20 Ağustos 2014 Çarşamba

Aşk Çarpar Gönül Kayar 5.Bölüm


John oturduğu koltukta arkasına iyice yaslanıp karşısındaki bar da dikilerek elindeki şarap şişesini inceleyen kadına bir süre daha dikkatle baktı. Ne yapıyordu bu kaçık? Şarabın üretim bilgilerini mi ezberlemeye çalışıyordu? Sonunda kadının açmayı başardığı şişeyi bir kadehe doldurmasını da aynı dikkatle -gözünü kırpmadan- izledi. Karanlıklar prensesi kadehi dudaklarına götürüp büyük bir yudum aldıktan sonra bedenini geriye doğru hafifçe esnetti. John onun gözlerini göremese de kapalı olduklarına kesinlikle emindi ve başını geriye atmış bir halde varlığından habersiz karanlığın ortasında dikilmeye devam etmekteydi. Bakışlarını kadının yüzünden küçük omuzlarına dökülen ve oradan da kalçalarına kadar uzanan saçların da gezdirdi. Kızıl saçları gecenin karanlığında bile alev alev parlıyordu. Şöyle bir düşünecek olursa; o kesinlikle sarışınları severdi, geçmişteki bir düzine sarışın sevgili bunun en açık kanıtıydı ki, bazen de çekici bulduğu nadir esmerleri beğenirdi. İlgisi tekrar karşısındaki saçlara yöneldiğinde genç adam “Bir kızıl ne kadar çekici olabilir ki!” diye düşünmeden edemedi. Tanrım insan böyle bir kadınla birlikte olmak yerine bir gece lambası satın almalıydı, ne de olsa ikisi de karanlıkta aynı ölçü de ışık saçardı. John insanı türlü gölge oyunlarına sevk eden gece lambalarından her daim nefret ederdi. Aklına burada bulunmasının sebebi geldiğinde elleriyle koltuğun ahşap kollarını kıracak ölçü de sıkmakta olduğunun farkına vardı. Tüm gece lambalarının canı cehennemeydi! Kaskatı kesilmiş çenesinden başarabildiği en sakin ses tonu ile alaycı ve hedefi vuran o cümleyi çıkarmayı başardı.
“Bana da bir kadeh doldurur musun hayatım?”
Tatlı bir hayalin en güzel yerinde olan Emily işittiği bu beklenmedik sesle bir anda olduğu yer de sıçradı. John tam olarak göremese de ürkmüş bir kediden farksız duran kadının saçlarının da hafifçe kabardığını fark etmişti ve devrilen kadehin sesini duyduğu an koltuğunun yanındaki -kadın işiyle süslenmiş- saçma abajurun ışığını açtı.
Öfkesine rağmen gördüğü manzara karşısında içinden gelen gülme istediğini güçlükle bastırdı. Romantizm kraliçesi mermerden bir heykel gibi karşısında kaskatı kesilmişti. Tahmin ettiği gibi korkudan tüm tüyleri diken diken, sabah kendisine hakaretler saydıran o dili ise yok olmuştu. Kadının sonuna kadar açılmış gözleri ise korkunun çeşitli tonlarına bürünmüştü. John ayağa kalkarken -bence de korkmalısın- diye kafasından geçirdi ve kurbanına doğru yavaş adımlarla ilerlerken zoraki bir şekilde gülümsemeyi becerdi. “Ne de olsa gece uzun olacak.”
Emily gözü dönmüş adam kendisine doğru yaklaşırken attığı her adım da yüzünde çoğalan o buz gibi gülüşü görmüştü. Hızla yayılan bir panik dalgası bedenini kaplarken zorlukla yutkundu. Beni öldürecek! Beni kesinlikle öldürecek! Şuan da sadece sonuç odaklı çalışabilen kafasından geçen tek düşünce bu olmuştu. Sözde federal soğukkanlı bir edayla tam önünde durduğunda Emily kalbinin artık atmadığını hissetti. Otuz saniye de o kadar şiddetlenmişti ki sanki hunharca en son dereceye getirilmiş ve bu yüzden ısınmış bir ev aletinin motoru gibiydi kalbi. Beceriksiz kullanıcısının elinde bozulan bir ev aleti. Kalbinin taze yanık kokusu burnuna kadar gelmişti. Adam ona doğru kolunu uzattığında genç kadın başını sol yanına çevirip gözlerini yumdu. John gözlerini karşısındaki kadından ayırmadan usulca başını çevirdiği tarafta duran şarap şişesine uzandı.
Emily çaktırmadan bir gözünü açıp adamın tezgâhtan aldığı ve şimdi elinde çevirdiği şişeyi gördüğünde “Önce kafamı kıracak” diye düşündü. Beni o şarap şişesiyle bayıltacak sonra da öldürüp kaseti alacak. Bakışları adamın çıplak eline kaydığında alayla düşünmeye devam etti. Ama aptal bir federal olmalı ki eldiven bile takmamış. Mutlaka bir iz bırakacak. Onu kısa süre de bulup asacaklar ve muhtemelen cehennem de onun için tahsis edilmiş dairesine düşündüğünden çok daha önce postalayacaklar. Kes şunu Emily! Kes. Sadece düşün, buradan kurtulmanın bir yolunu düşün. Daha önce yaptığın gibi bir kez daha bu adamı atlatmanın bir yolunu düşün!
John elindeki şişenin mantarını sertçe çekip çıkartırken, Emily ne tarafa doğru harekete geçmesi gerektiğine karar vermek için karanlıkta hızlıca etrafına göz atmaya çabaladı. Sağ tarafa doğru koşarsa üst kata giden merdivenlere çıkabilirdi. Ama üst katta bu goril karşısında pek de şansı olmazdı. Muhtemelen adam yatak odasının kapısını bir, içerideki banyonun kapısını ise ikinci saniye de kırardı. Yani kati ölümünü sadece üç saniye ertelemiş üstelik hazin sonu da o en sevdiği küvette boğularak ölmek olurdu. Fakat sol tarafa – dairenin girişine- doğru kaçarsa belki bir şansı olabilirdi. Adam şişeyi beyefendiliğe yakışmayacak bir kabalıkla dudaklarına götürürken Emily kafasındaki planı uygulamak için adamın bu en zayıf anını değerlendirmek istedi. Ani bir refleksle arkasındaki tezgâhtan destek alarak güçlü bir adım attı. İkici ve üçüncü adımına ise hava da devam ettikten sonra beline yapışan bir kol onu kaldırıp gerisin geriye barın tezgâhına yapıştırıp ardından kıskacına aldı. Başını kaldırdığında onun kendisine pis pis sırıtarak bakan yüzünü hapsolduğu alan sebebiyle şimdi daha da yakından görür olmuştu. Adam her gün bir kadının evine girip şarabına ortak olan bir ahlaksızın rahatlığıyla onu tutmaya devam ederken şişeyi kafasına dikmiş sesli ve iri yudumlar almaya devam ediyordu. Emily öfkesine hâkim olamayarak adamın bir mesafe ötedeki yüzüne haykırdı. “Boğazında kalsın.” İstifini bozmayan ahtapot kollu haydut şişeyi neredeyse yarıladıktan sonra derin bir nefes aldı. “Oh! Kalmadı işte.”
Bu rahat tavır karşısında genç kadın şaşkınlıkla açılan ağzını sinirle kapatıp yapacaklarını anlatmaya girişti. “On saniye içinde dairemden çıkıp gitmezseniz tüm ulusal güvenliğe haber vereceğim. Özellikle de tüm federal birimlere.” Konuşurken bir yandan da adamın belini sıkan kolunu gevşetmeye çabaladı, fakat bir vinç kadar ağır kolunu oynatmak bir yana söylediği söz adamı daha da öfkelendirmişe benziyordu ki elindeki şişeyi gürültüyle tezgâha bırakıp üzerine doğru eğilmeye başlamıştı. Adam yüzüne yaklaştıkça Emily bedeninin üst kısmını geriye doğru eğmeye devam etti. Arkasındaki tezgâha başını çarptığında ise kaçabileceği son nokta da olduğunu anlamıştı. John genç kadına kendinden emin bir bakış atarak asıl hedefi olan kulağına doğru yol aldı. Eğilip fısıltıyla konuştuğunda genç kadın gözlerini çoktan kapatmıştı.
“Bu kafayla senin görüp göreceğin son federal ben olacağım.” Emily gözlerini hızla açıp gömüldüğü saçlarının içinden çıkan ve yanağına belli belirsiz değdiğini hissettiği o sakalların sahip olduğu yüze baktı. Adamın şimdi bir girdap gibi içine çeken öfkeli gözlerine verilebilecek en saçma soruyla karşılık verdi. “Son derken?”
John, bu aptal sorunun ardından kadının üzerine verdiği ağırlığını çekip onu yapıştığı bar tezgâhından kopardı. Emily onu tam da istediği gibi yumruklamaya başlamıştı ki bileklerini tutan o kaba eller onu salonun karşı tarafındaki geniş koltuğa fırlatırcasına attı.
Emily gözyaşlarını bastırıp koltuğun yastıklarını öfkeyle yumruklarken tüm gücüyle bağırdı. “Seni züppe! Sen benim kim olduğumu biliyor musun ha? Ben Emily Hebert’im. Kovduracağım seni. Duydun mu beni? İşin bitti senin.”
John kadının savurduğu tehditleri duysa da zerre umurunda olmadı. O, bu sırada salonun lanet olası ışıklarını aramakla meşguldü. Bulduğunda ise tavanın ortasındaki büyük ahize karanlığı saniyesinde yuttu. Arkasını dönüp ilerlerken kadının koltukta kendisine saldırmaya hazır görüntüsüne aldırmadan yakınlarındaki bir sandalyeyi çekip karşısına oturdu ve kendi kendine sakin olmaya söz vererek özenle konuştu.
“Şimdi Bayan Hebert. Size bazı sorular soracağım ve bana istediğim cevapları verirseniz bu harika dairenizden hemen çıkıp gidecek, sizi şarabınız ve romantik akşamınızla baş başa bırakacağım.”
Emily başıyla giriş de yer de duran çantasını işaret etti. “Kaset yer de, çantamın içinde. Alın ve hemen gidin evimden.”
“Kasetin canı cehenneme! Bana cevap verin Ray Allen’i nereden tanıyorsunuz?”
Emily tekrar yanında dizili duran yastıkları yumrukladı. “Avukatımı istiyorum.”
“Bir kez daha soruyorum Bayan Hebert, Ray Allen ile nereden tanışıyorsunuz?”
Emily yanındaki bir yastığı çekip hızla adamın yüzüne fırlattı.
“Cehennemden. Oldu mu?”
John yüzüne yemek üzere olduğu yastığı son anda kolu ile savuşturdu. Sakin olmaya dair verdiği sözü beş saniye de bozdurabilen tek insan türüne öfkeyle baktı. Kadın değil baş belası!
“Anlaşıldı sizinle kibarca bir iletişim kuramayacağız.” Ardından tüm heybeti ile ayağa kalktı ve kadına doğru keskin bir hamle yaptı.
“Ne yapıyorsun? Sakın bana dokunma seni ahlaksız federal bozuntusu. Bırak kolumu pislik herif bırak.”
“Çırpınmanız faydasız Bayan, bu sadece canınızı daha da acıtacak.”
Emily adamın pantolonuna uzandığını gördüğünde dehşetle inledi. “Bana dokunursan seni öldürürüm. Yapacağım son şey olsa bile seni öldürürüm.”
John cebinden çıkardığı kelepçeyi kadının sol bileğine ustalıkla taktı. “Size dokunmak aklımdan bile geçmedi Bayan Hebert uslu durun.” Ne yazık ki aynı şey diğer bileği için söz konusu değildi. Kadın kurnazca kendini koltuğa atıp sağ kolunu çoktan arkasına saklamıştı. John yatar pozisyondaki haliyle gardını aldığını sanan kadına tepesinden bakarak derin bir nefes aldı. “Hemen kalkıp şu kelepçeyi takın.”
“Yardım edin imdat!!! Bana zorla sahip olmaya çalışıyor. İmdat!!!” Bu son çığlık geldiğinde Ajan Parker kendini daha fazla tutamadı, kendisini bir sapık gibi hissettiren bu kadının kendisine vurmaya devam ettiği kelepçeli elini tek hamlede göğsünde yakaladı ve o yılandilinin yuvası olan ağzını eliyle kapattı.
“Bana bak. Yüzüme bak.” Emily bir süre altında çırpınmaya devam edip sonunda çaresizce yüzüne baktığında usulca ekledi. “Size zarar vermeyeceğim ve asla dokunmayacağım. Ben sadece işimi yapmak istiyorum. Anlaştık mı?” Emily bir süre sonra belli belirsiz başını salladığında John elini genç kadının ağzından yavaşça çekti. “Biraz zor oldu ama artık birbirimizi anladığımıza gerçekten sevindim.” Nefesini düzenlemeye çalışan kadının yüzüne aşağılayan bir ifade ile güldü. “Üstelik Bayan Hebert siz hiç tipim değilsiniz.”
Gülüşü bir saniye sonra bacak arasına yediği hiç beklenmedik ve kuvvetli bir tekme ile yüzünde dondu. Kasıklarını tutarken sadece “Lanet olsun” diyebildi. Emily arkasına gizlediği elini çıkarıp şimdi serbest kalan diğer eliyle de birlikte adamı tüm gücüyle gerisin geri koltuğun diğer tarafına itti. O koltuğa doğru düştüğü sırada genç kadın hırsını alamayıp son olarak dizine de şiddetli bir tekme geçirdi. John yaralı dizine yediği bu tekme ile adeta uludu!

<><><><><><>

Genç kadın tek elinde sallanan kelepçe daire kapısından çıkarak asansörlere yöneldi. İkisinin de katta olmadığını gördüğünde ise hiç şaşırmadı. Koskoca “One57” binasına sadece iki asansör yapan mimara sevgilerini sunup çaresizce merdivenlere yöneldi.
“Ne diye 73. Katta bir daire satın aldım ki! Aptal Emily. Aptal. Aptal!” Genç kadın indiği her katta yukarı bakarak peşinden gelen olup olmadığını kontrol edip ilerlemeye devam etti. Dairenin kapısından çıkarken son kez arkasını dönüp baktığında adamın hala koltukta yattığını görmüş fakat geri dönüp salonun girişin de yerdeki çantasını almaya da cesaret edememişti. Daha 50.kata gelebildiğinde ise Emily nefesinin kesildiğini hissetti. Korkuluklara dayanarak kattaki son merdivene bedenini yavaşça bıraktı. Biraz olsun soluklanmaya ihtiyacı vardı. Ne telefonunu ne de arabasının anahtarını almıştı. Harika! Şuan da sahip olduğu tek şey sol kolundan sallanan şu aptal kelepçeydi.
Bir dakika sonra çaresizce doğrularak asansörlere yöneldi. Vakit kaybetmemeliydi her geçen saniye kendi aleyhineydi. Yukarıdan gelecek olanın aksine aklını kullanarak giriş kattaki asansörü çağırdı. Beklerken yakın gelecekteki planlarının içine en kısa zaman da yeni bir komşu edinme işini ekledi. Zor zamanlar da dairesine sığınabileceği bir komşu şimdi gözüne oldukça cazip bir fikir gibi görünmüştü. Merdivenlere son kez göz atıp kata gelen asansöre kendini attı ve giriş katın düğmesine son gücüyle bastı.
Asansör dört dakika içinde elli katı hızla geçip giriş kata ulaştığında genç kadın derin bir nefes verdi. One57 binasının güvenlik birimi giriş katta bulunmaktaydı ve altı tane güvenlik görevlisi barındıran bu birim binanın iki girişini de kontrol altında tutmaktaydı.
Genç kadın girişteki güvenlik kabinine doğru ilerleyerek kameraları takip eden üniformalı adama seslendi.
“Şey affedersiniz Bayy?” Emily adamın yakasındaki isime göz ucuyla baktı. “Bay Cabe. Bana yardımcı olun lütfen. Dairem de bir adam var. Bana saldırdı. Onu nasıl içeri aldığınızı bilmiyorum ama hemen en yakın güvenlik birimini buraya yığın. Çabuk olun lütfen.” Asansör ve merdivenlerin olduğu tarafa bakan genç kadın önünü döndüğünde kılını bile kıpırdatmayan görevliye hayretle baktı. Kafasındaki şapka kısmen yüzüne düşmüş ve oscarlık bir film izleyen seyirci edasında kameralara gömülmüştü.
Emily cama sertçe vurarak görevini savsaklayan adamı azarladı. “Size söylüyorum Bay Cabe. Sağır mısınız?”
“Hayır efendim” Adam cevap vermenin yanı sıra ayağa kalktığında Emily onun ilgisini çekebildiği için bu kez memnun olmuştu.
“Buradan yaralı ve hayvana benzer birisi geçmedi değil mi?”
“Hayır efendim”
“Güzel. O halde yapmanız gerekeni yapın. Hemen yetkilileri arayın.” Emily elini saçlarından geçirdiğinde biraz olsun alışmaya başladığı kelepçeyi yeniden fark etti.
“Bir de Bay Cabe. Şunu açabilecek bir şey var mı?” Elini kaldırarak kelepçeyi adama doğru salladı. “Şu düştüğüm hale bak. O deli ajan bozuntusu neredeyse beni -Emily Hebert’i- resmen kelepçeleyecekti.”
Bay Cabe güvenlik kabininden çıkarak kadının yanına geldi. Emily işini görmesi için kolunu adama uzattı ve bir saniye sonra “click” sesini duyduğunda huzurla artık serbest kalan kolunu kendi tarafına çekti. Fakat kolu gelmedi…

Genç kadın dönüp baktığında sol koluna takılı olan kelepçe hala yerinde durduğu gibi şimdi bir de boş olan diğer tarafında da büyük ve iri bir el hapsolmuştu. Korkuyla canı yanma pahasına elini kurtarmaya girişti. Bileği acıdığı gibi yaptıkları hiçbir işe yaramıyordu. Kelepçenin diğer bölümüne takılı elin sahibini yerinden bile kıpırdatamamıştı. Emily bir kez daha kolunu kurtarmaya giriştiğinde ise Bay Cabe tek bir hamle de kadını kendisine çekti.

Emily başını kaldırıp korkuyla tepesindeki yüze baktığında adam şapkasının altından gülümsemekteydi. Genç kadın sadece “Sen...” diyebildi. Sonrasında adam kelepçe ile yetinmeyip elini de sıkıca tuttuğu genç kadını kapıya doğru sürükledi.
Binanın dışına çıktıklarında ise kafasındaki şapkayı havaya savurup yanında saldırmaya hazır duran kadına göz kırpmayı da ihmal etmedi.
“Bütün bu öfken tipim olmadığın için değil mi?”

Aşk Çarpar Gönül Kayar 4.Bölüm


John sırtını arkasında kalan kütüphaneye yaslayarak bakışlarını dün gece ortağının cansız bedenini buldukları o noktaya dikti. Sanki hala orada yatan adama sorar gibi fısıltıyla konuştu.
“Neden kütüphane Ray? Neden kahrolasıya bir kütüphane?” Bu soruya cevap verebilecek tek kişi Ray Allen artık yaşamıyordu ama John ne pahasına olursa olsun cevabı bulmaya yemin etmişti. Bakışlarını kaldırarak hala kan izleri bulunan alt raflara oradan da kütüphanenin tepesinde yazan o yazıya çevirdi.
“Psikoloji ve Felsefe Bölümü”
Sophia, John’un yanına gelerek adamın bir noktaya kilitlenmiş öfke dolu bakışlarını takip etti. Bir süredir aklını kurcalayan düşünceyi hiç çekinmeden dile getirdi. “Bana kalırsa, Ray katilin düşünce tarzını çözmüştü. Belki de o yüzden buraya gelerek araştırma yapmak istedi.” Genç kadın kriminalden gelen ilk sonuçların yazılı olduğu dosyayı yanındaki adama uzattı.
Parker’ın kadının kendisine doğru uzattığı dosyayı alırken emin olduğu tek cevabı verdi. “Saçma, Ray bana haber vermeden asla tek başına araştırma yapmaz!”
“Belki de bu sefer yapmıştır.” Sohpia onun yanından geçip psikoloji bölümünün dar koridorun sonundaki pencereye doğru ilerledi. Arkasını dönerek kütüphanenin başında dosyayı inceleme başlayan adamın gözlerinin içine bakarak kesin bir dille konuştu.
“Biliyorsun Ray bu işi çözerse muhtemelen bir terfi alacaktı yani demek istiyorum ki belki de bu sefer kendi başına çözmek istemiştir?”
John karşısındaki kadına ortağını anlatacak değildi. Ray ile Sophia kendisinden daha uzun yıllar çalışmışlardı fakat anlaşılan o ki Ray’i kendisi kadar tanıyamamıştı.
“Buna ihtimal vermiyorum.” diyerek kesip attı ve ardından kaldığı yerden ilk bulguları okumaya devam etti.
Sophia tekrar John’un yanına dönmek için bir adım atmıştı ki genç adam tek elini kaldırarak onu durdurdu. “Lütfen orada kal.” dedi ardından dosyanın üzerinde gezinen gözlerinin geçtiği yerler de parmakları ile hafifçe öfkeli bir ritim tuttu.
“Şimdi, diyelim ki sen katilsin ve Ray Allen’i öldürmek için tam olarak o nokta da bekliyorsun.” Sophia başıyla onaylayınca John bir ucunda pencere olan dar ve uzun kütüphanenin diğer başına kadar ilerledi. Yaklaşık iki metre ötede dikilen kadına bakarak konuşmaya devam etti. “Ben de Ray’im. Araştırma yapmak ve bir terfi kapmak için kimseye haber vermeden buraya geliyorum. Aradığım psikoloji bölümünde ve ben bunu zaten biliyorum, köşeyi dönüyorum ve seni görüyorum. Sen silahını çekerek bir federali durdurmanın tek yolu olan kalbime doğru nişan alıyorsun ve ateş ediyorsun. Bu durum da kurşun kalbime karşıdan isabet etmeli değil mi?”
Sophia ellerini önünde kavuşturup başını sallayarak desteklediğini belirttiğinde John elindeki dosyadan ilgili bölümü okumaya girişti.
“Kurşun kalbin sol tarafından on milimetrelik yan açı ile girmiş bu da demek oluyor ki ya Ray buraya aklını kaçırarak yan yan girdi. Ya da aslında ilk kurşunu burada yemedi.”
Sophia birkaç adım atarak Ray Allen’in cesedinin bulunduğu yeri çeviren çizginin kenarında durdu. “Belki de Ray köşeyi döndü ve kitabı aramaya giriştiği sırada katil kenarda beklediği yerden çıktı ve Ray ona döndüğü anda az önce dikildiğim yerden ateş etti.”
John başını hafifçe sağa sola salladı. “Katilin kendisini gizlemesi imkânsız arkasında pencere vardı.”
“Elektrikler kesikti ve karanlıktı.” diyerek fikrini bildirdi genç kadın.
“Elektrikler Ray binaya girmeden önce kesilmişti. O kadar yolu karanlıkta gelebilen birinin gözleri karanlığa alışır. Üstelik görüşü aradığı kitabı bile bulabilecek kadar net hale gelir.”
John iki adımda genç kadının yanına geldi. “Şuna bak. Sol yanaktaki deri de sürtünme izinden bahsediyor ve en önemlisi ayak bileklerinin üç santim yukarısındaki izlerden. İki bilekte de. Bu ne demektir biliyor musun Sophia?”
“Birisi onu taşımış mı?” Genç kadının iri gözleri sonuna kadar açılmıştı. Duyduklarına inanmayan bir ifade ile dosyayı alıp okumaya başladı.
“Birisi onu taşımamış Sophia. Katilin gücü onu kaldırmaya yetmemiş ve bu yüzden onu sürüklemiş.”
“Aman Tanrım John. Bu bu!” Genç kadın korkuyla devamını getiremedi.
“Ve buraya getirmiş.” Tepelerinde duran yazıyı işaret etti. “Psikoloji bölüme ve özellikle burada bulunmasını ister gibi burayı kana bulamış.”
“Katil bulunmayı mı istiyor?”
“Tam aksine” dedi John hiddetle "Katil bizimle oyun oynuyor!”

<><><><><><>

Sarah Hebert elindeki bilgisayarı oturduğu koltuğa bırakarak içten bir kahkaha attı. “Tatlım bu adam gerçekten çok yakışıklı ama Emily gazetede onun bir Federal olduğu yazıyor hayatım? Jack bir finans uzmanı değil miydi?”
Emily başını bir kez daha önündeki masanın ucuna vurdu. “Evet evet kesinlikle öyle anne” Başını kaldırarak dağılmış saçlarını yüzünden çekti. “Şey o boş zamanlarında ajanlık yapıyor.” Kurduğu bu aptal cümleye kendisi bile inanmamıştı. Yerinden kalkarak ofisinin içinde amaçsızca gezinmeye başladı.
“Demek o kadar boş zamanı var.” Bayan Hebert telaşla aklına gelen ilk ihtimali söyledi. “Hayatım yoksa Jack iflas mı etti? Sana uygun olduğuna emin misin?”
“Evet gayet uygun. Böyle şeyler söyleme lütfen anne. Onu seviyorum biliyorsun?” Emily tekrar masaya doğru gelerek üzerinde duran gazeteye kaçamak bir bakış atıp gözlerini devirdi. Söyleyememişti! Nasıl söyleyebilirdi ki?
Anne ben hafta sonu gelemiyorum. Jack beni terk edip saçma sapan bir işin peşinden gitti. Ona ulaşamıyorum beni tamamen terk etmiş olabileceği düşüncesi beni yiyip bitiriyor? Üstelik hepsi de bu değil! Şu gazete de gördüğün manyak adam da peşimde ve bu manyakla çekilmiş bir kasetim var. Ah! Ama endişelenme kaset ben de. Yani güvendeyiz.
“Emily beni dinliyor musun?”
“E-evet anne buradayım.”
“Bir an bu adamla da olmayacağı düşüncesi beni nasıl korkuttu sana anlatamam. Senin için çok endişelendim hayatım. Düşünsene bu sene senin için son şans üstelik Jasmine ve Michael’ın büyük ihtimalle evleneceklerini duyuracakları bu yıl kızımın lanetlendiğini bilmek ne kadar korkutucu olurdu. Tanrım!”
Emily artık delicesine bir hızla odayı dolaşıyordu. Jasmine ve Michael evlenmeye mi kadar vermişlerdi? Tabi ya o da kendisi ile aynı yaştaydı. Jasmine. Sinsi yılan! Eski sevgilisini elinden aldığında bile Emily bu kıza karşı bu kadar öfkelenmemişti ama şimdi!
Şimdi durum farklıydı. Bu ikisinin de son şanslarıydı. Yirmi yedi yaşından önce evlenmek ve bu saçma lanetten kurtulmak zorundaydılar. Neden işler Amerika’daki gibi yürümüyordu sanki(?) Burada insanlar kırk yaşında bile bekâr gezebiliyorlardı. Bu haksızlıktı.
Lena odaya girdiğinde Emily annesine randevusu olan bir danışmanının geldiği yalanını söyleyerek kadının cevabını beklemeden telefonu kapattı. Ardından hızla sandalyede asılı duran çantasına uzandı ve ufak bir tereddütle masada duran gazeteyi de alıp girişin yolunu tuttu.
“Bayan Hebert geri gelecek misiniz?” Emily’in soruya cevabı netti. “Hayır”
“Şey efendim nereye gidiyorsunuz? Lena karşısındaki kadının telaşından ürkmüştü. Kendisine kötü bir şeyler yapabileceği gibi saçma bir hisse kapıldı.
“Bir escort kiralamaya.” Elindeki gazeteyi kızın gözlüklerinin dibine soktu. “Tam olarak şu hayvana benzeyen ama finanstan da anlayan bir de mümkünse eli silah tutabilen.”
Lena genç kadın ofisten çıktıktan hemen sonra derin bir soluk alarak inledi. “Yüce Tanrım!”

<><><><><><>

Marc Anderson boynundaki kravatı düzeltip elinde yazan bilgilerin olduğu kâğıdı karşısındaki öfkeli adama uzattığında eli hava da kaldı. John, Sophia ile birlikte saatlerdir gömüldüğü psikoloji bölümündeki dar koridordan çıkıp köşeyi döndü ve büyük bir kütüphaneye arkasını yaslayıp kollarını göğsünde birleştirdi.
Marc durumdan yine de memnundu. Şükürler olsun ki hava kararmadan adamın kendisinden istediği tüm bilgileri toparlayabilmişti. “Oku!” dediğinde Marc bir süredir uzatmaya devam ettiği kâğıdı geri çekip kadın hakkında bulduğu bilgileri hızla aktarmaya girişti.
“Adı Emily Hebet. Yirmi altı yaşında. Kanada’lı Hebert ailesinin en küçük kızı. 57.sokakta bulunan “One57” binasının 73.katındaki dairesinde yalnız yaşıyor. Bir süredir Jack Peterson isimli bir yatırım uzmanı ile birlikte. Bir yazar aynı zamanda da ilişki danışmanı. 53.Cadde üzerinde bir ofisi var. “New York Times Bestseller” listesine bu sene girmiş ve dişçisinden aldığımız bilgilere göre de hiç dolgusu yok.”
“Ne dedin sen?”
Marc kravatını biraz daha gevşeterek yineledi. “Hiç dolgusu yok efendim.”
John ona doğru bir adım atarak hışımla genç adamın elindeki kâğıda yakaladı. “Onu sormuyorum ahmak.”
Kâğıda hızla göz atarak asıl ilgisi çeken bölüme geldi. “Meslek: Yazar, İlişki Uzmanı”
John dün gece ilk karşılaştıkları anı hatırladı. İşte şimdi her şey yerine oturuyordu. Cinayet saatinde, cinayet yerinde karşılaşmışlardı. Bir kütüphanenin önünde ve hala inanamasa da o kadın bir yazardı. “O bir yazar” dedi teyit etmek istercesine birkaç kez daha yüksek sesle. “O bir yazar!”
Ardından elinde tuttuğu kâğıda bakmaya devam etti. “Ödül: New York Times Bestseller Yılın Romantik Komedi Yazarı ”
“Bu Bestseller saçmalığı ne?” John öfkeyle genç adamdan mantıklı bir cevap bekledi.
Marc kendisine buz gibi gözlerle bakan adama cevap vermek için ağzını açtığı sıra da bakışları karşısındaki adamın tepesinde parıldayan o yazıya kilitlendi.
“Çok satanlar efendim. Şu arkanızdaki kütüphanedekiler gibi.”
John başını kaldırıp arkasındaki devasa kütüphanenin tepesinde parlayan yazıya baktı. Sadece bir an…

Hemen sonra gözleri kütüphanenin sonundaki köşeye psikoloji bölümü ile birleşen o yere odaklandı.
Birisi onu taşımamış Sophia. Katilin gücü onu kaldırmaya yetmemiş ve bu yüzden onu sürüklemiş.
John içinden kopup gelen bütün gücüyle haykırdı. “Lanet olsun!” Öfkesi çoktan elindeki kâğıdı avucunun içinde küçük bir top haline getirmişti. Ardından ölümcül bir kasırga gibi hızla yol aldı…

<><><><><><>

Emily dairesine girdiğinde hava çoktan kararmıştı. İnanamıyorum diye düşündü genç kadın bir kez daha. Bu haberin kısa süre de unutulacağını düşünmek gibi bir yanılgıya kapılmıştı. O escort şirketinden adımın attığı an görevli kadın kendisini tanımıştı. Bu iş gerçekten ona pahalıya mal olmuştu. O seçtiği insan ve hayvan karışımı adama verdiği bir tomar para yetmezmiş gibi bir de kadına susması için hatırı sayılır bir para ödemişti.
Emily elindekileri gelişi güzel yere atarak salonun köşesindeki küçük bara geçip kendini rahatlatmasını umduğu bir şişe açtı. Ne tuhaf bunu tam da bu gece Jack ile birlikte içmek için saklamıştı. Kadehe uzanıp yarısından fazlasını bu eski şarapla doldurdu. Büyük bir yudum alarak gergin bedenini esnetti.
Karanlık ve sessizlik iyiydi. Şuan da tam olarak aradığı iki şeydi…
“Bana da bir kadeh doldurur musun hayatım?”
Emily duyduğu sesle olduğu yerde sıçradı. Eline dökülen şaraba aldırmadan hızla sesin geldiği tarafa baktı. Karanlıkta bir şeyler görmek için çabaladığı sırada odanın karşı köşesinde duran o en sevdiği okuma koltuğunun yanındaki lambanın ışığı açıldı.
John Parker parlayan gözleriyle korkuyla dikilen genç kadını baştan aşağı süzdü.
“Ne de olsa gece uzun olacak.”
Ardından gülümsedi. Gülüşünde sıcaklıktan eser yoktu…

Aşk Çarpar Gönül Kayar 3.Bölüm



Asansör bir alt kata vardığında Emily tam karşısındaki diğer asansörün de iki saniye sonra bulundukları kata gelerek metal kapısının yavaşça açıldığını ve içinde dikilen adamın direk olarak kendisine yönelen delici bakışları net olarak görmüştü. Adamın bakışları genç kadının içindeki bir şeyi sebepsizce kamçılıyordu: Karşı koyma güdüsü...
Bu adama karşı aptal bir medya maymunu olmadığını göstermek isteyen o delicesine dürtü bedenini ele geçirdiğinde Emily düşünmeden çantasındaki kasete uzanmış ve adama doğru nispet edercesine sallamıştı. Bu hareketi; o küstah adama yazdığı kitapları maymunluk yaparak değil belki ondan daha üst seviye de olan zekâsı ile başardığını eminim kanıtlardı.
John Parker kendisine arsızca kaseti sallayan medya maymununa gününü göstermek için kabinden bir adım attı. Yaklaşık üç metreden fazla olan mesafeyi göz önüne alırsa kapı kapanmadan karşı asansöre ulaşması imkânsızdı. Bu düşünce ile az önce attığı adımı bu kat için geri aldığında karşısındaki asansörden hemen sonra tekrar içine girdiği küçük kabinin de kapıları kapandı.
Bir alt katta işin bitti güzelim diye geçirdi içinden. Bu arada hızlıca koşmak için vücudunu hafifçe öne doğru eğmişti. Kapı açılır açılmaz deli gibi koşacak ve o kadını karşı kabinin duvarına yapıştıracaktı. Önce elinde salladığı o kaseti alacak sonra da o küçük boynunu büyük bir zevkle koparacaktı.
Emily kendi asansörünün iki saniye önde olmasına şükrettiğinde, otuzuncu kata varmışlardı. Asansörün kapısı açıldığında genç kadın tüm dikkatini karşıdaki kapalı olan metal kapıya verdi. Metal kapı iki saniye sonra tam da zamanında açıldığında içinden kulaklarından ateşler çıkan aklında kesinlikle çift boynuzla dalma planı bulunan dev bir boğa son sürat kendisine doğru koşmaktaydı.
Emily küçük bir çığlık koyuverip asansörün kapısını kapatan düğmeye uzandığında adamın “Lanet olsun.” dediğini ve bir saniye sonra tüm gücüyle kapanan kapıya vurduğu sesi duymuştu. Genç kadın sağ taraftaki düğmelerin olduğu kabin duvarına dayanıp gözlerini kapattı.
“Sanırım sizi öldürmek istiyor Bayan, güvenliği arayalım mı?”
Metal kapıların bile zor dayandığı kızgın bir boğanın karşısında bir güvenlik görevlisinin arkasına saklanmayı pek de tekin bulmayan genç kadın eliyle önemli olmadığını belirten bir işaret yaptı.
John deli gibi kendi asansörüne koşarken kapının neredeyse kapandığını görmüştü ama sonra hiç beklemediği bir şey oldu ve kapılar tekrar açıldı. Küçük bir topuklu ayakkabı imdadına yetişmiş ve son anda kapanmak üzere olan kapı aralığına uzanmıştı. John az önce kıkırdayarak dosyaları yüzüne kapatan kadına minnettar bir gülümseme sundu.
“Teşekkür ederim Bayan.”
“Sanırım ateşlinin ötesinde biraz hırçın.” dedi genç kız.
“Onu yola getireceğimden emin olabilirsiniz.” diyerek hafifçe sırıttığında kadınlardan diğeri söze karıştı. “Merak etmeyin bu asansörler her katta durur.”
John’un bu yeni bilgi ile içi biraz daha rahatlasa da şimdi iki asansör arasındaki farkın üç saniyeye çıktığının bilincindeydi. Az önce yapamadıysa artık karşı tarafa koşarak yetişmesi mümkün değildi. Her katta oval olarak dönen merdivenleri kullanması ise tam bir aptallık gösterisi olurdu. Çaresizce en alt kattaki karşılaşmayı bekleyecek ve onu binanın girişinde öldürecekti.
Kabinin kapısı tekrar açıldığında karşı kabin de bir eli düğmenin üzerinde durup sabitlenmiş gözleriyle kendisine bakan o deli kadını gördü.
“Onu bana ver hemen.” diye kükredi.
“Gel de al.” cevabı ise karşıdaki kapılar kapanmadan hemen önce gelmişti.

28.Kat (Artık sadece iki saniye aynı katta kalabiliyorlardı.)
“Seni öldürmemem için bana yalvaracaksın tatlım.” John eliyle kabine sıkı bir yumruk attı.
“Bayım bu genç kadını tehdit etmemenizi size tavsiye ederim ben avukat Step…”
Kapılar kapandıktan sonra Emily kabin arkadaşı genç avukata küçük bir teşekkür etti.

27.Kat
“Senin nasıl avukat olduğunu çok iyi biliyoruz. Yatmadığın müvekkilin yok.” John yanındaki genç kadının öne çıkarak sarf ettiği cümleye inanmamıştı.

26. Kat
Avukat Stephan Emily’in önüne geçerek John’un yanındaki kadına doğru alayla seslendi.
“Seninle yatmadığım için değil mi tüm bunlar.”
Genç kadın açıkta kalan ağzını kapamakta güçlük çekerken Emily’nin asansöründen ıslık ve alkış sesleri yükselmişti.

18.Kat
“Bir daha benim asansörümdeki kadınlara laf atarsan elimden kurtulamazsın avukat bozuntusu.” John öfkeyle haykırdı.
Emily kabinden başını çıkardı. “Benim kurtulamadığım gibi mi?”

12.Kat
“Bende bir imza alabilir miyim lütfen?” Emily kabindeki genç bir kadının uzattığı dosyayı özenle imzaladı. Olivia’ya Sevgilerle…
“Hey siz ne yapıyorsunuz orada?” John karşıdaki kabinin ortasında çember olmuş küçük topluluğa kaçamak bir bakış attı.

8.Kat
“Boğazındaki elimi hissedebiliyor musun tatlım?”
Emily başını tam olarak emin olamadığını gösterircesine salladı. “Testislerindeki tekmemi hissedebildiğin kadar.”

6.Kat
John “şimdi” deyince tüm kabin bir ağızdan bağırdı.
“Seni aptal medya maymunu!!!”
Emily öfkeyle kapıyı kapatan düğmeye uzandı.

4.Kat
Emily ortadaki birleşmiş ellerin üzerine iki elini de koydu.
“Birimiz hepimiz için ve hepimiz Emily için.”

1.Kat
“Seni kollarıma alacağım an için çıldırıyorum bebeğim.”
Emily ellerini birleştirip kalbine doğru bastırdı.
“Seni aşağıda bekleyeceğim hayatım.”

Giriş Kat
John tüm gücüyle asansörün kapısından kendini dışarı attığında gördüğü manzara ile taş kesildi. Karşısındaki asansörün kapısı kapalıydı. Bu mümkün değildi, giriş kata kendilerinden önce varmaları gerekiyordu. Başını kaldırıp göstergeye baktığı o anda asansörün birinci kattaki ışığının yeni söndüğünü fak etti. Ellerini beline koyarak asansörün kata gelmesini dayanılmaz bir arzu ile bekledi. Kapılar açıldığında federal kendini kabine attı. Az önceki gruptan sadece üç kadın gözleri yuvarlarından fırlamış gibi kendisine bakıyorlardı.
İki kişi eksikti. Medya maymunu ve o avukat bozuntusu.
John elini kabinin aynasına geçirip hızla dışarı çıktı. Birinci katta inmişlerdi. Tanrım bu hatayı yaptığına inanamıyordu. Hızla merdivenlere doğru yöneldi.

Emily asansör giriş kata varmak üzereyken o adamdan kaçamayacağını biliyordu. Muhtemelen binanın giriş kapısına bile gelemeden ona yetişirdi. Aklı bu çılgınca korkuyla asansörü durduran o tuşa bastı ve sonra da tekrar birinci kata.
Genç kadın birinci katın koridoruna çıktığında hala ne yapacağını bilmiyordu. Diğer asansörlerden birine binerek bu oyunu ne kadar daha uzatabilirdi ki?
Genç avukat yanı başında belirip ve onunla birlikte gelmesini söylediğinde Emily adamın peşinden koşar adımlarla ilerledi.
“Sizi acil çıkış kapısından çıkaracağım Bayan. Binanın yan tarafına açılır. Tek yapmanız gereken bir kat inip caddeye karışmak.”
Emily koşarken kendisine yardım eden bu genç centilmene arka arkaya teşekkürlerini sunuyordu. “Teşekkür ederim Bayım. Çok teşekkür ederim.”
Adam döndükleri köşedeki demir bir kapıyı açarak gülümsedi. “Buradan çıkabilirsiniz.”
Emily adama son kez teşekkür edip ince demir merdivenlerden sağlam adımlarla aşağı inmeye başladı.
Avukat Stephan neredeyse son basamaklara varmış genç kadının arkasından el sallarken hızlıca çekilip arkasındaki duvara yapıştığını hissetti. John Parker ilk basamakta durup bir elini adama tehditvari bir şekilde salladı. “Seni geberteceğim ahbap, şu kadını hallettikten hemen sonra.”
Emily son basamaktan atlayıp mermer zemine bastığında yukardan gelen öfkeli bir ses işitti. “Olduğun yer de kal yoksa ateş edeceğim.” John merdivenleri hızlıca inip aradaki farkı neredeyse kapadığında genç kadın iki saniye durmakla en büyük hatayı yaptığını fark etmişti. Hatasını telafi etmek istercesine ok gibi yerinden fırladı. John yere uçarcasına inip geniş adımlarla kadının peşinden binanın ön tarafına doğru koşmaya başladı.
Aralarında sadece beş adım kaldığında silahını yerine soktu. İki elinin de boşta kalmasını istiyordu. İçinde onu gebertirken iki elini de kullanmak gibi cani istekler baş gösteriyordu.
John elini uzatıp kadının elbisesinin arkasındaki saçma fiyonga uzandığı sıra da ayaklarının yerden kesildiğini hissetti ve o hızla yerde yüz üstü bir süre kayarak ilerledi.
Emily arkasını dönüp bu komik manzarayı gördüğünde elini ağzına götürüp hiç yeri olmayan kahkahasını gizledi ve ardından binanın önünde bulduğu ilk boş taksiye kendisini işaret ederek bindi.
“Genç bir hanımın peşinden böyle kudurmuşlar gibi koşulmaz. Erkeklere bu günler de neler oluyor böyle?” John omzunu dürten ve az önce ayaklarını yerden kesen uzun sopaya baktı sonra da başında dikilen yaşlı kadına.
“Lanet olsun.” dedi parlak zemine yumruğunu geçirirken.
Başını çevirip az ilerideki caddeye baktığında ise artık medya maymunundan eser yoktu…

<><><><><><>

John Parker New York halk kütüphanesinden içeri girdiğinde hızlı adımlarla üst kattaki olay yerine doğru ilerledi. Sabahtan beri zaten o saçma kasetin peşinde oldukça zaman geçirmişti. Kütüphanenin açılmasına yaklaşık on beş dakika vardı, bu da demek oluyordu ki bölüm şefi Mason Carter’ı bulması için de tam olarak bu kadar vakti kalmıştı.
John şefi dün akşam bıraktığı yerinde otururken bulduğunda yanındaki tanımadığı genç adama aldırmayarak onlara doğru ilerledi.
“Şef seninle hemen konuşmam lazım.”
“Parker bende seni arıyordum. Bence de hemen konuşmalıyız. Şu kaset olayı da nedir?”
John yanlarındaki genç adama kısa bir bakış atarak tekrar Mason Carter’a yöneldi. Elini göğsüne götürerek derin bir nefes aldı. Sol dizi sert zemine hızla çarpışmaktan ötürü hala acı veriyordu.
John güven veren bir sesle konuştu. “O iş ben de şef merak etme.”
“Kaseti ele geçirdin mi?” Mason Carter’ın emin olmak istediği belliydi.
“Sayılır”
“Ne demek sayılır?”
“Merak etme şef o kaset akşam haberlerine çıkmadan elinde olacak. Sadece önemsiz küçük bir aksilik oldu.” John aklına o deli kızıl geldiğinde öfkeyle gerildi. Şefe bir kadını yakalayamadığını tabi ki söyleyemezdi. Ama yalan da söylemiş sayılmazdı. O kadın gözünde küçük ve önemsiz bir aksilikti sadece.
Sophia’nın büyük okuma salonundan girdiğini gördüğünde genç kadının yanlarına kadar gelmesini bekledi ve asıl konuya girdi.
“Şef kütüphaneyi kapatma emri vermeni istiyorum.”
Mason Carter ekibinde zekâsına en güvendiği adama dehşetle baktı. “Sen aklını mı kaçırdın?”
“Hayır, hayır bak bu cinayetle ilgili kafamda çok şüpheli şeyler var.”
“Kriminal tüm delilleri öne sürecek John.”
“Hayır, muhtemelen önceki cinayetlerde olduğu gibi bunda da bize bir faydaları olmayacak. Şuraya bir bak şef, burası bir kütüphane, söyle bana Ray Allen gibi bir adamın burada ne işi var?”
“Belki canı kitap okumak istemiştir?” Bunu söyleyen Mason Carter’in yanında dikilen takım elbiseli yeni yetmeydi. John genç adama öyle bir bakış attı ki yeni ajan birkaç adım gerilemek zorunda kaldı.
“Sizi tanıştırayım. Bu yeni ajan Marc Anderson. Quantico’dan kısa bir süre önce mezun oldu ve artık bizim ekimizde. “ Carter bölümünde en güvendiği iki ajanına baktı. “O artık sizin sorumluluğunuzda.”
“Çoluk çocukla uğraşamam ben!” John ateş püskürerek uzaklaşırken Sophia elini uzatarak genç ajana kendini tanıttı. “Sophia Campbell aramıza hoş geldiniz.”
“Tanıştığımıza memnun oldum Ajan Campbell.” Sophia kendisiyle aynı yaşlarda olduğunu tahmin ettiği bu yakışıklı genç adamın elini bırakıp Mason Carter’a yöneldi. “Şef, John haklı olabilir, küçük bir inceleme yapsak?” Adamın kalkan kaşlarını gördüğü an ise telaşla ekledi. “Ray için şef.”
Mason Carter bir süre sessiz kaldıktan sonra hafifçe başını salladı. “Pekâlâ, yalnız tek bir şartla. Sadece bir gün. 5 Temmuz sabahı bu kapıları açarım.”

<><><><><><>

Emily ofisine girerek kapıyı arkasından iki kez kilitledi. Uzun zamandır tuttuğu soluğunu yavaşça bırakarak başını usulca kapıya dayadı.
“Hoşgeldiniz Bayan Hebert!” Beklemediği bu sesle yerinden sıçrayarak arkasını döndü. Lena her zamanki gözlükleri ve o her gün giydiği bitmek bilmez gömleklerinden birisiyle daha karşısında dikiliyordu.
“Ah Tanrım Lena ödümü koparttın!” Emily elindeki çantasını holdeki masaya bırakarak çalışma ofisine geçti. “Jack’den haber var mı?”
“Hayır efendim, Bay Peterson’dan hiçbir haber yok.”
Emily dün gece yarısından beri onu defalarca kez telefonla aramıştı. Çıkan operatör kendisinin bilmediği bir şeyi söylemiyordu. Şu an da ulaşılamıyor. Sonra arayınız. Sonrası yoktu ki! İki gün sonra yola çıkacaktı ve yanında götüreceği sevgilisi sırra kadem basmıştı. Harika! Sabahki saçmalıktan sonra düşünmesi gereken asıl sorunu ile yine karşı karşıyaydı.
“Kaseti alabildiniz mi Bayan Hebert?”
Emily genç kadının yüzüne bu nasıl soru der gibi baktı. “Tabi ki Lena. Aksi mümkün mü?”
Emily Hebert için aksi mümkün değildi keşke başka şeyleri mümkün kılmakta da bu kadar başarılı olsaydı.

<><><><><><>

John tuttuğu omuzu gücünü göstermek istercesine sıktı. Diğer elindeki gazeteyi ise adamın burnunun dibine kadar soktu.
“Şimdi çaylak ekibe katılman için bu ilk ve son şansın. Şu kadını görüyor musun?”
Marc gazetede üzerinde gelinlik olan yüzü belirsiz kadına bir süre baktıktan sonra başını salladı.
“Kimdir? Nedir? Nerede yaşar? Ne iş yapar? En sevdiği renk ne? Ağzında kaç dolgusu var. Hepsini bilmek istiyorum.”
“Dolgu mu?” Ajan Anderson bu soru üzerine omzuna aldığı güçle oturduğu koltukta biraz daha büzüştü.
“Bu kadında bana ait bir şey var ve bana tüm bu soruların cevaplarını hava kararmadan getirmeni istiyorum. Eksiksiz.”
“Pe-peki” Genç adam ayağa kalkarak uzaklaştı.
Sophia şimdi John’un önünde dikildiği kütüphanenin büyük pencerelerinden birine yaklaşırken sordu. “Bence ona karşı biraz sert davranmıyor musun?”
“Ray’in bana neler yaptığını unutuyorsun herhalde.”
Sophia özlem dolu bir kahkaha attı. “Onu çok özleyeceğim.”
John bakışlarını baktığı işlek caddeden ayırmadan cevapladı. “Bende, bende o koca adamı çok özleyeceğim.”

Aşk Çarpar Gönül Kayar 2.Bölüm



03 Temmuz 2013, 23:05 Konum: Manhattan, 5. Cadde

John kör olduğuna kesinlikle emindi. Muhtemelen şuan da eliyle kapattığı sol göz çukurunda pantolon askısının o metal ucunu taşımaktaydı. Askı o kadar hızla yerinden söküp çıkartılmıştı ki genç adam bir an gözünün oyulduğu hissine kapıldı. Sağlam olan gözüyle önünü görmeye çabaladığında ayaklarının dibinden tüylü bi...r şeyin sürünerek uzaklaştığını hayal meyal görebildi. Az ilerisindeki mermer heykelden destek alarak doğrulup kendini bir iki basamak yukarı çekti.
Gözündeki acıdan daha büyük bir acı tüm bedenine nüfuz ettiğinde aklındaki tek ismi tüm gücüyle haykırdı.
"Ray!"
John yüzünün büyük kısmını kapatan elini çektiğinde gözünün kenarından bir otoyol şeridi gibi geçen izin farkında bile değildi. Hızla merdivenleri tırmanıp son bir kaç basamağa geldiği sırada dev sütunların arasından koşarak kendisine gelen tanıdık yüzü ve daha önce hiç görmeye alışık olmadığı ifadesi ile Sophia Campbell'i net olarak seçebilmişti.
Sophia karşısındaki adamın parçalanmış gömleğine diktiği gözlerini kızarmış yüzüne çevirdiğinde hızla silahına uzandı. Kılıfından çıkarmadan önce birkaç basamak inerek gözleriyle etrafı bir avcı gibi taradı. Tek görebildiği binanın önündeki iki gazeteci ile mücadele eden bir kaç saha arkadaşıydı.
"Ne oluyor? Saldırıya mı uğradın? John?"
Sophia arkasını döndüğünde az önce John'un durduğu yerde olmadığını fark etti adam çoktan binanın ana kapısından içeri dalıp gözden kaybolmuştu.

Kimsenin John Parker'a yolu göstermesine gerek yoktu. Karınca sürüsü gibi yol alan insan kalabalığını takip edip soluğu ikinci katta aldığında asıl kalabalığın okuma salonun uzak bir köşesinde toplandığını fark etti. Hızlı adımlarla büyük salonu kat edip çembere yaklaştığında ulusal güvenlik biriminden ajan Tom Adams onu durdurmak adına önüne geçti.
“Ajan Parker, lütfen önce sakinleşin.”
John kapıdan girdiği andan beri aynı noktaya sabitlenmiş gözlerini bir an için önünde dikilen adama çevirdi. Çenesinde seğiren birkaç damarı göstermek ister gibi gözlerini hala baktığı noktadan ayırmadan boynunu hafifçe gerdi.
“Çekil önümden.” Üç saniye sonra hala dediğini yapmayan adamı bir kâğıt gibi savurduğunda ajan arkasındaki sıraya tutunarak güçlükle durabildi.
John çemberin en dışındaki takım elbiseli iki adamın arasından geçip kalabalığa daldı. Devam ettiği yoldan dönen insanlar yanından geçerken telaşla ona çarptıklarında John büyük kitaplığın önüne henüz ulaşmıştı ve gözleri kütüphanenin köşesinden yere vuran gölgelere takıldı.
“Lütfen şunları takın Bay Parker, olay yeri hala incelemede.” John yanında beliren beyaz önlüklü kadının yüzüne -tek kelimesini bile anlamadığını belirten bir ifade ile- baktı ve ardından o sesi işittiğinde bir volkan gibi patladı.
Bu Jasper’in flaş sesiydi.
Jasper!
John ve Ray’in olayın hemen akabinde ilk incelemelerini yapmalarından sonra kriminal ile birlikte gelen FBI’ın olay yeri inceleme bölümünün heyecanlı fotoğrafçısı Jasper’dı. İncelenen her olayda bir ölüm vakası elbette olmazdı ama eğer Jasper bir köşede durup sırasının gelmesini bekliyorsa işte o zaman işin içinde artık hayatta olmayan bir beden vardı. O kesinlikle yaptığı işten zevk alan bir psikopattı. Çektiği her cesede karşısında poz veren bir fahişeyi çekermiş gibi zevkle yaklaşırdı. John onun yıllar içinde bu ruh haline büründüğünü düşünse de bazı ahlaksız zevklerinin tohumlarının ta doğuştan geldiğini tahmin edebiliyordu.
John köşeyi hızla döndüğünde yerdeki beyaz önlüklü grubun arasında yatan o tanıdık iri bedeni saniyesinde tanıdı. Tepesinde toplanmış kalabalıktaki birkaç kişi işini bitirip ayağa kalktığında John büyük kan gölünün ortasında yatan gerçeği de tamamen görmüş oldu. O, Ray Allen, ortağı ve tek dostu başının bir kısmıyla yerde öylece yatmaktaydı.
Elindeki şeyleri giymesi gerektiğini söyleyen kadına inat John ısrarla yere çizilmiş girilmemesi gerekli alana adım attım. Kırmızı bir mürekkep gibiydi şimdi bastığı. Eğilip arkadaşının başına uzandı. Yüzü tanınması zor bil haldeydi, kafasının bir kısmı ise artık yerinde değildi.
“Hadi Ray kalk, gidelim.” John yumruğunu sıkıp dişlerine geçirirken gözlerinden akan yaşları gizleme ihtiyacı hissetmedi.
“Hep böyle yapıyorsun alçak herif, sen hep oyunbozanlık peşindesin. Hadi Ray kalk! Yalvarırım Mary için Lily için kalk.”
Bir flaş sesi işittiğinde başını kaldırıp sesin geldiği yere baktı. Jasper şimdi başını sol yanına eğmiş belli ki içine sinen pozlarından birini çekiyordu.
John hızla ayağa kalkarak adamın gözüne yapışmış makineyi tereddütsüzce kaptı ve aynı hızla duvara fırlattı.
“Ne yaptığını sanıyo…” Jasper boğazına sarılan el yüzünden sorusunu tamamlayamadı, sadece ellerini başının iki yanına kaldırıp pes ettiğini gösterebilmeye çabaladı.
“John! Sakin ol!” John adını işittiği an elini hızla serserinin boğazından çekti. Bu sesi ne zaman işitse kendisine çeki düzen vermesi gerekirdi.
Bölüm şefi Mason Carter beş kişilik ekibindeki artık en iyi adamının yanına vardığında çökmüş bir dağdan farksızdı. Bir alev topundan farksız genç adamın omzunu tutup var gücüyle sıktı.
“Omzuna ne oldu evlat.”
Jack bir süre sonra adamın ne dediğini idrak ettiğinde dönüp sol omzunu açıkta bırakan parçalanmış gömleğe baktı.
“Bir şeye çarptım.” dedi.
“Sanırım bir köpekti. Evet evet bir köpek, tüylü ve kabarık bir köpekti.”

<><><><><><>

04 Temmuz 2013, 00:50 Konum: Manhattan, 57. Sokak
Emily 57.sokakta bulunan “One57” binasının 73.katındaki dairesinden içeri girdiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kapıyı kapatıp sırtını çelik yüzeye yasladı. Ne kadar süre Grand Central’da beklediğini hatırlamıyordu bile. Muhtemelen Jack’in gittiğine tamamen emin olduğu sıralar da oturduğu banktan kalkmış ve kendini terminalin önünde bekleyen bir taksiye atmıştı. Gözü girişteki konsolun üzerinde duran telefonun telesekreter mesajını gösteren yanıp sönen küçük kırmızı ışığa takılı kaldığında yaslandığı kapıdan ayrılarak hızla telefona doğru yol aldı.
“Ah Jack ne olur sen ol. Ne olur gitmemiş ol!” Düğmeye bastığında heyecanla duymayı beklediği adamın sesi yerine annesinin sesini duymak Emily’e ilk kez acı vermişti.
Sarah Hebert her zamanki cıvıl cıvıl sesiyle konuşmaktaydı. “Merhaba hayatım akşam her zamanki gibi harikaydın. Baban ve ben seninle bir kez daha gurur duyduk tatlım. Fakat şu cep telefonunu yanında taşımayı bir türlü beceremiyorsun Emily.”
Emily küçük bir hıçkırık koyuverirken konsolun yanına çöküverdi.
“Gelinlik giyeceğinden haberimiz yoktu. Ah! Çok tuhaf görünce o kadar duygulandık ki hayatım.” Annesi bir süre konuşmaya ara verip dikkatini başka yöne verdi. “Ah! Bir saniye anne hayır telefonda değil mesaj bırakıyorum.”
Emily “Büyükanne” diye iç geçirdi, arkadan gelen sesin sahibini tanımıştı.
“Büyükannen seni görmek için sabırsızlanıyor. Tatlım bu arada az daha asıl sormam gerekeni unutuyordum. Hoş geldiniz yemeği için büyükannen özel pastasından yapacak, şu bol kremalı olanından. Acaba Jack vişneli mi sever yoksa üzümlü mü? Damak tadına uygun bir şeyler yapmayı çok isteriz. Bana haber ver tatlım biliyorsun ki gelmenize üç gün var ve tatlının en az bir gün dolapta kalması konusunda büyükannen oldukça ısrarlı. Seni seviyorum bebeğim. Hoşçakal.”
Mesajın bittiğini bildiren o sesle Emily üç saat önce dinlediği ilk mesajdan bu yana bastırmaya çalıştığı şiddetli bir ağlama krizini de başlattı. Genç kadının omuzları sarsılırken Emily bir elini dudaklarına götürüp acıyla haykırdı.
“Jack hep vişneli sever.”
Ardından elinde tuttuğu ve neye ait olduğunu bilmediği beyaz küçük kumaş parçasına burnunu silip bir kenara fırlattı.

<><><><><><>

04 Temmuz 2013, 07:15 Konum: Lower Manhattan Hospital, 170 William Sok.

John soğuk hastane koridorunda Mary’in yattığı odanın başında hareketsizce oturuyordu. Yeni bir gün doğalı çok olmuştu. Bu doğan gün kendisi de dâhil bazılarına sadece felaket getirmişti. Evet yaşadığı tam olarak bir felaketti. Ray’i kaybettiği yetmezmiş gibi Mary’e de durumu kendisi bildirmek zorunda kalmıştı.
“Ray eve gelmedi John, anlaşılan yine sizin işiniz uzadı. O koca bebeğe söyle onu yatakta bekleyen iki güzel bayan var.” John, Ray Allen’in cesedi çıkarılırken halk kütüphanesinin merdivenlerinde oturmuş kendisinden bir cevap bekleyen kadına bir cevap vermeyi diliyordu. Hiçbir cevap aklına gelen hiçbir cevap şimdi ona kafi gelmiyordu.
“Mary ben, ben…” John telefonu kulağından çekip göğsüne koydu. Bunu yapmalıydı, bunu ona söylemeliydi. Bu tabi ki hafifletici bir sebep değildi ama belki ona söylerse ondan duymak kadına biraz daha iyi gelebilirdi. John dişlerini birbirine geçirerek içindeki acıyı tek seferde çıkardı.
“Ray’i kaybettik Mary. Çok üzgünüm.”
John telefonun ucundan gelecek bir ses bekledi. Tam olarak ne beklediğinden emin değildi. Bir çığlık, belki bir isyan ya da öfke dolu bir kaç söz. Ama beklediği gelmediğinde panikle oturduğu merdivenden kalktı.
“Mary. Alo Mary orada mısın? Mary cevap ver!”
Lanet olsun! John merdivenlerden deli gibi koşarak binanın önündeki arabasına kendini attı. Araba 5.caddede kurulan barikatı yararak köşeyi döndü ve sadece beş dakika sonra Allen’ınların evinin önünde durdu. John kapıyı nasıl kırdığını, yerde hareketsiz yatan Mary’i nasıl kucakladığını ve hastanenin yolunu nasıl bulduğunu tam olarak hatırlamıyordu. Birçok yeri zihninde kopuk kopuktu.
Sadece derin bir nefes aldığı o ilk anı hatırlıyordu. Doktor “Bebek de annesi de iyi.” dediğinde John derin bir nefes alarak kendini koltuğa bıraktı. Ve şimdi altı saattir hareketsiz olarak oturduğu koltuktan başını kaldırarak önünde dikilen kadına baktı.
“İyi misin?” John Sophia’nın sorusu ile acıyla gülümsedi. İyi olmayı başarabilmek şu an için yapabileceği son şeydi.
“John şuan sırası değil ama gazetelere bir göz atman lazım.” Genç kadının uzattığı gazetelere göz ucuyla baktı. “Bence de hiç sırası değil Sophia, Ray ile ilgili neler yazdıklarını tahmin edebiliyorum.”
“Gazeteler Ray’i değil seni yazıyor John. Yönetim duyunca çıldıracak.”
John kadının elindeki gazeteyi kapıp ayağa fırladı. İlk sayfayı açtığında manşetten verilmiş büyükçe bir resmin üzerinde kalın harflerle tam olarak şöyle yazmaktaydı.

“ROMANTİZM KRALİÇESİNİN FEDERAL AŞKI”

Federal Aşkı!
John resme göz attığında dün gece Halk kütüphanesinin önünde çarpıştığı şeyin bir köpek olmadığının farkına vardı. Bu genç bir kadındı ve lanet olsun ki kollarında sallanan kadının üzerinde bir de gelinlik vardı.
Sophia ayağa kalkarak öfkeyle gazeteyi parçalara ayıran John’un karşısına dikildi.
“En beteri de John aldığımız duyumlara göre gazetenin elinde bir kaset var, olayı akşam haberlerinde yayınlayacaklar. Bir ajan için belki de en kötü şey ama deşifre olmak üzeresin.”

<><><><><><>

04 Temmuz 2013, 08:00 Konum: New York Times Gazete Binası, 8.Cadde

Emily taksi gazete binasının önünde durduğunda büyük çerçeveli siyah gözlüklerini taktı ve araçtan indi. Girişe doğru ilerlerken elindeki gazeteye -sabahın köründe Lena’nın kapısını çalıp ona uzattığından beri defalarca yaptığı üzere- midesi bulanarak tekrar baktı.

“ROMANTİZM KRALİÇESİNİN FEDERAL AŞKI”

Tanrım! Bari yalan bir haber yapacaklarsa daha klâs birini bulamazlar mıydı? Bir federal. Sadece bir federal. Genç kadın içinde yükselen bulantıyı bir kez daha güçlükle bastırdı. O son sürat hazırlanırken Lena kendisine gelen sayısız telefona cevap vermekle meşguldü. Söylediklerine göre akşam haberlerinde yayınlanacak bir kaset vardı ve canlı yayına katılması için televizyon kanalı kendisine hatırı sayılır bir teklif yapmıştı.
Emily kasetin olduğuna adı gibi emindi. Dün akşam peşinden gelen o iki gazeteciyi nasıl unutabilirdi ki? Tam yedi yıldır tırnaklarıyla kazıyarak geldiği kariyeri yerle bir olmak üzereydi. Şimdi hemen bu saçmalığa bir son verecek ve ardından da gidip bir tekzip hazırlatacaktı.
Büyük cam kapıdan girerek giriş kattaki danışmaya doğru ilerledi. Bankonun önünde durup elindeki gazeteyi önündeki bilgisayara dalmış kadına doğru adeta fırlattı.
“Şu iğrenç haberi yapanlarla görüşmek istiyorum. Hemen!”
Kadın önüne düşen katlı gazetedeki habere ardından da bankonun arkasındaki yüzünün büyük bölümünü siyah gözlüklerinin kapladığı bu gizemli kadına doğru baktı.
“Kim diyeyim efendim?”
“Emily Hebert dersiniz!”
Genç kadın duyduğu isimle yanındaki telefona hızla uzandı. Dâhili birkaç numara tuşladı ve karşı tarafı beklerken Emily’e zarifçe gülümsedi.
“Bay Smith, Bayan Emily Hebert burada. Sizinle görüşmek istiyorlar. Anladım, Derhal efendim.” Telefonu kapatıp hızla ayağa fırladı. “Dylan Smith sizi bekliyor Bayan Hebert. Ofisi 32.katta. Size eşlik etmeme...”
Emily onun eşlik etmesine ihtiyacı olmadığını beden dili ile güzelce ifade ettiğinde kadın asılan suratı ile az önce oturduğu koltuğa geri yapıştı.
32. kattaki asansör kapısı açıldığında Emily oldukça zevkli döşenmiş koridora adımını attı. Cam bölmelerle ayrılmış küçük ofisleri geçip yolun sonundaki açık kapıda kendisini karşılayan oldukça iyi giyimli adama doğru kararlı adımlarla ilerledi.
“Bayan Hebert hoşgeldiniz. Ben yayın koordinatörü Dylan Smith.” Emily adamın kibarca uzattığı elini sıktı. Adam arkasındaki odasının kapısı açıp genç kadını kibarca buyur ettiğinde Emily gözündeki gözlüklerini çıkararak içeriye daldı.
“Lütfen şöyle buyurun.” Geniş ofis masasının önündeki koltukları işaret edip kendi yerine doğru ilerledi.
Emily gösterilen yere oturduğu saniye de daha fazla vakit kaybetmeden konuya girdi. “Fazla vaktinizi almayacağım Bay Smith. Gazetedeki haberin en kısa sürede düzeltilmesini istiyorum.”
“Haberin yalan olduğunu mu iddia ediyorsunuz?”
Genç kadın öfkeli bakışlarını adama dikti. “Kesinlikle öyle. Ben o adamı hayatımda hiç görmedim.”
Dylan Smith yanı başındaki bir çekmeceye uzanıp içinden siyah bir kaset çıkardı ardından gözlerini karşısındaki kadının yüzünden çekmeden elindekini masanın üzerine bıraktı. “Bu kaset öyle demiyor ama!”
Emily ayağa kalkarak ellerini önündeki cam masaya dayadı. Bedenini karşısındaki rahat koltukta oturan adama doğru eğip gizli bir sırrını verircesine alçalttı. “O kaset hiçbir şey ifade etmiyor. Bir kaza, bir tesadüf hepsi bu. Ben gazetenizin de ifşa ettiği üzere başarılı bir yazarım ve asla ama asla bir federalle aşk yaşamıyorum!”

Bayan İlişkibilir cümlesini tamamladığı anda ofisin cam kapısı şiddetle açıldı. Kapı arkasındaki duvara gürültüyle çarptıktan sonra beyaz duvarda kötü bir iz bıraktı. Emily bu ani hareketle olduğu yerde sıçrayarak arkasını döndü. Gördüğü manzara tam anlamıyla vahşiydi. Saçı başı dağılmış bir mağara adamı odanın kapısında dikilmekteydi. Adam ağzını açtığı an da Emily altındaki yerin sallandığını hissetti.
“Dylan Smith adlı hergele sen misin?” New York Times’ın yayın koordinatörü cevap vermek yerine başını hafifçe sallamakla yetindi. Emily arkasındaki zavallı adamın yutkunduğunu duyabilmişti. John odayı üç adımda geçip adamı yapıştığı koltuğundan bir meyveyi koparır gibi çekip aldı ve tek eliyle yan tarafta kalan duvara yapıştırdı.
“Demek o haberi yapan pislik sensin? Güzel bu harika.” John adamı duvar boyunca gezdirmeye devam ederken Bay Smith kıvılcım çıkan kafası ile duvarda önüne gelen tabloları yere düşürüyordu.
“Beni aptal bir medya maymunu ile aşk yaşıyor diye yazarsın ha? Ben bir federalim seni ahmak.”
Emily duyduğu bu sözle olduğu yerde dondu. Bakışları adamın yırtılmış gömleğine takıldığında tüm gece elinde tuttuğu o kumaşın neyin parçası olduğunun da cevabını almış oldu. Bu o federal. Bir dakika bir dakika medya maymunu mu demişti o?
“Bayım siz kim oluyorsunuz da bana…”
John arkasından gelen sinek vızıltısı gibi sesi susturdu. Elini adamın boğazından çekmeden arkasını dönüp ilk kez odadaki varlığını hissettiği kadına baktı. “Bak tatlım muhtemelen ünlü olmak için bu önemli yalakaya kadar ulaşmışsın. Seni takdir etmiyorum sanma ama şuan benim işim daha acil. Yaylan bakalım!”
Emily sonuna kadar açılan ağzını kapatmakta güçlük çekti. Bu adam gerçekten gördüğü en kaba, en terbiyesiz ve en vahşi adamdı. Hayır, adam falan değil o tam olarak bir hayvandı. Öfkeyle başını çevirdiğinde bakışları masanın üzerindeki şeye takıldı. Burada olmasının tek gerçek sebebine!
John hala elinden kurtulmak için çaresizce çırpınan adama döndü. Yüzünü yüzüne yaklaştırıp kulağına doğru fısıldadı. “O haber silinecek. Duydun mu beni!”
Dylan Smith deli gibi başını salladığında John adamın boğazını sıkan elini çekti. Yere düşen tablolardan birini tekmelerken bir süre adamın nefesinin düzelmesini bekledi.
“Ve o kaseti istiyorum. Hemen!”
“Peki peki” diyen Bay Smith dengesiz adımlarıyla yerine doğru ilerledi. Az önce masanın üzerine bıraktığı kaset şimdi orada değildi. Tıpkı Bayan Hebert gibi onun da yerinde yeller esmekteydi.
“Almış.” dedi boğazını tutarken. John masaya doğru yaklaşıp adamın yüzüne doğru tuhaf tuhaf baktı. “Kim almış?”
“Yemin ederim az önce buradaydı. O almış, şu gazeteye birlikte çıktınız kadın.”
John başından aşağı içi kaynar su dolu bir kazanın hızla boşaltıldığını hissetti. Tanrım! O medya maymunun ünlü olmak için kullandığı yalaka bu adam değildi. O yalaka tam olarak kendisiydi.

<><><><><><>

Emily asansörlere vardığında altısından birinin bile katta olmamasına lanet etti. Üç sol ve üç sağ tarafta yer alan tüm asansörlerin çağırma düğmesine basıp beklemeye girişti. Elindeki kaseti hızla çantasına atıp gelmesine sadece iki kat kalan önündeki asansöre odaklandı. Az sonra şu kapı açılacak ve kendini içeri atıp buradan uzaklaşacaktı. O kaseti çalmıştı, bunu yaptığına hala inanamıyordu. Zaten dün akşamdan beri hayatında gelişen hiçbir şeye inanamaz olmuştu. Asansör kata gelip kapısı açıldığı anda Emily sağ taraftan gelen güçlü bir ses işitti.
“Hey sen! Buraya gel.” Emily bir korku dalgasının tüm bedenini kaplamasına engel olamadı. Bay Smith’e yaptıklarını gördükten sonra o adamın kendisine yapabileceklerini genç kadının aklı almadı. Emily şimdi önünde duran asansör de kendisine bakan yüzlere aldırmadan kendini hızla kabine attı. John kadının kendini atlatabileceğini düşünmek gibi bir delilik yapıp asansöre atladığı dakika koşmaya başladı. Kolunu asansörün kapısına sokmasına sadece bir saniye kalmıştı ki metal kapı hızla kapandı. John öfkeyle kapıya sert bir tekme attı.
“Seni akılsız medya maymunu!”
Emily asansörün içerisinde kendisine dehşetle bakan küçük gruba hafifçe gülümsedi. “Onun bu aralar biraz problemleri var!” Genç kadın önemsiz bir konudan bahsediyormuş gibi hafifçe omuz silkti.
John kaçırdığı asansörü tekmelemeye devam ederken tam arkasında kalan bir başka asansörün açılan kapısını işitti. Bu sefer işi şansa bırakmadan dönüp kendini hızla arkasındaki kabine attı. İçerideki üç kadın ve bir erkek tuhaf gözlerle ona baktığında John onların bakışlarının sabitlendiği yere omzuna baktı. Samimi gruba dönüp göz kırptı. “Bilirsiniz işte biraz ateşliydi.” dediğinde kadınlardan genç bir tanesi kıkırdayarak elindeki dosyalar ile yüzünü kapattı.John yüzünü kapıya dönerek derin bir nefes aldı.
Üç saniye sonra sadece bir kat aşağıdaki 31.katta karşılıklı iki asansörün de kapısı açıldığında John Parker kendisine arsızca kaseti sallayan medya maymununa o kızıl saçlarından daha kor olan içindeki ateşi gösteren yakıcı bir bakış attı.
Emily için bu ateşte yanmak artık kaçınılmazdı!

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 37

 
Herkesin bir “öz eşi” olduğu fikrine küçük yaşlardan beri inanırım. Bazen kilometrelerce uzakta, dilini bile bilmediği bir ülke de yaşayan öz eşini hiç tanımadan göçüp gider insan bu dünyadan bazen de aynı cadde de teğet geçebilir yanımızdan. Karşınıza çıkan her insan sizi kısmen tamamlayabilir ama öz eşiniz hariç. O sizi tamamlamaz, o zaten sizin için yaratılmış olan ruh ikizidir. Tıpkı Havva’nın Âdem için yaratıldığı gibi…
Herkese dileyebileceğim belki de en güzel dilek öz eşini bu dünya da bulmasıdır…

Bölüm 37
“Ateşli Bir Sabır”

Yağan yağmura aldırmadan yakındaki bir banka oturup bir aydır çantam da taşıdığım kitabı bir kez daha usulca çıkardım. Ona bir şey olmasını istemiyordum. Kitabın karton kapağına hafifçe dokunup ıslanmadan önce göğsüme bastırdım. Evet itiraf ediyorum, ben de onlardan biriyim. Şu çantasında makyaj malzemesi yerine kitap taşımayı tercih edenlerden! O boyaları sürsem muhtemelen üç dört saate uçardı belki kalmazdı bile izi yüzüm de ama ya o kitapta yazan cümleler? Onlar şu aklıma mıh gibi kazınmıştı bir kere.
Ben bugün kalbimi yerinden çıkaran bir şey öğrendim. Sahip olduğu kitaplarının her detayını okuma hastası olan ben özellikle içim burkularak okurdum yayınevi bilgilerinin olduğu sayfaları. Tuhaftı bu yazarın hiçbir kitabında bir “çevirmen” adı yazmamaktaydı. Yaptığım küçük çaplı araştırma da öğrendiğim şey beni şimdi oturduğum bu banka adeta çiviledi. En sevdiğim türe ait, benim için üç büyük yazardan biri olan bu yabancı sandığım yazar aslında bir Türk’tü.

Evet şaka değil elimdeki İngiltere dönemine ait bu roman bir Türk yazar tarafından yazılmıştı. Türk ya Türk! Yaklaşık on yıldır “Historical” okuyan ve beş yıldır da köşe bucak saklanarak yazdığım bu türdeki idolüm benim kendi milletimdendi.
Onunla tanışmak için deli gibi bir istek duyuyordum. Acaba beni tersler miydi? Niye terslesin ki belki de bir “Merhaba” derdi. Ah gerçekten der miydi? Bir hafta boyunca her akşam kurabildiğim en özenli cümleler ile onun sosyal medya da açmış olduğu hesabına sayısız mesajlar yazdım ve her defasında yazdıklarımı silip çıktım. Birçok forum sitesinde utana sıkıla bir şeyler paylaşmıştım ama bir yazara yazmak işte bu akıl almazdı. Hem zaten belki de bu kendisinin kullandığı bir hesapta değildi.
Ve 2013’ün sert geçen bir Kasım akşamında tüm cesaretimi toplayarak ona yazdım ve mesajın gönder tuşuna sertçe bastım.
“Ne olacaksa olsun ya!”
Bir saniye sonra oturduğum sandalyeyi düşürecek hızla ayağa kalktım. Odanın içinde deli gibi dolanıyordum. “Ne yaptın ya aptal mısın sen kızım? Niye yazdım ya?” Hızımı alamayarak odadan dışarı çıktım ve mutfağa giderek mevsime pek uymasa da buz gibi suyu bir bardağa boşalttım. Titreyen elim de taşıdığım bardakla odama girip kapıyı arkamdan kilitledim. Çalışma masasına doğru ilerlerken heyecanla soğuk bir yudumu da ağzıma götürdüm. Götürmemle masadaki bilgisayar ekranında yazılı cevabı görmem aynı anda oldu. Ağzımdaki bütün suyu karşımdaki ekrana ve kısmen arkasındaki duvara boca ettiğimi umursamadan az önce kalktığım yere oturup ıslak ekranı kolumla silmeye giriştim.

-Merhaba, öncelikle size cevap vermeyeceğimi neden düşündünüz, ben bütün okuyucularımla sohbet ederim-

“Bana dedi, bana okuyucu dedi. Bana cevap verdi.” Küçük ama içten bir çığlık koyuverip kapıya kaçamak bir bakış attım. “Ay aklıma bir şey gelmiyor ne yazsam ne desem, tuvalet, tuvalete gitmem lazım sanırım bağırsaklarım bozuldu.”

Yazdığı o cevap ardından gelen yarım saattik bir sohbete dönüştü ve ben kolay kolay özellikle ismi çıkmış bir yazar tarafından yapılmayacak olan bir muamele ile karşı karşıyaydım. Kadın bana yapmam gerekeni ve geçmem gereken tüm yolları uzun uzun anlattı. Gerçek hayatta hevesimi kıran tüm insanlara inat bükülmüş belime sağlam bir destek oldu.
-Umutsuz olmak bir yazar için en yanlış kelime. Umut edin-
İşte yazdığı bu cümle benim o öküzün boynuzlarındaki değersiz gördüğüm tüm dünyamı bir gün de değiştirdi.
Gözlerimi kapatıp Pablo Neruda’nın en sevdiğim eserinin en sevdiğim bölümünü tekrarladım.
“Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar. Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar. Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: Yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.”
Ayağa kalkıp son mısrasını çıkarabildiğim en yüksek sesle söyledim.

“Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına…”

*****
Dedemin o eski evinin yerinde şimdi yeni inşa edilmiş görkemli bir bina vardı. Sonunda bir yılı aşkın süre uzak kaldığım gözbebeğim Erenköy’e dönmüştüm. Bir yıldır o lüks deniz kenarındaki ev de günümü gün ederek yaşasam da insanın kendi mahallesi, çocukluğunun geçtiği o ezbere bildiği sokakları, iki muhabbet ettiği bakkalı, size her zaman taze meyveyi vereceğini bildiğiniz manavı gibisi var mı?
Oldukça çetin bir kışı geri de bıraktık. Hala beş kişiyiz ve hala birlikteyiz. Dedem ve anneanneme bu günleri gösterdiği için Allah’a her zaman şükrederim. İnsan yaşça büyük sevdikleriyle yaşadığında her gece ölüm korkusu ile yatıp her sabah nüfusun tam olmasına sadece şükredebilir. Eda hep der: “Senin deden cennetlik diye.” Bütün kalbimle inanırım buna. O benim kahramanım! Üç yaşında “Dede bitti” dediğimde tuvalete gelip arkamı silen, koskoca kadın olmama rağmen hala harçlık vermekte direten, beni ve Aydın’ı öz çocuklarından çok seven ve hala çocuklar gibi itişip kakıştığım yegâne insan.
Anneannem ise adı gibi bir “Melek”. Asla inkâr etmem annemden çok hakkı vardır üstümüzde. Çoğu akşam yemek yediği sofradan kalkıp bize o çok sevdiğimizi bildiği havuç ve biberlerden kızartır. Sonra da üstüne sarımsaklı yoğurdu bir boca eder. Ohoo! Yeme de yanında yat. Hiç kimse ama hiç kimse zeytinyağlı dolmayı Melek Hanım gibi yapamaz. Bir de asla onun gibi sarılamaz. İnsanı içine soka soka sever benim anneannem. Sarılınca sevgisini içinizdeki en dar ve dipsiz köşelere kadar boca eder.
Şimdi bu günler de herkesin yüzünde güller açıyor. Herkes yeni evimizi çok beğendi hatta dedem bile! Her şeye bir şey bulan huysuz ihtiyar ne binaya ne de dairenin içine tek bir kulp bile bulmadı. Hepimizin ayrı bir odası var. Çocukluğumdan beri önce Aydın sonra annemle aynı odayı paylaşan ben “Benim Odam” denilen bir sözcük terimi öğrendim.
“Kızım anahtarlar nerede?”
“Benim odam da anne.”
Bu aralar akşamları Benim Odam’da yeni hikâyeler yazıyorum. Bu benim ikinci hayatım. Gündüzleri modern köle geceleri ise kendi kendimin efendisiyim artık. Biraz yorucu oluyor kısmen daha az uyuyorum ama sabahları tadını yeni yeni öğrendiğim bir huzurla uyanıyorum.
Artık yapmak istediğim şeyi içimden geldiği gibi yapıyorum ve bunu sevgiyle yapıyorum. Bu yılın bana tek olumsuz getirisi ise bedenime oldu. Atladığım mertebe ile içine girdiğim yoğun iş temposu bana altı ayda tam on iki kilo getirdi. Evet sakin olun “on iki” dedim. Hala büyük çanta kullanmaya devam ediyorum bu arada. Tek farkla; bu sefer gizlemeye çalıştığım incecik belim değil göbeğim. Evet ne sıkıcı değil mi? Zaten çoğu insanın baktığı gözle; bizler de sadece sıkıcı muhasebecilerden ibaretiz. Şimdilerde daha şık dursun diye bir de bizlere mali müşavir diyorlar. Bizim tek işimiz hesap kitap! Çoğu zaman sadece bu iki kelimeden ibaret ucuz ve esir hayatlarımız.
Hep fazladan zaman gerekir bize; hayallerimizi ötelemek için biraz daha yedek zaman, tuzlu fedakârlıklar gelir önümüze gümüş bir tepsi de ve asla değerimizi anlamayacak bir yüz ile ve en önemlisi ateşli bir sabır gerekirdi bize o yedek zaman hiç gelmediğinde ve o yüz artık beş para etmediğinde büyük bir isyan çıkmadan kalbimizi sustursun diye…
Ben bugün ilk kez tüm esir alınan hayatlara inat hesabı kitabı bir köşeye bıraktım. Bir yola çıkacaksam önce kendimle başlamalıydım. Kulaklarımı tıkadım ve bu “kitapsız” hikâyeyi hiç düşünmeden “hesapsızca” yazdım!
Açtım saçlarımı, çıkardım sıkan ayakkabıları ve savurdum kimseye anlatmadığım sırlarımı.
Tutabilene aşk, anlayana yoldaş olsun diye…
Ve anlayanlardan biri -adı ben de saklı yazar- aylar sonra o günkü umutsuz kız olduğumu bilmeden bana övgü dolu bir mesaj yazdığında ben de anlamıştım.
Benim için mutlak başarı tam olarak başlamıştı!

*****
-Üç ay sonra 08.08.2014-

Doğum günü kutlamaları sebebiyle geç girdiğim evin kapısına anahtarı usulca sokup kilidi oldukça yavaş bir hareketle çevirdim. Kilit döndükten sonra açtığım kapıdan süzülen loş karanlık evdeki herkesin yatmış olduğunun habercisiydi.
“Şükür! Herkes uyumuş.” Ayakkabılarımı alıp portmantonun önüne sessizce bıraktım. Koridorun ilerisindeki benim odamdan gelen ses bana hala birilerinin ayakta olduğunu hatırlattı. Tabi ya Kuzey! O inatçı, ben gelmeden asla uyumazdı ki(?)
Karanlık koridorda ışık yakmaya gerek duymadan parmak uçlarım da ilerlemeye devam ettim. Odamın kapısını açtığımda gördüğüm manzara klasikti. Uyumamıştı ve beni bekliyordu.

Kuzey evet onun Adı Kuzey!
O benim tanıdığım en muhteşem erkek, özellikle şu günler de benim gibi otuz yaşına yaklaşmış bir kadın için belki de bulunmaz bir nimet.
Birlikte yediğimiz her yemeğin tadını daha iyi alabilen bir gurme gibiyim. Başını hafifçe bir yana eğip gözlerimin içine baktığında ise tüm günü değişen bir deli. Sürekli ama sürekli ondan haber almak istiyorum. Şimdi düşünüyorum da hayatımdaki tüm erkekleri toplayıp ikiyle çarpsam bile onunla boy ölçüşmeleri mümkün değil. Bir kere bu literatüre aykırı…
Onu seviyorum. Onu daha önce hiç kimseyi sevmediğim bir duygu ile seviyorum. Bu duygunun ben de doğması ve gün geçtikçe bu kadar güçlenmesi çok tuhaf, sanırım kendimi de tanımaya yeni başlıyorum. Dürüst olmak gerekirse adı gibi biraz sert ve asi olsa da sağlam karakterli ama en önemlisi soyunda bulunmayacak kadar merhametli. Herkes ilk başlarda onunla birlikte yaşamama şiddetle karşı çıkmıştı, olmaz Aslıhan yapamazsın diyenlerin içinde başı çeken özellikle de annem. Şu günlerde ise kızının ne kadar mutlu olduğunun o bile farkında.
Annem hep her “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker.” diye.
Bu konuda içim her zaman rahat; bana düşecek cezayı fazlasıyla taşıyacak kocaman ayaklarım bir de geçmişte tanıdığım tüm erkekleri temize çekecek bir aşkım var artık.
Kuzey geniş yatakta halinden memnun yatarken ona doğru hafifçe gülümsedim. Çantamı usulca yatağa bırakıp odanın büyük kitaplığın olduğu tarafına doğru ilerledim. Çalışma masasının üzerindeki lambayı açıp köşeme keyifle kuruldum. Bilgisayarı açıp sandalyenin rahat arkalığına sırtımı yaslandım. Yataktan gelen hareketlenmeye gözüm takıldı.
“Sanırım bu hikâye bitti değil mi Kuzey Yılmaz?
“Miyav Miyav!”

Pardon tanıştırmadım değil mi? Onun Adı Kuzey!
O benim hayatım da tanıdığım en sadık erkek! Özellikle de işi şansa bırakmayıp kısırlaştırdıktan sonra…
Şimdilerde Kuzey ve ben ayrılmaz ikiliyiz. Biz aynı zamanda kurduğumuz Bekârlar Kulübü’nün de birer üyesiyiz. İşte şimdi kulaklarını dikmiş bana öyle bir bakıyor ki hemen anlıyorum.
-Bırak da şu işi gel artık yatağa-
Elimle bir saniye dercesine bu asil beyefendiden izin istiyorum.

Şimdi dikkat dikkat! Hikâyemiz tam olarak şu nokta da sona erdi. Develer tellal idi, bu gün ki pazar alışverişi bitti, çürükler ayıklandı gitti geriye kalan sağlamlar ise yeniden ayağa dikildi.
Otuz yıllık bu hikâye de o kadar macera yaşandı, bir o kadar aşk ve alabildiğine hüzün ama hiç kimse bu yükü taşıyan ayakları sorgulamadı. Sahi hikâyeye adını veren bu koca ayaklar kaç numaraydı?
Çiçeği burnun da yazar klavyeye uzanıp iki rakamlı bir sayı yazıyor ve siliyor tekrar yazıyor ve yine siliyor. Sonra gecenin karanlığında içten bir kahkaha bir atıp eliyle ağzını kapatıyor ve o tarzı olan cümleyi bir kere de yazıyor. “Asla öğrenemeyeceksiniz!”

Tarih tam olarak 09.08.2014 00.00 gösteriyor…

“SON”

<SONSÖZ>
Nuray: Sonunda dediğini yaptı ve evlendi ve bir erkek çocuk annesi. Aslıhan’la çıktığı o Antalya tatilini hala unutamadı.

Ayşegül: Üniversite grubunun en sessiz kızı. Evlendi. Bir kız bebeği sahibi. Eşiyle birlikte mizaçlarına uygun sessiz bir yaşam sürüyorlar.

Eren: Üniversite grubunun en güzel kızı. Evlendi. Kız çocuktan sonra şimdi de erkek bebek sahibi. Yakında bir pasta dükkânı açmaya hazırlanıyor.

Nurhayat: Evlendi. Erkek evlat sahibi ve çok mutlu…

Can: Aslıhan’ın ilkokul aşkı olan bu beyefendi hala Erenköy’de ikamet ediyor. Detayları henüz öğrenemedik.

Sercan: Boşanmış ve belli ki büyük acılarla sınanmış bir adam, şimdilerde yalnız yaşıyor.

Nilay: Lise’de âşık olduğu çocukla evlendi. Dördüncü ya da beşinci çocuğuna hamile. Artık biz de sayamıyoruz.

Nurdan: Hala bekar, akrabası olan çocuğu hiç unutmadı.

Ergül: Evli, bir kız bebek annesi, eşiyle birlikte mutlu bir hayat sürüyorlar.

Meliha Hanım: Ölüm sebebi hala tam olarak bilinemese de arada bir mezarı Küçük Hercule Poirot’u tarafından çiçeklerle süsleniyor.

Mert: Boşanmış, hala aynı gece kulübünde DJ’lik yapmaya devam ediyor.

Zeynep: Evli, bir kız çocuk sahibi. Yıllardır devam eden bir azimle Eren, Ayşegül ve Aslıhan’la tekrar arkadaş olmak için çabalıyor.
Erdi: Nişanlı

Taner: O artık profesyonel bir fotoğrafçı. Ne yazık ki çalışmalarından çok sevgilileri ile verdiği pozları paylaşıyor.

Berfin: Erenköy’den annesi ile birlikte taşındılar. Artık Vural ile birlikte değil.

Uygar: Sonunda yaptığı saçmalıklarla ailesini kendisini yurt dışına göndermeleri için ikna etti. Yurt dışında yaşıyor.

Harun: Aslıhan’dan sonra ikinci kez nişan attığı alınan duyumlar arasında ve şuan da nişanlı.

Semih Bey: Aslıhan’ın şok şaşırtıcı bir durum ki hala patronu. Şimdilik…

Haldun Bey: Aslıhan’ın bir diğer patronu. Şimdilik…

Aslıhan’ın Babası: İkinci kez boşandı ve ailesini terk etti. Nerede olduğu bilinmiyor. Terk ettiğinde kızının Aslıhan ile aynı yaşta olması gerçekten çok acı.

Gürkan: Eda’nın tek aşkı. Evlendi bir erkek çocuk sahibi.

Eda: Bekârlar kulübünün yönetim kurulu başkan yardımcısı ve Aslıhan’ın hala tek Kanka’sı. Artık gerçek aşka inanmıyor.

Gülten Teyze: Eşinden boşandı. Eda ve oğluyla birlikte ayrı yaşıyor.

Turan Amca: İlk eşinden boşandıktan sonra ikinci evliliğini yaptı. Bir erkek çocuğu daha oldu. İlk evliğinden olan Eda ve kardeşi ile artık eskisi kadar ilgilenmiyor.

Sibel: Aslıhan’ın Teyzesi. İki çocuğu ile aynı evde yaşamaya devam ediyor. Bayramların vazgeçilmez yüzü. Son bir yılda “iyi misin?”, “internet şifreniz nedir?” gibi birkaç diyalog geliştirmeyi başardılar.

Kuzey Yılmaz: Bekârlar kulübü üyesi. O bekâr olmayı aslında hiç seçmemişti! Bir gece ansızın geldiler ve kökünden kestiler. Şimdilerde yiyip içip gün boyu güneşte yatmaya ve kitaplık tepelerinde kelebek avlamaya devam ediyor. Annesinin bebeği, teyzesi Eda’nın gülü. Yılmaz ailesinin maskotu.

Aydın: Askerliğini yeni yapıp gelen Yılmaz ailesinin en genç üyesi şimdilerde büyük bir firmada çalışıyor. Kuzey Yılmaz ile haşin bir ilişkileri var.

Güzin: Gençliğinde yaptığı evlilik sonrasında bir daha hiç evlenmedi. Çocukları Aslıhan, Aydın ve anne babası ile birlikte Erenköy’de yaşamaya devam ediyor.

Melek Hanım: (Aslıhan’ın Anneannesi): Hala mükemmel yemek yapıyor ve hala mıncıklamadan sevemiyor. Bir de çıkmadık candan ümit kesilmez misali tek kız torunu Aslıhan’a umut besliyor.

Ahmet Bey (Aslıhan’ın Dedesi): Seksen yaşını deviren genç delikanlı eşi, kızı ve torunları ile birlikte yaşamaya devam ediyor.

Ve Aslıhan Yılmaz: Bekârlar kulübünün yönetim kurulu başkanı, otuz yaşında, muhasebeci olarak çalışmaya devam ediyor ama bir farkla o artık bir yazar…

TEŞEKKÜR…
Beni tanıyan herkesin mutabık kaldığı tek bir konu vardı. “Yazsan roman olacak bir hayatın var Aslıhan.”
Öncelikle bir hikâye olarak başlayan ve 356 sayfa ile artık bir roman sayılan bu otobiyografiyi yazmama vesile olan naçizane hayat verebildiğim tüm karakterlere,
Bana bu hikâyeyi insanlara ulaştırmamı sağlayan, gözümü gönlümü açan ilham perime,
Her zaman yanımda olup benden desteklerini hiç esirgemeyen anneme, kardeşim Aydın'a ve tek dostum Eda’ya,
Sosyal medya üzerinden yayımladığım bu hikâye de artık sadece “okur” olarak görmediğim ve isimlerini ezbere bildiğim o özel insanlara,
İsimlerini bilmediğim diğer okuyucularıma,
Fazla mesai vererek bu süreci zorlaştıran sevgili patronlarıma,
Ve son olarak bugün bu yaşıma gelmemi sağlayan iki meleğe -Sevgili Dedem ve Anneanneme- teşekkürü bir borç bilirim…

Aslıhan YILMAZ

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 36

 
 
re-fa-mi-fa-mi
mi-mi-mi-mi-fa-sol-fa
re-re-mi-fa-mi-re-re-fa

Kimileri için müzik dersinde flütle çalınan ilk parçaya aitti bu notalar, kimileri için ise doksanlı yılların unutulmaz dizisinin o iç acıtan müziği…...

Benim ne kadar başa sararsam sarayım asla sonuna kadar dinleyemediğim ama inatla dinlemeye çabaladığım kirli öfkemdi, adil olmayan evrimin en önemlisi de çocuklarına spermatozoonlarından daha çok şey katabilen gerçek babaların tek şarkısıydı bu.

Ve aklım hep der bana; zaten evrim ne zaman adil olmuştu ki(?)

BÖLÜM 36
“Babamın Şarkısı”

“Eee Ayşegül’den sonra sıra sende artık Aslıhan.” Nikâh masasında oturan mutlu çifte bakarken Eren’in bu kara talihime yaptığı göndermeyle hafifçe tebessüm ettim.
“Doğrusunu istersen hayatım ben artık o sıraya girip girmediğimden bile emin değilim.”
Sanki on yıldır ekmek kuyruğunda beklediğini sanıp sıra kendine geldiğinde eline piknik tüpü verilen emektar bir işçi gibiydim. Gazı açıp çakmağı yakmama ve kendimi havaya uçurmama çok az kalmıştı.
Eren kucağında oturan Miray’a bakarak iç geçirdi. “Bazen düşünüyorum da hangimiz hayatta daha mantıklı seçimler yaptık. Sen kariyeri seçtin ve geldiğin yerde çok başarılısın, bense her şeyi bir kenara atıp anne olmayı tercih ettim ve…”
“Geldiğin nokta harika” dedim küçük elleri ile annesinin dizinde tempo tutan ufaklığa bakarak.“ En azından bir gün öldüğünde seni daima sevgiyle hatırlayan biri olacak. Peki ya ben? Beni kim hatırlayacak?” Başımı diğer tarafa çevirirken sorduğum soruya acımasız cevabı da kendim verdim. “Hiç kimse.”
“Sana şöyle düzgün efendi birini bulmak lazım. Dur bakalım Barış’ın bekâr arkadaşlarını hafızamızda bir tarayalım.”
“Bu aralar kalbimi dinlendiriyorum ben!” dedim Eren zihninde ağa düşüreceği adamları sıralamaya devam ederken. Elimdeki küçük altın kesesiyle ayağa kalktım. “Hadi gidip takalım şunları bir de takı kuyruğunda beklemeyeyim bari. Yaşım geçiyor ya o bakımdan.”
“Otur Aslıhan, ben bulacağım şimdi birini.” Eren kalkmak üzere olan beni çekiştirip sandalyedeki yerime tekrar oturttu. Oturmamla birlikte sanki birden ilkokul yıllarıma geri dönmüştüm. Feride Hoca’nın cinleri tepesinde sınıfa girdiği bir gün kara tahtaya yazılmış konuşanlar listesinde -sap gibi duran- adımı gördüğü gün ki ifadesi gelmişti. En az yirmi kişinin adının yazılı olduğu o liste de herkes öğretmen gelmeden kavga dövüş adını silmiş, ben oturduğum sıradan kalkma cesaretini bile gösteremeden bir iki arkadaşıma seslenmiştim. “Beni de silin. Lütfen beni de silin.”
Kendi ölüm fermanlarını yok eden çocuklardan hiç biri beni umursamamıştı ve Feride Hoca kahkahalar kopan sınıfa girip öfkeyle tahtaya baktığında tek bir isim görmüştü.
“Aslıhan Yılmaz hemen buraya gel!”
Eteklerimi toplayarak sıradan çıkarken sınıf bir cenaze havasının saygısında derin bir sessizliğe gömülmüştü. Feride Hoca masasının üzerindeki kahverengi uzun cetveli çıkarıp eline hafifçe vururken söylendi. “Bir de seni hep örnek öğrenci diye gösterirdim. Niye konuştun kızım?”
Ne diyebilirdim ki; o sinir bozucu kız Süheyla’nın kafama defterle vurduğunu mu? Feride Hoca’nın en sevdiği öğrencisi olan bu kıza karşı yaptığım itham sadece az sonra vuracağı cetvelin şiddetini biraz daha arttırtmaktan başka bir işe yaramazdı. Her halükarda şiddetle vuracaktı, sonuçta tahtanın önünde hırsını alacağı tek kişi vardı. Ama bu zevki Süheyla’ya bırakmayacaktım.
Zaten düzgün duran beyaz yakamı özensizce çekiştirdim. “Canım konuşmak istedi öğretmenim ve ben de konuştum.” Parmak uçlarımı çoktan birleştirip cezamı bekler konuma gelmiştim. Feride Hoca asla beklemediği bu cevapla koca cetveli küçük parmak uçlarıma hızla indirirken ben gözlerimi sıkıca yumdum.
“Geç otur yerine!”
Dediğini yapıp sessizce yerime oturdum.
“Artık yaramazlıklarınızdan bıktım. Okulun bitmesine sayılı günler kala hepiniz azıttınız iyice.” Konuşurken her kelimesinin sonunda oturduğum tahta masaya var gücüyle vurmaya devam ediyordu. Başını bana çevirdiğini hissettiğim an gözlerimi karşımdaki tahtadan çekmedim. “Öyle oturup kalırsın işte.” diyerek kürsüdeki yerine geçti.
Feride Hoca daha o günden haklı çıkmıştı. Son zil çalana kadar o sırada hareketsizce oturup kalmıştım. Hala da öyleydi işte; şimdi yirmi yıl sonra bile gözlerim bir noktaya sabitlenmiş dans edenleri izlerken de bir köşede oturup kalmıştım.
“Aslıhan şu kolonun oradaki yakışıklıyı görüyor musun?” Eren’in sesi ile başımı dans pistinden gösterdiği kolonun kenarında oturan adama çevirdim.
“Barış’ın üniversiteden bir arkadaşının kardeşiymiş.” Zafer işareti yaparak ekledi. “Üstelik bekâr.”
“Kalkmam lazım artık.”
“İyi madem ama ben tuttum bu çocuğu yedi ceddini araştırır sana dönerim.”
Eren’in kucağında bu gürültü de bile uyuya kalabilmiş ufaklığın yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Yedi değil on yedi ceddini araştır.” dedim uzaklaşırken.
Arkamdan gülerek seslendiğini de işittim. “Haklısın aslında. Düklere kadar uzanıyor mu bir bakmak gerek değil mi?”

*****

Bu günler de herkes benden özür dilemek için yanıp tutuşuyordu. Kendimce “özürtop10” başlıklı bir liste bile yapmıştım. Her ne kadar şimdilik listem de üç kişi olsa da onlar affetmesi en zor olanlardı. Onları bağışlayabilecek gücüm olsa bütün dünyayı affedebilirmişim gibi hissederdim çoğu kez.
Listemin zirvesinde babam denilen adam vardı. Hani şu zombi filmlerin de tam hepsi bitti derken son kalan bir tanesi hızla çıkıp saldırır ve insanın yüreğini ağzına getirir ya; işte bu günlerde bende ne zaman bilgisayar karşısına geçsem bir zombi saldırısına uğruyordum. Üstelik bizim zombi bir türlü ölmek de bilmiyordu. Aslında sabah güzel başlamıştı fakat bu güzel sabahı mahvedecek şey tam karşımdaki ekranda yazmaktaydı. Bu seferki isim yine farklıydı. “Facebook” üzerinden aldığım ekleme taleplerinden bir yenisini daha yok saydım. Her yeni ekleme talebi ile birlikte gelen bir de kısa mesajlar vardı. Kimisi kendisinden, kimisi sözüm ona halini görüp üzülen arkadaşları ya da çalışanlarından geliyordu. İşte bugün ki de dört ay önce Eda ile görüştüğümüz o günden beri ısrarla gelen isteklerden en yenisiydi.
“Aydın’ı internetten araştırmış görmüş ama seni bir türlü görememiş. Sonra da benim babamdan yardım istemiş.” demişti Eda ve ardından telaşla eklemişti. “Ama ben babama dedim, Aslıhan’ın izni olmadan hiçbir şey veremem diye.”
İnsan arkasında bıraktığı evladının neye benzediğini görmek için ne kadar süre bekler? Bir yıl! Beş Yıl! Biz adresi hiç değişmeyen evimiz de büyürken o sanki kaybettiği çocuklarının gül yüzünü bir kez daha görebilmek için tuttuğu dedektifin uzun uğraşlar sonucu bulduğu izle yirmi yıl sonra başını kumdan çıkarma zahmetini göstermişti. Karşımda oturan Aydın’a kaçamak bir bakış atıp önüme çektiğim dosyayı inceler gibi yaparak kendi hayallerime daldım. Kardeşim benimle birlikte çalışmaya başlayalı tam dört ay olmuştu. Zaman nasıl hızla akmış ve ne kadar çabuk değişmişti her şey. Kendimi tamamen işlere gömdüğüm bu sürede farkında olmadan bir de mevsim değişmişti.
Artık Erenköy’e oldukça uzak bir semtte deniz kenarındaki büyük bir ev de hep beraber oturuyorduk. Ben hayatım da ilk kez kar yağarken incecik üstümle camdan bakabilme keyfini o sene öğrenmiştim. Evin geniş holün de at koşturmayı ve banyo da titremeyen çenemle bağıra çağıra şarkı söylemeyi. Soğuk ve ıslak bir çocukluk geçirmiş insanlar için kışın kızarmayan eller de kimi zaman can yakar. Ama yine de yok sayamam o eski evimizi, en acı günlerimiz gibi güzel çocukluk anılarımızın da mabedini. Ben o ev de terk edilmiştim ve yıkıldıktan sonra uzun zaman o sokaktan geçmeye cesaret edemeyişim de hep bundandı. Sanki terk etmiş bir yakını gibi sayardım kendimi tıpkı babamın bizi terk ettiği gibi… Cesaretimi toplayıp geçtiğim bir gün ise demir kapıları sökülüp götürülmüş, camları kırılmış bu virane binadan çıkan birkaç tinerci çocuk içim de tam olarak bilinmez bir şeyleri kopartmış ve dedemin o masal evini bir ukde olarak hep içimde bırakmıştır.

Özür listemin ikinci sırasındaki Teyzem de içinde bulunduğum bu süreci zorlaştıran insanlardan bir tanesi olmuştur. Artık boşanmış ve o adamı hayatından çıkarmış olmasına karşın yine de bir süre ondan kurtulamamıştır. Eski kocası ısrarla yeni yapacağı evliliğin masraflarını karşılamak için bir zamanlar Teyzemle oturdukları lüks evin en kısa süre de satışı için kendisine baskı yapmaktadır. Üç ay civarı süren tartışma, tehdit ve kavgaların sonunda ev satılmış ve Teyzem iki çocuğu ile birlikte bir zamanlar uça kaça arakladığı paralar ile aldığı ona göre fakir bir semtteki küçük, yerle bitişik ve sobalı dairesine taşınmıştır. Yakın tarihler de yaşanan bu iki taşınma olayı sevinmeme değil ama ilahi adaletin varlığını bir kez daha hatırlamama sebep olmuştur. İnsan umursamazca birini küçümser ve hor görürken bir gün onun bulunduğu duruma düşebileceğini de hiç unutmamalıdır.
Ve dedemin evinin satışının gerçekleştiği gün Teyzem ile ilk kez yıllar sonra anneannemin yanında oynadığımız “İyi bayramlar”, “Hoş geldin”, “Hoşçakal” oyunu haricinde gerçekten konuşma fırsatı bulmuştuk. Müteahhidin ofisinden çıkarken bana arkamdan hışımla seslenmişti.
“Aslıhan konuşacağız dur.”
“Benim seninle konuşacak bir şeyim yok. Israr edip durma artık.” Teyzem koluma yapışıp beni yolumdan çevirdi.
“Hayır konuşacağız yeter artık!” Arkamızda bize bakan kalabalık gruba göz ucuyla baktım. Annem, kardeşim, en küçük kuzenim ve tabi ki müteahhit ve ekibi. Bağdat Caddesi’nin ortasında aman ne rezillik! Ters istikamete doğru seri adımlarla yürümeye başladım. Her adım da peşim sıra gelen ayak seslerini duyabiliyordum. Yaklaşık on beş dakika kadar yürüdükten sonra cadde üzerinde sakin bir yer bulup oturduk.
“Evet anlat dinliyorum.” dedim daha yerime oturur oturmaz.
O da peşimden hızlıca yürürken soluk soluğa kalmıştı. “Bak kızım öncelikle benim o adamın nasıl biri olduğundan haberim bile yoktu! Tamam, bazı şeyler duyarsın ama anlamlandıramazsın. Yine de söylüyorum yanlış davranmışsan özür dilerim.”
“Bak ben artık yirmi dokuz yaşındayım. Senin karşında o on üç yaşındaki çocuk yok.” Elimle kendimi baştan aşağı gösterdim. “Kocaman bir kadın var. Sen bazı şeyleri duymadın, gözlerinle gördün gözlerinle. Satır satır okudun fakat o yaştaki bir sübyana inanmak yerine olayı kapatmayı seçtin. Neden biliyor musun çünkü sen bencil bir kadınsın. Her zaman da öyle oldun. Evimizi aşağıladın, öz kardeşini boşanmış diye yıllarca aşağıladın, bizi hep küçük gördün. Belki hak bile ediyorduk taciz edilmeyi eziğiz ya. Ama şu an geldiğin duruma bir bak.” Şimdi de elimle onu baştan aşağı süzdüm.
Yüzünde eski güzelliğinden eser kalmamıştı. Aşırı zayıflamış, bedeni çökmüştü, birlikte yaşadığı iki oğluyla asla çözemediği problemleri vardı. En büyük oğlu ise zaten evi çoktan terk etmiş ve Levent de lüks bir daire de kendi başına bir hayatı tercih etmişti.
“Ve sana son bir şey daha söyleyeyim. Benim bu hayatta hiç hata yapma lüksüm olmadı. Hiç! Sırtımı dayayacak kimsem olmadı. Babam gittikten sonra önce annem üstlendi onun yerini sonra o da yaşlandı. O zaman ben daha genç kızlığımı bilmeden kendi ailemin reisi oldum. Belki çok günah işledim biliyorum ama hiç fakire fukaraya masuma dokunmadım. İnsanları aşağılamadım senin gibi ve hata yapmamayı ilke edinen ben bana yanlış yapanları da hiç affetmedim.”
Öyle sabit baktık ki birbirimizin gözlerine, bir daha asla teyze yeğen olamayacağımızı o gün orada o da anladı. Ve biz sonsuza kadar sadece belli kalıp cümleler kuran iki uzak akrabadan başka bir şey olmayacaktık.
Hayatımda bu kadını affetmediğim için özellikle anneannem ve dedemden çok tepki alan ben duyduğum bir şeyi de hep kendime sakladım.
“Aman Güzin olmadı veririz onları bir huzur evine, bu yaştan sonra hiç bakamam ben!”
Böyle bir evladın yeryüzünde affı olamazdı!

*****
Önce yar iken sonra yara kategorisine geçiş yapan bir başka isim vardı listenin üçüncü sırasında. Harun yaklaşık bir hafta süren ısrarlı aramalarına bir cevap alamayınca devreye Uygar ve Berfin'i de sokmuştu. Sonuç aynıydı benden ikinci bir şans göremeyen diğerleri gibi o da daha fazla uğraşmadan karanlıklar diyarında kayıplara karışmıştı.
Böyle bir aşkın zaten yeryüzünde ikinci bir şansa ihtiyacı olamazdı!

Evet! Şu milenyum çağında; orta çağdan kalmış ve restorasyona gerek görülmeden günümüze kadar saklanmış değerini alıcısının elinde bulacak tozlu bir yapıttan farksızdım. Hah! Artık yirmi dokuz yaşındaydım. İçi geçmiş bir kabağa dönüşmeme sadece “bir sene” kalmıştı. Tabi ki bende -otuza bir kala- bekâr her kadının başına gelen o şey ile karşı karşıyaydım.
Bu tanımı bilmeyen pek yoktur muhakkak ama biz bilmeyenler için sözlükten daha genel olan tanımını yapalım. En güzel yaşlarının başındaki genç kızlarımızı böyle birkaç yıl topluma salarlar. Kızımız bu sürede aklı varsa okur parası yoksa çalışır ve tüm yakınları adeta bir denizanası gibi suyun altında hazır oldadır. Amaç; kızımız bu arada gözünü azıcık açsın da kendine uygun eli yüzü düzgün efendi bir damat adayı bulup gelsin diye. Damat adayını bulursa ben kendi adıma onları şanslı sayarım. Peki ya, bulamazsa ne olur?
İşte sihirli kelime geliyor.
“Görücü Usulü“
Kabak uçuruma doğru yuvarlanırken sabırla bekleyen denizanaları tam da bu zamanlar su yüzeyine çıkarlar. Tüm akraba, konu komşu ve arkadaşlar toplanarak bu amansız gidişe bir dur demek için tüm gücüyle haykırırlar.
Dur Aslıhan!
Bu tıpkı adınıza organize edilmiş bir doğum günü partisine gitmek gibidir; her şey sizin adınıza hazırlanırken size sadece geceye uygun elbise seçmek kalır. Bir kurbağayı bir prense dönüştürmekten daha zor bir şey varsa o da bir bal kabağından prenses yaratmaktır. Çünkü bunun için bir öpücükten daha fazlasına ihtiyaç vardır!
Ben şimdi son iki aydır çevrenin de ısrarları ile tuhaf tuhaf insanlarla tanışıyordum.
"Aaaa Aslıhan millet ne der? Evlenmek istemiyor derler, bir kusuru var derler."
Bana hep aynı şeyi söylüyorlardı. “Bu sefer ki adam mükemmel”
Önceleri ayak direttiğim bu durum sonraları yazdığım hikâyelerime katacağım yeni ve enteresan kahramanlar bulmama sebep olmuştu. Her tanıştığım adam bana erkeklerle ilgili yeni ve yaratıcı ipuçları veriyordu.
Adı üstünde görüyor ve usulüne göre yazıyordum…

< 1.Mükemmel Adam >

"Boş zamanların da neler yaparsın?" Bunu sormakla bu adamın karşısında hayatımın hatasını yapmıştım. Soruyu sorduğum an adam aşkla cevap verdi bana. Ama bitmek bilmez bir meslek aşkıyla...
"Cumartesileri çalışmasam bile ofise giderim. Yeni tebliğler, güncellenen haberler hepsini okurum bazen pazarları bile giderim."
"Film izler misin?" diye sordum bu sefer dişlerimi sıkarak. Bir saattir iş konuşuyorduk.
"Film mi?" Bir saniye küçümseyerek yüzüme baktıktan sonra izlediği ulvi şeyleri anlatmaya girişti. "Boş iş onlar. Reel hayata bakmalı insan. İşine yarayacak şeyler izlemeli. Şimdiler de açıyorlar şu saçma sapan aşk filmlerini saatlerini harcıyorlar. Ama bu kişilik olgunluğu ile alakalı. Bak bana o sezonluk dizileri izlemek yerinde Maliye Bakanlığı’nın tüm seri videolarını izliyorum. Aksiyon budur. Her gün yeni bir şey çıkıyor. " Masaya doğru eğilerek sesini alçalttı. "Yenilikleri asla kaçırmam ben. Şu tütün ürünleri ile ilgili yapılan açıklamayı izledin mi? Bence en iyisini yaptılar Kdv'si beyanname de nasıl yer almaz. Zaten bunca zamana kadar yapılan uygulama bir hataydı bence."
Derin bir nefes alarak son umutla sordum. "Kitap okur musunuz?"
Adam elini bana mı söylüyorsun edasında savurdu.
"Her gün en az bir kitap deviririm ben. Mesela dün Şükrü Kızılot'un son kitabını okudum. O nasıl bir anlatımdır ya. Resmen ihraç kayıtlı satış konusuna yeniden âşık oldum. Bak sana en sevdiğim bölümü göstereyim..." Çantasına uzandığı sırada elini tuttum.
"Hiç... Hiç gerek yok gerçekten."
"Ne demek sizin gibi bu mesleğe gönül vermiş bir meslektaşımla tartışmaktan onur duyarım." Meslektaş mı? Ya ben buraya ilk randevumuz için gelmişim baksana bir bana tanımaya çalışsana.
Ve o konuşup ben dinleyerek geçen bir sürenin sonunda kendi esaretime bir son vermek için aklıma gelen ilk yalanı zırvaladım. "Bir af yasası çıkıyormuş duydunuz mu?"
Elini su borusu gibi açılmış ağzına götürerek hayret dolu bir ifade ile yüzüme baktı.
"Ne! Af mı? Aman Allah'ım nasıl kaçırırım bunu. Çıkmış mı yoksa?"
"Çıkmış çıkmış koş."
Adam beni duymuyordu bile." Hemen araştırmalıyım affedersiniz biraz müsaade istiyorum."
Konuşmaya devam ederken siyah deri çantasını kapıp çoktan şifresini girmeye başlamıştı bile. Ne zaman artık karşısında oturmadığımı fark ettiğini ise Allah bilirdi sadece!

< 2.Mükemmel Adam >

Sigarasından bir nefes çekerek sandalyesinde arkasına yaslandı. "Ben okumadım. Okumak boş iş hiç gerek yok bence."
Hah! İşte çattın kızım yine.
"Mesela siz okudunuz sahi ya ne mezunuydunuz siz?"
"İktisadi ve idari bilimler" dedim kısaca.
"Her neyse işte okudunuz da ne oldu muhtemelen şuan ki pozisyonum da sizden fazla kazanıyorumdur."
"Ben olaya parasal açıdan değinmedim. Eğitim konusu..."
"Sevgili Aslıhan bırakın bu eğitimli kadın hikâyelerini. Kadın kadındır işte, ne kadar okursanız okuyun gideceğiniz yer bellidir." Oturduğu koltuğa daha da yayılıp zevkle ekledi.
"Mutfak"
Önce küçük bir kahkaha attım yüzüne, elimdeki bir bardak sudan hemen önce...

< 3.Mükemmel Adam >

Masaya vurarak söylediği cümlenin doğruluğunu güçlendirir gibiydi.
"Kadın kısmı çalışmaz. Oturur evinin kadını olur."
“Hadi ya?”
“Şimdi devir değişti, zaman kötüledi. Sokaktaki kızlara bakıyorum hepsi bir acayip.”
“Genelleme yapmasak!” Öfkeyle, oturduğumuz masanın örtüsünün sarkan kenarını çekiştirdim.
“Buluşuyorlar ne olduğu belirsiz heriflerle, o ne öyle?”
“Yani tam olarak burası gibi cafe tarzı yerlerde mi?”
Etrafa bakınarak hem başıyla hem de sözle onayladı. “Evet ya aynen.”
Şimdi masaya vurma sırası bendeydi. “Peki sizin gibi heriflerle mi?”
Bir süre yüzüme baktı sonra o en sevdiğim karikatürdeki gibi.
…Düşünemedi…

*****
Elimde nüfus müdürlüğünden aldığım sicil kaydı ile bir duvar dibinde çöküp kaldım. Ben bu gün ne hissetmem gerektiğini gerçekten bilmediğim bir şey öğrendim. Tıpkı gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini hızlıca okuyup asla bizim başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz türden bir şey.
Benim iki tane daha kardeşim vardı. Evet bu şaka değildi şu kağıtta yazana göre Aydın’dan hariç 2003 ve 2005 doğumlu biri kız biri erkek iki tane kardeşim olduğu açık bir şekilde yazıyordu.
Erkek olanın adını okuduğum an içimi bir öfke dalgası hızla kapladı. “Kerem” Benim adıma ithaf edilerek konulmuş gibi…
“Hah! Adam benimle dalga geçiyor sanki? Aslı’yı çok güzel halletmiş de bir de Kerem çıkarmış ortaya.”
Artık son günlerde sıklaşan mesajlardan bende bunalmıştım. Bu böyle olmayacaktı eğer müdahale etmezsem belki de soluğu burada alacaktı. Annemin yirmi yıl sonra onu görmesi sadece tekrardan sinirlerini bozacaktı. Aydın ise her ne kadar adını hiç anmasak da hissettiğim kadarıyla ona içimiz de öfkeyi en çok büyütmüş olanımızdı. Tam her şey arkamızda kaldı derken ve belli ki oda kendi düzenin kurmuşken ne demeye arayıp duruyordu. Aslında sebep birçok mesaj da yazdığı üzere belliydi. “Vicdan azabı.” Ne güzel sen hayatının elli yılını günah işleyerek geçir, benim sadece bildiğim beş insanın hayatını mahvet ve sonra gel özür dile. Babamı affetmediğim için hiç tepki almadım çünkü kimseyle babam hakkında uzun uzadıya konuşmadım. İnsanların beni anlaması için kendi on bir yaşındaki o korunmasız halini hatırlaması ve birkaç geceyi sokakta geçirmesi gerekir. Yani işi şansa bırakması gerekir. Ancak o zaman yapılan hatanın büyüklüğü ve bazı şeylerin öbür dünyaya kalması gerektiği yine de belki idrak edilebilir.
Yakın bir arkadaşım vasıtasıyla bir telekomünikasyon şirketine kayıtlı numarasını ardından da açık adresini aynı gün öğrenmiştim. Ne tuhaf yıllardır hiç merak edip araştırmamıştım bile, bulmanın bu kadar kolay olacağını asla tahmin edemezdim. Yine Gaye Hanım’da kalacağım bahanesi ile bir Cuma sabahı erken saat de Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan kalkan bir uçağa bindim. Yaklaşık bir saatlik süren uçuş sonrasında Dalaman Havaalanı’nda inip iç hatlarda bekleyen en yakın taksiye yöneldim.
Araca binip adama gideceğimiz yeri gösteren adresin yazılı olduğu kâğıdı uzattım. Kırk dakikalık yol boyunca aklımdan hafızam da kaldığını bile hatırlamadığım çoğu çocukluğuma dair sayısız anı geçti ve sonra her anı beni aynı ortak şarkıya yönlendirdi. Notalarını ezbere bildiğim ve müzik dersinin üç sözlüsünde de ısrarla çalmadığım için dersten kaldığım o şarkıya.
Evet; kimileri için müzik dersinde flütle çalınan ilk parçaya aitti bu notalar, kimileri için ise doksanlı yılların unutulmaz dizisinin o iç acıtan müziği…

Benim ne kadar başa sararsam sarayım asla sonuna kadar dinleyemediğim ama inatla dinlemeye çabaladığım kirli öfkemdi, adil olmayan evrimin en önemlisi de çocuklarına spermatozoonlarından daha çok şey katabilen gerçek babaların tek şarkısıydı bu.
Ve aklım hep der bana; zaten evrim ne zaman adil olmuştu ki. Bana belki de hiçbir zaman.

Göz beş duyu organının en kesinidir şahide gerek olmaz derler işte şimdi taksi eski bir evin önünde yavaşlayarak durduğunda ben de artık bir şahide ihtiyaç duymayacak durumdaydım.
“İşte bu sokak bayan.”
Parayı uzatıp adres kâğıdını geri alarak yavaşça araçtan indim. Elimdeki kâğıtta yazan numaraya göre hafif yokuş sokakta ilerlemeye başladım. Üç evi geçtikten sonra önünde dikildiğim ev elimdeki yazan adresin can bulmuş haliydi.
Peki şimdi ne yapacaktım, bahçe kapısından içeri girip kapıyı mı çalacaktım?
Merhaba baba, ben yirmi yıl önce terk ettiğin kızın. Seni affetmiyorum ve asla da affetmeyeceğim. Buraya sadece ailemden uzak dur demek için geldim. Arkanda bıraktığın hiç kimsenin sana ihtiyacı yok artık.
Gözlerimi sıkarak biriken yaşları boca ettim ve özensizce elimle sildim. Bahçe kapısının yanındaki evin duvara sırtımı yasladım.
Annem harika sen gittikten sonra bence ayakları yere daha sağlam basan bir kadın oldu en azından artık daha kararlı. Aydın ise zaten eşek kadar adam oldu, üniversiteyi bitirdi senin haberin yok ama Kasım’da askere gidecek. Dedem ve anneannem ise hala sağ ve umarım Allah senden alacağı o fazla ömrü onlara katar.
Ve ben baba! Ben en büyük kızın hala seninle aynı soyadı taşıyorum. Ah! Ne utanç verici bir durum değil mi? Biraz da sen utan çünkü ben yıllardır senden utanmaktan bıktım. Ömrüm boyunca senin gibi bir adamla evlenmemek için çabaladım durdum. Bana soran genç kızlara ne dedim biliyor musun? Önce git baba olacak bir adam bul. Yüreğinde merhamet olsun, evet merhamet şu günlerde senin benden istediğin tek şey.
Bahçe kapısı gürültüyle açıldığında içeriden çıkan bir adam önümden geçip az önce yukarı doğru çıktığım yerden yokuş aşağıya hızlı adımlarla ilerledi. Hala kıvırcık saçlar ama artık pek siyah değillerdi, ortalama bir boy ve o yürüyüş, o çarpık yürüyüş. İşte bu adam benim babamdı. Bunca yıldır yüzünü bile görmek istemediği kızının yanından hızla geçip giden bir adam.
İçimde biriken tüm öfkeyle ağzımı açtım. Söyleyeceğim cümlenin başı öncelikle tek kelime ve aynı iki heceden oluşmaktaydı. Ah! O bir ağzımdan çıksa, bir çıksa gerisi çorap söküğü gibi açılacaktı.
Baba diyecektim.
Baba… Bizden uzak dur. Baba…
Ağzımı açtığım sırada yanımdaki kapıdan çıkan ufak bir kız çocuğu benden önce davrandı.
“Baba”
Küçük kızın sesi ile arkasını dönen adam yanına koşarak giden kızının hizasına gelmek için yere çömeldi. Şimdi ufaklık ellerini adamın boynuna sarıp kulağına bir şeyler fısıldarken ben arkamdaki duvarla bütünleşmiştim.
“Tamam hadi eve.” Küçük kızı yanımdaki bahçe kapısına doğru yönlendirirken orada birinin dikildiğini fark ederek kafasını kaldırdı ve ilk kez yüzüme baktı. Bedenimdeki bütün tüylerin şimdi diken diken olduğu aşikârdı.
“Birini mi aradınız?” dedi birkaç adım yaklaşarak.
Düğüm olmuş boğazımı küçük bir öksürükle temizledim. “Evet birini arıyordum ama sanırım artık kayboldum.”
“Ben yardımcı olayım, iyi bilirim bu mahalleyi.”
“Yardımcı olabileceğinizi sanmam, çünkü aradığım kişi ölmüş.”
“Öyle mi? Başın sağolsun kızım.”
Kızım! İşte bu cümle adıma edilmiş bir hakaret gibi beni kendime getirmişti. Birkaç adım ilerleyerek duvardan ayrıldım ve yola çıktım. Şimdi tam karşısına geçip omuzlarımı başarabildiğim en dik şekilde kaldırdım. Karşı karşıyaydık ve göz göze…
“Hepimizin başı sağolsun” dedim.
O kadar inanarak söyledim ve vicdanım o kadar rahattı ki; üzerine toprak atmayabile gerek görmedim.
Çünkü bazı insanları yeryüzünün ne taşı ne de toprağı asla kabul etmezdi!