re-fa-mi-fa-mi
mi-mi-mi-mi-fa-sol-fa
re-re-mi-fa-mi-re-re-fa
Kimileri için müzik dersinde flütle çalınan ilk parçaya aitti bu notalar, kimileri için ise doksanlı yılların unutulmaz dizisinin o iç acıtan müziği…...
Benim ne kadar başa sararsam sarayım asla sonuna kadar dinleyemediğim ama inatla dinlemeye çabaladığım kirli öfkemdi, adil olmayan evrimin en önemlisi de çocuklarına spermatozoonlarından daha çok şey katabilen gerçek babaların tek şarkısıydı bu.
Ve aklım hep der bana; zaten evrim ne zaman adil olmuştu ki(?)
BÖLÜM 36
“Babamın Şarkısı”
“Eee Ayşegül’den sonra sıra sende artık Aslıhan.” Nikâh masasında oturan mutlu çifte bakarken Eren’in bu kara talihime yaptığı göndermeyle hafifçe tebessüm ettim.
“Doğrusunu istersen hayatım ben artık o sıraya girip girmediğimden bile emin değilim.”
Sanki on yıldır ekmek kuyruğunda beklediğini sanıp sıra kendine geldiğinde eline piknik tüpü verilen emektar bir işçi gibiydim. Gazı açıp çakmağı yakmama ve kendimi havaya uçurmama çok az kalmıştı.
Eren kucağında oturan Miray’a bakarak iç geçirdi. “Bazen düşünüyorum da hangimiz hayatta daha mantıklı seçimler yaptık. Sen kariyeri seçtin ve geldiğin yerde çok başarılısın, bense her şeyi bir kenara atıp anne olmayı tercih ettim ve…”
“Geldiğin nokta harika” dedim küçük elleri ile annesinin dizinde tempo tutan ufaklığa bakarak.“ En azından bir gün öldüğünde seni daima sevgiyle hatırlayan biri olacak. Peki ya ben? Beni kim hatırlayacak?” Başımı diğer tarafa çevirirken sorduğum soruya acımasız cevabı da kendim verdim. “Hiç kimse.”
“Sana şöyle düzgün efendi birini bulmak lazım. Dur bakalım Barış’ın bekâr arkadaşlarını hafızamızda bir tarayalım.”
“Bu aralar kalbimi dinlendiriyorum ben!” dedim Eren zihninde ağa düşüreceği adamları sıralamaya devam ederken. Elimdeki küçük altın kesesiyle ayağa kalktım. “Hadi gidip takalım şunları bir de takı kuyruğunda beklemeyeyim bari. Yaşım geçiyor ya o bakımdan.”
“Otur Aslıhan, ben bulacağım şimdi birini.” Eren kalkmak üzere olan beni çekiştirip sandalyedeki yerime tekrar oturttu. Oturmamla birlikte sanki birden ilkokul yıllarıma geri dönmüştüm. Feride Hoca’nın cinleri tepesinde sınıfa girdiği bir gün kara tahtaya yazılmış konuşanlar listesinde -sap gibi duran- adımı gördüğü gün ki ifadesi gelmişti. En az yirmi kişinin adının yazılı olduğu o liste de herkes öğretmen gelmeden kavga dövüş adını silmiş, ben oturduğum sıradan kalkma cesaretini bile gösteremeden bir iki arkadaşıma seslenmiştim. “Beni de silin. Lütfen beni de silin.”
Kendi ölüm fermanlarını yok eden çocuklardan hiç biri beni umursamamıştı ve Feride Hoca kahkahalar kopan sınıfa girip öfkeyle tahtaya baktığında tek bir isim görmüştü.
“Aslıhan Yılmaz hemen buraya gel!”
Eteklerimi toplayarak sıradan çıkarken sınıf bir cenaze havasının saygısında derin bir sessizliğe gömülmüştü. Feride Hoca masasının üzerindeki kahverengi uzun cetveli çıkarıp eline hafifçe vururken söylendi. “Bir de seni hep örnek öğrenci diye gösterirdim. Niye konuştun kızım?”
Ne diyebilirdim ki; o sinir bozucu kız Süheyla’nın kafama defterle vurduğunu mu? Feride Hoca’nın en sevdiği öğrencisi olan bu kıza karşı yaptığım itham sadece az sonra vuracağı cetvelin şiddetini biraz daha arttırtmaktan başka bir işe yaramazdı. Her halükarda şiddetle vuracaktı, sonuçta tahtanın önünde hırsını alacağı tek kişi vardı. Ama bu zevki Süheyla’ya bırakmayacaktım.
Zaten düzgün duran beyaz yakamı özensizce çekiştirdim. “Canım konuşmak istedi öğretmenim ve ben de konuştum.” Parmak uçlarımı çoktan birleştirip cezamı bekler konuma gelmiştim. Feride Hoca asla beklemediği bu cevapla koca cetveli küçük parmak uçlarıma hızla indirirken ben gözlerimi sıkıca yumdum.
“Geç otur yerine!”
Dediğini yapıp sessizce yerime oturdum.
“Artık yaramazlıklarınızdan bıktım. Okulun bitmesine sayılı günler kala hepiniz azıttınız iyice.” Konuşurken her kelimesinin sonunda oturduğum tahta masaya var gücüyle vurmaya devam ediyordu. Başını bana çevirdiğini hissettiğim an gözlerimi karşımdaki tahtadan çekmedim. “Öyle oturup kalırsın işte.” diyerek kürsüdeki yerine geçti.
Feride Hoca daha o günden haklı çıkmıştı. Son zil çalana kadar o sırada hareketsizce oturup kalmıştım. Hala da öyleydi işte; şimdi yirmi yıl sonra bile gözlerim bir noktaya sabitlenmiş dans edenleri izlerken de bir köşede oturup kalmıştım.
“Aslıhan şu kolonun oradaki yakışıklıyı görüyor musun?” Eren’in sesi ile başımı dans pistinden gösterdiği kolonun kenarında oturan adama çevirdim.
“Barış’ın üniversiteden bir arkadaşının kardeşiymiş.” Zafer işareti yaparak ekledi. “Üstelik bekâr.”
“Kalkmam lazım artık.”
“İyi madem ama ben tuttum bu çocuğu yedi ceddini araştırır sana dönerim.”
Eren’in kucağında bu gürültü de bile uyuya kalabilmiş ufaklığın yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Yedi değil on yedi ceddini araştır.” dedim uzaklaşırken.
Arkamdan gülerek seslendiğini de işittim. “Haklısın aslında. Düklere kadar uzanıyor mu bir bakmak gerek değil mi?”
*****
Bu günler de herkes benden özür dilemek için yanıp tutuşuyordu. Kendimce “özürtop10” başlıklı bir liste bile yapmıştım. Her ne kadar şimdilik listem de üç kişi olsa da onlar affetmesi en zor olanlardı. Onları bağışlayabilecek gücüm olsa bütün dünyayı affedebilirmişim gibi hissederdim çoğu kez.
Listemin zirvesinde babam denilen adam vardı. Hani şu zombi filmlerin de tam hepsi bitti derken son kalan bir tanesi hızla çıkıp saldırır ve insanın yüreğini ağzına getirir ya; işte bu günlerde bende ne zaman bilgisayar karşısına geçsem bir zombi saldırısına uğruyordum. Üstelik bizim zombi bir türlü ölmek de bilmiyordu. Aslında sabah güzel başlamıştı fakat bu güzel sabahı mahvedecek şey tam karşımdaki ekranda yazmaktaydı. Bu seferki isim yine farklıydı. “Facebook” üzerinden aldığım ekleme taleplerinden bir yenisini daha yok saydım. Her yeni ekleme talebi ile birlikte gelen bir de kısa mesajlar vardı. Kimisi kendisinden, kimisi sözüm ona halini görüp üzülen arkadaşları ya da çalışanlarından geliyordu. İşte bugün ki de dört ay önce Eda ile görüştüğümüz o günden beri ısrarla gelen isteklerden en yenisiydi.
“Aydın’ı internetten araştırmış görmüş ama seni bir türlü görememiş. Sonra da benim babamdan yardım istemiş.” demişti Eda ve ardından telaşla eklemişti. “Ama ben babama dedim, Aslıhan’ın izni olmadan hiçbir şey veremem diye.”
İnsan arkasında bıraktığı evladının neye benzediğini görmek için ne kadar süre bekler? Bir yıl! Beş Yıl! Biz adresi hiç değişmeyen evimiz de büyürken o sanki kaybettiği çocuklarının gül yüzünü bir kez daha görebilmek için tuttuğu dedektifin uzun uğraşlar sonucu bulduğu izle yirmi yıl sonra başını kumdan çıkarma zahmetini göstermişti. Karşımda oturan Aydın’a kaçamak bir bakış atıp önüme çektiğim dosyayı inceler gibi yaparak kendi hayallerime daldım. Kardeşim benimle birlikte çalışmaya başlayalı tam dört ay olmuştu. Zaman nasıl hızla akmış ve ne kadar çabuk değişmişti her şey. Kendimi tamamen işlere gömdüğüm bu sürede farkında olmadan bir de mevsim değişmişti.
Artık Erenköy’e oldukça uzak bir semtte deniz kenarındaki büyük bir ev de hep beraber oturuyorduk. Ben hayatım da ilk kez kar yağarken incecik üstümle camdan bakabilme keyfini o sene öğrenmiştim. Evin geniş holün de at koşturmayı ve banyo da titremeyen çenemle bağıra çağıra şarkı söylemeyi. Soğuk ve ıslak bir çocukluk geçirmiş insanlar için kışın kızarmayan eller de kimi zaman can yakar. Ama yine de yok sayamam o eski evimizi, en acı günlerimiz gibi güzel çocukluk anılarımızın da mabedini. Ben o ev de terk edilmiştim ve yıkıldıktan sonra uzun zaman o sokaktan geçmeye cesaret edemeyişim de hep bundandı. Sanki terk etmiş bir yakını gibi sayardım kendimi tıpkı babamın bizi terk ettiği gibi… Cesaretimi toplayıp geçtiğim bir gün ise demir kapıları sökülüp götürülmüş, camları kırılmış bu virane binadan çıkan birkaç tinerci çocuk içim de tam olarak bilinmez bir şeyleri kopartmış ve dedemin o masal evini bir ukde olarak hep içimde bırakmıştır.
Özür listemin ikinci sırasındaki Teyzem de içinde bulunduğum bu süreci zorlaştıran insanlardan bir tanesi olmuştur. Artık boşanmış ve o adamı hayatından çıkarmış olmasına karşın yine de bir süre ondan kurtulamamıştır. Eski kocası ısrarla yeni yapacağı evliliğin masraflarını karşılamak için bir zamanlar Teyzemle oturdukları lüks evin en kısa süre de satışı için kendisine baskı yapmaktadır. Üç ay civarı süren tartışma, tehdit ve kavgaların sonunda ev satılmış ve Teyzem iki çocuğu ile birlikte bir zamanlar uça kaça arakladığı paralar ile aldığı ona göre fakir bir semtteki küçük, yerle bitişik ve sobalı dairesine taşınmıştır. Yakın tarihler de yaşanan bu iki taşınma olayı sevinmeme değil ama ilahi adaletin varlığını bir kez daha hatırlamama sebep olmuştur. İnsan umursamazca birini küçümser ve hor görürken bir gün onun bulunduğu duruma düşebileceğini de hiç unutmamalıdır.
Ve dedemin evinin satışının gerçekleştiği gün Teyzem ile ilk kez yıllar sonra anneannemin yanında oynadığımız “İyi bayramlar”, “Hoş geldin”, “Hoşçakal” oyunu haricinde gerçekten konuşma fırsatı bulmuştuk. Müteahhidin ofisinden çıkarken bana arkamdan hışımla seslenmişti.
“Aslıhan konuşacağız dur.”
“Benim seninle konuşacak bir şeyim yok. Israr edip durma artık.” Teyzem koluma yapışıp beni yolumdan çevirdi.
“Hayır konuşacağız yeter artık!” Arkamızda bize bakan kalabalık gruba göz ucuyla baktım. Annem, kardeşim, en küçük kuzenim ve tabi ki müteahhit ve ekibi. Bağdat Caddesi’nin ortasında aman ne rezillik! Ters istikamete doğru seri adımlarla yürümeye başladım. Her adım da peşim sıra gelen ayak seslerini duyabiliyordum. Yaklaşık on beş dakika kadar yürüdükten sonra cadde üzerinde sakin bir yer bulup oturduk.
“Evet anlat dinliyorum.” dedim daha yerime oturur oturmaz.
O da peşimden hızlıca yürürken soluk soluğa kalmıştı. “Bak kızım öncelikle benim o adamın nasıl biri olduğundan haberim bile yoktu! Tamam, bazı şeyler duyarsın ama anlamlandıramazsın. Yine de söylüyorum yanlış davranmışsan özür dilerim.”
“Bak ben artık yirmi dokuz yaşındayım. Senin karşında o on üç yaşındaki çocuk yok.” Elimle kendimi baştan aşağı gösterdim. “Kocaman bir kadın var. Sen bazı şeyleri duymadın, gözlerinle gördün gözlerinle. Satır satır okudun fakat o yaştaki bir sübyana inanmak yerine olayı kapatmayı seçtin. Neden biliyor musun çünkü sen bencil bir kadınsın. Her zaman da öyle oldun. Evimizi aşağıladın, öz kardeşini boşanmış diye yıllarca aşağıladın, bizi hep küçük gördün. Belki hak bile ediyorduk taciz edilmeyi eziğiz ya. Ama şu an geldiğin duruma bir bak.” Şimdi de elimle onu baştan aşağı süzdüm.
Yüzünde eski güzelliğinden eser kalmamıştı. Aşırı zayıflamış, bedeni çökmüştü, birlikte yaşadığı iki oğluyla asla çözemediği problemleri vardı. En büyük oğlu ise zaten evi çoktan terk etmiş ve Levent de lüks bir daire de kendi başına bir hayatı tercih etmişti.
“Ve sana son bir şey daha söyleyeyim. Benim bu hayatta hiç hata yapma lüksüm olmadı. Hiç! Sırtımı dayayacak kimsem olmadı. Babam gittikten sonra önce annem üstlendi onun yerini sonra o da yaşlandı. O zaman ben daha genç kızlığımı bilmeden kendi ailemin reisi oldum. Belki çok günah işledim biliyorum ama hiç fakire fukaraya masuma dokunmadım. İnsanları aşağılamadım senin gibi ve hata yapmamayı ilke edinen ben bana yanlış yapanları da hiç affetmedim.”
Öyle sabit baktık ki birbirimizin gözlerine, bir daha asla teyze yeğen olamayacağımızı o gün orada o da anladı. Ve biz sonsuza kadar sadece belli kalıp cümleler kuran iki uzak akrabadan başka bir şey olmayacaktık.
Hayatımda bu kadını affetmediğim için özellikle anneannem ve dedemden çok tepki alan ben duyduğum bir şeyi de hep kendime sakladım.
“Aman Güzin olmadı veririz onları bir huzur evine, bu yaştan sonra hiç bakamam ben!”
Böyle bir evladın yeryüzünde affı olamazdı!
*****
Önce yar iken sonra yara kategorisine geçiş yapan bir başka isim vardı listenin üçüncü sırasında. Harun yaklaşık bir hafta süren ısrarlı aramalarına bir cevap alamayınca devreye Uygar ve Berfin'i de sokmuştu. Sonuç aynıydı benden ikinci bir şans göremeyen diğerleri gibi o da daha fazla uğraşmadan karanlıklar diyarında kayıplara karışmıştı.
Böyle bir aşkın zaten yeryüzünde ikinci bir şansa ihtiyacı olamazdı!
Evet! Şu milenyum çağında; orta çağdan kalmış ve restorasyona gerek görülmeden günümüze kadar saklanmış değerini alıcısının elinde bulacak tozlu bir yapıttan farksızdım. Hah! Artık yirmi dokuz yaşındaydım. İçi geçmiş bir kabağa dönüşmeme sadece “bir sene” kalmıştı. Tabi ki bende -otuza bir kala- bekâr her kadının başına gelen o şey ile karşı karşıyaydım.
Bu tanımı bilmeyen pek yoktur muhakkak ama biz bilmeyenler için sözlükten daha genel olan tanımını yapalım. En güzel yaşlarının başındaki genç kızlarımızı böyle birkaç yıl topluma salarlar. Kızımız bu sürede aklı varsa okur parası yoksa çalışır ve tüm yakınları adeta bir denizanası gibi suyun altında hazır oldadır. Amaç; kızımız bu arada gözünü azıcık açsın da kendine uygun eli yüzü düzgün efendi bir damat adayı bulup gelsin diye. Damat adayını bulursa ben kendi adıma onları şanslı sayarım. Peki ya, bulamazsa ne olur?
İşte sihirli kelime geliyor.
“Görücü Usulü“
Kabak uçuruma doğru yuvarlanırken sabırla bekleyen denizanaları tam da bu zamanlar su yüzeyine çıkarlar. Tüm akraba, konu komşu ve arkadaşlar toplanarak bu amansız gidişe bir dur demek için tüm gücüyle haykırırlar.
Dur Aslıhan!
Bu tıpkı adınıza organize edilmiş bir doğum günü partisine gitmek gibidir; her şey sizin adınıza hazırlanırken size sadece geceye uygun elbise seçmek kalır. Bir kurbağayı bir prense dönüştürmekten daha zor bir şey varsa o da bir bal kabağından prenses yaratmaktır. Çünkü bunun için bir öpücükten daha fazlasına ihtiyaç vardır!
Ben şimdi son iki aydır çevrenin de ısrarları ile tuhaf tuhaf insanlarla tanışıyordum.
"Aaaa Aslıhan millet ne der? Evlenmek istemiyor derler, bir kusuru var derler."
Bana hep aynı şeyi söylüyorlardı. “Bu sefer ki adam mükemmel”
Önceleri ayak direttiğim bu durum sonraları yazdığım hikâyelerime katacağım yeni ve enteresan kahramanlar bulmama sebep olmuştu. Her tanıştığım adam bana erkeklerle ilgili yeni ve yaratıcı ipuçları veriyordu.
Adı üstünde görüyor ve usulüne göre yazıyordum…
< 1.Mükemmel Adam >
"Boş zamanların da neler yaparsın?" Bunu sormakla bu adamın karşısında hayatımın hatasını yapmıştım. Soruyu sorduğum an adam aşkla cevap verdi bana. Ama bitmek bilmez bir meslek aşkıyla...
"Cumartesileri çalışmasam bile ofise giderim. Yeni tebliğler, güncellenen haberler hepsini okurum bazen pazarları bile giderim."
"Film izler misin?" diye sordum bu sefer dişlerimi sıkarak. Bir saattir iş konuşuyorduk.
"Film mi?" Bir saniye küçümseyerek yüzüme baktıktan sonra izlediği ulvi şeyleri anlatmaya girişti. "Boş iş onlar. Reel hayata bakmalı insan. İşine yarayacak şeyler izlemeli. Şimdiler de açıyorlar şu saçma sapan aşk filmlerini saatlerini harcıyorlar. Ama bu kişilik olgunluğu ile alakalı. Bak bana o sezonluk dizileri izlemek yerinde Maliye Bakanlığı’nın tüm seri videolarını izliyorum. Aksiyon budur. Her gün yeni bir şey çıkıyor. " Masaya doğru eğilerek sesini alçalttı. "Yenilikleri asla kaçırmam ben. Şu tütün ürünleri ile ilgili yapılan açıklamayı izledin mi? Bence en iyisini yaptılar Kdv'si beyanname de nasıl yer almaz. Zaten bunca zamana kadar yapılan uygulama bir hataydı bence."
Derin bir nefes alarak son umutla sordum. "Kitap okur musunuz?"
Adam elini bana mı söylüyorsun edasında savurdu.
"Her gün en az bir kitap deviririm ben. Mesela dün Şükrü Kızılot'un son kitabını okudum. O nasıl bir anlatımdır ya. Resmen ihraç kayıtlı satış konusuna yeniden âşık oldum. Bak sana en sevdiğim bölümü göstereyim..." Çantasına uzandığı sırada elini tuttum.
"Hiç... Hiç gerek yok gerçekten."
"Ne demek sizin gibi bu mesleğe gönül vermiş bir meslektaşımla tartışmaktan onur duyarım." Meslektaş mı? Ya ben buraya ilk randevumuz için gelmişim baksana bir bana tanımaya çalışsana.
Ve o konuşup ben dinleyerek geçen bir sürenin sonunda kendi esaretime bir son vermek için aklıma gelen ilk yalanı zırvaladım. "Bir af yasası çıkıyormuş duydunuz mu?"
Elini su borusu gibi açılmış ağzına götürerek hayret dolu bir ifade ile yüzüme baktı.
"Ne! Af mı? Aman Allah'ım nasıl kaçırırım bunu. Çıkmış mı yoksa?"
"Çıkmış çıkmış koş."
Adam beni duymuyordu bile." Hemen araştırmalıyım affedersiniz biraz müsaade istiyorum."
Konuşmaya devam ederken siyah deri çantasını kapıp çoktan şifresini girmeye başlamıştı bile. Ne zaman artık karşısında oturmadığımı fark ettiğini ise Allah bilirdi sadece!
< 2.Mükemmel Adam >
Sigarasından bir nefes çekerek sandalyesinde arkasına yaslandı. "Ben okumadım. Okumak boş iş hiç gerek yok bence."
Hah! İşte çattın kızım yine.
"Mesela siz okudunuz sahi ya ne mezunuydunuz siz?"
"İktisadi ve idari bilimler" dedim kısaca.
"Her neyse işte okudunuz da ne oldu muhtemelen şuan ki pozisyonum da sizden fazla kazanıyorumdur."
"Ben olaya parasal açıdan değinmedim. Eğitim konusu..."
"Sevgili Aslıhan bırakın bu eğitimli kadın hikâyelerini. Kadın kadındır işte, ne kadar okursanız okuyun gideceğiniz yer bellidir." Oturduğu koltuğa daha da yayılıp zevkle ekledi.
"Mutfak"
Önce küçük bir kahkaha attım yüzüne, elimdeki bir bardak sudan hemen önce...
< 3.Mükemmel Adam >
Masaya vurarak söylediği cümlenin doğruluğunu güçlendirir gibiydi.
"Kadın kısmı çalışmaz. Oturur evinin kadını olur."
“Hadi ya?”
“Şimdi devir değişti, zaman kötüledi. Sokaktaki kızlara bakıyorum hepsi bir acayip.”
“Genelleme yapmasak!” Öfkeyle, oturduğumuz masanın örtüsünün sarkan kenarını çekiştirdim.
“Buluşuyorlar ne olduğu belirsiz heriflerle, o ne öyle?”
“Yani tam olarak burası gibi cafe tarzı yerlerde mi?”
Etrafa bakınarak hem başıyla hem de sözle onayladı. “Evet ya aynen.”
Şimdi masaya vurma sırası bendeydi. “Peki sizin gibi heriflerle mi?”
Bir süre yüzüme baktı sonra o en sevdiğim karikatürdeki gibi.
…Düşünemedi…
*****
Elimde nüfus müdürlüğünden aldığım sicil kaydı ile bir duvar dibinde çöküp kaldım. Ben bu gün ne hissetmem gerektiğini gerçekten bilmediğim bir şey öğrendim. Tıpkı gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini hızlıca okuyup asla bizim başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz türden bir şey.
Benim iki tane daha kardeşim vardı. Evet bu şaka değildi şu kağıtta yazana göre Aydın’dan hariç 2003 ve 2005 doğumlu biri kız biri erkek iki tane kardeşim olduğu açık bir şekilde yazıyordu.
Erkek olanın adını okuduğum an içimi bir öfke dalgası hızla kapladı. “Kerem” Benim adıma ithaf edilerek konulmuş gibi…
“Hah! Adam benimle dalga geçiyor sanki? Aslı’yı çok güzel halletmiş de bir de Kerem çıkarmış ortaya.”
Artık son günlerde sıklaşan mesajlardan bende bunalmıştım. Bu böyle olmayacaktı eğer müdahale etmezsem belki de soluğu burada alacaktı. Annemin yirmi yıl sonra onu görmesi sadece tekrardan sinirlerini bozacaktı. Aydın ise her ne kadar adını hiç anmasak da hissettiğim kadarıyla ona içimiz de öfkeyi en çok büyütmüş olanımızdı. Tam her şey arkamızda kaldı derken ve belli ki oda kendi düzenin kurmuşken ne demeye arayıp duruyordu. Aslında sebep birçok mesaj da yazdığı üzere belliydi. “Vicdan azabı.” Ne güzel sen hayatının elli yılını günah işleyerek geçir, benim sadece bildiğim beş insanın hayatını mahvet ve sonra gel özür dile. Babamı affetmediğim için hiç tepki almadım çünkü kimseyle babam hakkında uzun uzadıya konuşmadım. İnsanların beni anlaması için kendi on bir yaşındaki o korunmasız halini hatırlaması ve birkaç geceyi sokakta geçirmesi gerekir. Yani işi şansa bırakması gerekir. Ancak o zaman yapılan hatanın büyüklüğü ve bazı şeylerin öbür dünyaya kalması gerektiği yine de belki idrak edilebilir.
Yakın bir arkadaşım vasıtasıyla bir telekomünikasyon şirketine kayıtlı numarasını ardından da açık adresini aynı gün öğrenmiştim. Ne tuhaf yıllardır hiç merak edip araştırmamıştım bile, bulmanın bu kadar kolay olacağını asla tahmin edemezdim. Yine Gaye Hanım’da kalacağım bahanesi ile bir Cuma sabahı erken saat de Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan kalkan bir uçağa bindim. Yaklaşık bir saatlik süren uçuş sonrasında Dalaman Havaalanı’nda inip iç hatlarda bekleyen en yakın taksiye yöneldim.
Araca binip adama gideceğimiz yeri gösteren adresin yazılı olduğu kâğıdı uzattım. Kırk dakikalık yol boyunca aklımdan hafızam da kaldığını bile hatırlamadığım çoğu çocukluğuma dair sayısız anı geçti ve sonra her anı beni aynı ortak şarkıya yönlendirdi. Notalarını ezbere bildiğim ve müzik dersinin üç sözlüsünde de ısrarla çalmadığım için dersten kaldığım o şarkıya.
Evet; kimileri için müzik dersinde flütle çalınan ilk parçaya aitti bu notalar, kimileri için ise doksanlı yılların unutulmaz dizisinin o iç acıtan müziği…
Benim ne kadar başa sararsam sarayım asla sonuna kadar dinleyemediğim ama inatla dinlemeye çabaladığım kirli öfkemdi, adil olmayan evrimin en önemlisi de çocuklarına spermatozoonlarından daha çok şey katabilen gerçek babaların tek şarkısıydı bu.
Ve aklım hep der bana; zaten evrim ne zaman adil olmuştu ki. Bana belki de hiçbir zaman.
Göz beş duyu organının en kesinidir şahide gerek olmaz derler işte şimdi taksi eski bir evin önünde yavaşlayarak durduğunda ben de artık bir şahide ihtiyaç duymayacak durumdaydım.
“İşte bu sokak bayan.”
Parayı uzatıp adres kâğıdını geri alarak yavaşça araçtan indim. Elimdeki kâğıtta yazan numaraya göre hafif yokuş sokakta ilerlemeye başladım. Üç evi geçtikten sonra önünde dikildiğim ev elimdeki yazan adresin can bulmuş haliydi.
Peki şimdi ne yapacaktım, bahçe kapısından içeri girip kapıyı mı çalacaktım?
Merhaba baba, ben yirmi yıl önce terk ettiğin kızın. Seni affetmiyorum ve asla da affetmeyeceğim. Buraya sadece ailemden uzak dur demek için geldim. Arkanda bıraktığın hiç kimsenin sana ihtiyacı yok artık.
Gözlerimi sıkarak biriken yaşları boca ettim ve özensizce elimle sildim. Bahçe kapısının yanındaki evin duvara sırtımı yasladım.
Annem harika sen gittikten sonra bence ayakları yere daha sağlam basan bir kadın oldu en azından artık daha kararlı. Aydın ise zaten eşek kadar adam oldu, üniversiteyi bitirdi senin haberin yok ama Kasım’da askere gidecek. Dedem ve anneannem ise hala sağ ve umarım Allah senden alacağı o fazla ömrü onlara katar.
Ve ben baba! Ben en büyük kızın hala seninle aynı soyadı taşıyorum. Ah! Ne utanç verici bir durum değil mi? Biraz da sen utan çünkü ben yıllardır senden utanmaktan bıktım. Ömrüm boyunca senin gibi bir adamla evlenmemek için çabaladım durdum. Bana soran genç kızlara ne dedim biliyor musun? Önce git baba olacak bir adam bul. Yüreğinde merhamet olsun, evet merhamet şu günlerde senin benden istediğin tek şey.
Bahçe kapısı gürültüyle açıldığında içeriden çıkan bir adam önümden geçip az önce yukarı doğru çıktığım yerden yokuş aşağıya hızlı adımlarla ilerledi. Hala kıvırcık saçlar ama artık pek siyah değillerdi, ortalama bir boy ve o yürüyüş, o çarpık yürüyüş. İşte bu adam benim babamdı. Bunca yıldır yüzünü bile görmek istemediği kızının yanından hızla geçip giden bir adam.
İçimde biriken tüm öfkeyle ağzımı açtım. Söyleyeceğim cümlenin başı öncelikle tek kelime ve aynı iki heceden oluşmaktaydı. Ah! O bir ağzımdan çıksa, bir çıksa gerisi çorap söküğü gibi açılacaktı.
Baba diyecektim.
Baba… Bizden uzak dur. Baba…
Ağzımı açtığım sırada yanımdaki kapıdan çıkan ufak bir kız çocuğu benden önce davrandı.
“Baba”
Küçük kızın sesi ile arkasını dönen adam yanına koşarak giden kızının hizasına gelmek için yere çömeldi. Şimdi ufaklık ellerini adamın boynuna sarıp kulağına bir şeyler fısıldarken ben arkamdaki duvarla bütünleşmiştim.
“Tamam hadi eve.” Küçük kızı yanımdaki bahçe kapısına doğru yönlendirirken orada birinin dikildiğini fark ederek kafasını kaldırdı ve ilk kez yüzüme baktı. Bedenimdeki bütün tüylerin şimdi diken diken olduğu aşikârdı.
“Birini mi aradınız?” dedi birkaç adım yaklaşarak.
Düğüm olmuş boğazımı küçük bir öksürükle temizledim. “Evet birini arıyordum ama sanırım artık kayboldum.”
“Ben yardımcı olayım, iyi bilirim bu mahalleyi.”
“Yardımcı olabileceğinizi sanmam, çünkü aradığım kişi ölmüş.”
“Öyle mi? Başın sağolsun kızım.”
Kızım! İşte bu cümle adıma edilmiş bir hakaret gibi beni kendime getirmişti. Birkaç adım ilerleyerek duvardan ayrıldım ve yola çıktım. Şimdi tam karşısına geçip omuzlarımı başarabildiğim en dik şekilde kaldırdım. Karşı karşıyaydık ve göz göze…
“Hepimizin başı sağolsun” dedim.
O kadar inanarak söyledim ve vicdanım o kadar rahattı ki; üzerine toprak atmayabile gerek görmedim.
Çünkü bazı insanları yeryüzünün ne taşı ne de toprağı asla kabul etmezdi!
mi-mi-mi-mi-fa-sol-fa
re-re-mi-fa-mi-re-re-fa
Kimileri için müzik dersinde flütle çalınan ilk parçaya aitti bu notalar, kimileri için ise doksanlı yılların unutulmaz dizisinin o iç acıtan müziği…...
Benim ne kadar başa sararsam sarayım asla sonuna kadar dinleyemediğim ama inatla dinlemeye çabaladığım kirli öfkemdi, adil olmayan evrimin en önemlisi de çocuklarına spermatozoonlarından daha çok şey katabilen gerçek babaların tek şarkısıydı bu.
Ve aklım hep der bana; zaten evrim ne zaman adil olmuştu ki(?)
BÖLÜM 36
“Babamın Şarkısı”
“Eee Ayşegül’den sonra sıra sende artık Aslıhan.” Nikâh masasında oturan mutlu çifte bakarken Eren’in bu kara talihime yaptığı göndermeyle hafifçe tebessüm ettim.
“Doğrusunu istersen hayatım ben artık o sıraya girip girmediğimden bile emin değilim.”
Sanki on yıldır ekmek kuyruğunda beklediğini sanıp sıra kendine geldiğinde eline piknik tüpü verilen emektar bir işçi gibiydim. Gazı açıp çakmağı yakmama ve kendimi havaya uçurmama çok az kalmıştı.
Eren kucağında oturan Miray’a bakarak iç geçirdi. “Bazen düşünüyorum da hangimiz hayatta daha mantıklı seçimler yaptık. Sen kariyeri seçtin ve geldiğin yerde çok başarılısın, bense her şeyi bir kenara atıp anne olmayı tercih ettim ve…”
“Geldiğin nokta harika” dedim küçük elleri ile annesinin dizinde tempo tutan ufaklığa bakarak.“ En azından bir gün öldüğünde seni daima sevgiyle hatırlayan biri olacak. Peki ya ben? Beni kim hatırlayacak?” Başımı diğer tarafa çevirirken sorduğum soruya acımasız cevabı da kendim verdim. “Hiç kimse.”
“Sana şöyle düzgün efendi birini bulmak lazım. Dur bakalım Barış’ın bekâr arkadaşlarını hafızamızda bir tarayalım.”
“Bu aralar kalbimi dinlendiriyorum ben!” dedim Eren zihninde ağa düşüreceği adamları sıralamaya devam ederken. Elimdeki küçük altın kesesiyle ayağa kalktım. “Hadi gidip takalım şunları bir de takı kuyruğunda beklemeyeyim bari. Yaşım geçiyor ya o bakımdan.”
“Otur Aslıhan, ben bulacağım şimdi birini.” Eren kalkmak üzere olan beni çekiştirip sandalyedeki yerime tekrar oturttu. Oturmamla birlikte sanki birden ilkokul yıllarıma geri dönmüştüm. Feride Hoca’nın cinleri tepesinde sınıfa girdiği bir gün kara tahtaya yazılmış konuşanlar listesinde -sap gibi duran- adımı gördüğü gün ki ifadesi gelmişti. En az yirmi kişinin adının yazılı olduğu o liste de herkes öğretmen gelmeden kavga dövüş adını silmiş, ben oturduğum sıradan kalkma cesaretini bile gösteremeden bir iki arkadaşıma seslenmiştim. “Beni de silin. Lütfen beni de silin.”
Kendi ölüm fermanlarını yok eden çocuklardan hiç biri beni umursamamıştı ve Feride Hoca kahkahalar kopan sınıfa girip öfkeyle tahtaya baktığında tek bir isim görmüştü.
“Aslıhan Yılmaz hemen buraya gel!”
Eteklerimi toplayarak sıradan çıkarken sınıf bir cenaze havasının saygısında derin bir sessizliğe gömülmüştü. Feride Hoca masasının üzerindeki kahverengi uzun cetveli çıkarıp eline hafifçe vururken söylendi. “Bir de seni hep örnek öğrenci diye gösterirdim. Niye konuştun kızım?”
Ne diyebilirdim ki; o sinir bozucu kız Süheyla’nın kafama defterle vurduğunu mu? Feride Hoca’nın en sevdiği öğrencisi olan bu kıza karşı yaptığım itham sadece az sonra vuracağı cetvelin şiddetini biraz daha arttırtmaktan başka bir işe yaramazdı. Her halükarda şiddetle vuracaktı, sonuçta tahtanın önünde hırsını alacağı tek kişi vardı. Ama bu zevki Süheyla’ya bırakmayacaktım.
Zaten düzgün duran beyaz yakamı özensizce çekiştirdim. “Canım konuşmak istedi öğretmenim ve ben de konuştum.” Parmak uçlarımı çoktan birleştirip cezamı bekler konuma gelmiştim. Feride Hoca asla beklemediği bu cevapla koca cetveli küçük parmak uçlarıma hızla indirirken ben gözlerimi sıkıca yumdum.
“Geç otur yerine!”
Dediğini yapıp sessizce yerime oturdum.
“Artık yaramazlıklarınızdan bıktım. Okulun bitmesine sayılı günler kala hepiniz azıttınız iyice.” Konuşurken her kelimesinin sonunda oturduğum tahta masaya var gücüyle vurmaya devam ediyordu. Başını bana çevirdiğini hissettiğim an gözlerimi karşımdaki tahtadan çekmedim. “Öyle oturup kalırsın işte.” diyerek kürsüdeki yerine geçti.
Feride Hoca daha o günden haklı çıkmıştı. Son zil çalana kadar o sırada hareketsizce oturup kalmıştım. Hala da öyleydi işte; şimdi yirmi yıl sonra bile gözlerim bir noktaya sabitlenmiş dans edenleri izlerken de bir köşede oturup kalmıştım.
“Aslıhan şu kolonun oradaki yakışıklıyı görüyor musun?” Eren’in sesi ile başımı dans pistinden gösterdiği kolonun kenarında oturan adama çevirdim.
“Barış’ın üniversiteden bir arkadaşının kardeşiymiş.” Zafer işareti yaparak ekledi. “Üstelik bekâr.”
“Kalkmam lazım artık.”
“İyi madem ama ben tuttum bu çocuğu yedi ceddini araştırır sana dönerim.”
Eren’in kucağında bu gürültü de bile uyuya kalabilmiş ufaklığın yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Yedi değil on yedi ceddini araştır.” dedim uzaklaşırken.
Arkamdan gülerek seslendiğini de işittim. “Haklısın aslında. Düklere kadar uzanıyor mu bir bakmak gerek değil mi?”
*****
Bu günler de herkes benden özür dilemek için yanıp tutuşuyordu. Kendimce “özürtop10” başlıklı bir liste bile yapmıştım. Her ne kadar şimdilik listem de üç kişi olsa da onlar affetmesi en zor olanlardı. Onları bağışlayabilecek gücüm olsa bütün dünyayı affedebilirmişim gibi hissederdim çoğu kez.
Listemin zirvesinde babam denilen adam vardı. Hani şu zombi filmlerin de tam hepsi bitti derken son kalan bir tanesi hızla çıkıp saldırır ve insanın yüreğini ağzına getirir ya; işte bu günlerde bende ne zaman bilgisayar karşısına geçsem bir zombi saldırısına uğruyordum. Üstelik bizim zombi bir türlü ölmek de bilmiyordu. Aslında sabah güzel başlamıştı fakat bu güzel sabahı mahvedecek şey tam karşımdaki ekranda yazmaktaydı. Bu seferki isim yine farklıydı. “Facebook” üzerinden aldığım ekleme taleplerinden bir yenisini daha yok saydım. Her yeni ekleme talebi ile birlikte gelen bir de kısa mesajlar vardı. Kimisi kendisinden, kimisi sözüm ona halini görüp üzülen arkadaşları ya da çalışanlarından geliyordu. İşte bugün ki de dört ay önce Eda ile görüştüğümüz o günden beri ısrarla gelen isteklerden en yenisiydi.
“Aydın’ı internetten araştırmış görmüş ama seni bir türlü görememiş. Sonra da benim babamdan yardım istemiş.” demişti Eda ve ardından telaşla eklemişti. “Ama ben babama dedim, Aslıhan’ın izni olmadan hiçbir şey veremem diye.”
İnsan arkasında bıraktığı evladının neye benzediğini görmek için ne kadar süre bekler? Bir yıl! Beş Yıl! Biz adresi hiç değişmeyen evimiz de büyürken o sanki kaybettiği çocuklarının gül yüzünü bir kez daha görebilmek için tuttuğu dedektifin uzun uğraşlar sonucu bulduğu izle yirmi yıl sonra başını kumdan çıkarma zahmetini göstermişti. Karşımda oturan Aydın’a kaçamak bir bakış atıp önüme çektiğim dosyayı inceler gibi yaparak kendi hayallerime daldım. Kardeşim benimle birlikte çalışmaya başlayalı tam dört ay olmuştu. Zaman nasıl hızla akmış ve ne kadar çabuk değişmişti her şey. Kendimi tamamen işlere gömdüğüm bu sürede farkında olmadan bir de mevsim değişmişti.
Artık Erenköy’e oldukça uzak bir semtte deniz kenarındaki büyük bir ev de hep beraber oturuyorduk. Ben hayatım da ilk kez kar yağarken incecik üstümle camdan bakabilme keyfini o sene öğrenmiştim. Evin geniş holün de at koşturmayı ve banyo da titremeyen çenemle bağıra çağıra şarkı söylemeyi. Soğuk ve ıslak bir çocukluk geçirmiş insanlar için kışın kızarmayan eller de kimi zaman can yakar. Ama yine de yok sayamam o eski evimizi, en acı günlerimiz gibi güzel çocukluk anılarımızın da mabedini. Ben o ev de terk edilmiştim ve yıkıldıktan sonra uzun zaman o sokaktan geçmeye cesaret edemeyişim de hep bundandı. Sanki terk etmiş bir yakını gibi sayardım kendimi tıpkı babamın bizi terk ettiği gibi… Cesaretimi toplayıp geçtiğim bir gün ise demir kapıları sökülüp götürülmüş, camları kırılmış bu virane binadan çıkan birkaç tinerci çocuk içim de tam olarak bilinmez bir şeyleri kopartmış ve dedemin o masal evini bir ukde olarak hep içimde bırakmıştır.
Özür listemin ikinci sırasındaki Teyzem de içinde bulunduğum bu süreci zorlaştıran insanlardan bir tanesi olmuştur. Artık boşanmış ve o adamı hayatından çıkarmış olmasına karşın yine de bir süre ondan kurtulamamıştır. Eski kocası ısrarla yeni yapacağı evliliğin masraflarını karşılamak için bir zamanlar Teyzemle oturdukları lüks evin en kısa süre de satışı için kendisine baskı yapmaktadır. Üç ay civarı süren tartışma, tehdit ve kavgaların sonunda ev satılmış ve Teyzem iki çocuğu ile birlikte bir zamanlar uça kaça arakladığı paralar ile aldığı ona göre fakir bir semtteki küçük, yerle bitişik ve sobalı dairesine taşınmıştır. Yakın tarihler de yaşanan bu iki taşınma olayı sevinmeme değil ama ilahi adaletin varlığını bir kez daha hatırlamama sebep olmuştur. İnsan umursamazca birini küçümser ve hor görürken bir gün onun bulunduğu duruma düşebileceğini de hiç unutmamalıdır.
Ve dedemin evinin satışının gerçekleştiği gün Teyzem ile ilk kez yıllar sonra anneannemin yanında oynadığımız “İyi bayramlar”, “Hoş geldin”, “Hoşçakal” oyunu haricinde gerçekten konuşma fırsatı bulmuştuk. Müteahhidin ofisinden çıkarken bana arkamdan hışımla seslenmişti.
“Aslıhan konuşacağız dur.”
“Benim seninle konuşacak bir şeyim yok. Israr edip durma artık.” Teyzem koluma yapışıp beni yolumdan çevirdi.
“Hayır konuşacağız yeter artık!” Arkamızda bize bakan kalabalık gruba göz ucuyla baktım. Annem, kardeşim, en küçük kuzenim ve tabi ki müteahhit ve ekibi. Bağdat Caddesi’nin ortasında aman ne rezillik! Ters istikamete doğru seri adımlarla yürümeye başladım. Her adım da peşim sıra gelen ayak seslerini duyabiliyordum. Yaklaşık on beş dakika kadar yürüdükten sonra cadde üzerinde sakin bir yer bulup oturduk.
“Evet anlat dinliyorum.” dedim daha yerime oturur oturmaz.
O da peşimden hızlıca yürürken soluk soluğa kalmıştı. “Bak kızım öncelikle benim o adamın nasıl biri olduğundan haberim bile yoktu! Tamam, bazı şeyler duyarsın ama anlamlandıramazsın. Yine de söylüyorum yanlış davranmışsan özür dilerim.”
“Bak ben artık yirmi dokuz yaşındayım. Senin karşında o on üç yaşındaki çocuk yok.” Elimle kendimi baştan aşağı gösterdim. “Kocaman bir kadın var. Sen bazı şeyleri duymadın, gözlerinle gördün gözlerinle. Satır satır okudun fakat o yaştaki bir sübyana inanmak yerine olayı kapatmayı seçtin. Neden biliyor musun çünkü sen bencil bir kadınsın. Her zaman da öyle oldun. Evimizi aşağıladın, öz kardeşini boşanmış diye yıllarca aşağıladın, bizi hep küçük gördün. Belki hak bile ediyorduk taciz edilmeyi eziğiz ya. Ama şu an geldiğin duruma bir bak.” Şimdi de elimle onu baştan aşağı süzdüm.
Yüzünde eski güzelliğinden eser kalmamıştı. Aşırı zayıflamış, bedeni çökmüştü, birlikte yaşadığı iki oğluyla asla çözemediği problemleri vardı. En büyük oğlu ise zaten evi çoktan terk etmiş ve Levent de lüks bir daire de kendi başına bir hayatı tercih etmişti.
“Ve sana son bir şey daha söyleyeyim. Benim bu hayatta hiç hata yapma lüksüm olmadı. Hiç! Sırtımı dayayacak kimsem olmadı. Babam gittikten sonra önce annem üstlendi onun yerini sonra o da yaşlandı. O zaman ben daha genç kızlığımı bilmeden kendi ailemin reisi oldum. Belki çok günah işledim biliyorum ama hiç fakire fukaraya masuma dokunmadım. İnsanları aşağılamadım senin gibi ve hata yapmamayı ilke edinen ben bana yanlış yapanları da hiç affetmedim.”
Öyle sabit baktık ki birbirimizin gözlerine, bir daha asla teyze yeğen olamayacağımızı o gün orada o da anladı. Ve biz sonsuza kadar sadece belli kalıp cümleler kuran iki uzak akrabadan başka bir şey olmayacaktık.
Hayatımda bu kadını affetmediğim için özellikle anneannem ve dedemden çok tepki alan ben duyduğum bir şeyi de hep kendime sakladım.
“Aman Güzin olmadı veririz onları bir huzur evine, bu yaştan sonra hiç bakamam ben!”
Böyle bir evladın yeryüzünde affı olamazdı!
*****
Önce yar iken sonra yara kategorisine geçiş yapan bir başka isim vardı listenin üçüncü sırasında. Harun yaklaşık bir hafta süren ısrarlı aramalarına bir cevap alamayınca devreye Uygar ve Berfin'i de sokmuştu. Sonuç aynıydı benden ikinci bir şans göremeyen diğerleri gibi o da daha fazla uğraşmadan karanlıklar diyarında kayıplara karışmıştı.
Böyle bir aşkın zaten yeryüzünde ikinci bir şansa ihtiyacı olamazdı!
Evet! Şu milenyum çağında; orta çağdan kalmış ve restorasyona gerek görülmeden günümüze kadar saklanmış değerini alıcısının elinde bulacak tozlu bir yapıttan farksızdım. Hah! Artık yirmi dokuz yaşındaydım. İçi geçmiş bir kabağa dönüşmeme sadece “bir sene” kalmıştı. Tabi ki bende -otuza bir kala- bekâr her kadının başına gelen o şey ile karşı karşıyaydım.
Bu tanımı bilmeyen pek yoktur muhakkak ama biz bilmeyenler için sözlükten daha genel olan tanımını yapalım. En güzel yaşlarının başındaki genç kızlarımızı böyle birkaç yıl topluma salarlar. Kızımız bu sürede aklı varsa okur parası yoksa çalışır ve tüm yakınları adeta bir denizanası gibi suyun altında hazır oldadır. Amaç; kızımız bu arada gözünü azıcık açsın da kendine uygun eli yüzü düzgün efendi bir damat adayı bulup gelsin diye. Damat adayını bulursa ben kendi adıma onları şanslı sayarım. Peki ya, bulamazsa ne olur?
İşte sihirli kelime geliyor.
“Görücü Usulü“
Kabak uçuruma doğru yuvarlanırken sabırla bekleyen denizanaları tam da bu zamanlar su yüzeyine çıkarlar. Tüm akraba, konu komşu ve arkadaşlar toplanarak bu amansız gidişe bir dur demek için tüm gücüyle haykırırlar.
Dur Aslıhan!
Bu tıpkı adınıza organize edilmiş bir doğum günü partisine gitmek gibidir; her şey sizin adınıza hazırlanırken size sadece geceye uygun elbise seçmek kalır. Bir kurbağayı bir prense dönüştürmekten daha zor bir şey varsa o da bir bal kabağından prenses yaratmaktır. Çünkü bunun için bir öpücükten daha fazlasına ihtiyaç vardır!
Ben şimdi son iki aydır çevrenin de ısrarları ile tuhaf tuhaf insanlarla tanışıyordum.
"Aaaa Aslıhan millet ne der? Evlenmek istemiyor derler, bir kusuru var derler."
Bana hep aynı şeyi söylüyorlardı. “Bu sefer ki adam mükemmel”
Önceleri ayak direttiğim bu durum sonraları yazdığım hikâyelerime katacağım yeni ve enteresan kahramanlar bulmama sebep olmuştu. Her tanıştığım adam bana erkeklerle ilgili yeni ve yaratıcı ipuçları veriyordu.
Adı üstünde görüyor ve usulüne göre yazıyordum…
< 1.Mükemmel Adam >
"Boş zamanların da neler yaparsın?" Bunu sormakla bu adamın karşısında hayatımın hatasını yapmıştım. Soruyu sorduğum an adam aşkla cevap verdi bana. Ama bitmek bilmez bir meslek aşkıyla...
"Cumartesileri çalışmasam bile ofise giderim. Yeni tebliğler, güncellenen haberler hepsini okurum bazen pazarları bile giderim."
"Film izler misin?" diye sordum bu sefer dişlerimi sıkarak. Bir saattir iş konuşuyorduk.
"Film mi?" Bir saniye küçümseyerek yüzüme baktıktan sonra izlediği ulvi şeyleri anlatmaya girişti. "Boş iş onlar. Reel hayata bakmalı insan. İşine yarayacak şeyler izlemeli. Şimdiler de açıyorlar şu saçma sapan aşk filmlerini saatlerini harcıyorlar. Ama bu kişilik olgunluğu ile alakalı. Bak bana o sezonluk dizileri izlemek yerinde Maliye Bakanlığı’nın tüm seri videolarını izliyorum. Aksiyon budur. Her gün yeni bir şey çıkıyor. " Masaya doğru eğilerek sesini alçalttı. "Yenilikleri asla kaçırmam ben. Şu tütün ürünleri ile ilgili yapılan açıklamayı izledin mi? Bence en iyisini yaptılar Kdv'si beyanname de nasıl yer almaz. Zaten bunca zamana kadar yapılan uygulama bir hataydı bence."
Derin bir nefes alarak son umutla sordum. "Kitap okur musunuz?"
Adam elini bana mı söylüyorsun edasında savurdu.
"Her gün en az bir kitap deviririm ben. Mesela dün Şükrü Kızılot'un son kitabını okudum. O nasıl bir anlatımdır ya. Resmen ihraç kayıtlı satış konusuna yeniden âşık oldum. Bak sana en sevdiğim bölümü göstereyim..." Çantasına uzandığı sırada elini tuttum.
"Hiç... Hiç gerek yok gerçekten."
"Ne demek sizin gibi bu mesleğe gönül vermiş bir meslektaşımla tartışmaktan onur duyarım." Meslektaş mı? Ya ben buraya ilk randevumuz için gelmişim baksana bir bana tanımaya çalışsana.
Ve o konuşup ben dinleyerek geçen bir sürenin sonunda kendi esaretime bir son vermek için aklıma gelen ilk yalanı zırvaladım. "Bir af yasası çıkıyormuş duydunuz mu?"
Elini su borusu gibi açılmış ağzına götürerek hayret dolu bir ifade ile yüzüme baktı.
"Ne! Af mı? Aman Allah'ım nasıl kaçırırım bunu. Çıkmış mı yoksa?"
"Çıkmış çıkmış koş."
Adam beni duymuyordu bile." Hemen araştırmalıyım affedersiniz biraz müsaade istiyorum."
Konuşmaya devam ederken siyah deri çantasını kapıp çoktan şifresini girmeye başlamıştı bile. Ne zaman artık karşısında oturmadığımı fark ettiğini ise Allah bilirdi sadece!
< 2.Mükemmel Adam >
Sigarasından bir nefes çekerek sandalyesinde arkasına yaslandı. "Ben okumadım. Okumak boş iş hiç gerek yok bence."
Hah! İşte çattın kızım yine.
"Mesela siz okudunuz sahi ya ne mezunuydunuz siz?"
"İktisadi ve idari bilimler" dedim kısaca.
"Her neyse işte okudunuz da ne oldu muhtemelen şuan ki pozisyonum da sizden fazla kazanıyorumdur."
"Ben olaya parasal açıdan değinmedim. Eğitim konusu..."
"Sevgili Aslıhan bırakın bu eğitimli kadın hikâyelerini. Kadın kadındır işte, ne kadar okursanız okuyun gideceğiniz yer bellidir." Oturduğu koltuğa daha da yayılıp zevkle ekledi.
"Mutfak"
Önce küçük bir kahkaha attım yüzüne, elimdeki bir bardak sudan hemen önce...
< 3.Mükemmel Adam >
Masaya vurarak söylediği cümlenin doğruluğunu güçlendirir gibiydi.
"Kadın kısmı çalışmaz. Oturur evinin kadını olur."
“Hadi ya?”
“Şimdi devir değişti, zaman kötüledi. Sokaktaki kızlara bakıyorum hepsi bir acayip.”
“Genelleme yapmasak!” Öfkeyle, oturduğumuz masanın örtüsünün sarkan kenarını çekiştirdim.
“Buluşuyorlar ne olduğu belirsiz heriflerle, o ne öyle?”
“Yani tam olarak burası gibi cafe tarzı yerlerde mi?”
Etrafa bakınarak hem başıyla hem de sözle onayladı. “Evet ya aynen.”
Şimdi masaya vurma sırası bendeydi. “Peki sizin gibi heriflerle mi?”
Bir süre yüzüme baktı sonra o en sevdiğim karikatürdeki gibi.
…Düşünemedi…
*****
Elimde nüfus müdürlüğünden aldığım sicil kaydı ile bir duvar dibinde çöküp kaldım. Ben bu gün ne hissetmem gerektiğini gerçekten bilmediğim bir şey öğrendim. Tıpkı gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini hızlıca okuyup asla bizim başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz türden bir şey.
Benim iki tane daha kardeşim vardı. Evet bu şaka değildi şu kağıtta yazana göre Aydın’dan hariç 2003 ve 2005 doğumlu biri kız biri erkek iki tane kardeşim olduğu açık bir şekilde yazıyordu.
Erkek olanın adını okuduğum an içimi bir öfke dalgası hızla kapladı. “Kerem” Benim adıma ithaf edilerek konulmuş gibi…
“Hah! Adam benimle dalga geçiyor sanki? Aslı’yı çok güzel halletmiş de bir de Kerem çıkarmış ortaya.”
Artık son günlerde sıklaşan mesajlardan bende bunalmıştım. Bu böyle olmayacaktı eğer müdahale etmezsem belki de soluğu burada alacaktı. Annemin yirmi yıl sonra onu görmesi sadece tekrardan sinirlerini bozacaktı. Aydın ise her ne kadar adını hiç anmasak da hissettiğim kadarıyla ona içimiz de öfkeyi en çok büyütmüş olanımızdı. Tam her şey arkamızda kaldı derken ve belli ki oda kendi düzenin kurmuşken ne demeye arayıp duruyordu. Aslında sebep birçok mesaj da yazdığı üzere belliydi. “Vicdan azabı.” Ne güzel sen hayatının elli yılını günah işleyerek geçir, benim sadece bildiğim beş insanın hayatını mahvet ve sonra gel özür dile. Babamı affetmediğim için hiç tepki almadım çünkü kimseyle babam hakkında uzun uzadıya konuşmadım. İnsanların beni anlaması için kendi on bir yaşındaki o korunmasız halini hatırlaması ve birkaç geceyi sokakta geçirmesi gerekir. Yani işi şansa bırakması gerekir. Ancak o zaman yapılan hatanın büyüklüğü ve bazı şeylerin öbür dünyaya kalması gerektiği yine de belki idrak edilebilir.
Yakın bir arkadaşım vasıtasıyla bir telekomünikasyon şirketine kayıtlı numarasını ardından da açık adresini aynı gün öğrenmiştim. Ne tuhaf yıllardır hiç merak edip araştırmamıştım bile, bulmanın bu kadar kolay olacağını asla tahmin edemezdim. Yine Gaye Hanım’da kalacağım bahanesi ile bir Cuma sabahı erken saat de Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan kalkan bir uçağa bindim. Yaklaşık bir saatlik süren uçuş sonrasında Dalaman Havaalanı’nda inip iç hatlarda bekleyen en yakın taksiye yöneldim.
Araca binip adama gideceğimiz yeri gösteren adresin yazılı olduğu kâğıdı uzattım. Kırk dakikalık yol boyunca aklımdan hafızam da kaldığını bile hatırlamadığım çoğu çocukluğuma dair sayısız anı geçti ve sonra her anı beni aynı ortak şarkıya yönlendirdi. Notalarını ezbere bildiğim ve müzik dersinin üç sözlüsünde de ısrarla çalmadığım için dersten kaldığım o şarkıya.
Evet; kimileri için müzik dersinde flütle çalınan ilk parçaya aitti bu notalar, kimileri için ise doksanlı yılların unutulmaz dizisinin o iç acıtan müziği…
Benim ne kadar başa sararsam sarayım asla sonuna kadar dinleyemediğim ama inatla dinlemeye çabaladığım kirli öfkemdi, adil olmayan evrimin en önemlisi de çocuklarına spermatozoonlarından daha çok şey katabilen gerçek babaların tek şarkısıydı bu.
Ve aklım hep der bana; zaten evrim ne zaman adil olmuştu ki. Bana belki de hiçbir zaman.
Göz beş duyu organının en kesinidir şahide gerek olmaz derler işte şimdi taksi eski bir evin önünde yavaşlayarak durduğunda ben de artık bir şahide ihtiyaç duymayacak durumdaydım.
“İşte bu sokak bayan.”
Parayı uzatıp adres kâğıdını geri alarak yavaşça araçtan indim. Elimdeki kâğıtta yazan numaraya göre hafif yokuş sokakta ilerlemeye başladım. Üç evi geçtikten sonra önünde dikildiğim ev elimdeki yazan adresin can bulmuş haliydi.
Peki şimdi ne yapacaktım, bahçe kapısından içeri girip kapıyı mı çalacaktım?
Merhaba baba, ben yirmi yıl önce terk ettiğin kızın. Seni affetmiyorum ve asla da affetmeyeceğim. Buraya sadece ailemden uzak dur demek için geldim. Arkanda bıraktığın hiç kimsenin sana ihtiyacı yok artık.
Gözlerimi sıkarak biriken yaşları boca ettim ve özensizce elimle sildim. Bahçe kapısının yanındaki evin duvara sırtımı yasladım.
Annem harika sen gittikten sonra bence ayakları yere daha sağlam basan bir kadın oldu en azından artık daha kararlı. Aydın ise zaten eşek kadar adam oldu, üniversiteyi bitirdi senin haberin yok ama Kasım’da askere gidecek. Dedem ve anneannem ise hala sağ ve umarım Allah senden alacağı o fazla ömrü onlara katar.
Ve ben baba! Ben en büyük kızın hala seninle aynı soyadı taşıyorum. Ah! Ne utanç verici bir durum değil mi? Biraz da sen utan çünkü ben yıllardır senden utanmaktan bıktım. Ömrüm boyunca senin gibi bir adamla evlenmemek için çabaladım durdum. Bana soran genç kızlara ne dedim biliyor musun? Önce git baba olacak bir adam bul. Yüreğinde merhamet olsun, evet merhamet şu günlerde senin benden istediğin tek şey.
Bahçe kapısı gürültüyle açıldığında içeriden çıkan bir adam önümden geçip az önce yukarı doğru çıktığım yerden yokuş aşağıya hızlı adımlarla ilerledi. Hala kıvırcık saçlar ama artık pek siyah değillerdi, ortalama bir boy ve o yürüyüş, o çarpık yürüyüş. İşte bu adam benim babamdı. Bunca yıldır yüzünü bile görmek istemediği kızının yanından hızla geçip giden bir adam.
İçimde biriken tüm öfkeyle ağzımı açtım. Söyleyeceğim cümlenin başı öncelikle tek kelime ve aynı iki heceden oluşmaktaydı. Ah! O bir ağzımdan çıksa, bir çıksa gerisi çorap söküğü gibi açılacaktı.
Baba diyecektim.
Baba… Bizden uzak dur. Baba…
Ağzımı açtığım sırada yanımdaki kapıdan çıkan ufak bir kız çocuğu benden önce davrandı.
“Baba”
Küçük kızın sesi ile arkasını dönen adam yanına koşarak giden kızının hizasına gelmek için yere çömeldi. Şimdi ufaklık ellerini adamın boynuna sarıp kulağına bir şeyler fısıldarken ben arkamdaki duvarla bütünleşmiştim.
“Tamam hadi eve.” Küçük kızı yanımdaki bahçe kapısına doğru yönlendirirken orada birinin dikildiğini fark ederek kafasını kaldırdı ve ilk kez yüzüme baktı. Bedenimdeki bütün tüylerin şimdi diken diken olduğu aşikârdı.
“Birini mi aradınız?” dedi birkaç adım yaklaşarak.
Düğüm olmuş boğazımı küçük bir öksürükle temizledim. “Evet birini arıyordum ama sanırım artık kayboldum.”
“Ben yardımcı olayım, iyi bilirim bu mahalleyi.”
“Yardımcı olabileceğinizi sanmam, çünkü aradığım kişi ölmüş.”
“Öyle mi? Başın sağolsun kızım.”
Kızım! İşte bu cümle adıma edilmiş bir hakaret gibi beni kendime getirmişti. Birkaç adım ilerleyerek duvardan ayrıldım ve yola çıktım. Şimdi tam karşısına geçip omuzlarımı başarabildiğim en dik şekilde kaldırdım. Karşı karşıyaydık ve göz göze…
“Hepimizin başı sağolsun” dedim.
O kadar inanarak söyledim ve vicdanım o kadar rahattı ki; üzerine toprak atmayabile gerek görmedim.
Çünkü bazı insanları yeryüzünün ne taşı ne de toprağı asla kabul etmezdi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder