk aldığım andı.
"Kimsin sen hayvan ne sanıyorsun kendini."
"Dur ya delirdin mi bağırma."
"Bağıracağım avazım çıktığı kadar haykıracağım iğrençliğini."
Elimden kurtulup kapıyı açtı bende arkasından atını süren kovboy gibi dizginlerine asılıyordum.
Odanın karşısındaki annemi görünce afalladı. "Senin bu kızın manyak manyak!"
"Sensin manyak. Pis sapık. Adi hayvan. Bir daha bize yaklaşırsan gebertirim seni. Duydun mu beni it." Panikle daire kapısını açıp üst kattaki dedemlerin dairesine seke seke çıkmaya başladı. Bana bakan annem belli ki utanmıştı. Ne hoş ben gurur duymasını isterdim aslında.
"Bir daha dene o protez bacağını çıkarıp uygun yerine sokmazsam bana da Aslıhan demesinler." Tüm apartman bu sözlerle adeta çınladı. Bu ona son sözüm, o günde gördüğüm son gün olmuştu.
Her zaman hoşcakal denmezdi bazı insanlara hak ettiği şekilde veda etmek gerekirdi.
İşte bu kesinlikle gerçek bir hoşcakaldı.
*****
Düğüne bir gün kalmıştı ve ben kendime hala uygun bir sevgili adayı bulamamıştım. Tam anlamıyla panik içerisindeydim. Aklımdan benim için pekte hoş olmayan görüntüler bir film şeridi gibi geçiyordu. Bir tanesinde herkesin eşleri ve sevgilileri ile sohbet ederek oturdukları bir masada ben sıkıntıdan peçeteleri çekiştiriyordum. İkinci görüntü daha beterdi. Şirket ortaklarından alaycı Haldun Bey “Ah! Aslıhan sen tek mi geldin kızım nasıl eve döneceksin?” diyerek pis pis sırıtıyor ve ben önümdeki şarap kadehi ile intihar ediyordum. Başımı sallayarak ofisin balkonunda oflayıp poflamaya devam ederken cep telefonum çaldı. Telefonum artık kim olduğunu bildiğim bu numara tarafından arandığında bu sefer çok bağırtmadan açtım.
“Efendim Taner?”
“Merhaba, müsait misin?
“Evet, şey bak benim bu aralar biraz işim var da.”
“Anladım tamam ben İstanbul’dayım şu fotoğraflar ile ilgili hala çektirmek istiyorsanız yarın görüşelim diyecektim.”
Sanki telefonun diğer ucunda Ali baba konuşmuştu. Konuşmuş ve kırk haramilerin mağarasından derin aklımın problem yuvasının şifresini söylemişti.
İstanbul’dayım.
Yarın.
Görüşelim.
Taner Baki Güvener. Hatırladığım kadarıyla oldukça yakışıklı bir adamdı. İtiraf etmek gerekirse ofistekilerin hepsinin eşlerinden, sevgililerinden hatta yasak rüyalarından bile güzel, esprili ve kültürlü bir mantardı. Ve bu adam şimdi benimle görüşmek istiyordu. Hem de yarın. Yarın!
Düşünmeden “Tamam” dedim.
“Harika, kaçta nerede ben pek buraları bilmiyorum. Merkezi bir yer söylersen eğer?”
“Ben sana yeri mesaj atacağım sen sadece takım elbise giy ve öyle gel.”
“Ne..?”
Dediklerini duymadan telefonu kapattım. Ayaklarım çoktan yerden kesilmiş ve ben kendimi rüzgârın akışına çoktan bırakmıştım. Bu rüzgârın nereye doğru eseceğini bilmesem de söz vermiştim kalbimde tek bir yaprak bile kımıldamayacaktım…
*****
Kadıköy iskelesinde bir taksi kalabalığın ortasında durup takım elbiseli bir adamı aldı. Adam taksiye bindiği anda yanındaki kadına öfkesini kusmak için baktı. Ama kadın bundan bir buçuk ay önce gördüğü o yanık suratlı, çilli ve boyu en fazla bir altmış olan yürüyen maki değildi. Adam ağzını açamadan kadın elindeki kâğıdı şoföre uzattı.
“Kâğıtta yazılı adrese lütfen.”
“Aslıhan? Sen misin bu?”
Yanımda oturan yeni misafire baktım. Evet, bir misafirdi. Kesinlikle bir gecelikti. Tek perdelik bir oyun gibiydi. Fazladan bileti bulunmayan ama seyirciyi avucuna alacak bir oyun.
“Sanada merhaba Taner?”
“Ne yapıyoruz nereye gidiyoruz?”
“Düğüne gidiyoruz. Seni kaçırıyorum.”
“Ne? Sen kızım kafayı yemişsin.”
“Bak ben melek değilim tamam mı? Ama sende sütten çıkmış ak kaşık sayılmazsın. Buraya kadar beş yüz lira için geldiğine göre belli ki bu paraya ihtiyacın var. Yani zor durumdasın. Bende öyle ve biz bu gece birbirimize yardım edeceğiz. Sen paranı alacaksın bende gururumu.”
Aynadan taksici ile göz göze gelip sesimi alçalttım. “Tamam mı?”
“Tanrım bir escort olmadığım kalmıştı.”
“Hey sözlerine dikkat et bu sadece bir oyun ve seni temin ederim escortlar gittikleri yerde güvende değiller oysa senin canın bana emanet.” Taner boğazındaki kravatı çekiştirmeye çalıştı. Çabası olumlu sonuçlamayanıca taksinin camını açarak başını dışarı uzattı. “Sanırım bayılacağım.”
Başını aracın içine sokarak devam etti. “Ne yapacağım peki?”
“Kendini oynayacaksın. Bir fotoğraf stüdyon var, tatilde tanıştık ve bana deliler gibi âşık oldun, peşimden İstanbul’lara geldin. Hatta benden ayrılmamak için buraya bile yerleşmeye karar verebilirsin. Aslında buna tam olarak masada herkesin içinde karar ver. Bu herkeste altın vuruş etkisi yaratacak. Suratlarını şimdiden görebiliyorum. Ah! Bu harika olacak.”
On beş dakika sonra düğünün yapılacağı mekânın önünde durmuş elbisemin eteklerini düzeltiyordum. Heyecandan dolayı biraz gözüm korksa da artık geri dönüş yoktu.
“Pekâlâ, size deli gibi âşık sevgilinizin koluna mı girmek istersiniz? Yoksa elini tutmak mı?” Yanımda siyah takım elbisesinin içinde oldukça hoş gözüken adama baktım. “El iyidir.”
Gülümserken elini uzattı “Haydi girelim.” Elini tutup merdivenlerden inerken içerden gelen müzik sesi ile bir panik dalgası tüm bedenimi kaplamıştı.
“Ellerin soğuk.” Taner’e doğru dönerek cevapladım.
"Bunu yaptığıma inanamıyorum." dedim. Normal şartlar altında heyecandan dudaklarımı kemirmem gerekirdi ama az önce üçüncü kez tazelediğim ruju tekrar bozmaya da hiç niyetim yoktu.
"Aslına bakarsan bende" Elimi tutuşu şimdi daha güçlüydü.
"Cehennemde yanacağım." Sıcağı severdim aslında, ne de olsa yaz çocuğuydum.
Ukala manken göz kırptı. "Üzülme cennetteki huriler arasında da hiç şansın olmazdı."
"Sakın elimi bırakma, sanırım heyecandan düşeceğim." Kalbimi bir EKG aletine bağlasalardı herhalde devreler yanar makine alevler çıkarak hakkı rahmetine kavuşurdu.
"Düşersen heyecandan değil, şu giydiğin eyfel kuleleri yüzünden olacak." Salona inmeden önce duman çıkan kulaklarımla son duyabildiğim Taner’in bu sözleriydi.
*****
“Aslıhan’ın sevgilisi miymiş?”
“Ah o mu?”
“Aslıhan o adamın sevgilisi mi?”
Bunlar masada işitebildiğim fısıltılardan bir kaçıydı. Bana bir davetli çağıracağımı bile sormayan insanlar şimdi bize masanın en güzel köşesini ayırmışlardı. Tam anlamıyla gecenin gözdesiydik. Ben her ne kadar bunu yanımdaki adama borçlu olsam da beni daha önce böyle bir gece elbisesi ile görmemiş iş arkadaşlarımın bana da hakkını verir bakışlarından nasibimi almıştım.
“Bu şarapta fiyata dâhil mi? Ona göre içeceğim.” Taner’e masanın altından okkalı bir tekme savurdum. “Dâhil Allah’ın cezası.” Adam yüzünü buruşturarak masadaki kadehlerden birine doğru yöneldi.
Sohbet koyuydu doğrusu. Haldun Bey, Taner’le uzun uzun sohbet ederken mest olmuş şekilde yüzüme bakarak gülümsedi. Herhalde adam yeni bir mükellef buldum diye bu kadar sevinmişti. Fotoğraf merakını bildiğim Figen Hanım makinesinin bilmediği tüm ayarlarını Taner’den öğrenirken kadın sandalye ile masadan otuz santim havalanmıştı.
Harika bir gecenin sonunda Taner ustalıkla son noktayı koydu. Üstelik benim tahmin ettiğim den çokta doğal oynamıştı. Elimi tutup dudaklarına götürürken “Sanırım İstanbul’a yerleşeceğim. Tüm işlerimi de İstanbul’a yönlendirmeyi düşünüyorum. Sen olmadan her şey anlamsız.” dedi. Masadaki herkesin dışarıda unutulmuş vişneli turta gibi pekmezleri akmıştı. Hatta bunun bir oyun olduğunu bilen ben bile bir an adamın bu kadar gerçekçi oynamasına şaşırmıştım.
Başarmıştık bu harikaydı. O anda gerçek bir tokat gibi yüzüme çarptı. Harika olan adamdı. Telefon rehberimdeki hiçbir arkadaş, tanıdığım hiçbir erkek bu işten bu kadar alnın akıyla çıkamazdı.
Gecenin sonunda evin önündeki taksiden inerken uzun zamandır konuşmadığımızı fark ettim. Herkesin yanından ayrılıp gerçek Aslıhan ve Taner olduktan sonra tek kelime etmemiştik. El çantamdan çıkardığım zarfı adama uzatırken ilk kez kızardım. İşte sonunda özüme dönmüştüm. Yaptığım utanç verici hareketin bir an önce sona ermesi için zarfı adamın eline bırakarak dışarı çıktım. Taksi gözden kaybolunca bende eve doğru giderken en sevdiğim şarkılardan birini mırıldandım. Eve girdiğimde annem tüm şirinliği ile karşımda dikiliyordu belki bu yüzden bir şirinlikte ben yapmayayım demiştim.
“Nerede kaldın kızım? Bu saate düğün mü kalır?”
“Anca geldik işte.”
“Sen içkimi içtin?”
“Yoo!” Cevap vermek için ağzımın içinde üç kat büyümüş dilimi döndürmeye çalışırken bir yandan da zik zak çizerek yatak odasına doğru ilerliyordum. Şu halıları böyle karmaşık desenli almak zorunda mıyız? Zaten hayatımız yeterince karışık değilmiş gibi, bunu da yapmak zorunda mıyız? İçeri girip odanın kapısını kapattım.
“Aferin sana Aslıhan. Böyle devam et. Düşünme hiç merak mı ederler annemin aklımı çıkar diye. Yarın olsun sen bir ayıl da konuşacağız.
Şimdi odanın ortasında dikilirken annemin sitem dolu sözleri kulağıma bir melodi gibi geliyordu. Hafif hafif dansta ediyordum hani! Ayaklarımı sıkan o eyfel kulelerinden kurtulup kendimi boylu boyunca yatağa attım. Elimi gayriihtiyarî yastığın altına sokup en sevdiğim şiir kitabını yakaladım ve başımın üstüne doğru kaldırarak kaldığım yeri açtım.
Fatih’te yoksul bir gramafon çalıyor, eskilerden bir gramafon çalıyor.*
“Kime çektiği belli babasının kızı ne olacak. Kan çekiyor tabi.” Annem kapının önünde ritmi hızlandırmıştı. Gramafon Fatih’te değil benim kapının önünde çalıyordu.
O sırada dün kitabın arasına koyduğum dörde katlanmış ve büyük ölçüde sararmış A4 kâğıt suratıma düştü. Ah! Acımıştı. Yıllar sonra diplomalar ve çeşitli evrakların olduğu dosyada geçen hafta bulduğum o sınav kâğıdına bu anlamlı gecede tekrar bakarak gecenin köründe içten bir kahkaha attım.
“Kızım gülmesene, saat biri geçiyor. Yukarıya ses gidecek.”
Kompozisyona verilen not her ne kadar kâğıdın ortasına "0" olarak yazılmış olsa da daha o zamanlardan tutturmuştum. Bilmeceyi okuyan herkesin vereceği tek cevap vardı.
Cevap: Aslıhan Yılmaz'dı.
Puan: Sıfır
Öğretmen Notu: Daha çok çaba göstermelisin!
Bilmece: Katranı kaynatsan olur mu ki şeker?
Cinsine tükürdüğüm cinsine çeker…
Şimdi sizde bana bir cevap verin? Neden en büyük mutluluklar ayaklarımızı yerden keser? Neden ebedi mutluluk bulutların üzerinde iken, en büyük acılar yerin altında yaşananlardır. Korku filmlerinde bile kötüler hep toprak altından çıkıp gelirler. Ama biz yine de sevdiklerimizi hep toprağa veririz…
Benim için şu aralar en büyük bilmece bu?
* Attila İLHAN-Ben Sana Mecburum
"Cevabı siz olan bir bilmece olsaydınız, soru ne olurdu?"
Ortaokul ikinci sınıftaki kompozisyon yazılılarından birinde karşıma çıkan -cevabı zaten doğuştan tuhaf ben olan- soru işte tam olarak buydu. Nilgün Hoca masasının ucuna vurarak başlamamızı söylediğinde ben tahta kalemin arkasını dişlemekle meşguldüm.
Sağa sola bakındığımda herkesin çizgili kâğıtların üzerine ataçla tutturulmuş temiz ve düz beyaz sayfalara inci gibi dizilmiş maniler yazdığını gördüm. Ne tuhaf ben hariç herkes bu yaşta kendi şifresini çözebilmişti demek. Peki ben, benim bilmecem neydi?
Ah Nilgün Hoca! İnsandan ala bilmece mi vardı şu dünyada;
Ben ne yazsam buraya, nasıl olsa değişir ki yarına (?)
BÖLÜM 26
“Bilmeceler”
İstanbul 2007-2008,
“Ümran Bey; yani ben bunu kabul edemem, bu çok büyük bir şey.”
“Kızım bak şimdi ben bu deliyi tek başına tatillere gönderemem. Gidebilecek başka arkadaşı da yok şuan. Hem sana da güzel bir tatil olur fena mı?”
Nuray oturduğu yerden heyecanla bağırıyordu. “Lütfen Aslıhan, hadi inat etme. Harika olacak.”
Ümran Bey’in ofisinden ayrıldıktan sonra Nuray Hanım’la olan resmi ilişkimiz gerçek bir arkadaşlığa dönüşmüştü. Bunun yıllar içerisinde sıkı bir dostluğa dönüşeceğini ise o zamanlar henüz bilmiyordum. Hanım kelimesini bile kaldırmam bu despot kadın karşısında oldukça zor olmuştu. Zamanla Nuray’ı iş dışında da tanıdıkça kendime ne kadar benzediğini fark etmeye başlamıştım. O da benim gibiydi. Canını yakmayanlara asla dokunmaz fakat canını yakanların ciğerini de çekinmeden eline verirdi. En önemlisi dürüsttü. Fazla dürüsttü. Bu dürüstlük yaptığı meslekle pek bağdaşmasa da genç kadının bundan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Evet; mükellefe çatır çatır ödettiği vergiler, mizanları kuruşlarına kadar temizlemeler bizim meslek için fazla dürüstlüktü. Haksızlık mı? Haksızlığa karşı tutulacak bir çene de bu kadında yoktu. Tez canlılık ve merak ise onun temel yapı taşlarından ilk ikisiydi. Şimdilerde ise tek derdi yaşı daha da ilerlemeden evlenmekti ve evlenmeden önce kız kıza harika bir tatile çıkmak. İşin kötüsü bunu yürekten istememe rağmen benim Eda ile çıktığım orta halli tatilden sonra böyle lüks bir tatile çıkacak beş kuruş param kalmamıştı. Bu durumda devreye giren Ümran Bey ikimizin de tatil masraflarını ödemeyi kabul etmişti. İşte bu sebeple beni konuşmak için ofisine çağırmıştı. Başımı Nuray Hanım’ın ısrarlı yüzünden Ümran Bey’e çevirdim.
“Tamam bir kısmını ödeyeceğim, geri kalanı da taksit taksit vereceğim.”
Bu sözün üzerine hafta sonu gittiğimiz turizm acentesinde Nuray’la kataloglara bakıyorduk. Allah’ım! Geceliği iki yüz lira mı? İnsanlar ne yapıyorlardı? Bir haftalık tatile çıkmak için bir yıl çalışıyorlar mıydı? Peki, sonra o tatildeki yiyecekler boğazlarında kalmıyor muydu? Galiba benim kalacaktı.
“Fethiye’ye mi gitsek? Ay yok yok bak İzmir’deki bu otelde çok güzel!” Nuray kataloglar arasında hayatının en büyük kararsızlıklarından birini yaşarken devreye acentedeki görevlilerden biri girdi.
“Ben size şu iki oteli öneririm, ya da şunu. Bu aslında daha çok tatil köyü gibi. Otel haricinde apart dairelerde var. Çok büyük bir alana kurulu.”
Sanki bir önemi varmış gibi heyecanla sordum. “Nerede?”
“Antalya Side’de.”
Antalya! Ah! Antalya. Turist cenneti, Türkiye’nin bir ucu. İkimizde balkonlarından sarkan sarmaşık güller, mor lobelya ve obrezyalar içerisindeki şirin apartlara daha fotoğraflarından âşık olmuştuk. Burası tıpkı Teoman’ın dediği gibi renkli rüyalar oteliydi.
Göz göze geldiğimiz an ikimizin de tercihi belliydi. “Burası, burası burası olsun.”
Acenteden çıkarken bizim içimizde tek bir burukluk vardı. Rezervasyonumuz kırk gün sonrayaydı. Kırk gün geçer miydi ki?
Ümran Bey arkamızdan gelerek komik şapkasını başına taktı. Biz ise elimizdeki otel krokilerine bakarak çoktan planlar yapmaya başlamıştık bile.
“İlk gün odalarımıza yerleşince ilk iş denize gideriz.”
“Hayır hayır baksana aqua parkta çok güzel Nuray!”
“Tamam o zaman ilk gün havuza ikinci gün denize.”
Ümran Bey bize bakarak tüm muzipliği ile gülümsedi. O bambaşka bir insandı, eski İstanbul beyefendilerinin son temsilcilerinden, espri yeteneği tavanları süpüren ve ileri görüşlü bir adamdı ve ben onu tanıdığım için kendimi her zaman şanslı saymıştım. Şans yüzümüze bakarak kafasından geçenleri dile getirdi.
“Ah kızım bulamadınız ki zengin bir koca. Korkarım bu sizin son mükemmel tatiliniz olacak.” dedi.
Hah! Ne tuhaf, gerçekten de öyle olmuştu.
*****
Bilgisayar ekranından başımı çevirmeme sebep olan şarja takılı cep telefonumun viyaklamasıydı. Yazık sesi bile artık eskisi kadar gür çıkmıyordu. Yaşamak için artık şarj adı verilen yaşam ünitesinden en fazla üç saat ayrı kalabiliyordu. Yerimden kalkarak onun ana hayat damarını koparıp elime aldım. Bilmediğim bir numara ısrarla aramaya devam etmekteydi. Telefonun kapağını açarak cevapladım.
“Efendim?”
“Merhaba Aslıhan, Ben Taner”
“Hangi Taner?” Elimle alnıma hafif bir şaplak attım. Ne demek hangi Taner? Sanki Taner’lerle dolu bir geçmişim vardı. Yakışıklı Taner, öğretmen Taner, annesinin kuzusu Taner sonra belki de işgüzar Taner.
“Hey, Orada mısın?” Evet bu işgüzar olanı olmalıydı.
“E-evet.” Buradaydım. Hafta içi saat dokuz altı arası ben hep buradaydım! Burası neresi miydi? Kapıda her ne kadar mali müşavirlik bürosu yazsa da benim için tam olarak dairenin şekliyle de uyumlu “F” tipi cezaeviydi.
“Taner Baki Güvener ben. Hani tatilde tanışmıştık. Şu üç isimli şizofren fotoğrafçı.”
“Numaramı nereden buldun?”
“Eee, sen verdin?”
“Ben mi verdim!”
^^^Bir buçuk ay önce^^^
Plaja doğru beni bekleyen Eda’nın yanına giderken taş gibi bir hatunun resmini çeken tanıdık şipşak keyiften dört köşe konuşuyordu. Ne konuştuğunu bilmiyordum. Oçen’li Dobre’li bir şeyler konuşuyordu. Şimdi bacak boyu benim tahminen boynuma falan gelen Rus güzeli kalçalarını çıkararak poz verirken düşünüyordum tabii ki adam Rusça konuşuyordu. Alın size bir eksiklik daha. Hem dil bilmezsin hem de gelirsin buralara. Yürü kızım yürü haydi plaja! Beni görmeseler bari yeni bir ders konusu olmaya hiç niyetim yok.
“Arkadaşın az önce şu tarafa gitti.”
“He?” Başımı çevirip karşısındaki güzel varken beni görebilen adama baktım. Yüzünde iki gün önce gördüğüm gülümseme sanki asılı kalmış gibi duruyordu. Muhtemelen adam iki gündür gülüyordu. Nasıl gülmesin ki? Şu yaptığı işe bak, görenin gözü de gönlü de yüzü de açılırdı valla!
Adam karşısındaki dünyanın sekizinci harikasına elini uzatıp sıkarken sıpalı mıpalı bir şeyler geveledi. O sıpaysa ben kesin eşektim. Üstelik dünyanın en güzel gözleri de ben de değildi.
Kız yanımdan geçerken çaktırmadan boy ölçümü yapıp safça sevindim. Oh! Bacaklarının bitimi benim boynuma değil göğüslerime geliyordu.
“Nasılsın?” İşte yine makineyi boynuna asmıştı.
“Şu fotoğrafı silersen daha iyi olacağım.”
Az önce kızın gittiği yönü göstererek gülümsedi. “Kıskandın mı?”
Ayağımı sertçe yere vurunca parmak arası terlikten çıplak ayakla karışık iğrenç bir “Şakk!” sesi yükseldi.
“Hayır benimkini diyorum.”
“Olmaz o benim sergimin en nadide parçası olacak.”
Elimdeki plaj çantasını hızlıca yere fırlattım. Çantanın içinden düşen aşk romanının o sırada farkında bile değildim. Artık bu haddini bilmez küstaha kim olduğunu hatırlatacaktım. Hah! Bir kere ben müşteriydim. O otelin şipşakçısı. Büyük bir yaygara kopsa da umurumda değildi. Hem ne demişler? Müşteri her zaman haklıdır. O yüzden asmıyorlar mı şu “müşteri velinimetimizdir” yazılı tabelaları. Evet ben velinimettim. Zıplarsam tam olarak neresini ısırabileceğimi gözlerimle hesap ederken rakibim pes ederek ellerini kaldırdı.
“Hey! Hey tamam sildim.”
Tek kaşımı kaldırarak yüzünde bir parça dürüstlük aradım. “Yemin ederim, inanmazsan al bak.” Uzattığı makinenin açma düğmesini bile bilmeyen ben inandığımı belli ederek omuz silktim. “İyi iyi tamam. Seninle uğraşamayacağım daha fazla.”
Yere eğilerek tepemde dikilen Azrail’i umursamadan çantamı toparladım.
“Sen aşk romanı mı okuyorsun?”
“Sanane. Heee sanane! Sen işine baksana git şurada bir iki turist bulda Rusça’nı geliştir biraz.”
“Rusça olduğunu anladın demek. Kitap okumanın faydaları.”
“Bak bu küçük dağları ben yarattım tavrın hiç hoşuma gitmiyor tamam mı! Bir daha beni rahatsız edersen seni otel yönetimine şikâyet ederim. Müşterilere asılıyor derim.”
Adam arsız bir kahkaha patlattı. Karnını tutarak gülerken zar zor konuştu. “Bence başka yalan bul, bunu yemezler.”
O anda tüm dünyam yıkılmıştı. Çekici ya da güzel olmadığımı biliyordum ama bunu daha önce bir erkek tarafından bu kadar net olarak hiç işitmemiştim. Aşağılanmıştım ve verecek doğru düzgün bir cevap bile bulamıyordum. Gözyaşlarıyla bulanıklaşmış görüş açıma uzaktan bize doğru gelen bir adam girdiğinde onun tek kurtuluşum olduğunu anladım. İki seçenek vardı ya arkamı dönüp ağlayarak gidecektim ki bu bana göre değildi ya da özüme dönüp yeni bir delilik yapacaktım. Yapacağım deliliğim tüm ayrıntıları beynime vahiy yoluyla iki saniye içinde indi.
“Gider misin başımdan, erkek arkadaşım geliyor.” Yanından hızla uzaklaşırken ağzının bu açıkta kalmış yeni hali çok hoşuma gitmişti.
Plajdan döndüğü her halinden belli olan sarışın gence yaklaşarak çocuklara iki parmakla yapılan şu “geliyo geliyo” hareketini havada adamın karnından göğsüne denk gelecek kadar yaptım. Ardından başımı yana yatırarak yeni sevgilime gülümsedim.
“Hayatım bu gün denizde fazla kalmışsın. Kaç kere söylüyorum sana dikkat et diye!”
“Hallo vakker jente”
Yüzümdeki gülümseme olduğu gibi donmuştu. Ah lanet olsun! Yabancı. Bende şans olsa zaten göğüslerimin yerinde bacaklarım bitiyor olurdu. Aslında mesafeyi hesaba katarsak çokta şanssız sayılmazdım. Ukala şipşak aşkımızın dilini duyamayacak kadar uzaktaydı. Başımı çevirip baktığımda onu bıraktığım yerde kollarını kavuşturmuş bizi izlerken gördüm. Maden aşkımızın ortak dili yoktu o zaman bizde vücut dilini kullanarak gösterirdik. Karşımdaki sarışın Rus devine doğru gülümserken kolunu hafifçe tuttum.
“Evet evet bende. Ondan sonra gelmişti zaten.”
Adam söylediklerimi bir aşk itirafı gibi algılamış olmalıydı ki elini hızlıca belime dolayıp beni kendine çekti.
“Hey ne yapıyorsun ayı. Çek şu elini de benim canımı sıkma.”
“Hold pa litt behagelin”
“Ne diyorsun Allah’ın cezası tek kelimesini anlamıyorum. Bırak beni bırak.”
Adam beni kollarıyla sarmaya çalışırken ben böyle bir işe kalkışmak için bu cesareti nasıl bulduğumu düşünüyordum. Ben Aslıhan Yılmaz kalabalık bir cafeye bile girerken eli ayağına dolaşan, minibüste para uzatmaya çekinip şoföre kadar kendi giden, sipariş vermek için elini kaldırdığında görmeyen garsonun ardından ortamda bu gülünç durumu gören olup olmadığına bakıp sandalyesinde kayan ben, iki saniye de bir sevgili yapmıştım. Tebrikler, adam Rus, pis kokulu ve üstelik de sapıktı. Hadi hayırlısı…
Kafamda bu düşünceler uçuşurken bende dev Rus’un ellerinden uçarcasına savrulmuştum. Daha ne olduğunu anlayamadan az önce “geliyo geliyo” yaptığım göğüsün yanımdaki adam tarafından sertçe itildiğini fark ettim. Başımı çevirdiğimde bizim foto-şipşak aslan kesilmiş gibi dikiliyordu. Şimdi iki adam anlamadığım dilde sertçe konuşuyorlardı. Küfürleşiyorlar mıydı acaba? Adam bu sefer bir küfür olduğuna kesinlikle emin olduğum bol tükürüklü cümleler söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Oh! Tehlike geçmişti. Geçmişti de yalanıma ne olacaktı. Son bir gayretle kontrolü elime almak için harekete geçtim. Foto-şipşak beyin omzuna sert bir yumruk atıp bağırdım.
“Sevgilimle arama ne giriyorsun!”
“O adam mı sevgilin?”
“Ne oldu kıskandın mı?” İşte şimdi kapak yerine oturmuştu.
“Saçmalama muhtemelen o adamı az önce gördün.”
“Hiçte bile o bir finansal danışman. İki senedir çıkıyoruz. Adı Aleksi ve gördüğün gibi o bir Rus.” Kollarımı birbirine dolayarak başımı diğer tarafa çevirdim. Vay be! ben neydim. Finansal danışmanlar, Aleksiler falan. Yok ben olmuştum. Kesin olmuştum.
Omzumdaki çantayı düzelterek plaja giden yola doğru yöneldim. Bu sırada arkamdan ısrarcı sorular kulağıma gelmeye devam ediyordu.
“Çok merak ettiğim bir şey var bu Norveç’li ile Türkiye’de mi buluşuyorsunuz yoksa Rusya’da mı?”
Norveç’li mi? Ah kahretsin ne sanıyordum ki tabi ki Türkiye’deki tek turist Rus olmuyordu. Şimdi yolun başında kalan adama bakarken aramızdaki mesafeyi de hesaba katarak daha güçlü bağırdım.
“Cehennemde, bir gün hepimiz orada buluşmayacak mıyız zaten.”
Cehenneme kalmadan ertesi gün onu otelden ayrılmadan son kez gördüğümde ilk kez gülümsemiyordu. Aksine yüzünde kederle karışık hafif bir ciddiyet vardı. Eda ile konuşan adama yaklaştığımda fotoğraf üzerine sohbet ediyorlardı.
“Fotoğrafımı sildiğin için mi bozuk çalıyorsun?” dedim koca valizle birlikte karşısında durarak. Gözleri önce yanımda duran valize sonrada yüzüme kaydı. “Demek gidiyorsun çirkin?”
“Eee, yolcu yolunda gerek, bazı ağustos böcekleri gibi günümüzü gün edemiyoruz. Biz karınca familyasından olduğumuz için bizim tatilimiz de buraya kadar.”
“Aslıhan, Taner Bey eğer yolu İstanbul’a düşerse uygun fiyatla fotoğraf çekimi yapmaya söz verdi. Yirmi dört fotoğraf için beş yüz lirada anlaştık.” Eda facebook fotoğraflarına ilk kez profesyonellerini ekleyecek olmanın heyecanı ile konuşmuştu.
“Öyle mi? Bakarız. Hadi gidelim artık otelin servisini kaçırırsak havaalanına beş yüz liraya götürecek bir araç bulmak zorunda kalabiliriz.”
Elimi uzatıp “Hoş bir şekilde tanışmadık Taner Bey. Ama benim iyi bir insan olduğunuza dair içimde az da olsa bir ümit var.”
Elimi sıkan güçlü elin tutuşundan bu sözle canının yandığı belliydi ya da canını yakan başka şeyler vardı. “ Bende tanıştığımıza memnun oldum Aslıhan.”
Çalan telefonu ile sanki söylemek istedikleri yarım kalmıştı. O cebinden telefonunu çıkarıp cevaplarken bende valizimin sapını kaldırıp otelin lobisine doğru yol aldım.
Telefondaki kişiye “Bir dakika bekle.” dediğini duyduğumda sadece üç adım uzaklaşmıştım.
“Aslıhan! Sana nasıl ulaşacağım. Fotoğraf çekimi için yani olursa.” İki elini de şimdi iki yanına doğru açmıştı. Bir elinde tuttuğu telefon hala konuşmaya devam etmek için açıktı.
Doğru nasıl ulaşacaktı. Eda otel lobisinden bağırdı. “Aslıhan servis beş dakikaya kalkıyor, ben hesabı kapatıyorum. Haydi!”
Omzuma asılı çapraz çantayı açarak aceleyle kalem ve kâğıt aradım. Yoktu hepsi valizde kalmıştı. Göz göze geldiğimizde elimle havada kalem işareti yapıp omuzlarımı silktim. Kader akıllı bir hareket yapıp bir daha karşılaşmamızı istemezken şeytan bu oyunu bozmak istercesine çantamdaki göz kalemini bulmamı sağlamıştı. Kalemi elime alarak hala iki eli havada asılı adama doğru yaklaştım. Boşta olan havadaki eli tutup avucunu avucuma aldım. Gerçekten de çok romantikti. Gel de beni bul gizemli sevgili.
“Ne yapıyorsun?” dediğinde başımı kaldırarak tepemde dikilen gözlerine baktım.
“Elimden gelenin en iyisi bu.” dedim ve başımı eğerek yaptığım işe odaklandım. Sonunu düşünmeden telefonumu hızla karaladım.
^^^Bir buçuk ay sonra^^^
"Evet hatırladım." Tabi ki hatırlamamam mümkün değildi.
"Hafızan harika, peki nasılsın?" O sırada odaya giren Gaye ve Figen Hanım tüm dikkatimi dağıttı.
"İyiyim şey aslına bakarsan şuanda kapatmam lazım."
"Belki diyorum da...." devamını tek sözümle kestim.
"Hoşcakal"
Hoşcakal veda etmektir. Bir daha görmeyeceğimiz birine dudaklarımızdan dökülen en son kelimedir. Ben bundan sonra yokum ama sen kendine iyi bak demektir. Ne tuhaftır ki biz insanlar her şeyin aslını değiştirdiğimiz gibi bu kelimenin özünü de bozmuşuzdur. Artık sabah ayrılıp akşam buluşacaklar hatta bakkala gitmek üzere evden çıkanlar bile bu kelimeyi peynir ekmek gibi tüketir.
Günümüzde hoşcakal görüşürüz demektir. Kısa süreli bir veda hali. Gidiyorum ama şimdilik. Yaz bir kenara geri geleceğim.
O gün telefonda kullandığım bu kelimeyi hangi amaçla kullandığımı gerçekten bilmiyordum. Ofiste zaten bir hareketlilik bir koşuşturmaca baş gösteriyordu. Ofisin en sessiz sakin kızlarından Nermin üç gün sonra evleniyordu. Ve düğünden sonra Nuray'la şu muhteşem tatile çıkıyordum. Tüm ofis bu düğünü organize ediyordu. Gecenin müzikleri bizim bölümün müdürü Gaye Hanım tarafından seçilip listeleniyor. Gelin başı sevgili mükellefimiz Gürkan Bey'in orada yapılmak üzere Figen Hanım tarafından rezervasyonu yapılıyor, Tuğçe Hanım tarafından da gelen konuk listesi hazırlanıyordu.
Bana bir kişilik yer ayrılmıştı. Ne acı yalnızlığım herkes tarafından bilinmekle kalmamış davetli listesinde adımın karşısına bana sorulmadan "bir" rakamı adeta kazınmıştı. Sap gibi direk gibi bir sayı.
Birdir bir yerin dibine gir!
Ofiste ben hariç herkesin kız ya da erkek arkadaşları, kocaları, nişanlıları gibi bir gönül bağları vardı. Harika, bir benim başım keldi. Üstelik kelim öyle bir parlıyordu ki, bu yansımayı birçok kez onların gözünde görebiliyordum. Benim için bu insanlara karşı gururumu kurtaracak tek bir şey vardı. Oda peruk takmak olacaktı.
Ertesi sabah yatakta uzanmış telefon rehberimin altını üstüne getiriyordum. Kalkıp hafta sonu için bavul hazırlamak yerine bunu yaptığıma inanamıyordum.
"Bu olmaz, bu hiç olmaz nişanlı, bunun sevgilisi çatlak al başına bela sonra, bu hımmm yok yok bu da olmaz."
Açılan kapının sesi ile yatakta sıçradım. Görgü kurallarının varlığından haberi olmayan eniştem odaya girip bana doğru yaklaştı. Ben bu adamın saygısızlıklarına yeteri kadar dayanmıştım ve iğrenç hareketlerini de yeteri kadar gözlemlemiştim. Bu andropozu başına vurmuş adamın bilmediği bir şey vardı. Ben artık o baldan tatlı baldızının küçük ürkek kızı değildim. Yatakta sessizce yanıma kadar gelmesini bekledim.
"Ne yapıyorsun kız yatak keyfimi?" Otuz iki dişi görünerek bana ilerlerken o gözlüğünü gözüne sokmak istesem de sustum. Gel gel eceline gel seni sakat sapık! Adam yüzsüzlükte sınır tanımayarak yatağın kenarına oturmaya yeltendiğinde hiç tanımadığı bir aile bireyi ile karşılaştı. Karşısında o zavallı Aslıhan yoktu ne yazık ki ve gözlerimden bir anlık geçen parıltıdan ise bunu o da geçte anlamıştı.
Evet, geç kalmıştı. Yatağın başlığından aldığım destekle kendini bilmezi hızla geri ittim. Amacım düşmesi ve karpuzdaki çekirdek kadar hücresi olmayan beyninin arkasındaki gardolap da patlamasıydı. Şanslıydı. Yalpaladı ve yatağa tutunduğu için dizinin üzerine düştü. O an da beni bir aslan kadar güçlü kılan şeyi gözlerinde gördüm. Korku! Ama ne korku. Adamın düştüğü durumdan dolayı korkudan kanı donmuştu. Beyninde çalan sirenleri çok net duyabiliyordum. Ben yatağın üzerinde ayağa kalkıp ona kükremeye hazırlanırken o en tipik sapık hareketini yaptı. Kaçmaya çalıştı.
Yok, öyle canım benim pençelerimin tadına artık bakacaktın.
Kapıya yöneldiği an sırtına yumruğu indirdim. Hayatımda şiddetten en zevk aldığım andı.
"Kimsin sen hayvan ne sanıyorsun kendini."
"Dur ya delirdin mi bağırma."
"Bağıracağım avazım çıktığı kadar haykıracağım iğrençliğini."
Elimden kurtulup kapıyı açtı bende arkasından atını süren kovboy gibi dizginlerine asılıyordum.
Odanın karşısındaki annemi görünce afalladı. "Senin bu kızın manyak manyak!"
"Sensin manyak. Pis sapık. Adi hayvan. Bir daha bize yaklaşırsan gebertirim seni. Duydun mu beni it." Panikle daire kapısını açıp üst kattaki dedemlerin dairesine seke seke çıkmaya başladı. Bana bakan annem belli ki utanmıştı. Ne hoş ben gurur duymasını isterdim aslında.
"Bir daha dene o protez bacağını çıkarıp uygun yerine sokmazsam bana da Aslıhan demesinler." Tüm apartman bu sözlerle adeta çınladı. Bu ona son sözüm, o günde gördüğüm son gün olmuştu.
Her zaman hoşcakal denmezdi bazı insanlara hak ettiği şekilde veda etmek gerekirdi.
İşte bu kesinlikle gerçek bir hoşcakaldı.
*****
Düğüne bir gün kalmıştı ve ben kendime hala uygun bir sevgili adayı bulamamıştım. Tam anlamıyla panik içerisindeydim. Aklımdan benim için pekte hoş olmayan görüntüler bir film şeridi gibi geçiyordu. Bir tanesinde herkesin eşleri ve sevgilileri ile sohbet ederek oturdukları bir masada ben sıkıntıdan peçeteleri çekiştiriyordum. İkinci görüntü daha beterdi. Şirket ortaklarından alaycı Haldun Bey “Ah! Aslıhan sen tek mi geldin kızım nasıl eve döneceksin?” diyerek pis pis sırıtıyor ve ben önümdeki şarap kadehi ile intihar ediyordum. Başımı sallayarak ofisin balkonunda oflayıp poflamaya devam ederken cep telefonum çaldı. Telefonum artık kim olduğunu bildiğim bu numara tarafından arandığında bu sefer çok bağırtmadan açtım.
“Efendim Taner?”
“Merhaba, müsait misin?
“Evet, şey bak benim bu aralar biraz işim var da.”
“Anladım tamam ben İstanbul’dayım şu fotoğraflar ile ilgili hala çektirmek istiyorsanız yarın görüşelim diyecektim.”
Sanki telefonun diğer ucunda Ali baba konuşmuştu. Konuşmuş ve kırk haramilerin mağarasından derin aklımın problem yuvasının şifresini söylemişti.
İstanbul’dayım.
Yarın.
Görüşelim.
Taner Baki Güvener. Hatırladığım kadarıyla oldukça yakışıklı bir adamdı. İtiraf etmek gerekirse ofistekilerin hepsinin eşlerinden, sevgililerinden hatta yasak rüyalarından bile güzel, esprili ve kültürlü bir mantardı. Ve bu adam şimdi benimle görüşmek istiyordu. Hem de yarın. Yarın!
Düşünmeden “Tamam” dedim.
“Harika, kaçta nerede ben pek buraları bilmiyorum. Merkezi bir yer söylersen eğer?”
“Ben sana yeri mesaj atacağım sen sadece takım elbise giy ve öyle gel.”
“Ne..?”
Dediklerini duymadan telefonu kapattım. Ayaklarım çoktan yerden kesilmiş ve ben kendimi rüzgârın akışına çoktan bırakmıştım. Bu rüzgârın nereye doğru eseceğini bilmesem de söz vermiştim kalbimde tek bir yaprak bile kımıldamayacaktım…
*****
Kadıköy iskelesinde bir taksi kalabalığın ortasında durup takım elbiseli bir adamı aldı. Adam taksiye bindiği anda yanındaki kadına öfkesini kusmak için baktı. Ama kadın bundan bir buçuk ay önce gördüğü o yanık suratlı, çilli ve boyu en fazla bir altmış olan yürüyen maki değildi. Adam ağzını açamadan kadın elindeki kâğıdı şoföre uzattı.
“Kâğıtta yazılı adrese lütfen.”
“Aslıhan? Sen misin bu?”
Yanımda oturan yeni misafire baktım. Evet, bir misafirdi. Kesinlikle bir gecelikti. Tek perdelik bir oyun gibiydi. Fazladan bileti bulunmayan ama seyirciyi avucuna alacak bir oyun.
“Sanada merhaba Taner?”
“Ne yapıyoruz nereye gidiyoruz?”
“Düğüne gidiyoruz. Seni kaçırıyorum.”
“Ne? Sen kızım kafayı yemişsin.”
“Bak ben melek değilim tamam mı? Ama sende sütten çıkmış ak kaşık sayılmazsın. Buraya kadar beş yüz lira için geldiğine göre belli ki bu paraya ihtiyacın var. Yani zor durumdasın. Bende öyle ve biz bu gece birbirimize yardım edeceğiz. Sen paranı alacaksın bende gururumu.”
Aynadan taksici ile göz göze gelip sesimi alçalttım. “Tamam mı?”
“Tanrım bir escort olmadığım kalmıştı.”
“Hey sözlerine dikkat et bu sadece bir oyun ve seni temin ederim escortlar gittikleri yerde güvende değiller oysa senin canın bana emanet.” Taner boğazındaki kravatı çekiştirmeye çalıştı. Çabası olumlu sonuçlamayanıca taksinin camını açarak başını dışarı uzattı. “Sanırım bayılacağım.”
Başını aracın içine sokarak devam etti. “Ne yapacağım peki?”
“Kendini oynayacaksın. Bir fotoğraf stüdyon var, tatilde tanıştık ve bana deliler gibi âşık oldun, peşimden İstanbul’lara geldin. Hatta benden ayrılmamak için buraya bile yerleşmeye karar verebilirsin. Aslında buna tam olarak masada herkesin içinde karar ver. Bu herkeste altın vuruş etkisi yaratacak. Suratlarını şimdiden görebiliyorum. Ah! Bu harika olacak.”
On beş dakika sonra düğünün yapılacağı mekânın önünde durmuş elbisemin eteklerini düzeltiyordum. Heyecandan dolayı biraz gözüm korksa da artık geri dönüş yoktu.
“Pekâlâ, size deli gibi âşık sevgilinizin koluna mı girmek istersiniz? Yoksa elini tutmak mı?” Yanımda siyah takım elbisesinin içinde oldukça hoş gözüken adama baktım. “El iyidir.”
Gülümserken elini uzattı “Haydi girelim.” Elini tutup merdivenlerden inerken içerden gelen müzik sesi ile bir panik dalgası tüm bedenimi kaplamıştı.
“Ellerin soğuk.” Taner’e doğru dönerek cevapladım.
"Bunu yaptığıma inanamıyorum." dedim. Normal şartlar altında heyecandan dudaklarımı kemirmem gerekirdi ama az önce üçüncü kez tazelediğim ruju tekrar bozmaya da hiç niyetim yoktu.
"Aslına bakarsan bende" Elimi tutuşu şimdi daha güçlüydü.
"Cehennemde yanacağım." Sıcağı severdim aslında, ne de olsa yaz çocuğuydum.
Ukala manken göz kırptı. "Üzülme cennetteki huriler arasında da hiç şansın olmazdı."
"Sakın elimi bırakma, sanırım heyecandan düşeceğim." Kalbimi bir EKG aletine bağlasalardı herhalde devreler yanar makine alevler çıkarak hakkı rahmetine kavuşurdu.
"Düşersen heyecandan değil, şu giydiğin eyfel kuleleri yüzünden olacak." Salona inmeden önce duman çıkan kulaklarımla son duyabildiğim Taner’in bu sözleriydi.
*****
“Aslıhan’ın sevgilisi miymiş?”
“Ah o mu?”
“Aslıhan o adamın sevgilisi mi?”
Bunlar masada işitebildiğim fısıltılardan bir kaçıydı. Bana bir davetli çağıracağımı bile sormayan insanlar şimdi bize masanın en güzel köşesini ayırmışlardı. Tam anlamıyla gecenin gözdesiydik. Ben her ne kadar bunu yanımdaki adama borçlu olsam da beni daha önce böyle bir gece elbisesi ile görmemiş iş arkadaşlarımın bana da hakkını verir bakışlarından nasibimi almıştım.
“Bu şarapta fiyata dâhil mi? Ona göre içeceğim.” Taner’e masanın altından okkalı bir tekme savurdum. “Dâhil Allah’ın cezası.” Adam yüzünü buruşturarak masadaki kadehlerden birine doğru yöneldi.
Sohbet koyuydu doğrusu. Haldun Bey, Taner’le uzun uzun sohbet ederken mest olmuş şekilde yüzüme bakarak gülümsedi. Herhalde adam yeni bir mükellef buldum diye bu kadar sevinmişti. Fotoğraf merakını bildiğim Figen Hanım makinesinin bilmediği tüm ayarlarını Taner’den öğrenirken kadın sandalye ile masadan otuz santim havalanmıştı.
Harika bir gecenin sonunda Taner ustalıkla son noktayı koydu. Üstelik benim tahmin ettiğim den çokta doğal oynamıştı. Elimi tutup dudaklarına götürürken “Sanırım İstanbul’a yerleşeceğim. Tüm işlerimi de İstanbul’a yönlendirmeyi düşünüyorum. Sen olmadan her şey anlamsız.” dedi. Masadaki herkesin dışarıda unutulmuş vişneli turta gibi pekmezleri akmıştı. Hatta bunun bir oyun olduğunu bilen ben bile bir an adamın bu kadar gerçekçi oynamasına şaşırmıştım.
Başarmıştık bu harikaydı. O anda gerçek bir tokat gibi yüzüme çarptı. Harika olan adamdı. Telefon rehberimdeki hiçbir arkadaş, tanıdığım hiçbir erkek bu işten bu kadar alnın akıyla çıkamazdı.
Gecenin sonunda evin önündeki taksiden inerken uzun zamandır konuşmadığımızı fark ettim. Herkesin yanından ayrılıp gerçek Aslıhan ve Taner olduktan sonra tek kelime etmemiştik. El çantamdan çıkardığım zarfı adama uzatırken ilk kez kızardım. İşte sonunda özüme dönmüştüm. Yaptığım utanç verici hareketin bir an önce sona ermesi için zarfı adamın eline bırakarak dışarı çıktım. Taksi gözden kaybolunca bende eve doğru giderken en sevdiğim şarkılardan birini mırıldandım. Eve girdiğimde annem tüm şirinliği ile karşımda dikiliyordu belki bu yüzden bir şirinlikte ben yapmayayım demiştim.
“Nerede kaldın kızım? Bu saate düğün mü kalır?”
“Anca geldik işte.”
“Sen içkimi içtin?”
“Yoo!” Cevap vermek için ağzımın içinde üç kat büyümüş dilimi döndürmeye çalışırken bir yandan da zik zak çizerek yatak odasına doğru ilerliyordum. Şu halıları böyle karmaşık desenli almak zorunda mıyız? Zaten hayatımız yeterince karışık değilmiş gibi, bunu da yapmak zorunda mıyız? İçeri girip odanın kapısını kapattım.
“Aferin sana Aslıhan. Böyle devam et. Düşünme hiç merak mı ederler annemin aklımı çıkar diye. Yarın olsun sen bir ayıl da konuşacağız.
Şimdi odanın ortasında dikilirken annemin sitem dolu sözleri kulağıma bir melodi gibi geliyordu. Hafif hafif dansta ediyordum hani! Ayaklarımı sıkan o eyfel kulelerinden kurtulup kendimi boylu boyunca yatağa attım. Elimi gayriihtiyarî yastığın altına sokup en sevdiğim şiir kitabını yakaladım ve başımın üstüne doğru kaldırarak kaldığım yeri açtım.
Fatih’te yoksul bir gramafon çalıyor, eskilerden bir gramafon çalıyor.*
“Kime çektiği belli babasının kızı ne olacak. Kan çekiyor tabi.” Annem kapının önünde ritmi hızlandırmıştı. Gramafon Fatih’te değil benim kapının önünde çalıyordu.
O sırada dün kitabın arasına koyduğum dörde katlanmış ve büyük ölçüde sararmış A4 kâğıt suratıma düştü. Ah! Acımıştı. Yıllar sonra diplomalar ve çeşitli evrakların olduğu dosyada geçen hafta bulduğum o sınav kâğıdına bu anlamlı gecede tekrar bakarak gecenin köründe içten bir kahkaha attım.
“Kızım gülmesene, saat biri geçiyor. Yukarıya ses gidecek.”
Kompozisyona verilen not her ne kadar kâğıdın ortasına "0" olarak yazılmış olsa da daha o zamanlardan tutturmuştum. Bilmeceyi okuyan herkesin vereceği tek cevap vardı.
Cevap: Aslıhan Yılmaz'dı.
Puan: Sıfır
Öğretmen Notu: Daha çok çaba göstermelisin!
Bilmece: Katranı kaynatsan olur mu ki şeker?
Cinsine tükürdüğüm cinsine çeker…
Şimdi sizde bana bir cevap verin? Neden en büyük mutluluklar ayaklarımızı yerden keser? Neden ebedi mutluluk bulutların üzerinde iken, en büyük acılar yerin altında yaşananlardır. Korku filmlerinde bile kötüler hep toprak altından çıkıp gelirler. Ama biz yine de sevdiklerimizi hep toprağa veririz…
Benim için şu aralar en büyük bilmece bu?
* Attila İLHAN-Ben Sana Mecburum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder