22 Haziran 2014 Pazar
Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 23
"Acil yazısı neden kırmızıdır? Ya damarlarımızdaki kan o da kırmızıdır. Ya onu geçte aşkın rengi bile kırmızıdır. Tamam, anladım içeriği yoğun olan her şey kırmızıdır."
BÖLÜM 23-MOBİLE
“Kırmızı”...
Yaklaşık yirmi dakika sonra en yakın devlet hastanesinin acil koridorlarında önümden uçarcasına götürdükleri sedyenin peşinden koşturuyordum. Otomatik kapıdan geçen sedyede hareketsiz yatan Uğur’u götüren doktorlardan biri kapının girişinde diğerlerinden ayrılıp aniden arkasını döndüğünde adamla hızla çarpıştık. Gömleğinin cebine taktığı tükenmez kaleminin boğazıma girmesine üç santim kala adam kollarımdan tutarak durmamı sağlamıştı. Orta yaşlarda olan acil servis doktoru şimdi başımın üzerinden ambulanstaki görevlinin sorduğu aynı soruyu sorunca soluk soluğa cevapladım.
“Bilmiyorum zehir olabilir, yani öyle söyledi.”
Adam beni olduğum yerde bırakarak arkamızda yeni kapanan kapıya doğru hamle yaptı. Açılan kapıdan bende bir adım atmıştım ki doktor koşarcasına uzaklaşırken bana seslendi.
“Siz orada bekleyin lütfen.”
Beklemek mi? Neyi? Ölüm haberini duymayı mı? Yoksa polislerin ellerimi kelepçeleyip beni götürmesini mi? Aklımdan bir film şeridi gibi geçen görüntüler bana mutlak sonun çok yakın olduğunu söylüyordu. Parmak izimi alan polisler ıstampaya benzer şeye daha sıkı basmamı söylüyor, mahkeme de kürsüden gözlüklerinin üzerinden en sert bakışını atan hâkimin “Son sözünüz nedir?” deyişini duyabiliyordum. Keşke harcımı koşa koşa yatırmasaydım o zaman belki bir avukat tutabilirdim. Olamaz ya ailem? Görüş günü ziyaretime gelen annemin “Sana temiz çamaşır getirdim kızım, bir iki de kitap koydum.” diyen sözleri beynimin içinde yankılanıyordu. Sanırım aklımı kaçırıyordum. Madem bedenim bundan sonra demir parmaklar arkasında hapis kalacaktı, bari aklım kaçıp kurtulmalıydı. Umarım yeni gireceği beyine benden fazla yararı dokunurdu.
Hastanelerin insanı bayıltan o yoğun kokusunun sinyalleri beynime yeni ulaşmıştı. Hızla arkamı dönüp çıkışa doğru yol aldım. Bahçeye çıktığımda temiz havayı bolca ciğerlerime çektim. Etraf ağlayarak telefonla konuşan, bir köşede ağıt yakan ya da bir duvar kenarında başını ellerinin arasına alarak çömelmiş insanlarla doluydu. Ne kadar çok insan ölüyordu ve ne kadar çok kişi acı çekiyordu. Acil servisin girişinden oldukça uzakta bir banka kendimi bıraktım. Birini aramam gerekiyordu. Uğur’un ailesini hatta kendi ailemi. Telefonumu çıkararak uzun bir süre düşündüm. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordum tek fark ettiğim dışarı çıktığımda tepemde olan güneşin şimdi binaların arasında görünmez olduğuydu. Hava kararıyordu. Birkaç saat içinde akşam olacaktı. Acil servisin uzakta kalan kapısına doğru baktım. Hayır, oraya gidemezdim. Doktorun ağzından çıkacak ve kaderimi belirleyecek o cümleleri duyamazdım. Beni polislere teslim etmesine izin veremezdim. O anda Uğur’dan bulaştığı muhakkak olan bir deli cesareti ile oturduğum banktan hızla kalktım.
Kısa süre içerisinde hastaneden çıkmış, ana cadde üzerinde nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum. Kalabalık cadde üzerinde yürümeye devam ederken başımı kaldırıp etrafa bakındım. Herkes ne kadar güzel hayatına devam ediyordu. Az ilerideki hastanenin önündeki insanlardan faklı olarak herkesin yüzünde bir tebessüm vardı. Yanımdan telefonla konuşan –muhtemelen sevgilisi ile- bir kız kıkırdayarak geçiyor, önünden geçtiğim cafedeki insanlar keyifle içeceklerini yudumluyorlardı. Bazıları için gün ne kadar da normal ilerliyordu. Önünden geçtiğim bir başka mağaza ise yaz sezonunu çoktan vitrine koymuştu. Deli gibi alışveriş yapan insanlar kendilerinden geçmiş şekilde mağazayı boşaltmakla meşguldü. Mağazanın önündeki geniş sepete konmuş indirimli ürünlerden birine uzanan etine dolgun bir kız kendisine en az üç beden küçük bir bikini altını karşı reyonu tarumar eden annesine gösteriyordu. Yuh be o olur mu sana!
Başımı sağa sola sallarken o sırada şu kendi kendine sesli konuşma huyumda baş göstermişti. Benim içimde benden ayrı bir varlık vardı. Adı mı? Adı cinaslıydı. Durmadan konuşur, yaptıklarımı yargılardı. “Sana ne milletten kızım ya. Sen kendi işine bak. Tut şu dilini. Tut artık. Bu başına ne geldiyse dilinden geldi zaten.” Ne güzel söylemişti Orhan Gencebay belki de çok mutlu olacaktık tutsaydık dilimizi diye. Evet, bende çok mutlu olabilirdim tutsaydım şu lanet olası çenemi.
Az önceki kızın sepetten aldığı kırmızı bir şapkayı başına geçirmesi ise parmaklıkları zorlayan aklımı çalıştırmıştı. Kafamın içindeki çarklar dönmeye devam ederken mağazaya doğru yol aldım ve evet girişteki o uzun hırkaları görünce çarkların en uyumlu dişlileri de birbirine geçti. Makine durmuştu. Kazanmıştım ben kazanmıştım. Şimdi tek yapmam gereken açılan gözden oyuncak ayıyı almaktı.
Kızın az önce kafasından çıkarıp tekrar sepete attığı kırmızı şapkaya uçarak uzandım. Şapkayı elime aldığım an onunla iletişime geçmekte de zorlanmamıştım. “Benim olacaksın benim.” Yanında gelişen delivari hareketi gören kız kendisinden sapkın bir alışveriş manyağı görmenin korkusuyla koşarak annesinin olduğu tarafa ilerledi.
Ben şapkayı başıma geçirmiş yüzüme doğru iyice eğerek vitrin camından kendimi seyrederken bana uzaktan bakan iki çift tuhaf göze aldırış etmedim. Onlara doğru ilerlerken anlamıştım birini korkutmak sevmekten daha çok işe yarıyordu. Uğur haklıydı. Yanlarına vardığımda ayçiçeği gibi açılan anne ve kızının arasından geçip askıdan bedenime büyük olan uzun bir siyah hırkayı kaptım.
“Alışveriş dediğin böyle yapılır, beş dakikada alacaksın çıkacaksın.”
Parasını ödeyip üzerime giydiğim kamuflajlarımla mağazadan çıkarken bana bakan o gözleri ise asla unutamayacaktım.
*****
Acil servisin önünde bekleyen kalabalığın arasından mevsime göre biraz fazla kalın giyinmiş kırmızı şapkalı bir kız, dikkatleri üzerine çekmediğini sanarak içeri girip daha birkaç saat önce daha hızlı geçtiği bu yoldan etrafı keserek emin adımlarla ilerledi. Evet hakkımda herhangi bir roman yazılsaydı eminim şu bekleyen hasta yakınları tarafından böyle kaleme alınırdı. Eee! Benim gizemimde buraya kadardı.
Koridorda ilerlemeye devam ederken öne eğik başımı yavaşca kaldırdım. Kırmızı şapkanın altından görünen yolun sonundaki kapının üzerinde büyük harflerle yazan acil yazısı her bir adımda bana daha da yaklaşırken düşünüyordum acil yazısı neden kırmızıdır? Ya damarlarımızdaki kan o da kırmızıdır. Ya onu geçte aşkın rengi bile kırmızıdır. Tamam, anladım içeriği yoğun olan her şey kırmızıdır.
Yolun sonuna geldiğimde yazıyla burun burunaydım. Bir hemşire ya da görevli bir doktora Uğur'un durumunu sormalıydım. Bunun için sol tarafımda kalan üzerinde "Müdahale Odası 1" yazılı kapıya doğru ilerledim. Aralık kapıdan başımı uzatıp benim de ruhiyeti haliyeme müdahale edebilecek birilerine bakındım. Kafasında tuhaf bir galoş takılı bir kadının odanın içinden kapıya doğru yaklaştığını görünce kısa süren röntgencilik hayatımın da sona erdiğini anlamıştım. Hızla az önce geldiğim koridorun ilk köşesine doğru kendimi attım. Mesafeyi koruyarak ve gözlerimi şapkadan öteye çıkarmaya çalışarak dikize devam ettim. Tuhaf görünümlü kadın neyse ki benim olduğum köşeden sapmadan direk çıkışa doğru hızlı adımlarla geçip gitti. "Deli galiba ayağına takacağına kafasına takmış." Hastanemi tımarhanemi olduğu belli olmayan bu yerin hangisi olduğuna karar vermem için belki de sadece bir boy aynasının önüne geçip dil çıkarmam yeterli olurdu. İşte tam o sırada omzuma dokunan bir elle olduğum yerde sıçradım. Damağımı ardı ardına çekerek arkamı döndüğümde ise bütün acil çıkış kapıları benim için kapanmıştı. Tükenmez kalemli doktor beni köşeye sıkıştırmıştı. Sanki bizim mahalledeki kasap Naim Amca'yı görmüş gibi tanıdık bir sırıtış sunarken omuzlarımı da iki kilo kıyma ver ya der gibi biraz rahat silkmiştim adama.
"Neredesiniz siz?"
"Bu-buralardayım. Walla!" Nasıl tanıdı beni ya? Tam yirmi milyon verdim şu aptal kıyafetlere.
Doktor ciddiyetini bozmadan konuşmaya devam etti.
"Hasta kaydı alınmadan gidilmez. Sizi göremeyince bende polisi aradım."
"Polisi mi!!! "Sesim üç oktav yüksek çıkmıştı. Adam bir hemşireden daha estetik bir hareketle elinin işaret parmağını dudaklarına götürdü.
"Biraz sessizlik. Sonuçta bir intihar vakası, böyle şeylerde emniyetle sorun yaşamak istemiyoruz."
"Tabi intihar değil mi ama? Nasıl anladınız bak işinin ehli olmak böyle bir şey."
"Neyiniz olur?"
"Kim?"
"Hasta neyiniz olurküçükhanım"
"Arkadaşım olurdu rahmetli"
"Siz benimle dalgamı geçiyorsunuz?" Bu seferde doktorun sesi yükselmişti.
"Hayır, asla ben sadece şey ben acımı yaşıyorum burada."
"Kendisi iyi merak etmeyin midesini yıkadık. Bu gece müşahede altında kalacak."
Neredeyse orada adamın boynuna atlayıp bin bir hoş öpücük bahşedecektim. Hani bahsettikleri Hızır Aleyhisselam vardı ya bu adam beyaz gömleği ve hafif kır saçları ile o olmalıydı. Yıllar önce söylediklerine göre dedeme gelmişti hatta erkek kardeşim Aydın'ın da başını sevmişti. Sonra o mübarek insan bahçemizdeki büyük selvi ağacının bir tarafından girmiş öbür tarafından çıkmamıştı. Dedem o günden sonra büyük üzüntü yaşamıştı. Dediklerine göre bu mübarek zatın sağ başparmağında kemik olmazmış, dardaki iyi insanlara görünür ve para istermiş. Eğer onun başparmağını tutup isteğini söylerseniz bütün dilekleriniz gerçekleşirmiş. Bunu araştırıp gerçek olduğunu öğrenmiştim. Geçmişte karşılaşan bütün insanların söylediği ortak şey ise bembeyaz giyindiği ve ak saçlı olduğuydu. Demek ki Hızır Aleyhisselam ailemizi yokluyordu. Bende kötü biri sayılmazdım hani, bir kaç ufak yalan, tamam bazıları büyük, biraz gıybet, bol isyan sonra...
"Küçükhanım odama gelinde hasta kâğıdını işleyelim."
Aha! Hızır konuştu. Ay Hızır gidiyor. "Durun doktor hızır bey geliyorum."
*****
Doktorun bir üst kattaki odasına girdiğimde adam masanın etrafını dolanıp yerine oturmuştu. Masanın üzerindeki reçetevari kalın bir defteri açıp boynunda asılı gözlüğünü takarken başını kaldırıp gözlerime baktı. Ta gözlerimin içine!
"Adınız?"
"Benim mi?"
"Bak kızım belli ki bu işe bulaşmak istemiyorsun, ama bende işimi yapmak zorundayım beni anlıyor musun? Şimdi ismini söyle bana."
Dokunsalar ağlayacaktım. Ağlamaya başlamadan önce cevapladım. "Aslıhan Yılmaz"
Adam form üzerine adımı yazıp gerekli kutucukları doldururken bende o küçücük kutucukların içine girmek istedim. Kaybolmak ve şimdi adamın yaptığı gibi üzeri çarpılanmak.
Arkamdan açılan kapıdan pembe önlüklü bir hemşire başını uzattı.
"Serdar Bey memurlar beyler geldi."
Gözlerim yirmi iki yıllık yuvalarından fırlayacakken ağzım o çok sevdiğim koca pişmaniyelerden birini hüpletirkenki gibi açılmıştı.
Memurlar içeri girip iki yanında dikilince anlamıştım. Kollarıma girerek beni böyle havada götüreceklerdi. Acil kapısından çıkarkenki görüntümü hayal edebiliyordum. Oh iyi ki şapka almışım neye yirmi milyon vermiyor ki insan!
Bu sefer gazetelere üçüncü sayfa haberi değil kesin manşetten çıkacaktım.
KIRMIZI ÖLÜM
Soğukkanlı katil kurbanının öldüğünden emin olmak için hastaneye geldi. Emniyet güçleri tarafından yaka paça götürülen zehir tüccarı pişmanım dedi.
Sol tarafımdaki yapılı memur bir adım ilerleyerek doktora bir kâğıt uzattı. Ardından deli gibi atan kalbimi durduracak o cümleyi kurdu.
"Doktor bey kaçakmış."
Ne söylediğimden habersiz memura doğru atılarak koluna yapıştım. "Hayır, kaçmadım valla kaçmadım öğrenciyim ben suçum yok benim ben kırmızı ışıkta bile geçmem ne olur hapse atmayın beni ne olur yirmi iki yaşındayım daha ben."
"Ne yapıyorsunuz hanımefendi bırakın kolumu."
Çok mu ağlak davranmıştım, sesim çok mu küçük Emrah modunda çıkmıştı acaba?
Üniformasını silkeleyen memur estağfurullah çekerken sağ yanındaki de amirini öldürecek anarşisti yakalamış gibi kolumu tutuyordu.
Aman tamam yakaladın beni az daha amirinin koynunda C3 patlatıyordum.
Amir herkesi ezen yüksek bir sesle konuştu.
"Uğur Sönmez asker kaçağı efendim. İki kere yoklama gönderilmiş tık yok herifte. İzin verirseniz doktor bey bir görelim neymiş derdi."
"A aaa asker kaçağımıymış." Soruyu soran bana dönen memur sanki beni ilk kez fark ediyormuş gibi yüzüme baktı.
"Siz kimsiniz?"
İşte şimdi tavşanı şapkadan çıkarma vaktiydi. Her zaman en sevdiğim şapkam olarak kalacak kırmızı zırhımı çıkarıp memura elimi uzattım.
"Ben Aslıhan Yılmaz efendim. Stajyer muhasebeci. Kartım yok, çünkü stajyerlere kart bastırılması yasak."
Elimi sıkarken anlamıştım ki o da benden hoşlanmıştı. Ay nasıl hoşlanmasın ki elma şekeri gibi kızım. Kırmızı, tatlı birazcık da yapışkan...
*****
Doktor Serdar Bey'in yönlendirmesinde alt kata inerken amir yanındaki memura bir kaç şey söyleyerek onu artık evimin kapısından tanıdık sayılan acil kapısının girişinde bıraktı. Allah'ın hakkı üçtür derler bende iki kez yeltendiğim bu kapıdan üçüncüsünde geçmeyi başarmıştım. Şimdi görevli olmayanların girmesi yasak olan bu yerde ilerlerken arkamda kalan kapıya dönüp bir bakış attım. Nasıl da otomatik kapanıyordu.
"Şahsı hastaneye siz mi getirdiniz?"
Soruyu yanımda benimle ilerleyen amir sormuştu.
"Evet ben getirdim."
"Neyiniz olur?" Yalan söylemenin âlemi yoktu. Aklıma dedemin nasihat dolu yüzü geldi. Polise yalan söylenmez. Söylemedim bende.
"Erkek arkadaşımdı."
"Anlaşıldı. Bıktım bu yeni yetmelerden. Tayinimi isteyip doğuya gideceğim."
Gitme! Demek geldi içimden ya da beni de götür. Bu yaşta yeniyetmeler bana da zor geliyor bir bilsen.
Nüktedan cinaslı beynimin içinde bunları konuşurken ben dış sesimle başka şeyler geveledim.
"Memur bey bana yardım edin. Kendisi beni tehdit ediyor. Ailesinden öğrendiğim kadarıyla deli raporu varmış." Elimde yaptığım deli hareketine adamın tepkisi sadece gülümsemek olmuştu.
Doktor ilerideki bir kapının önünde durarak arkadan fısıldayarak gelen bize doğru döndü. Yanına yaklaştığımızda ikimize de bakarak konuştu.
"Haşereler için kullanılan tarzda bir şeyi suyla karıştırarak içmiş. Midesini yıkadık neyse ki kanada karışmamış. Lütfen kısa kalalım."
Doktor cümlesini bitirince önümüzdeki kapalı kapıyı açtı, adama söyleyeceklerim yarım kalmıştı. İçeri ilk giren amirin peşinden odaya daldım benim arkamdan da Doktor Serdar Bey girip kapıyı kapattı.
Uğur iki yataklı odanın kenarındaki oldukça yüksek bir yatakta yatıyordu, ilk gözüme çarpan koluna bağlı ince bir kordonun uzandığı başının üzerindeki serumdu. Bizim girmemizle cama doğru dönük olan başını bize çevirdi. Göz göze geldiğimiz o ilk anda gördüğüm; kısa bir öfke ve hemen ardından yanımdaki adama dönen korku dolu bakışlardı.
Amir üniformasının cebinden ufak bir not defteri çıkartırken yatakta yatan gence sordu.
"Kendinizi nasıl hissediyordunuz?"
Uğur'dan hiç duymadığım bir ses tonu yükseldi. "Daha iyiyim. Teşekkürler."
"Ailenizden birisine ait ezberinizde bir telefon var mı? Kendilerine haber verelim."
"Gerek yok iyiyim ben." Uğur'un babasından çekindiğini biliyordum yüzündeki korkunun sebebi de bu olmalıydı. Baba korkusu ile ilgili pek bir şey bilmeyen ben umursamadan amire dönerek konuştum.
"Bende ablasının telefonu var."
Amir elindeki kalemin tepesine basıp yazmak için hazır olduğunu gösterdiğinde omzuma asılı çantamdan cep telefonumu çıkarmaya giriştim.
"İstemiyorum dedim sana." Tek hedefi ben olan öfke geri gelmişti,
Yataktaki çaresize umursamazca bakarken çantamdan telefonu buldum. Ben söyleyip adam da not aldıktan sonra amir yatağa doğru yavaş adımlarla yaklaşarak Uğur'un burnunun dibine kadar girdi. Bu sırada ben odada sessizliğini koruyan doktorla göz göze gelmiştim.
Biz artık bir ekiptik. Bir doktor ve bir polisle aynı safta yer almak. Allah'ım bu delicesine bir şeydi. Bu şey tam olarak zevk vericiydi. Kendimi Profesor Langdon'la sırları çözen Sophie* kadar heyecanlı hissediyordum. Gidip her bir anını kâğıda geçirmek için adeta çıldırdığım şu dakikalarda böbrek üstü bezlerim deli gibi adrenalin salgılıyordu. Her yer adrenalin olmadan önce sakinliğimi korumaya çalıştım. İçimdeki cinaslı ile girdiğim bu amansız diyalogdan gerçekte yaşanan konuşmaya yöneldiğimde neler olduğunu anlayamıyordum.
Amir yatakta yatan gencin saçlarını sertçe okşarken kulağına bir kadına yapsa baştan çıkarabilecek kadar şehvet dolu bir şeyler söylüyordu. Uğur'un gözleri kulağının duydukları ile yuvalarından fırlamış gibi açıldığında anlamıştım, kesinlikle tahrik olmuştu. Böyle olmalıydı, baksana gözleri nasıl irileşmiş dudakları da aralanmıştı. Rüzgâr gibi geçti romanındaki Scarlett O'Hara* yanında halt etmişti.
Amir tekrar ayakta dikilerek saldığı korkudan emin bir şekilde arkasını dönerek ilerde duran bize -ekip arkadaşlarına- doğru ilerledi.
Yanıma kadar geldiğinde aynı şeyi bana da yapacağından dolayı bir an korkuya kapılsam da niyetini kesin bir dille belli edince rahatladım. Arkamda duran kapıyı işaret ederek "Gidelim" dedi.
Cinaslı cevap verdi: Gidelim ortak! Sırada ne var. Dünkü banka soygunun kamera görüntüleri merkeze ulaşmış mıdır?
Ben cevap verdim. "Ona ne olacak?"
Kapıyı açarak yol gösterdiğinde soruma cevap bekleyerek dediğini yaptım.
Koridora çıktığımızda elimdeki şapka tutan elim heyecandan ter içinde kalmıştı."Merak etme tercihini yapacak." dedi ve ekledi "Tımarhane ya da askeriye. Mantıklı bir karar vereceğine eminim."
"Bende" derken gülümsedim. Üç ay sonra ilk kez içten bir gülümsemeydi bu. Gülümseme kahkahaya doğru giderken bu acil servis koridorlarının yoğun bakım ünitesinde pek sık rastlanmayan bir durumdu.
Doktor az önce çıktığımız odanın kapısında belirdiğinde, polis elindeki defterin en üst sayfasını yırtarak adama uzattı. "Ailesine haber verin hemen."
Doktor Serdar Bey uzatılan kâğıdı alarak gömleğinin cebindeki telefona uzandı. O numarayı tuşlayarak koridorda gezinirken takım lideri yine Uğur'un olduğu odaya dalmıştı.
İki aradaydım bir yanım sağ tarafa doğru ilerleyip koridorun sonuna varmış olan Doktor'un Uğur'un ablasına ne demek istediğini duymak için çıldırırken bir yanım sol tarafımdaki kapıdan tekrar giren adamın niyetini merak ediyordu.
Sağ mı solmu?
Eee? sağ mı sol mu?
Cinaslı cevap verdi: Tabi ki her zaman sol yanın seni ahmak!
Göz ucuyla doktoru keserken elim kapının koluna gitmişti bile. Ben meraklı bir kızdım ve kendimle ilgili de öğrendiğim bir şey vardı. Benim merakımın ibresini yüze vurduran her şey kapalı kapılar arkasında olanlardı.
Kapı yavaşça açılırken boynumda sol yana gerdan kırmaya başlamıştı.
Kulağım kapıda, gözüm hala telefonda konuşan doktorda iken aynı anda adamın yapma diye kalkan kaşlarını ve içeriden gelen tehdidin Allah'ını duydum.
"Eğer o kıza yüz metreden fazla yaklaşırsan senin o testislerini keser, suyunu çıkarıp kafana dikerim. Anlaşıldı mı!!!
"An-ana-anlaşıldı."
Delilerinde anlayabileceğini ben o anda anlamıştım. Ne demişlerdi evet hep beraber söylüyoruz korkutmak sevmekten daha etkiliydi!
Kapının hızla açılması ile kaçınılmaz sonla burun buruna geldim. Bir iki adım gerileyip adamın sertçe kapıyı kapatmasını seyrettim.
"Şimdi gidebiliriz. İyi mesailer Doktor."
Serdar Bey amire tek eliyle selam verirken hala telefonda kendisini esir alan kızla konuşuyordu.
Acil Servis'in kapısından çıkarken şapkamı neden yaptığımı bilmeden kafama geçirdim. Herhalde bu tuhaf aksesuara alışmaya başlamıştım ya da buradan yaka paça çıkarılacağım fikrine zihnim alışmıştı.
Bahçeye çıktığımızda amir bana doğru dönerek gülümsedi. "Şapkan gerçekten iğrenç."
Kahkahalarla gülerken ekledim. "Bence de"
Hiç beklemediğim bir hareket yaparak elini uzattı. "Tanıştığımıza memnun oldum Aslıhan Yılmaz."
"Bende" dedim elimin iki katı büyüklüğündeki elini daha yeni fark ederek.
"Başınız sıkışırsa beni her zaman bulun. Üsküdar ilçe emniyette görevliyim."
"Peki, hoşcakalın."
Üsküdar ilçe emniyetin en gözü kara polisi bahçedeki yardımcısının kullandığı araca binerken orada durmuş gidişini seyrediyordum.
Acaba bekâr mıydı? Endişelenmeme gerek yoktu, ne de olsa testislerim falan yoktu.
Cinaslı bence bekâr diye fikrini beyan ettiğinde bir deliden farksız kendi kendime bahçenin ortasında konuştum.
"Bence de bekâr."
İyide adı ne, Hay Allah adını sormadım. Aracın tepesindeki ışığı yanarak bahçe çıkışına doğru ilerlerken bu günün son deliliği de benden olsun diyerek hızla aracın arkasından koşmaya başladım. Neyse ki hastanenin çıkışında şu işlek cadde vardı. Araba trafiğe dalmak için ana caddedeki araçları durduracak kırmızı ışığı beklerken yetişip sürücünün yanında oturan korkusuz cengâverin camını tıklattım.
Adam camı açarak gülümsedi.
"Şey belki ihtiyacım olur diye soruyorum. Yani demiştiniz ya. Sizi emniyette nasıl bulabilirim? Yani şey işte adınız?"
Işık aynı anda yanınca ahmak sürücü bir ışık daha beklememek için gaza bastı.
Araba yarım daire çizerek ana caddeye çıkarken kahramanım camdan başını çıkararak bağırdı.
"Adım ıırr Komiser ırr"
"Neee? Anlamadım?" Koşarken havalanan şapkamı uçmadan hemen önce yakaladım. Ben bu hastaneden böyle ayrılacağımı hayal bile edemezken adam son bir gayretle bağırdı.
"Adım Hıdır Al....."
"Neee! Hızır mı dedin? Başparmak kahretsin başparmak!"
Polis aracı caddenin sonundaki göbekten dönerek kesişen bir başka caddenin girişinde kaybolurken bende koşmayı bıraktım.
Anlamıştım yardımımıza koşan melaikeler her zaman beyaz giymezlerdi ve bazen hayatımızı değiştirmek içinde bir Peygamber beklemek gerekmezdi.
*Da Vinci Şifresi-Dan Brown
*Rüzgâr Gibi Geçti- Margaret Mitchell
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder