16 Aralık 2014 Salı

Aşk Çarpar Gönül Kayar 14.Bölüm



Hudson’s Hope kasabası soğuk bir öğlenden sonrasını geride bırakmak üzereydi.
Taksi iki yana açılan siyah demir kapıların arasından süzülüp Hebert’ların resmi topraklarına girerken Emily yol boyunca söylemeyi düşündüğü yalanlarını kafasında son kez toparlamaya çalıştı. Elbette onlara yalan söyleyecekti, başka çaresi yoktu ki! Üstelik bu ilk kez yaptığı bir şey de... değildi. Aklı erdiği yaşlardan beri durumu kurtarmak için –çoğunlukla babasına- gerektiğinde yalanlar söylerdi. Fakat hepsi de basit ve uyduruk yalanlardan ibaretti. Oysa şimdi…
Şimdi bildiği tek şey bu sefer ki yalan seansının telefonda yüzünü buruşturarak geçirdiği deneyimlerinden daha zor ve daha can yakıcı olacağıydı. Dizlerinin Kanada’nın unuttuğu soğuğundan mı yoksa heyecandan mı titrediğini bilmiyordu. Belki de sadece yorgunluktandı. Öyle olmalıydı. Günlerdir yaşadıklarından sağlıklı bir uyku çekmeye pekte fırsatı olmamıştı. Zaten yatsa bile uykuya dalabileceğini de hiç sanmıyordu. Aracın soğuk camına başını yasladı. Yol boyunca sıra sıra dizilmiş ağaçların arasından mimarisi büyük büyük babasına ait olan bu dev malikânenin gri çatısı göründü, birkaç saniye sonrada çatı katının tüm odalarında kullanılmış olan üçgen kesimli pencereleri bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştı. Bir kilometrelik ağaçlıklı yolun bitiminde ise tüm bina ve önündeki geometrik kesimlerle şekillendirilmiş tarihi hayli eski olan beyaz mermer havuz net olarak görülebiliyordu. Emily merdivenlerde dizilmiş kalabalığı seçebildiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Tahmin etmek zor olmadığı gibi uzun bir süre bu kadar derin nefes alamayabilirdi.
Araç mermer havuzun etrafından girişe doğru dönerken Emily fıskiyeden akan kuvvetli su sesine rağmen büyükanne Kaitly’nin neşeli sesini işitmişti. Karşılamak için son basamaktan düzlüğe inip ona doğru gelirken kendisi de bir saniye önce duran aracın kapısını açıp kendini hızla dışarı attı.
“Büyükanne!” diye seslendi. Yaşlı kadının üzerindeki pelerinin altından iki yana açtığı kolları ile ortaya çıkan bir Kızılderili kabile reisini anımsatan görüntüsü görülmeye değerdi. Emily kollarına atılıp onun mermerden farksız bembeyaz yanaklarına ilk öpücüğünü bıraktı.
“Ah! Benim tatlı kızım, maple şurubum gelmiş.”* Torununun çenesini tutup sevgi dolu gözlerle onun yüzüne baktı. “Evine hoş geldin hayatım.”
Hemen yanlarında beliren annesini ve Hailey’i bir arada gördüğünde ise mutluluktan öleceğini düşündü. Tanrım onları nasıl da özlemişti! Kollarını açıp ikisiyle de aynı anda kucaklaştı. Üçü de bir yandan kahkaha atıp bir yandan da birbirlerine sarılmaya devam ettiler. Gözlerini kapatıp burnunda tüten kokularını doya doya içine çekti. Gözlerini tekrar açtığında bakışları ileride merdivenlerin başında dikilen babası ile buluştu. Her zamanki gibi ailenin en arkasında güçlü ve dimdik duruyordu.
“Guwa Jack!”**
Emily annesi ve kız kardeşini bırakıp arkasını döndüğünde büyükannesinin arabanın camından onu buraya getiren adamın kolunu çekiştirdiğini gördü. “Evlat sen de inip bize katılmalısın.”
Arabanın içindeki adamı himayesine almaya çalışan büyükanne Kaitly’e doğru telaşla seslendi. “Büyükanne o taksi şoförü, bırak adamı lütfen.”
Büyükannesi gözlerini irice açarak bir süre daha adama bakmayı sürdürdü. İnanmadığı her halinden belliydi. “Peki ama Jack?” Cevabı torunundan değil adamdan bekliyor gibiydi.
Taksi şoförü umursamaz bir tavırla omuzları silkip dudağını büzdüğünde yaşlı kadın başını camdan sokup aracın arka koltuğuna dikkatle göz attı. Başını tekrar dışarı çıkarıp buğulu gözleriyle kendisine baktığında genç kadın içindeki mutluluk denilen duygunun bedeninden hızla koparıldığını hissetti. Ne tuhaf, bunu yavaş yavaş kaybedeceğini düşünmüştü.
Evet, Emily için kısa süren mutlu dakikalar buraya kadardı. Cevap vermeden önce başını çevirip merdivenlerde aynı duruşla dikilmeye devam eden babasına bir kez daha baktı ve konuşmaya yani klasik bir senfoni için yeni yazdığı yalanlarla dolu o günahkar sözleri söylemeye başladı...

❥❥❥❥❥

John, Mary ve ailesinin az ilerisinde Sophia ile birlikte dikiliyordu. Karşısında duran mezarın beyaz mermerinden farksızdı. Adeta taş kesilmişti. Kıpırdayamıyordu, tek bir hareket ederse paramparça olacağını hissediyordu. Harekete gerek yoktu aslında, hafif esecek bir rüzgârda bu güce sahipti. Bir süre sonra başını yavaşça beyaz mermerden çevirip tepelerinde duran ağaçlara baktı. Onlarında tüm yaprakları hareketsizdi. Eğer yanılmıyorsa bunlar Göknar ağaçlarıydı. Hemen sağ tarafındakiler ise Ladin olmalıydı. Tuhaf bu bölgede yetiştiğini daha önce hiç duymamıştı. Babasının ölmeden önce Ladin ağacından bir piyano yaptığını hatırlıyordu. Bakışlarını Ladin ağaçların altında kucağında Lily’i tutan genç kadına çevirdi. Mary’nin kız kardeşi olmalıydı onu nikâhta da gördüğünü anımsıyordu.
Cenaze törenindeki kalabalığın çoğu zaten Mary’nin yakınlarından oluşuyordu. Ray’in annesi ve babası yıllar önce bir kazada hayatlarını kaybetmişlerdi ve yakını olarak cenazede sadece ablası ve kocası vardı. Kilisedeki törende onların yanındaydı fakat defin sırasında kadının gözyaşlarına daha fazla dayanamamış ve bu köşeye kaçmıştı. Birde daha geride bekleyen çalışma arkadaşları vardı. FBI’ın kıdemli ajanını uğurlamaya gelen bir grup federalde cenazede yerlerini almışlardı. Mason Carter ile bakışları kesiştiğinde bedeni istem dışı gerildi. Adamın bakışları yakın zamanda yapılacak yeni bir konuşmanın habercisiydi.
John koluna dokunan eli hissetti. Elin sahibi duru bir sesle konuştu. “Sanki başka birinin cenazesi gibi değil mi? Bir yerlerden çıkacak ve bize kahkahalarla gülecek gibi.”
Başıyla onaylamakla yetindi. Yanındaki belki de şuan onu anlayacak tek kişiydi. Kadının acısının daha derin olduğunu hissetti. O Ray ile sadece üç yılı aşkın süredir çalışmıştı fakat Sophia, onlar neredeyse bir ömür tüketmişlerdi. Genç kadın mezun olduğu ilk sene Ray Allen tarafından kendi ekibine alınmıştı. Bu yaklaşık yirmi sene önceydi. Yaşlı Kurt her zaman işini iyi bilirdi. Quantico’daki eğitimleri devam eden en parlak ajanları belirler ve kendi ekibi için özenle seçerdi. FBI’ın cinayet biriminin en mükemmel ekibini oluşturmak hiç kolay değildi. Sophia gibi, kendisi gibi, şu yeniyetme ajan gibi. John başını tekrar ajanların olduğu tarafa çevirdi. Aradığı yüzü bulamayınca yavaşça yanındaki kadına doğru eğildi.
“Marc nerede?”
Sophia gözlerini kaçırmadan usulca cevap verdi. “Katılmayacağını bildirdi.”
John onun yüzüne dikkatle baktı. “Ne demek katılmayacağını bildirdi. Oscar töreni mi bu!” Öfkesini sıktığı yumruklarına geçirdi. “O herifi ekipte istemiyorum, ona güvenmiyorum Sophia.” Jack Peterson’a içerden birinin yardım ettiğine adı gibi emindi.
“Fark ettim fakat bu bizim vereceğimiz bir karar değil, Mason Marc’ı çok tutuyor.”
“Kendine benziyor da ondan.”
“John böyle fevri davranmanın kimseye bir yararı yok bu sadece...”
“FBI’ın bünyesinde bir hain var Sophia, içimizde mesleğine ihanet etmiş bir satılmış var.”
Sophia korkuyla irkildi, birkaç saniye sonra başını karşılarında duran mermere çevirdi. Kurumuş dudaklarının arasından bir nefes gibi fısıldadı. “Şey... Ben onun kim olduğunu biliyorum galiba.”
John ani bir refleksle genç kadına döndü. Uzun zamandır hareket etmeden dikilen gövdesi yay gibiydi. Gergin ve kopmaya çoktan hazır bir yay gibi.
“Anlamadım?”
“Dediğimi duydun onun kim olduğunu biliyorum.”
“Kim Sophia, onun kim olduğunu söyle bana. Onu kendi ellerimle öldüreceğim!” Son cümleyi gereğinden yüksek bir sesle söylemişti. Sophia elini tekrar onun koluna koyup hafifçe sıktı. “Sakin ol. Herkes bize bakıyor.”
“Umurumda değil, söyle Sophia.”Etraftan mırıldanma seslerini işittiyse de bunu umursamadı ve kendinden emin bir tavırla tekrarladı. “Onu öldüreceğim.”
Sophia’nın etraflarındaki insanlara bakan telaşlı gözleri duyduğu son cümle ile karşısındaki adamın yüzüne kilitlendi. Daha fazla uzatmanın gereği yoktu. “Bu mümkün değil, çünkü o zaten öldü John.”
Kadın yanından uzaklaşırken John onun sözlerini idrak etmek için bir süre öylece kaldı. Ne dediğini anlayamıyordu, ne demek zaten öldü. Öyle olsa içlerindeki hainin ölüm haberini o da duyardı. Son zamanlarda hiç bir ajanın öldüğünü hatırlamıyordu. Sophia ne anlatmaya çalışıyordu! Niçin böyle...
Gerçek yerin altından toprağı delen bir canavar gibi çıkıp karşısına dikildiğinde John kısa bir nefes verdi. Aslında nefes almak istemişti ama ne yaptığının çokta bilincinde değildi. Başını yavaşça beyaz mermerden yapılmış gösterişli mezara çevirdi. Bulanık görüntüyü dağıtmak için koluyla sertçe gözlerini sildi.
O zaten çoktan öldü.
“Ray,”
Mezarın başında siyahlar içindeki kadına kaydı gözleri. Tanıdığı kadından uzaktı, sanki bir gecede on yaş yaşlanmıştı. Bedeni sağ fakat ruhu çoktan kendini teslim etmiş gibiydi.
John onun gözlerine baktığı an anladı, Mary her şeyi biliyordu.

❥❥❥❥❥

Emily yüksek tavanlı tamamı antika mobilyalar ile döşenmiş devasa salonun en rahat koltuğuna yerleştirilmişti. Annesi sürekli arkasına yastık tıkmakla meşguldü. Sanırım evdeki bütün yastıkları arkasına almıştı. Bu iyiydi aslında olur da bayılırsa koltuğun altın rengi varaklı arkalığına kafasını çarpmamış olacaktı. İçeride anlatacağını söyleyerek yaşamını bir kaç dakika daha ertelemek ne büyük aptallıktı. Oysa bahçedeyken kolayca kaçabilirdi. Hatta koşarak Niagara’dan tekrar geçer ve eve kadar aynı hızla devam bile edebilirdi. Ama şimdi kaçmaya çalışması pekte mümkün gözükmüyordu. Yanında oturan büyükannesi elini tutmuş ona ne kadar zayıfladığını ve uygun bir beslenme programı ile ilgili bir şeyler anlatıyordu. Kafasında çalan siren sesinden duyabildikleri ancak bu kadardı. Avcının menziline girdiğini hisseden bir hayvan gibi tehlikeyi yanı başında hissediyordu. Hailey ise karşı koltukta zevkle kıkırdamaya devam ediyordu. Onu bu kadar özlememiş olsaydı, yem diye ortaya kesinlikle onu atardı. Salona babası girdiğinde Emily oturduğu koltuğun altından kaydığını hissetti. Avcı bir kez daha ortaya çıkmıştı. Sanki koltuk yerine yerde kuş tüyü yastıkların üzerinde uzanıyor ve babası attığı her adımda tepesine çökmeye biraz daha yaklaşıyordu.
Sonunda Sarah Hebert yerine geçerek bacak bacak üstüne attı ve daha fazla içinde tutamadığı soruyu ortama bıraktı. “Hayatım Jack nerede? Bir sorun yok değil mi?” Babası annesinin yanına oturup ceketini özenle düzeltti. Evet oradan ateş ederse kurşun kesinlikle kalbine girerdi.
Yutkundu. Biliyordu, artık geçiştirebileceği dakikaları kalmamıştı ve sonra aniden alelade bir şey anlatan bir edayla elini havada sallandırdı. “İşler işte bilirsiniz, tam olarak son anda bir işi çıktı. Ama bugün yarın burada olur, ya da öbür gün, ya da bir sonraki gün.” Omuzunu silkip beceriksizce gülümsedi. Daha fazla yaşamak istiyordu.
“Umarım festivalin sonuna yetişir.” Babasının iğneleyici sözüyle gülümsemesi kısmen soldu. Onun ise yüzü her zaman olduğu gibi ifadesizdi.
Büyükannesi oturduğu koltuğun kenarına hafifçe vurdu. “Dylan kızın üstüne fazla gitme, zaten zor bir süreçte. Evlenme öncesindeki kızların üzerine gidilmesini her zaman yanlış bulmuşumdur.” Emily içinden teşekkürlerini sundu. Sağol büyükanne ne demezsin! Usulca babasının tepkisini ölçmeye koyuldu. Yüzü yine onu bu Dünya’da azarlayabilecek tek kişiye karşı oluşturduğu o tuhaf ifadeye bürünmüştü. Emily bu azarların kaynağının sevgiden kaynaklı olduğunu biliyordu. Kaitly iki oğlundan en çok küçük olanını seviyordu. Diğerine karşı duyduğu bariz öfkeyi bir diğerine karşı beslediği gizli sevgiyle yenebiliyordu. Değişemezdi. Yüz yaşına yaklaşmış bir kadından daha fazlasını beklemek hatadan başka bir şey değildi.
Üniformalı genç bir kadın elindeki bavulla kapıda belirdi. Tanrım o bavul! Sınırı geçince Ontario’da bulduğu ilk mağazadan uygun bir kaç parça kıyafet satın almıştı. Elindeki tüm parasını yok pahasına Kanada Doları’na çevirten o bavulu görmek dahi istemiyordu. Neyse ki işe yarar bir kaç gece kıyafeti almayı başarabilmişti gerisini de Hailey ile halledebilirlerdi.
Ablası sesini duymuş gibi yerinden fırladı ve muzip bakışlarla ona doğru yaklaştı. Fakat sözleri ayaklarının aksine salondaki diğer aile üyelerine yönelikti. “Müsaade ederseniz Emily ile yukarı çıkalım. Akşama az kaldı ve gecenin yıldızının küçük kardeşim olmasını hepimiz istiyoruz. Öyle değil mi?”
Annesinin anlaşılan biraz daha bilgi almaya ihtiyacı vardı, oturuşunu değiştirip koltuğun ucuna kaydı. “Hailey, çay ve kurabiye getirmelerini söylemiştim. Emily’nin sevdiği şu elmalı kurabiyelerden,”
Hailey onları kurtarabilecek tek kişiye dönüp başını yana yatırdı ve bir çocuk gibi suratını astı. “Ama büyükanne?” Bu her zaman işe yaramıştı, umarım bu seferde yarardı.
Bay Hebert olduğu yerde homurdanmaya devam ederken büyükanne hafifçe titreyen elini Emily’ in omzuna şefkatle yerleştirdi. “Tüm Alberta erkeklerine ellerinden neyi kaçırdıklarını göster. Onların gece boyunca ağızlarını açık görmek istiyorum maple şurubum.”
Emily dudaklarını omzundaki ele götürüp tatlı bir öpücük kondurdu. Gülümseyerek ayağa kalktığında annesi de kısa fakat derin bir iç geçirdi. “Özellikle de Michael’ın.”
İsmi duyduğunda Emily hafifçe ürperdiğini hissetti. Onu düşünmeyi uzun zaman önce bırakmıştı. Michael’ın onu terk ettiği günden bu güne kadar. Üstelik hiç bir sebep göstermeden. Ah! Aslında bir sebep vardı. Emily meçhul sebebi üç sene önce ablasının Matthew ile nişanlarını ilan ettikleri törende onu yıldızının hiçbir zaman barışmadığı Jasmine ile yan yana gördüğü gün acı bir şekilde öğrenmişti. Artık sebep meçhul değildi ve Michael pisliğin tekiydi.
Hailey çaktırmadan göz kırpıp kardeşinin koluna girerek onu salonun çıkışına doğru sürüklerken hala dikilmekte olan hizmetçiye seslendi. “Kalya bavulu hazırladığımız odaya çıkarır mısın lütfen,”
Genç hizmetçi onaylar bir ifade ile başını sallayıp servis koridorunda gözden kaybolduğunda Hailey kardeşinin koluna küçük fakat can yakan bir çimdik attı.
“Şimdi bana neler olduğunu hemen anlatıyorsun küçük hanım.” Emily sertçe alt dudağını ısırdı. Ablasının kolundan çıkıp merdivenleri önden tırmanmaya başladı. “Ne dediğin hakkında hiç bir fikrim yok.”
Hailey üst katta ona yetişip az önceki işlemi bu sefer kalçasında uyguladı. İşe yaramıştı. Aldığı cevap önce hafif bir çığlık ve ardından gelen sessiz bir itiraftı.
“Terkedildim”
İtirafı yaptığı sırada koridordan gelen bir sesle iki kadında olduğu yerde sıçradı.

❥❥❥❥❥

Marc yanındaki bir kaç ajanla birlikte Allen’lerin evinin altını üstüne getirmeye devam ediyordu. Hem de büyük bir zevkle.
Cenaze sebebiyle boşalan evi aramak için izni bugüne alma fırsatını asla kaçıramazdı. Bir tarafta mezarı kazılırken o da kendi elleriyle kuyusunu kazacaktı. Bu her anlamda Ray Allen’in yerin dibine girdiği gün olarak hatırlanacaktı. Evi aramak için gerekli izni almak ise tahmin ettiğinden çok daha kolay olmuştu. Mason Carter sandığından da korkak biri çıkmıştı. Şanslıydı, Washington’dan New York’a atanmak için kullandığı koz bugün bir kez daha işine yaramıştı.
Aramaya ilk olarak üst kattaki çalışma odası ve yatak odalarından başlamışlardı ve şu ana kadar elle tutulur tek bir delil bile bulamamışlardı. Çalışma odası temiz ve düzenliydi. Çoğu İngilizce kitapların oluşturduğu geniş bir kütüphane ve son on yıla ait kapanan cinayet dosyaların birer kopyalarının bulunduğu küçük bir arşiv dolabı vardı. Kasadan bir miktar para ve eşine ait değeri düşük bir kaç parça mücevher çıkmıştı. Şaşırmıyordu, o herif arkasında bu kadar kolay iz bırakmazdı. Yatak odalarında da durum farksızdı. Temiz, düzenli ve sıfır ipucu ile sanki onlarla kafa bulmaktaydı. Belki de Bayan Allen’ da işin içindeydi. Sabah arama iznini gösterdiğinde yüzüne bunun olacağını biliyor gibi gayet tepkisiz bakmıştı. Ne olaya direnmiş ne de evinde ne aradıklarını sormuştu. Sadece içeri girmeleri için onlara yol vermişti.
Üst katla işi bittiğinde çerçevelerin asılı durduğu ahşap merdivenleri hızla indi. Alt kata vardığında nereden başlaması gerektiğini düşünürken merdivenlerin başında durup etrafına kısaca göz attı. Adımlarını alt katın doğu tarafının tamamını kaplayan büyük salona doğru çevirdi. Evin diğer odaları gibi burası da oldukça sade döşenmişti. Açık renk az sayıda koltuk, üzerinde bir kaç emlak ve moda dergisi bulunan geniş cam bir sehpa, düğün fotoğraflarının çoğunlukta olduğu albümlerle dolu yine cam bir dolap gözüne ilk çarpanlar olmuştu.
Lanet olsun! Bu evde hiç bir halt yoktu.
Koltuğa kendini bıraktı ve aklını daha fazla düşünmeye zorladı. “Herkesten gizlemek istediğin bir sırrın varsa bunu nereye saklardın?” Eliyle saçlarını karıştırdı. “Düşün Marc, nereye koyardın? O pislik herif gibi düşün! Bir katil gibi, hayır seri katil gibi düşün!”
Bakışları batı tarafında kalan mutfak kapısına doğru kaydığında zihninde bir kaç fikir oluşmaya başlamıştı. Oturduğu koltuktan hızla kalkıp üç adımda salonu geçti. Diğer kanada bağlayan geniş hole çıkmıştı ki mutfağa geçemeden evin geniş kapısı büyük bir gürültüyle üzerine açıldı. Her şey o kadar ani ve o kadar beklenmedik gelişmişti ki Marc silahına uzanmış fakat çekecek fırsatı bulamamıştı. Dahası donup kalmıştı. Belki dikkatsizliği yüzünden ölümüne sebep olabilecek bir durumu atlatmışken Marc karşısındaki tanıdık yüzü gördüğüne sevinemedi. John Parker öfkeden deliye dönmüş gözlerle hala olduğu yerde –girişte- öylece dikiliyordu. Aklını kaçırmış gibi kendisine bakan gözlerini es geçip onun kuvvetli bir şekilde kalkıp inen göğsüne baktı ve istemeden de olsa bir kaç adım geriledi. Ellerini kaldırıp açıklama yapmaya çalıştı. “Benim arama iznim va...” Kalkanı işe yaramamıştı. Çenesine yediği ilk güçlü darbe ile yere kapaklandı.
John merdivenlerden inen iki federali tek elini kaldırarak durdurdu ve sıktığı dişlerinin arasından öfkeyle konuştu “Sakın kimse karışmasın. Defolun!” Adamlar indikleri hızla yukarı çıkıp gözden kayboldular. FBI’ın her bölgedeki tüm birimleri Allen’in kafadan çatlak ortağını iyi tanırdı, onunla ters gitmek belayı peşin kabullenmekti. Tıpkı istihbarat birimindeki ajanın ya da koordinasyon ofisi bölüm şefinin sonu gibi. Ajan Anderson için ise bu sorun değildi. Çünkü genç adamın belaya her zaman ayrı bir zaafı olmuştu.
Marc başını sallayarak bir süre bekledi ve görüntü netleşince merdivenlerin ahşap korkuluğundan destek alarak ayağa kalktı. “Ne yaptığını sanıyorsun Parker? Hiçbir şeyden haberin yok, ortağın bir katil.”
John onu yakasından tutup sertçe kendine çekti. Dudağının sol tarafı net bir şekilde patlamıştı, süzülen kanın bir kısmı ellerine damladı. “Ayakta uyuyorsun!”
Gördüğü kadarıyla ona zarar vermişti ama işittiğine bakılırsa çenesini tam anlamıyla kırmayı başaramamıştı. Bu sefer yumruğu yerine başını kullandı. Genç adam merdivenlerin arka tarafına doğru sırt üstü düştü ve burnunu tutarak yatmaya devam etti.
“Kim adına çalışıyorsun? Konuş Anderson.”
Yerde yatan bedenden bir homurtu yükseldi. “Kimse adına çalışmıyorum.”
John onu tekrar kaldırmak için üzerine doğru hamle yaptı fakat karnına yediği beklenmedik bir tekme onu yere yuvarladı. Marc kırılan burnunu tutmayı bırakıp dirseği üzerinde doğruldu ve yanında acı ile yatan adamın yüzüne sıkı bir yumruk attı. “Aptal herif.” Tükürdü. Kan sadece burnundan değil ağzından da geliyordu. Tadını alıyordu. Doğrulup ayağa kalktı ve başını dik tutmaya çalıştı. Arkasında dikilen bedenin ise buna izin vermeye hiç niyeti yoktu. John onu tutup hızla karşı tarafa savurdu. Amacı onu duvara fırlatmaktı fakat adam garaj kapısına çarpmış ve bodruma inen merdivenlerden yuvarlandıktan sonra gözden kaybolmuştu. Kapıya koşup ışığı yaktı ve yerde hareketsiz yatan adamın yanına inmek için ilk merdivene adımını attı. Metal konstrüksiyondan yapılmış olan merdivenler evin altındaki garaja ve aynı zamanda Mary’nin kullanmadıkları eşyaları ile doldurduğu bodrum katına iniyordu.
Garajda bulunan tek arabanın üstü kapatılmıştı. Arka taraf ise kalın bir perde ile ayrılmıştı. Perdenin aralık kısımdan görünen beyzbol malzemeleri ve üst üste dizilmiş kumaşı eskimiş koltuklar gözüne çarptı. Bunlar Ray’in bekâr evinden kalma üzerine her akşam bira döktüğü koltuklarıydı. Mary Yüce bir kadın olmalıydı, onları atmadığına inanamıyordu.
Marc yerde hareketlenmeye başladığında John tüm ilgisini tekrar ona yöneltti. “Sana bir soru sordum cevap ver bana!”
“Sana verecek bir cevabım yok. Çünkü o aradığın hain ben değilim.” Karnını tutarak güçlükle öksürdü. “O hain sen kabul etmesen de Allen’di.”
John haykırdı. Sesi yankılandı ve katlanarak çoğaldı. “Sus, yoksa elimde kalacaksın.”
“Parker elimde kaset var, cinayet gecesi Allen, Bayan Hebert’in sevgilisinin ofisinde görüntülenmiş.”
John elleriyle yüzünü kapattı, birkaç saniye sonra açtı ve başını hızla sağa sola salladı. “Sana inanmıyorum.”
Genç adam yavaşça ayağa kalktı ve gömleğinin kenarını tutup kaldırdı, burnunu ve çenesini temizledi. “Sen haklıydın, Jack Peterson belki Emily Hebert bile işin içinde. Ray Allen’la bağlantıları var.”
“Bağlantıları yok!” Ses derinden gelmişti, içinden, ta en derinlerinde bir yerden. Sebebini bilmiyordu ama Ray ve Emily arasında bir bağlantı olmadığını hissediyordu. John içinden koparıp söktüğü bütün acıları da nefesiyle beraberinde dışarı çıkardı. Savurduğu son yumruğun ise kendi canını yakacağından hiç haberi yoktu.
Ayakta durmakta güçlük çeken Marc bu son darbe ile geriledi ve kaçınılmaz olarak yere serildi. Yere kapaklanmadan önce elinden gelen son mücadele arkasındaki kalın perdeye tutunabilmekti. Perdenin bir kısmı tavandan koparak yırtılırken arkasında gizlediği gizemli sırrı da açığa çıkardı. Koltukların hemen yanında eski bir çalışma masası duruyordu. Arkasındaki duvarda bulunan tahtada ise bir fotoğraf, çeşitli isim ve semboller vardı. Masanın üzerindeki dosyalar, yarım sigara izmariti ve kirli bir bardak öylece bırakılmıştı. Bu kullanılmayan bir masa değildi, aksine çok yakın bir zaman önce kullanılmış ve burada çalışılmıştı. John dizlerinin üzerine doğrulmuş Marc Anderson’a baktı. Adam ise hayattan kopmuş odaklandığı tek bir şeye bakıyordu. Duvara yapıştırılmış genç bir kadının fotoğrafına.
“Bu kadını tanıyorum. Bu babamın üzerinde çalıştığı son dosyadaki kadın. Bu o kadın!” Marc bedenindeki bütün acıyı unutmuş halde deli gibi bağırıyordu. “Parker bu o kadın!”
“Baban mı? Ne babası, Tanrım sen iyi misin?”
“Benim babam bir federal ajandı. FBI’ın özel ajanlarından Lucas Anderson. Yani senin anlayacağın Ray Allen’in Manhattan’a postalanmadan önceki eski ortağı.”
“Ne?” John son ana kadar direnmek istiyordu. Başka bir tepki vermeden öylece dikilmeye devam etti. Tek yapabildiği duvardaki kadın fotoğrafına bakabilmekti. Marc gizli ofise doğru karnını tutarak yavaşça ilerledi ve perdenin geri kalanını da tek seferde sertçe kenara çekti.
İşte o anda John bakışlarını sabitlediği fotoğraftan yandaki bir diğerine kaydırdı. Sağdaki kadın kendisi için hiçbir şey ifade etmezken soldaki inandığı her şeyi elinden almıştı. Ellerini arasına daldırsa ateş çıkarabilecek kadar sıcak duran kızıl saçları omuzlarına dağılmıştı. Gözlerinde tarifsiz bir mutluluk, yüzünde tatlı bir tebessüm var.
Bir adam bir kadını neden düşünürdü; Yumruk yaptığı elini yavaşça dudaklarına götürdü. Onu düşünmesi için birçok neden vardı. Gülüşü bunlardan sadece en masum olanıydı…
Arkalarında kalan metal merdivenden gelen sesle iki adam da aynı anda silahlarına sarıldı…

❥❥❥❥❥

*Dünyada en çok Kanada’da üretilen waffle, pankek ve reçel hazırlamada kullanılan kırmızı renkli yoğun olarak sükroz içeren şurup. Türkiye’de akçaağaç şurubu olarak bilinmektedir.
** Alberta Kızılderililerine ait Nakotaca diline özgü bir kelime, anlamı ‘buraya gel’

Aşk Çarpar Gönül Kayar 13.Bölüm



Malikânenin giriş katının kuzey doğu kanadında yer alan çalışma odası zayıf bir ışıkla aydınlatılmıştı. Büyük pencereleri sıkı sıkı örten kalın perdeler gün ışığının içeri dolmasını engelliyordu. Dylan Hebert Edmonton’a inmediği sakin geçen sabahlarda yaptığı gibi bu sabahta toprak üzerine yürüttüğü çeşitli araştırmalarına gömülmüştü. Kapı çalınıp karısı içeri girdiğinde koltuğunda yavaşça doğruldu. Her zamanki gibi telaşı Bayan Hebert’dan önce içeriye süzülmeyi başarmıştı.
Elindeki telefonla salınarak kocasının karşındaki ahşap sandalyeye oturdu. Çalışma odasını geçen sene yemek odası ile birlikte yenilemişlerdi ki bunu Bayan Hebert sıkı bir pazarlık sonucunda uygun bir maliyetle yaptırmayı başarmıştı.
“Hayatım, Emily’e bir türlü ulaşamıyorum. Umarım yolculuklarında bir aksilik çıkmamıştır.”
Gözlüklerini çıkarıp çalışma masasında açık duran arazi planının üzerine bıraktı ve karşısında parıldayan menekşe rengi gözlere sahip güzel yüze baktı. Bu yüze otuz yıldır âşıktı. “Endişelenme. Uçakta olmalıdır, aktarma ile geleceğini sen söylemiştin.”
“Ah! Biliyorum. Ben sadece biraz heyecanlıyım biliyorsun Dylan, bu sene Emily yalnız gelmeyecek ve bu ailemiz için özel bir sezon olacak. Kızımız evleniyor.”
Adamın iri vücudu ister istemez gerildi. Günlerdir bu düşünce ile savaşıp duruyordu. Küçük kızının her zaman –olması gerektiği gibi- Kanadalı biriyle evlenmesini hayal etmişti. Zengin bir toprak sahibi ya da sadece Alberta yerlilerinden birinin topraktan anlayan oğullarıyla. O öldükten sonra ailesine ve topraklarına sahip çıkacak gerçek bir soyluyla. Oysa şimdi kızları yanında Amerikalı serserinin tekini evlenmek üzere buraya getiriyordu. Adamın para ile ilgili işlerle insanlara akıl verdiğini ve bu konuda uzman olduğunu duymuştu. Yani kısacası dolandırıcı herifin tekiydi. Toprak kadar değerli bir şeyle uğraşmak varken insanların paralarının geleceği hakkında sahte bir endişe duymak sadece maddi çıkar peşinde olan tiplerin işiydi. O adamı bir kaç ay önce televizyonda kızının yanında gördüğü ilk anda gözü tutmamıştı. Eğer kendisine de serveti ile ilgili akıl vermeye kalkarsa kafasını bedeninden büyük bir zevkle koparacaktı. Birde şu son günlerde gazetelerde çıkan haber vardı ki; düşüncesi bile kanını donduruyordu.
Romantizm Kraliçesi’nin Federal Aşkı.
Kızı adamın bu işi boş zamanlarında yaptığını söylemişti. Karısının aksine o buna bir an bile inanmamıştı. Hiç kimse boş zamanlarına ajanlık yapmazdı. Eski bir dostundan aldığı yardımla duruma el atmış ve gereken açıklama önceki gün bizzat kızı tarafından basına yapılmıştı. Yine de o ajanın Emily’nin karşısına tesadüfen çıktığına inanmıyordu ve asla da inanmayacaktı.
İçinde tarif edemediği bir huzursuzluk tekrar baş gösterdi. Kızı bir federalle birlikte olmayı tercih etmeyecek kadar mantıklıydı ama ya ederse? İşte bu asla mümkün olmayacaktı.
Bir Amerikan ajanının ailesine sızmasına ve soyuna karışmasına Dylan Hebert asla müsaade etmeyecekti.

❁❁❁

Emily Boston Güvenlik Merkezi’nde kendisine gösterilen odada beklemeye sabırla devam ediyordu. Eğer odanın duvarları camdan olmasaydı masaların üzerinde delici aletler olup olmadığını rahatça araştırabilir ya da kendisini tavana asmak için çekmecelerde ip arayabilirdi. Kısacası kendine zarar vermek için bir şeyler yapabilirdi. Fakat karşıdaki bir diğer cam bölmeden bakan adam buna asla izin vermeyecek gibi görünüyordu. Aynı masada bulunan diğer iri yarı adamlarla yaptığı hararetli konuşmadan uygunsuz aralıklarla kopan bakışları kendisi ile kaçamak yapıyordu. Emily bu seferki buluşmada ellerini iki yana açarak avuç içlerini karşısındakinin görebileceği şekilde çevirdi.
Ne bakıyorsun? Hadi ama kaçmayı düşünmüyordu ki (?)
Zaten kaçmayı düşünse bile bildiği her şeyi anlatmıştı. Onu, karşısında duran o adamı sadece üç gündür tanıyordu ve bu üç günün neredeyse tamamında onunla olma şerefine erişmişti. Ne şeref ama! Ona daha birkaç saat önce hayatının itirafını etmiş; Tanrım sonra da onun omzunda dakikalarca ağlamıştı. Üçkâğıtçı gözyaşları buldukları ilk omuzda yelkenleri indirmiş ve onu aldatmıştı. Kendini hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti fakat çaresizliğin yanında belki de bir hiç kalacağı şeylerde hissetmişti. Başını adamın göğsüne gömdüğü o sayılı dakikalarda dünyadaki bütün acıların birleşse bile ona erişmesi mümkün değilmiş gibiydi. Tuhaftı, sıcaktı, kendisinden başka birine güvenmeye alışık olmayan bir kadın için belki de en hazırlıksız tuzaktı.
Tuzağın sahibi adam yerinden kalkıp diğer gorilleri selamladıktan sonra koltuk altına sıkıştırdığı siyah bir dosya ile birlikte odadan çıktı. Koridora adımını attığı an genç kadında oturduğu sandalyeden fırladı ve kendi cam fanusundan dışarı çıktı.
“Ne oldu? Ne dediler? Sahiden ölmüş mü?”
John elini havaya kaldırarak onu susturdu. “İlk kural. Sakin oluyoruz.” Çıkışa doğru ilerledi.
“Sakin olmak mı? Bu şu anda başarabileceğim son şey. Hem o dosyada ne var?” Gölgesi olan genç kadın peşindeydi.
“Torres’lerle ilgili şeyler biraz da seninle.”
“Ne demek biraz da benimle?” Emily onun peşinden koştururken soru sormakta zorlanıyordu. John Manhattan’daki devasa Federal Plaza’nın minyatürü sayılan bu yerden yirmi adımda dışarı çıkmayı başarmıştı ki bu genç kadın için elli küçük adım demekti. Gün tam olarak doğmamıştı, bu iyi haberdi. Şehrin trafiğine takılmadan epey yol almış olacaklardı.
Emily araca doğru ilerlerken onun arkasından öfkeyle seslendi. “Benden öğreneceğini öğrendin, şimdi işin bitti değil mi? Biliyor musun aslında hiç şaşırmadım. Neden şaşırmadım, çünkü siz erkekler her ne şart olursa olsun…”
Sustu. Onun bu kadar hızlı yanına gelebilmesine susup şaşırması gerekirdi sadece. Adam artık aralarındaki mesafeye aldırmıyor bir nefes yakınında cüretkar bir tavırla dikilebiliyordu. Nefesi yüzüne değdiğinde Emily onun söylediklerinin tek kelimesini bile anlamadığını fark etti. Dinlememişti ki! Kirpiklerinin altına gizlediği bakışları bir tek onun hareket eden dudaklarına odaklanmıştı. Hareket sona erdiğinde başını kaldırıp gözlerine baktı ve hareketsiz duran bir çift mavi gözle karşılaştı.
“Ne?”
“Emily, sen iyi olduğuna emin misin?”
“E-evet. İyiyim. Merak etme ben sandığından çok daha güçlü bir kadınım. Üstesinden gelebilirim evet bunu yapabilirim.” Elini dağınık saçlarının arasından hızlıca geçirdi. “Şimdi bana neler olduğunu söyle.” İki adım geriledi, kapsama alanından çıkmak isteyen bir gönüllü gibiydi. Onun yakınında olmak aklını toplamasına engel oluyordu. Sebebi yani tüm bu hissettiği şeylerin sebebi tam olarak ‘hız’dı. Evet her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, ne olacağına dair bir heyecan ve korku hep içindeydi.
“Henüz işimiz bitmedi. Çok vaktimiz yok yola çıkmamız lazım, haydi.”
Emily elini tutup onu araca doğru götüren adama içinden bildiği tüm hakaretlerden oluşan bir kolye dizdi. Fakat ağzını açtığında kendini daha çok itaatkâr bir köle gibi hissetmişti.
“Bana ne yapacaksın?”
Ah! Kahretsin. Bana ne mi yapacaksın!

❁❁❁

Yeni bir şarjör takıp dikkatini tekrar hedefe verdi. Kırk kalibrelik Glock’tan çıkan mermilerin neredeyse tamamı on metre ileride duran hedefi bulmuştu. Buraya biraz olsun rahatlamak için gelmişti. Atış yaptıkça öfkesinin azalması gerekirken onda tam tersi etki yaratmıştı. Ajan Campbell ile izledikleri o görüntü hafızasından silinmiyordu. Yeni bir şarjör almak için ilerledi. Bomboş poligonun içinde bir tek kendi ayak sesleri yankılanıyordu. Masanın üzerinden dolu bir tane aldı. Şarjör tünelini buldu ve içine sertçe yerleştirdi. Hızlı adımlarla tekrar atış yerine ilerlerken sürgüyü eliyle geri çekip rahat bir tavırla bıraktı.
Arka arkaya ateşlenen silah mermiden çok öfke kustu. Marc silahını hızla poligonun bir köşesine savurdu, ardından kulaklığı ve gözlüğü çıkarıp yere bıraktı. Bunların hepsini kendisini de yere bırakmadan önce yapmıştı. Babasının katilinin ölmesi bile içindeki öfkeyi dindirmiyordu. Onun cezasını kendi elleri ile veremediği için o koyu öfkeden en büyük payı da kendisine vermişti.
Ama payı büyüktü, tek başına bitiremeyeceği kadar büyüktü.

❁❁❁

John ‘Niagara Şelaleleri Eyalet Parkı’nın önünde aracı durdurduğunda Emily ona doğru gizemli bir bakış attı. Hemen ardından saçlarının şu tuhaf rengi kadar aydınlık bir gülümseme sundu. Gülümserken de güzeldi tıpkı ağlarken olduğu gibi.
“Ne o federal beni yavaş yavaş ülke dışına mı kaçırıyorsun?”
Cevabı beklemeden kemerini çözüp arabadan atladı. John muzip bakışlarla onu süzdü. Birkaç saat öncesine kadar suçlu olduğunu düşündüğü hatta öldürebileceği kadın için şimdi fazlasıyla endişeleniyordu. O bu davadaki canlı tek tanıktı ve canlı kalması için yapması gereken tek şeyi yapacaktı. Ona yetiştiğinde Emily çoktan şelalelere ulaşmıştı. Genç kadın korkuluklara yaslanıp eliyle göz alabildiğine uzanan eşsiz manzarayı işaret etti. “Beni neden buraya getirdin?”
Her zaman tereddütsüz bir ifade ile konuşan adam şimdi hemen yanında yerini almıştı. Bakışlarını adamın ellerinden, dayandığı dirseklerine oradan da metrelerce aşağıda akan suya bakan gözlerine yöneltti. Konuşmaya başladığında genç kadın da yüzünü beyaz köpüklere çevirdi. “Çünkü bu şelale de bizim gibi, hayatlarımız gibi ve... “
Emily tek kelime anlamadığını belirten bir ifade ile onun yüzüne baktığında güçlükle de olsa cümlesini tamamlamayı başardı. “Aramızdaki şu tuhaf şey gibi, ters akıyor sürekli.”
“Sensin ters” Gözlerini kısıp adamın yüzüne baktı hemen sonra içten bir kahkaha koyuverdi. “Aklımı kaçırdığımı düşünüyor olmalısın.”
“Hayır”
Karşı –şelalelerin arkasında kalan- kıyıyı gösterdi. “Kanada. Benim ülkem. Günlerdir gitmek için hayalini kurduğum tek yer. Sanırım artık kulağa kâbus gibi geliyor.”
Yüzünün asılması hoşuna gitmemişti. “Evine dönmek istemiyor musun?”
“İstediğin gibi dönemedikten sonra bu neye yarar? Biliyor musun ben Kızılderili soyundanım.”
John onun saçlarını işaret etti. “Hiç şaşırmadım.”
“Alberta Kızılderililerine göre yirmi yedi yaşına basmış ve evlenememiş bir kız bölge için uğursuzluktur. Ölümlerin artacağına, tüm ürünlerin kuruyup yok olacağına ve daha hayal bile edemeyeceğin bir sürü şeye inanırlar. Yirmi yedi yaşına basmama üç ay var ve bu son sezonumda aileme tanıştıracağım eldeki son adamı da kaybettim. Yani Bayım, iyi yazabildiğin bunu iyi yaşayabildiğin anlamına gelmiyor.”
“Evine dönmek zorundasın Emily.” John cebinden yerel güvenlikten temin ettiği dosyayı çıkarıp ona uzattı. Genç kadın merakla siyah, ince dosyayı onun elinden alıp içindeki birkaç belgeyi incelemeye koyuldu. Torres’ler adına çeşitli suçlamaları içeren yazılar, banka hesap numaraları, kimlik bilgilerinin yazdığı karışık dokümanları hızla geçti. Dosyadaki belgeler bir gazete haberi ile son buluyordu.
<Bank Boston’da meydana gelen dolandırıcılık olaylarının sonuncusu kanlı bitti. Banka müşterilerinin şikâyetleri ile intikal eden olayda hesaplarının boşaltıldığını iddia eden yedi kişinin hesapları büyük bir titizlikle incelendi. Yerel güvenlik birimlerinin uzun süredir takipte olduğu evrak sahtekârları dün sahte kimlik ve belgelerle 40.000 dolara yakın bir vurguna imza atmaya hazırlanırken yakalandı. Kaçmaya çalışan suçlular meydana gelen kazada hayatlarını kaybederken olay yerinde bulunan meblağ güvenlik birimlerince bankaya teslim edildi. >
Emily endişe dolu bir ifade ile başını kaldırıp onun yüzüne baktı. “Ben anlamıyorum yani ne demek oluyor bunlar…”
“Bu şu demek oluyor, ortada bir şekilde kendilerini ölü olarak göstermiş iki kişi var. Biri bizim sahte Jack diğeri de evinde gördüğün karısı. Bunu neden yaptıkları malum asıl önemli olan bunu nasıl yaptıkları. Bunu yapmanın tek yolu Emily, içerden yardım almak. Evlerine Bayan Torres için bir ekip göndermelerini istedim.”
“Bu nasıl olur?”
John yürümelerini teklif etti. “Sana bir anlaşma teklif etmek istiyorum Emily. Sen beni bu dosyada ileri götürebilecek tek kişisin.”
Rainbow Köprüsü’nün girişine vardıklarında duraksamadan köprünün üzerinde ilerlemeye devam ettiler. John bunu daha kibar bir yolla nasıl dile getireceğini bilmiyordu. Az ilerideki sınır noktasında beklediği adamı görünce olduğu yerde durdu ve yüzünü genç kadına dönmeden önce derin bir nefes aldı. Lanet olsun ki bunu kibarca söylemenin mümkünü yoktu o yüzden uzatmamaya karar verdi.
“Sana ailene karşı tanıtabileceğin bir adam vereceğim.” Emily hareketsiz bir ifade ile onu dinliyordu.
“Sende bana bu dosyada yardım edeceksin. Muhtemelen senin peşinden gelecekler ya da belki Jack seninle irtibata…”
“Beni yem olarak mı kullanacaksın?”
“Hayır bak öyle değil. Senin sevgilin olacak adamı kendi ellerimle seçeceğim. Her dakika seninle olacak. Seni koruyacak. Quantico'da yetişen profesyonel ajanlar var. Tam görünmesini istediğin gibi birini seçeceğim. Profesyonel ve etkileyici.”
Emily gözlerinden akan yaşları eliyle sildi. “Gerçek bir beyefendi gibi gözükecek.”
“Aynen öyle. Sadece işinin çıktığını ve bir iki gün içinde size katılacağı gibi bir şeyler söyle. Bana güven Emily, seni tehlikeye atmayacağım.”
“Sınırdan nasıl geçeceğim?”
John Ontario’dan Alberta’ya kadar kendisine eşlik edecek olan sınırdaki adamı işaret etti.
Elini genç kadına uzattığında kendisini hala en doğrusunun bu olduğuna inandırmaya çalışmakla meşguldü. Onu öncelikle koruyacak ve üzülmesine sebep olan şu Kızılderili saçmalığına dur diyecek birini bulacaktı. Emily dudaklarını birbirine bastırarak ağlamamak için mümkün olduğu kadar kendisini sıktı sonra da uzanıp adamın havada asılı duran elini hafifçe sıktı.
“Hoşçakalın Bay Parker”
Yüzünü dönüp ilerlemeye başlamadan konuşmayacaktı. Birkaç adım atıp konuştuğunda sesi istediği gibi -yeterince tok- çıkmamıştı. “Hoşçakalın Bayan Hebert”
Vedaları hiç sevmezdi. Kaldı ki bu bir veda değildi. Sadece bir devir teslim töreniydi. Şimdi Ray’in cenazesine yetişecek hemen ardından da kadını yeni korumasına teslim edecekti.
Ve gözü arkada hiç kalmayacaktı.

Aşk Çarpar Gönül Kayar 12.Bölüm



Bu defa öfkeden körelmiş olan aklını çalıştırmakta güçlük çekiyor, zihni ona durmaksızın aldatıldığını ve fena halde faka bastığını bağırıyordu.
Tanrı bilir, şu anda hangi cehennemin dibinde olan o kadın kendisini atlatmayı başarmıştı. Hızla yol alırken John gaza biraz daha sert bastı. İçindeki ses kadının kaçmak dışında başka bir şeylerin peşinde olduğunu ısrarl...a söylese de havaalanında da gerekli tüm önlemleri aldırmıştı. Bu ihtimali göz ardı edemezdi sonuçta ortada güzergâhı önceden belirlenmiş olan bir seyahat vardı. Aptal bir amaca hizmet eden seyahat! Eğer Bayan Hebert iddia ettiği gibi masumsa bu sevgilisini de dâhil ettiği bir aile organizasyonu olmalıydı.
Gün tamamen aydınlanmıştı. Amerika’nın ‘her yeri metro ağı ile çevrilmiş bu eyaletini’ işte bu yüzden seviyordu. Kalabalık kaldırımlarına rağmen caddeleri genellikle işlekti. Kadının dairesinin bulunduğu yüksek plazanın önüne vardığında çalan cep telefonunu çıkardı. Aramayı cevaplarken özensizce park halindeki iki aracın arasına daldı. “Sophia bana iyi haberler ver(?)”
Aldığı haberler tüm şüphelerinde haklı olduğunu ortaya çıkarmıştı. Kurnaz cadı bir şeyler karıştırmaktaydı, ama ne(?) Sophia’nın öğrendiğine göre Emily Hebert’ın telefonundan sabahın kör vaktinde bir arama yapılmıştı. Aranan numara bir alışveriş sitesinin çağrı birimine ait yerel bir numaraydı. Genç kadının telefon sinyalinin ise şimdilik Boston yakınlarında Marlborough bölgesinden geldiği tespit edilmişti. Şimdilik!
“Tam adresi tespit etmen ne kadar sürer?” John aracı az önce park ettiği yerden yine gürültüyle çıkardı.
Kadının sesinde bunun kendisi için çocuk oyuncağından farksız olduğunu belirten bir tını vardı. “Manhattan’dan ayrılmadan konumu cebinde bil.”
“Harikasın, son üç günde Bayan Hebert’ın telefon aramalarını da kontrol et lütfen, ne işler çeviriyor bir bakalım.” Yasal izinlerin canı cehennemeydi, artık vakti kalmamıştı.
“Tamam John.”
“Bu arada Sophia, bu gelişmelerden şimdilik şefin haberi olmazsa...” Bitirmeden önce bir süre bekledi, istediği şeyin kurallara uygun olmadığının tam olarak farkındaydı.
Hattın ucundan sevgi dolu bir ses geldi. “Pekâlâ ortak. Nasıl istersen?”
‘Ortak’ John nefesini tuttu. Bir başkasından duyana kadar farkında bile değildi, bu özlediği bir kelimeydi. Ondan duymayı özlediği bir kelimeydi. Ray’in kulaklarında uğuldayan güçlü sesini işitti. ‘Hey ortak! Sen varken benim kıçım yere gelmez.’
Uğultuyu bastıran Sophia’nın kaygılı sesiydi. “ Ben... Üzgünüm John ağzımdan çıkıverdi.”
“So-sorun değil, biz aynı takımdayız Sophia, sanırım alışmam lazım.”
“Unutmadan söylemeliyim ki; üzerine titrediğin takımımız her geçen gün büyüyor. Bayan Hebert telefonda konuşurken kendini Ajan Parker olarak tanıtmış, mesleğinde gözü olduğunu biliyor muydun?”
John direksiyonu kırarak aracı yolun ortasında sert bir manevra ile durdurdu. “Nasıl?” Şaşkınlıktan hatta biraz da hayranlıktan açık kalan ağzı yavaş yavaş kendiliğinden kapandı. Bu nasıl bir cesaretti? Nasıl bir delilik? Durum, bu sabahtan beri aradığı rozetin de nereye gittiğini gayet açık bir şekilde izah ediyordu.
“Tuhaf değil mi? Bizler kim olduğumuzu gizlemeye özen gösterirken bazıları bunu kullanmak için can atıyor.” Az önceki bilmiş tını sesinde tekrar belirdiğinde devam etti. “Belki de sipariş ettiği fiyonklu ayakkabıları aynı gün teslim edilsin diye söylemiştir. Ah! O son moda fiyonklu ayakkabılardan giydiğine her bahse girerim.”

*****
Emily tuhaf sesler çıkaran çürük ahşap basamakları yavaşça tırmandı. Büyük olasılıkla otostopçuların, kokainmanların ve ucuz içki arayanların uğrak yeri olan bir bardı. Jack ile New York’ta gittikleri gözde ve bir bardak şarabı için iyi bir miktar ödenen kulüplerden sonra burası bir bataklık sayılırdı. Emily bataklığın kapısını sertçe iki yana doğru açtığında ağır içki kokusu ile karışık sersem bir rüzgâr yüzünü yaladı. Bugün her şey fazlasıyla sertti. Öncelikle hayat ona sıkı bir çelme takmıştı. Darbe o kadar sertti ki, aynı acıyı fiziksel olarak hissedebilmek için dizlerinin kırılması gerekliydi. Kırmızı ve mavi ışıklarla aydınlatılmış derme çatma kulübenin içinde dumandan göz gözü görmüyordu. Tam da genç kadının istediği gibiydi, bir süre erkek denilen hiçbir canlıyı net olarak görmek dahası bu halde kimseye görünmek istemiyordu. İçeride bir şeyler içmeden bir saat içinde soluyarak kafayı bulmak mümkündü. Sis dumanının ardında varlığını hissettiği meraklı bakışlara aldırmadan bara geçip boş bir sandalyeye yerleşti. İki kolunda da ejderha dövmesi bulunan uzun sakallı bir adam tezgâhın arkasında gölge gibi belirdi. Dirseklerinin hizasından başlayan koyu renk dövmeleri ejderhaların başı omuzlarına gelinceye kadar devam ediyor, üzerindeki kolsuz açık renk tişörtte ise çeşitli içki lekeleri kendini belli ediyordu.
“Ne içersin güzelim?”Adamın nefesi de görüntüsüyle uyum halinde ‘leş’ gibiydi.
“Viski en sert olanından.” Emily ceketini çıkarıp sandalyenin arkasına asarken adamın çaldığı ıslığı işitti. Bir yandan da eline aldığı pis bardağa içki doldurmakla meşguldü. Bardağı tezgâhın üzerine koyup ona doğru itelerken sakaldan görünmeyen ağzını oynattı. “Sert içkileri severim. Sert içen kadınları da...”
Titreyen eli ile bardağı kavrarken içkisine bakarak umursamazca konuştu. “Git başımdan” Büyük bir yudum boğazını yakarak indi, ikinci yudumda ise boğazından sonra midesi de alev almıştı. Acıyı bedenine zevkle kabul etti. Adamın uzattığı üçüncü kadeh de ise bundan sonra hep viski içeceğine dair kendi kendine yeminler geveledi.
Hayatı raydan çıkmış ve bariyerlere çarpmıştı, her şey bu kadarla da sınırlı değildi elbette, o kadar hızla çarpmıştı ki havada bir de takla atmıştı. Ve genç kadın işte tam orada -hayatının içinde- sıkışıp kalmıştı. Evet, durum tam olarak böyleydi ve bütün bunlar sadece üç gün içinde gerçekleşmişti.
Üç gün...
Üç kısa gün, üç günde ne gibi aksilikler çıkabilirse hepsi teker teker yoluna çıkmıştı.
Yıllar önce veda ettiği evine ancak -Amerika’nın onay verdiği gibi- gerçek bir yazar olmayı başarabildiği üç sene önce Hailey’in düğün töreni için dönebilmişti. Babasının kendisini affetmesini sağlayanda bu olmuştu. Hep hayal olarak baktığı şey şimdi tam karşısında duruyordu. Belki de ilk kez gerçek evinde varlığını gizleme ihtiyacı hissetmiyordu. Törenin sonunda Dylan Hebert yaşlı gözlerle son kadehini kızı için kaldırdığını söylemişti. Gün Hailey’in günüydü fakat hayran olduğu ilk adam, babası titreyen çenesini bir süre sabitlemek için beklemiş ve yaklaşık yüz kişinin önünde uzun zamandır kilitli olan kalbinden sökülüp geldiği apaçık olan duygularını salıvermişti. “Albert soyunun en güçlü kadınına, Amerika’yı dize getiren Hebert kızına, Sevgili kızım yazar Emily Hebert’e. Seninle gurur duyuyorum hayatım.”
Emily herkese eşlik ederek sadece bir saniye kadehini kaldırmış ve kopan alkışların arasından ilerleyerek gururla babasının kollarına atılmıştı. O gün uzun zamandır mahrum kaldığı şefkatli kolların arasında yemin etmişti. Artık hiç can yakıcı gözyaşlarını göremeyecekti.
Öyle de olmuştu…
O günden sonra kimse ama hiç kimse Emily Hebert’i bir daha ağlarken görmemişti.

*****
“Oturun Bay Peterson”
Jack, yaşlı adamı ikiletmeden kendisinden isteneni yerine getirdi. Son teslimattan sonra neden buraya çağırıldığını bilmiyordu. Kadife koltuğa sessizce oturup bir bacağını diğerinin üzerine yerleşirdi. “Mükemmel görünüyorsunuz.”
Yaşlı adamın yüzünden hafif bir tebessüm geçti ya da Jack öyle olduğunu hissetmişti. Yüzünde o kadar çok kırışıklık vardı ki gerçek tepkilerini görmek pek de mümkün değildi. “Otuz yaşında dudaklarınızdan çıkan her söze inanmaya hazır kadınlarla seksen yaşında bir ihtiyara aynı kurları yapmamalısınız.”
“Ben sadece...”
Sözünü kesen adam oturduğu tahtın oymalı ve çeşitli taşlarla süslenmiş kollarına yasladığı elini havaya kaldırmıştı. “Biliyorum biliyorum siz kibar bir adamsınız.” Gözlerini karşısında alev alev yanan şömineden çekmeden sözlerine devam etti. “Postacıdan gelen yeni haberler var.”
“Endişelenecek bir durum mu var efendim?”
“Öncelikle şu konuda anlaşalım Bay Peterson, ben endişe denilen duyguyu yenmiş bir adamım. Benim gibi ölüme yaklaşmış olan insanlar endişe yerine yanlış yapan dostları adına üzülürler sadece ve bu sabahta yine üzüntü duydum. Sizin adınıza...”
Jack ağzına dolan tükürük sebebiyle sesli bir şekilde yutkundu. “Sizi üzdüğüm için özür dilerim efendim.” Kahretsin neler oluyordu böyle!
Yaşlı adam kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle ayağa fırladı, yüzüklerle kaplı eli şimdi karşısında kendini zeki sanan genç adama çevrilmişti. “Öyleyse üzüntümü bir an olsun giderin ve bana söyleyin, gerçek kimliğinizi nasıl olup öğrendiler?”
Jack az önce kurulduğu koltuktan adeta fırladı.“Be-ben bilmiyorum, benim hiç bir şeyden haberim yok. “
“Neden sabahtan beri Torres adını duyuyorum?” Arkasını dönüp şömineye doğru ilerledi. Sıcağı seviyordu, kadın bedeninden mahrum kaldığından beri vücudunu ateşle ısıtıyordu. Kadınlar yeryüzünde var olan en büyük kötülüktü, sıcağıyla yakar ve kalbiyle sizi yataklarında boğardı. Şeytanı alt etmenin tek bir yolu vardı. Elinden geldiği kadarını yeryüzünden silmek! Şimdiye kadar sildikleri yeterli olmazdı, asla da olmayacaktı!
Gözleri sıcak ve özlemle yanarken arkasını döndü ve odanın köşesinde bekleyen adama üzüntüyle göz gezdirdi. Yakışıklıydı, genç adamın gözleri ışıl ışıldı. Muhtemelen de haklıydı hiç bir şeyden haberi yoktu. İşte bu yüzden o her oyunda değiştirilecek basit bir joker ve kendisi ise yeri doldurulması mümkün olmayan bir papazdı. Hiçbir oyun papaz olmadan kazanılamazdı.
Ona doğru yaklaşırken son kez nasihat verdi. Gideceği yerde işine oldukça yarayacağına adı gibi emindi. “En büyük düşmanın en son bakacağın yere saklanır.”*
Jack omzunda hissettiği güçlü elin altında her saniye biraz daha ezildiğini hissediyordu. Tek kelimesini anlamasa da başını hafifçe sallamakla yetindi.
“Her şeyi çocuklarım için yaptım. Lütfen...”
El onu kendine doğru çekerken bir kez daha ilahi bir tılsım gibi fısıldadı.
“Sen şeytana esir olmuşsun evlat.”
Jack ağzını açıp tek kelime edemeden göğsüne saplanmış duran altın renkli bıçakla göz göze geldi, daha çok bir hançer gibiydi ve hemen ardından soluğunu kesen yoğun acıyı hissetti. Kendini kaybetmeden önce aklında son kalan görüntü yaşlı adamın üzüntü dolu gözleriydi.

*****
Barın bir ucunda büyük bir bilardo masası gözüne takıldı. Etrafında bir grup adam çoğu saygınlıktan uzak kelimelerle hararetli bir oyun oynuyorlardı. Emily siyah topun sol köşedeki delikten hızlıca girdiğini görünce sesli bir şekilde küfretti. Bir süredir kendisine tahsis edilmiş barmen bu sefer yüzeyi su damlacıkları ile kaplı kupayı ona doğru uzattı. “Senin güzel kafana en iyi cila”
Ağır kupayı tek eliyle kaldıramayınca iki eliyle yakaladı ve büyük bir yudum aldı. Birayla serinleyen dudaklarını yalayıp elinin tersi ile ağzını sildi. Torres’lerin evinde yaşadığı acıyı ömrünün sonuna kadar unutamayacak ve o fotoğrafı asla hafızasından silip atamayacaktı. Bir aileyi yıkmıştı, iki çocuğu babasız bırakmış, bir alçağa belki bir katile ve kesinlikle bir ölüye âşık olmuştu. Emily o evden nasıl çıktığını hatırlamıyordu bile, nasıl kendisini dışarıda bekleyen araca attığını, ne zaman buraya geldiğini ve son olarak da ne kadar içtiğini...
İçmişti hem de fena içmişti…
Yirmi yedi yıldır düzenli olarak yediği o hafif akşam öğünlerini ve haftanın beş günü yaptığı sabah koşularını bir gece de çöpe atacak kadar içmişti! Doğrusu bu gece tam olarak vücuduna ne kadar etanol ve glikoz yüklediğinin farkında değildi ama genç bir üniversite öğrencisinin kendisine bir şişe bira ısmarladığını hatırlıyordu ya da belki iki. Bir de şu durmadan puro içen adam vardı. Sahi ne demişti o. “Böyle bir güzellik asla yalnız kalmamalı.” Genç kadın düşününce geçen sene çıkardığı kitabında da buna benzer bir cümle kullandığını anımsadı ve yüzü aydınlandı. Midesinin tutamayacağı kadar bulandığını hissettiğinde saatlerdir oturduğu sandalyeden güçlükle kalktı. Bir el bileğini yakaladığında Emily başını kaldırıp elin sahibine baktı.
“Yakınlarda bildiğim bir otel var ne dersin?” Puro içen kırmızı suratlı adam gülerken iğrenç dişlerini göstermişti.
“Canın cehenneme” Emily onu itmeye çalıştı. Doğrusu onu mu itmişti yoksa kendini mi savurmuştu emin değildi ama sonuçta bileğini kurtarmıştı.
“Şehirli sürtük!”
Emily sertçe açılan bar kapısının sesinden işittiği hakareti tam olarak duyamamıştı. Zaten umurunda da değildi. Tuvalet olduğuna emin olduğu kapıyı açıp kendini içeri attı. Tanrım! Bu manzara bile kusmak için yeterli bir sebep sunuyordu. Ahır bile buradan temizdi. Eskiden ayna olarak kullanılan cama elini dayadı ve lavaboya eğilip kusmaya çabaladı.
“Tanrım! Yardım et bana.” Başını kaldırıp kirli aynada yüzünü görmeye çabaladı. Saçları yaptığı basit topuzdan firar edip omuzlarına dağılmıştı. Göz çukurları ise simsiyahtı, lanet olası rimeller diye düşündü. Suda bile çıkmadığını söyleyen o üretici firmaya dava açmalıydı! “Sen bir pisliksin kızım. Aynı burası gibi bir pisliksin.”
Arkasındaki kapı yavaşça çalındı. Bu da ne böyle, burası için ne kibar müşteriler. Aynadaki aksine kapıyı gösterirken kahkahayı bastı.
“Git buradan kırmızı surat. Defol.”
Kapı bir kez daha kibarca çalındı. Emily elini mermer yüzeye vurarak derin bir nefes aldı.“Pekâlâ, bunu sen istedin!”
Kapıya doğru atılıp hışımla açtı ve doğrudan karşısında dikilen adama düşünmeden öfke saçtı. “O puroyu kıçına sokmamam için bana tek bir sebep söy...” Bu... Bu kırmızı surat değildi. Öfkesi sadece bir saniyede korkuya dönüştüğünde midesi devreye girdi ve biriktirdiği her şeyi karşısında dikilen adamın ayaklarının dibine kusuverdi!
Bir süredir başını sanat eserinden ayırmadan eğilmiş öylece duruyordu. Adam da sanki her gün ayağına biri kusmadan evden çıkmaz bir edayla dikilmeye devam ediyordu. Emily utançtan yerin dibine geçtiğini hissetti. Görüş alanına mendil tutan bir el girdiğinde bir süredir sıkı sıkı tutunduğu şeyden ellerini çekti, mendille ağzını silerken nihayet tutunduğu destekçisinin bir pantolon kemeri olduğunu fark etmişti. Kemeri takip ederek başını kaldırıp adamın yüzüne baktı. En çok koyuya dönmüş mavi gözlerinde oyalandı. Bir kez daha omzundan bakmaması gereken yerlere kadar inen kemere ve bu sefer daha hızlı hareket eden bakışlarını yeniden çenesi kasılmaya devam eden yüze kaydırdı. Bir kere yapmış ve elinden kurtulmuştu, belki bu seferde kemeri suratına yapıştırırsa...
Adam aklını okurcasına konuştu...
“Sakın deneme bile!”

*****
John öfkeliydi hem de fena öfkeliydi…
Otuz beş yıldır beslediği bütün inançlarını ve iyilerin kazanacağına dair ettiği tüm yeminleri bir gecede çöpe atacak kadar öfkeliydi! Doğrusu bu gece asıl canını yakan şu kadının kendisini bu dosya da en ufak bir ipucuna götüreceğine inanabilecek kadar çaresiz kalmasıydı. Böyle kadınları iyi tanırdı. Çoğu kendilerine şık ve güzel döşenmiş bir ofis açıp kapısına “aile ve ilişki uzmanı” yazan kadınlardı. Onlar tıpkı kalçanızı nasıl sıkılaştırabileceğinizi söyleyen spor eğitmenleri gibi hayatınızdaki adamların da boynuna bağladığınız o ipleri ne kadar sıkmanız gerektiğini söylerlerdi. Genç adam düşününce geçen sene ortağı ile yaptığı bir konuşmada da buna benzer bir cümle kullandığını anımsadı ve öfkesi kabardı. Bileğini hoyratça kavrayıp onu çıkışına doğru sürüklemeye başladı.
“Bırak beni bırak!”
“Uslu dur, canın yanmasın”
Adam ortadaki bara geri döndüklerinde bileğini serbest bırakıp cebine uzandı. Tezgâha bir miktar para attı ve kadının sandalyedeki ceketini ve çantasını kaptı. Emily uzak bir köşede kendisini gece boyu taciz eden kırmızı suratlı adamı fark etti. Kan içindeki burnuna dayadığı bir poşetin üzerinden öldürücü bakışlar atıyordu.
Adam onu çıkışa sürüklerken Emily merakına yenilip sordu. “Bunu sen mi yaptın?”
“Hak etmişti”
“Ne kaba bir davranış(!)”
“Kıçından puro sokmak kadar değil.”
Emily arkasını dönüp ona ters bir cevap vermek için ağzını açtı, vazgeçmesi bir saniyeden kısa sürmüştü. İki yana açılan kapıyı sertçe açtı ve kapının ajan bozuntusunun karnına çarpmasını sağladı. Oh! Barın çıkışındaki merdivenlerin başına geldiklerinde bir adım arkasından gelen Bay Öfke’ye bir kadının arkasından gelmesi gereken uygun mesafeyi göstermek için kendince başarabileceği en sert dirseği attı. Kapıdan neyi eksikti(?) Ardından dirseğinin kırılıp kırılmadığını kontrol etmek için ovalamaya çalıştı. “Tanrım ne giymişti bu. Çelik yelek mi?” Genç kadın iki gündür yaşadıklarının öfkesi ile isyankâr ve biraz da hala sızlayan dirseğinin acısıyla bağırdı.
“Hah! Siz erkekler her yaşta aynısınız!” Bu itiraftan aldığı haz başını hızla geriye atmasına sebep olduğunda ise zor sağlayabildiği dengesini tamamen kaybetti. Düşmeden önce kendisi arkadan saran sıkı bir kol pudra rengi ayakkabılarının havalandıktan kısa bir süre sonra olduğu yere -tekrar merdivenin ilk basamağına- basmasını sağlamıştı.
“Ve siz kadınlar” dedi öfkeli ses, ardından cümlenin geri kalanını tek nefeste tamamladı. “Her yaşta bize muhtaçsınız!”

*****
Emily duyduğu sesle göz kapaklarını araladığında kirpiklerinin arasından süzülen ışık gözlerini aldı. Uyumuş muydu? Muhtemelen. Kendini sersem gibi hissediyordu. Yoğun ışığın sebep olduğu araç yaklaşıp hızla yanından geçip gittiğinde başını az önce duyduğu sesin geldiği tarafa çevirdi. Bay Öfke’yi hiç alışık olmadığı sakin bir ses tonu ile konuşurken görmek tuhafına gitmişti.
“Boston’da halletmem gereken bir sorun çıktı. Merak etme yarın orada olacağım Mary.” Başını kaldırıp derin bir nefes alırken Emily usulca onu seyretti. Sensin sorun!
“Lily’i benim için öp, yarın yanınızdayım.” Telefonu kapattı, genç kadın da gözlerini.
“Kendini nasıl hissediyorsun?” Lanet olsun, uyanık olduğunu nasıl anlamıştı. Doğruya o bir ajandı, muhtemelen insan tepkileri üzerinde usta olmalıydı. Usulca gözlerini açtığında onun yüzüne kenetlenmiş bakışlarını gördü bir saniye sonra adam başını tekrar yola çevirmişti.
“Daha iyiyim” Uzanıp kendisini koltuğa çivileyen kemeri açtı.
“Ajan Parker ben...” Üzgünüm mü diyecekti hayır daha çok ‘seni nasıl ektim ama ahmak!’ demek istiyordu. Sebebini bilmiyordu ama bu adama başkaldırmak içten içe ona inanılmaz bir zevk veriyordu.
“Sizi dinliyorum Ajan Parker” Ah! Kahretsin onu da mı öğrenmişti(?) Aniden kıpkırmızı kesildi ve aracın ışıkları yanmadığı için şükretti. Göz ucuyla ona baktı, o her şeyin kokusunu alan burnuna. Biçimliydi tıpkı yüzünü tamamlayan diğer organları gibi. Bunu ilk kez o sorgu odasında fark etmişti.
“Konuşmamız lazım.” Saçmalıyordu, zaten onu dinlediğini söylememiş miydi?
“Bunun için buraya geldik zaten.“ Emily ancak o zaman ilerideki oteli fark etti. Otelin önündeki açık alanda turlayıp uygun bir yer arayan adama sorgulan gözlerle baktı. “Otelde mi konuşacağız yani?”
“Hayır otelde uyuyacağız, restoranında da konuşacağız. Aslında sen konuşacaksın ben dinleyeceğim.”
“Uyuyacak mıyız? Uyumak değil New York’a dönmek istiyorum. Hemen!”
John içten bir kahkaha patlattı. “Buradaki işini bitirmiş olmana sevindim.” Anahtarı cebine atıp arabadan çıktı. Emily kendi tarafındaki kapısına gelene kadar duymayacağından emin olduğu için bir dizi hakaret savurdu.
“Kuş” derken kapısı açıldığı için beyinli kısmını kendine sakladı.
“Kuş eti değil ama hindi eti bulacağımıza eminim.”
Kapısını tutan adama sevimsizce gülümsedi, çok komikti, hazır kibar bir harekette bulunmuşken bu anı bozmamak adına susup araçtan indi.
“Sabaha pek bir şey kalmadı, geceyi burada geçirir, sabah yola çıkarız. Sizin olduğu kadar benimde işlerim var.”
İşleri olduğu belliydi. Mesela Lily’i bir güzel öpmek. Kahrolası erkek soyu!
“Lily kim?” dedi ve ağzından çıktığı an pişman olarak elini dudaklarına götürdü. Zaten kasıntı adam cevap vermek yerine sessizce otelin girişine doğru ilerlemişti, kapıyı açıp ona geçmesini işaret ettiğinde gözlerini devirip bezgin bir ifade ile eşliğinde içeri girdi.
Yarım saat sonra güzel bir akşam yemeği ile karınlarını doyuruyorlardı. Bu saatte bu kadarını bulabildikleri için kendilerini şanslı saymaları gerekirdi ve Emily için itiraf etmek gerekirse hindi eti oldukça lezzetliydi.
Yemeklerini servis eden sevimli kadın içecek siparişi için tekrar yanlarına geldiğinde Emily hindi etinden büyük bir parça kesmekle meşguldü.
“Şarap lütfen... Beyaz olursa sevinirim.”
Karşısında oturan adamın tek kaşının havaya kalktığını gördü. “Ne? Ne var?”
“Hayatım sence de bu akşam yeterince içmedin mi?”
Emily eti kesmeye ara verip şaşkın gözlerle ona baktı. Bir süre sonra kendini sevimli ikilinin yaptıkları küçük sohbeti seyrederken bulmuştu.
“Harika bir gündü evet. İşte bu gün üzerinden tam bir yıl geçti. İlk evlilik yıl dönümümüz bilirsiniz.”
Genç kadın elindeki bıçağı tabağa düşürdü. O, az önce kadına göz mü kırpmıştı?
“Su alalım, Teşekkürler.” Su mu? Hoş geldin baba.
Kadın onları tebrik edip su getirmek üzere kıkırdayarak uzaklaştığında Emily diğer elinde tuttuğunu o an fark ettiği çatalı karşısında sırıtan adam doğru salladı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?”
Maymunların atası hiç bir şey olmamış gibi yemeğe devam ediyordu. “Ne deseydim? Ortağımı öldüren adamın sevgilisi ile yemek yiyorum mu? Emin ol bu eti asla bu kadar güzel pişirmezlerdi.”
Ortağımı öldüren adamın sevgilisi!
Sevgilisi... Hayır metresi!
Emily gerçeği tam olarak o anda idrak etti. Sandalyenin ayaklarının altından kaydığını hissetti ya da kendisi kalkarken düşürmüş olabilirdi.
Çılgın gibi, aklını tamamen kaybetmiş biri gibiydi. Tek duyabildiği kalbinin deli gibi atan sesi ve asfaltta çıkan topuk sesleriydi. Derin nefes alarak rüzgârı içine çekti. Saçları tamamen dağılmıştı, nereye gittiğini, ne kadar gittiğini bilmeden öylece koşmaya devam etti. Alberta’da evlerinin yakınındaki ormanda koştuğu o küçük kız olana kadar koşmak istedi. Yok olana kadar ve dağılana kadar koşmak istedi. Sadece en güzel elma ağacından en kırmızı elmayı yemek için koşmayı diledi.
Ayağı burkulunca aniden kendini ıslak asfaltın üzerinde buldu. Acıyla daha çok çaresizlikle haykırdı. Elleri sürtünmenin etkisiyle yaralanmıştı. Arkasından gelen adımları duyduğu an acıyan avuçlarıyla yüzünü kapattı. “Can yakan gözyaşı… bu can yakan gözyaşı”
Kızın nasıl bu kadar hızlı koşabildiğine inanamıyordu. Yanına varmayı bile beklemeden iyi olduğunu öğrenmeye ihtiyaç duydu ve soluk soluğa haykırdı. “Emily, iyi misin?”
“Gelme, git rahat bırak beni.”
John yanına ulaştığında yerde oturan kızın yüzünü görmeye çabaladı. “Tanrım sen iyi misin?”
“Bırak, can yakan gözyaşı bu, lütfen git! Lütfen! Yalnız kalmam lazım.”
John sertçe kızın ellerini yüzünden çekti ve gördüğü manzarayla içi titredi. Üç gündür hayatını zindan eden, boğmak istediği o burnu büyük cadı utanıyordu. Ağlıyor ve deli gibi utanıyordu. Yerde oturan küçük bir kızdan farksızdı. John onun yanaklarından akan yaşları durdurmak için başını gökyüzüne kaldırmasını ve çılgın gibi kırptığı kirpiklerini seyretti. Acıyı kesmek için ısırdığı dudaklarını anı hiç bozmadan uzun uzun hayranlıkla izledi.
Haklıydı, bunun adı kesinlikle can yakıcıydı.
Çünkü hiçbir gözyaşı kadar canını yakmamıştı…

*****
Dört saat uzaklıktaki Federal Plaza’nın yedinci katındaki ofislerinde Marc Anderson ve Sohpia Campbell bir ekrana kilitlenip kalmışlardı. Marc bir kez daha görüntüyü başa sardı. “Jack Peterson’un ofisine yapılan saldırıdan sonra adamın ofisinin üç günlük kamera kayıtlarını inceledim.”
Sophia gözlerini ekrandan alamaz bir vaziyette iki eliyle ağzını kapatmış öylece dikilmeye devam ediyordu. Marc başarabildiği kadar sakin kalmaya çalışarak söze devam etti. “Ajan Parker’a haber vermeliyiz.”
Kadın titreyerek başını hayır anlamında salladı. “Olmaz… Olmaz, yıkılır!”
Marc başa sardığı on beş saniyelik kaydı tekrar oynattı…

Tarih: 3 Temmuz 2013, Saat:21:30, Yer:Wall Street 22.Plaza

Görüntüde Jack Peterson’un çalıştığı 22.plazanın karşısındaki cadde de duran bir taksiden çıkan adam girişe doğru ilerliyordu. Yüzü ana kamera tarafından seçildiğinde tam olarak kaydın bitmesine de beş saniye kalmıştı. Sophia daha net olarak görebilmek için o anda görüntüyü durdurdu.
Ekranda yirmi yıldır tanıdığı adam Ray Allen Vardı…

* Julius Sezar

Aşk Çarpar Gönül Kayar 11.Bölüm



Marc, genç kızın dudaklarından dökülen rakamları elindeki not defterine hızla karaladı ve ortaya çıkan telefon numarasına kısa ama daha çok öfkeli bir bakış attı. Tabi ki öfkesinin karşısındaki kız ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu(!) Şuan ki öfkesi onu beş dakika önce eken yalnız kovboy içindi. Böyle iş bölümünün canı cehennemeydi. Ajan Parker işin profesyonellik gerektiren kısımlarını tek başına halledip, kadının izinden katillere ulaşırken kendisi burada üniversite öğrencilerinden telefon topluyordu. Bu gerçek bir işkenceydi, üstelik bunlara katlanmasını gerektirecek bir sebebi de kalmamışken. Ray Allen öldürülmüştü. Lanet olsun! Biliyordu, tüm öfkesi kendisineydi.
Başını kaldırıp gözlerini kapının eşiğinde onu geçirmek üzere dikilen kıza çevirdi. Onun gözlüğüyle oynamasını fırsat bilerek bakışlarını üzerinde gezdirdi. Kendine has bir güzelliğe sahipti. Biçimli bir yüzü ve bembeyaz teni vardı hatta şu taktığı gözlükler ve üzerindeki komik kazak bile güzelliğinden bir şey çalamamıştı. “Teşekkür ederim Bayan Bennett.” Ceketinin iç cebine uzanıp, gerekli birkaç numaranın yazılı olduğu kartı genç kıza uzattı. “Burada bana ulaşabileceğiniz tüm numaralar yazılı. Eğer Bayan Hebert sizi arar ya da aklınıza herhangi bir şey takılırsa lütfen benimle irtibata geçin.”
Lena genç adamın uzattığı kartı alırken başını belli belirsiz de olsa sallamayı başarmıştı. Çok yakışıklıydı… Fena derecede yakışıklıydı… Aşk romanlarına kahraman olmak için yaratılmıştı… Sıkı dur dedi içinden bir ses, bir itiraf patlatacaktı. Jack Peterson’dan bile yakışıklıydı!
Adam hızlı adımlarla uzaklaşırken Lena’nın içi şimdiden onu bir daha görebilmenin ümidiyle dolup taşmıştı.

<><><><><><>

Taksinin Boston’dan uzaklaştığı her dakika genç kadının içindeki korku da çoğalıyordu. Merkezden tamamen çıkmışlardı ve bir süredir kırsal kesimde ilerliyorlardı. Yolun iki yanında; aralarında küçük orman toplulukları bulunan en fazla üç katlı evlerin birbirleriyle olan mesafeleri her geçen dakika daha da seyrekleşiyordu. Aslında şanslı sayılırdı, o küflü otelin sahibi ilk paniğin ardından o isimde birini tanımadığını tekrarlayıp durmuştu. Otelin kapatılacağını söylemesi ve destek ekip isteme yalanı ile bir alışveriş sitesinin çağrı merkezini araması bile işe yaramamıştı. Sonunda çaresizce bu şehrin altını üstüne getirmeye hazırlanırken otelin önündeki gençlerden bir tanesi henüz hareketlenmiş olan taksiyi durdurmuş ve küçük bir servet karşılığında onu istediği adrese götürebileceğini söylemişti. Ve yine söylediğine göre onları tanıyordu. Sebebini açıklamasa da; arkadaşları ile bazı zamanlarda saklanmaları gereken o bölgede Torres’lere ait bir ev vardı. Emily şimdi o bölgeye doğru yol alırken çocukların saklanmalarına sebep olan şey ile hayatlarını geçindirdiklerine emindi. Nihayet yanında oturan çocuk öne doğru uzanıp sürücüye ilerideki evin önünde durmasını işaret etti.
“İşte burası Bayan! Torres’lerin evi. Şimdi anlaşmaya uyup, paramı çıkın.”
Emily gözlüklerini indirip, çocuğun -gözünü teğet geçen- parmağı ile işaret ettiği tarafa doğru baktı. Etrafını kaplamış olan ağaçların ortasında bir zamanlar kesinlikle beyaz olan, iki katlı gösterişsiz bir ev bulunmaktaydı. Bahçeyi saran tahtalar aynı zamanda çatıdaki koyu renk ile uyum içindeydi ve bahçenin çıkışındaki posta kutusunun üzerinde yazan ‘TORRES’ soyadı ise çocuğu haklı çıkarırcasına kendini göstermekteydi. Emily çantasına uzanıp vaat ettiği parayı çıkardı ve çocuğa doğru uzattı. En fazla on beş yaşlarında gösteren çocuk gülümseyerek verileni kaptı ve kulağının arkasına doğru para tomarını sallandırdı.
“İyi bir anlaşmaydı.” Başındaki şapkayı çıkarıp ters şekilde taktı. Hemen sonra süratle araçtan inip geldikleri yöne doğru uzaklaştı. Emily çocuğun gidişini seyrederken onun nasıl geri döneceğini düşünüyordu. Şoförün seslendiği sırada o bacaksızın kendisini bir güzel yolduğu gibi o problemi de halledeceğine emindi.
“Beklememi ister misiniz? Buralarda her istediğinizde araç bulmak zordur.”
“Evet lütfen, teşekkür ederim.” Kapıyı açıp inmek için hazırlandığı sırada adam fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. “Dönüş için iki katını alırım Bayan.” Tanrım! Burada büyük küçük herkes soyguncu muydu? Cevap bekleyen adama gözlerini devirmekle yetindi.
Posta kutusunun yanındaki dar yoldan girip eve giden patika boyunca ilerledi. Rahat yürümeye olanak sağlayan büyük taşlar girişe kadar ilerliyordu. Bu da toprağa basmak zorunda kalmadığı için sevinebileceği bir şeydi. Etrafı incelediğinde bahçenin tam anlamıyla bakımsızlık örneği sergilediğini de yakından gördü. Torres’lerin bahçe düzenlemesinden anlamadıkları kesindi. Çoğu ağaç eğilmiş bükülmüş ve bitkilerin hemen hepsi kurumuştu. Evin durumu ise içler acısıydı. Alt katın neredeyse pencerelerine kadar yükselen tuhaf dikenli bitkiler evi sarmıştı ve biraz daha umursanmazsa camdan içeri girmeleri kaçınılmazdı. Ağaçların aralarından sızan ince güneş ışığı manzaraya biraz olsun güzellik katıyordu. Gün tamamen doğmuştu…
6 Temmuz sabahı… Günlerdir bu sabahı düşlemişti. Eğer o kara gece yaşanmasaydı, şu anda Jack ile birlikte havaalanının yolunu tutuyor olacaklardı. Telefonuna uzanıp saate baktı.

07:13

Kendisini dört gözle bekleyenleri düşündü. Bir açıklama yapması gerekecekti. Bu da ortada açıklanabilir bir şey olmadığı için işlerinin bir iki gün daha uzaması ile ilgili yeni ve kabul edilebilir bir yalan bulması demekti. Girişe ulaştığında escort şirketini tekrar arayıp yeni bir program ayarlaması gerektiğini de anımsadı. Zili çalarken peşindeki federalinde farklı bir ülkeye sürgün edilmesinin ihtimali üzerinde yoğunlaştı.
Kapı yavaşça aralandığında Emily yüzüne hoş bir gülümseme takındı. Aralık kapıda üzerinde sabahlıkla dikilen bir kadın göründü. Beden dilinden de yardım alarak samimi bir ses tonu takınmaya çalıştı.
“İyi günler. Evet, bakın ben erken bir saat olduğunun farkındayım.” Ellerini masum bir şekilde çenesinin altında birleştirdi. “Gerçekten özür dilerim fakat burası William Torres’in evi mi acaba?”
Kadın ilgisiz bir ifadeyle onu süzdü. “Siz kimsiniz?”
“Ben… Ben Manhattan’dan geliyorum. Bakın Bay Torres’e birkaç soru sormak istiyorum. Benim için çok önemli, lütfen! Adım Emily Hebert. Kimliğimi gösterebilirim.”
“Lütfen…” fısıldar gibi son bir kez daha mırıldanmıştı ki kadın kapının zincirine uzanıp önce kilidi sonra da kapıyı sonuna kadar açtı. Emily bu beklenmedik hareket karşısında neredeyse onun boynuna atlayacaktı. “Ah! Teşekkür ederim. Söz veriyorum çok vaktinizi almayacağım.” İçeri geçmesini işaret eden kadının yanından güler yüzle yol aldı.
Arkasından ilerleyen kadın eliyle tekrar -sağdaki ilk odayı- işaret etti. “Şöyle buyurun.” Emily gösterilen koltuklardan en yakını olan solmuş kadife bir koltuğa oturdu. Etrafa kaçamak bakışlar atarken arkasına yaslandı ve kollarıyla ahşap oymalı koltuğun kollarını sardı. Lanet olsun! Evin içi de tıpkı dışı gibi eskimişti. Ceketinin kollarını mahveden tozları belli etmeden silkelemeye çabalarken küçük bir sehpanın üzerindeki pakete uzanmış kadının kendisini görmediğinden emin olmaya çalıştı. Seri bir hareketle sigarayı yakan kadın derin bir nefes çekip saçlarıyla oynamaya başladı. Silkelenmeyi bırakıp kadına tekrar gülümsedi. Genç olmalıydı, siyah gür saçları omuzlarına değmeyecek kadar kısaydı. Üzerine iki beden büyük gelmiş bir sabahlık giymişti. Bu ev gibi sahipleri de eskimiş, yıpranmış birazda tozlanmıştı.
Hala buraya geldiğine inanamıyordu. Dün akşam faturaları bulduğu ve ismi gördüğü ilk anı hatırladı, bir an aklını kaçırmış gibi onun Jack olabileceğini bile düşünmüştü. Ah! Lanet John Parker.
“Eşimi nereden tanıyorsunuz?”
Emily kalp atışlarının hızlanmaya başladığını hissetti. “Bay Torres eşiniz mi?” Ah! Tabi ki eşi olmalıydı, bunu nasıl düşünememişti.
Kadın gürültülü bir şekilde yutkundu. “Eşimdi.”
Emily yüzündeki gülüşü yavaş yavaş kaybetti. “Eşimdi dediniz yani çok özür dilerim ayrıldığınızı ben ayrıldığınızı düşünemedim.” Telaşla ayağa kalktı. Jack kendisi için ayrılmış olamazdı değil mi? Hayır olamazdı.
“Eşimi kaybettim. Altı ay önce… Ve özür dilemenize gerek yok. Buna alışmam gerek, bu gerçekle baş etmek zorundayım.” Ellerini iki yanına açtı ardından kendi bedenine sıkıca sardı. “Ama gördüğünüz gibi pek başarılı değilim.”
“Güç olmalı yani ölümle baş etmek.” Teselli etmesi gereken yerde saçmalıyordu. Bay Torres’in Jack olmadığını bilmek ise içini rahatlatmıştı. Rahatlamaması gerektiğini biliyordu, elindeki tek delil yok olup gitmişti.
“Çocuklar olmasaydı baş edemezdim.” Bayan Torres elindeki sigarayı söndürüp odanın bir köşesine doğru ilerledi. Fotoğraf çerçevelerinin dizili olduğu dolabın üzerinden birine uzanıp eline aldı geri gelirken biraz daha güleç bir ifade takınmıştı. “Onlar benim hayata tutunma sebebim. Erkek olan Joe ve bu da kızımız Ellora.”
Gözlerindeki yaşı eliyle silen kadın odanın kirli camlarından birine doğru ilerledi. Yüzü bahçeye dönüktü ve baktığı yerde iç açıcı bir şeyler görmediği tahmin etmek o kadar da zor değildi. Emily elindeki fotoğrafta gözlerinin içiyle gülen iki ufaklığa içi acıyarak bir kez daha baktı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi “Çok üzgünüm Bayan Torres. Özellikle de bu sabah acınızı bir kez daha hatırlattığım için ama altı ay çok kısa bir süre, yakın zamanda toparlanacağınıza emin...”
Altı ay… Al-tı-ay
Kulaklarında onun baştan çıkarıcı sesini duyar gibiydi. “Altı ay oldu sevgilim, seninle yeniden doğduğumdan beri…” Emily başını kaldırıp uzakta sıralanmış çerçevelere baktı. Gözlerine dolan yaşlar sebebiyle bu mesafeden görmesi imkânsızdı. Kulaklarında bir basınç hissediyor ve kafasından içinden gelen bir uğultu duyuyordu dahası nefes alamıyordu. Kesik kesik soluk alıp verirken yavaşça ilerledi.
Dolaba yaslanıp, titreyen eliyle önündeki ilk çerçeveyi yakaladı ve korkuyla gözlerini açtı.
Bu bir aile fotoğrafıydı… Dört kişilik güzel bir aile…

Aşk Çarpar Gönül Kayar 10.Bölüm



Siyah Jeep’in ön koltuğunda oturmuş, karınca sürüsü gibi etrafta koşturan takım elbiseli adamlara bakarken genç kadın ilk kez başının gerçekten belada olduğuna gönülsüzce de olsa inandı. Daha bu sabah tuttuğu adamın yere yığılırken ki görüntüsü gözünün önünden bir an bile gitmiyordu. Koca bedenin çaresiz görüntüsü asla çıkmayacak şekilde içine işlemişti. Yarım saat...tir yaptığı üzere kendini suçlamaya devam etti. Benim yüzümden diye düşündü aklının almadığı en dip köşe yerlere bile bu zehirli fikri yaymaya çalışarak. Zaman için birçok şeyin üstesinden geldiği söylense de Emily ne kadar zaman geçerse geçsin bu geceyi unutamayacağını biliyordu. Dolaylı yoldan olsa bile o, bir adamın ölümüne sebep olmuştu. Belki de iki diye düşündü…
Asansör kapısı kapandıktan sonra silah seslerinin kesilmesinin başka bir sebebini bulamamıştı.

Aracın kapısı açıldığında Emily kendisine dumanı tüten bir bardak uzatan tanıdık bir yüzle karşılaştı. Bu ona Mason Carter’in ofisine kadar eşlik eden genç adamdı. Bir ajan olmak için fazla masum hatta daha çok bebeksi hatlara sahip olan adam gülümsediğinde genç kadın uzanıp ikram edileni aldı.
Marc, bardağı yavaşça dudaklarına yaklaştırıp kokusunu içine çeken kadını seyretti ardından ona kahve kadar iyi gelecek bir şeyler söylemesi gerektiğini hissetti. “Kahve böyle zamanlarda en iyi ilaçtır.” Gülümsemeyi denedi.
İlaçtan bir yudum alan Emily derin bir nefes verdi “Teşekkür ederim.” Bacaklarının üzerine koyduğu ince plastikten yayılan sıcaklık tepki vermekte zorlanan bedenine gerçektende ilaç gibi gelmişti. “Saldırganları yakalayabildiniz mi?” Genç kadın soru ağzından çıktığı an yüzünü buruşturdu. Saldırgan mı? Tanrım! Kullandığı kelimelere inanamıyordu. Tıpkı onlardan biri gibi konuşmaya başlamıştı işte. Kendi kitaplarında kullandığı romantik aşk dili yerine artık cinayet romanlarındaki kaba ve boğucu cümleleri kuruyordu. Bundan sonraki cümlelerini aynı yüz ifadesi ile düşündü.
‘Cinayet mahalli ne durumda?’ ya da ‘Hey dostum çok kan aktı mı?’
Marc aracın kapısına koyduğu koluna çenesini dayadı. “Hayır, kolay yakalanmayacak kadar profesyoneller.” Aldığı bu cevap Emily’i iyice ürkütmüştü. Düşünceleri ilk kez farklı bir yöne kaydı. O adamların –saldırganların- Jack’in ofisinde ne işleri vardı? Aklını bulandıran o düşünce tekrar gün yüzüne çıktı. Hayatındaki adamın kendisinden bir şeyler gizleme olasılığı var mıydı? Belki de sadece bir soygundu. New York’ta her gün para için işlenen basit bir soygun. Ofiste birilerinin olduğunu fark edince de paniğe kapılıp silaha davranmışlardı. Evet, aynen böyle olmalıydı. Adamların basit birer soyguncu gibi görünmemelerine rağmen genç kadın kendini bu ihtimale inanmaya zorladı.

“Anderson gerisini ben hallederim!”

İkisi de işittikleri bu beklenmedik sesle irkilirken Emily aracın önünden dolanıp bir saniyede sürücü kapısına ulaşan adama söylendi. “Of! İşte yine başlıyoruz.” Söylenirken bu gece bir kez daha hissettiği güven duygusunun farkında bile değildi. Bu adamı ne zaman görse farkına vardığı tek şey öfke kanallarının hızla tahliye edildiğiydi. Kâbusu yanındaki deri koltuğa sertçe yerleştiğinde elindeki kahvenin bir kısmının üzerine dökülmesine sebep olmuştu.
“Biraz yavaş olur musun?” Emily bardağı hala açık kapıda beklemeye devam eden genç adama uzatıp, inadına ona en güzel gülümsemesini sundu. Tuhaf olan ise sohbet meraklısı genç adamın bardağı telaşla kapıp aracın kapısını hızla kapatarak uzaklaşmasıydı. Araç sertçe kaldırımdan koparken genç kadın eteğindeki kahve lekesini yayarak temizlenmeye çalıştı.
“Nereye gidiyoruz?” Barikatların arasından caddeye yeni çıkmışlardı.
“Güvenli bir yere.”
Aman ne açıklayıcı! Genç kadın yerinde huzursuzca kıpırdandı. “Güvenli yer derken kastettiğiniz o izbe sorgu odasıysa Bayım, beni hemen burada indirin!” Adam gözle görülür bir tepki vermeyince Emily bakışlarını aracın tavanına dikti ve sabretmek ile katlanmak üzerine bir şeyler geveledi.
“Emin olun duygularımız karşılıklı. Bende size katlanmaya çalışıyorum Bayan Hebert.”
Lanet olsun! Az önce sesli mi söylenmişti(?) Adamın soğuk cevabını hiç kale almadığını gösterir bir tavır takınarak ondan öğrendiği hareketle kollarını göğsünde kavuşturdu ve gözlerini nereye gittiğini bilmediği yola verdi. Dili sussa da içindeki gizli bir dil konuşmaya devam ediyordu. ‘Sanki ben çok meraklıyım sana.’ Başını çevirmeden göz ucuyla olduğu tarafa bakmaya çalıştı. ‘Tipe bak tipe, Manhattan canavarı, aman kızım çok bakıp durma da rüyana girmesin.’

Önüne devirdiği gözleri iki koltuğun arasındaki küçük bölmede duran deri kılıfının içindeki rozete kaydı. Gizli dilinin susmak gibi bir çabası yoktu. Oda önüne geçmedi. ‘Sokaktan geçeni ajan yapıyorlar galiba? Şuna bak nasıl da kasılıyor! Seni Manhattan’ın kabaran gururu… Kabar, kabar ki patladığında tüylerini kendi ellerimle yolabileyim.’
Adam tekrar konuştuğunda Emily kendi düşüncelerinin arasında kaybolmuşken onun “Evime gidiyoruz.” dediğini işitebilmişti. Adamın ses tonu her gün birlikte gittikleri bir yeri telaffuz eder gibi sakin çıkmıştı. İşte bu kale alınmaması mümkün olmayan bir cevaptı. Başını çevirip onun yüzünde şaka yaptığına dair bir ifade aradı bulamayınca içinde yükselen bir panik dalgası bütün bedenini kapladı. Eğer onunla aynı yerde yalnız kalırsa muhtemelen sorgu odasında yaşadıkları birlikte geçirdikleri en güzel hatıraları olarak kalırdı.
“Ne-neden evine gidiyoruz?” dedi bir çırpıda.
Bu sefer cevap çok beklemeden geldi. “Çünkü senin için en güvenli yer benim yanım.”
Adam bunu o kadar kesin bir dille ifade etmişti ki genç kadın gerçek anlamda hayret etti. Kendini ne sanıyordu böyle?
“Ah! Hadi ama bana sanki tam tersiymiş gibi geliyor. Seninleyken can güvenliğimden iki kat endişe ediyorum. Sana diyorum…” Emily hala yüzüne bakmadan araç sürmeye devam eden adama öfkeli bir bakış attı ve bakışlarının işe yaramayacağını anladığı anda ona can güvenliği denilen şeyi uygulamalı olarak göstermeye karar verdi. Genç kadın hareket halindeki araçta kendi olduğu taraftaki kapıya uzandı. Kaldırımın altlarından süratle akmasını umursamadan hızla kapıyı açtı. İçeriye dolan rüzgâr ikisinin de saçlarını havalandırmıştı. John bu hiç beklemediği hareketle afallamıştı. “Ne yapıyorsun çıldırdın mı? Kapa kapıyı!”
Emily artık dehşetle kendisine bakan adama doğru gülümsedi.
“Beni evinde ancak rüyanda görürsün.” dedi.

<><><><><><>

John kaçık kadın tereddütsüz olarak kapıyı açtığında bir elini onun beline doğru uzattı. Diğer eli ise anayolda zigzaglar çizen arabayı doğrultmak meşguldü.
“Kapa şu kapıyı dedim!” Bağırırken elini de kadının karnına doğru bastırmaya devam ediyordu.
“Çek elini hemen üzerimden.” Genç kadının çığlığı rüzgârla birlik olmuş şimdi kafasının içini tahrip etmek için uğraşıyordu. Emily rüzgârda savrulan açık kapıyı tutmakta zorlanırken John elini kadının üzerinden çekmeden aracı yol kenarına çekmeyi başardı. Kapı kaldırımla buluştuğunda hasar aldığını belli eden bir sürtünme sesi çıkardı. Araç durduğu anda –sanki başarabilecekmiş gibi- kaçmaya çalışan kadını belinden yakaladı. Kadındaki azme doğrusu hayran kalmıştı. Çığlık atmaya devam ederken açık kapının kenarlarını tekmelemekten de vazgeçmiyordu. Sıkıca omuzlarından tutup onu kendine çektiğinde kadının sırtı da sertçe göğsüne çarpmış oldu ve bu çarpmanın etkisiyle kızın sesi de kesilmişti. Tekrar sessizliği hissetmek John için tarifsiz bir histi. Bayan ‘İlişkibilir’ hafifçe başını çevirip, kızıl saçlarının arasından parlayan koyu yeşile dönmüş gözlerini öldürücü bir ifade ile ona çevirdiğinde John içinde bir tuhaf bir ürperti hissetmişti ve böyle durumları geçiştirmek için genellikle yaptığı şeyi denedi.
“Biliyor musun? Belki de sevgilin senin gibi bir kaçıkla daha fazla uğraşmamak için kaçmıştır. Haklısın belki de o hepimizden daha masumdur.” Emily’nin sıkı bir dirsek atmak için harekete geçirdiği kolunu da yakalaması son kurtulma çabasını da boşa çıkarmıştı.
“Sakın!” İkaz tek bir kelimeden ibaretti. Kolunu koparacakmış gibi tutan elden bile daha şiddetliydi ve gözleri artık kesinlikle mavi değildi. Vücuduyla onu yerle bir edemeyeceğini anlayan genç kadın en etkili silahını –çenesini- kullanmaya girişti. Şu güne kadar işe yaradığı kesindi!
“Senden nefret ediyorum. Şu halinden, tavrından, her şeyinden. Kaba bir hayvansın sen. Kaba ve...” Kendi dili yetmeyince yeni öğrendiği kelimelere başvurmayı denedi. “Kaba ve saldırgan bir hayvan.”
John dudaklarına alaycı bir gülüş yerleştirip onun kulağına doğru biraz daha eğildi. “Kadınlar genelde aksini söylerler hayatım. Ah! Normal kadınlar…”
Emily aklına gelen ilk kelimeyi savurdu. “Pislik…”
“Düzgün konuş.”
“King Kong’ların atası.”
“Sana düzgün konuş dedim.”Haykırışı ellerinin altında duran kadını da sarsmaya yetmişti. Sabrının sınırlarında gezen aklını koruması için Tanrı’ya dua etti. Fakat bedeni çoktan sınırı geçmişti. John ona neden bu kadar yaklaştığını bilmiyordu. Onunla didişmemesi, kapıyı kapatıp onu evine götürmesi ve gördüğü ve bildiği her şeyi anlatmasını istemeliydi. Ama o kendisine karşı koydukça… O böyle karşı koydukça… Yerinde debelendiği her an saçları onun yüzüne çarpıyordu ve bu yapması gereken mantık dâhilindeki her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Nihayet tekrar yüzünü döndüğünde bakışlarında öfkeden çok daha fazlası vardı. Teslimiyet… John onun aptal gururu yüzünden asla dile getirmeyeceğini bilse de göz bebeklerinden ve her saniye daha hızlı kıptığı kirpiklerinden akan teslimiyeti hissetmişti.
Ateşle oynuyordu, bunu zaten biliyordu fakat tüm bedeni yanıp kül olmazsa bir daha hiçbir şeyi hissedemeyecekmiş gibi geliyordu. Gözlerine bir perde gibi inmiş alev rengi saçlara birkaç saniye baktı.
“Haydi, söyle bana aptal romanlarının sonunda hep erkekleri o muhteşem kadınlarının önünde diz çöktürüyorsun dimi?”
Emily’nin de teslim olmaya hiç niyeti yoktu. “Ancak akıllı bir erkek bir kadının önünde diz çöker.” dedi.
Emily sadece bir saniye yüzüne bu dünyadan değilmiş gibi bakan adamın onu serbest bırakışını ardından da kahkahalarla gülmesini seyretti. Omuzları şiddetle titriyor, yaslandığı deri koltuğa genç kadının kopsa hiç de üzülmeyeceği başını vuruyor sanki bu da yetmezmiş gibi arada direksiyona yumruk atıp lanet olası keyfini arttırıyordu. Nihayet kahkahaları seyrekleştiğinde başını sallayarak söylendi.
“Bir gün bir kadının önünde diz çökersem biri gelip beni kıçımdan vursun!”
Emily öfkeyle o birinin kendisi olması için dua etti. Yarım saat önce içini kaplayan vicdani ağırlığın yerine bu adamı kendi elleri ile öldürürse yaşayacağı hazzı düşündü. İçindeki öfke ilk tanıştıkları gün ki gibi o kemeri çekip adamın suratına yapıştırma isteği ile dolup taşmıştı. Adam anahtara yönelince o da çenesini dikleştirerek hiçbir şey yaşanmamış gibi açtığı kapıyı kapadı. Kaldırıma geçmiş olan kapı aynı sesi çıkarınca zaferle gülümsedi. Madem bu hayvana zarar veremiyordu, o da sahip olduklarına verirdi.
Direksiyonu kavramış ellerin ruhsuz sahibi konuştu. “Pekâlâ, biz de yolda konuşuruz.”
“Konuşacak bir şey yok. Hiçbir şey görmedim. Sadece o pelerinli adam…”
“Adam olduğuna emin misin?” Emily bu soruyu kafasında bir süre tarttı.
“Bilmiyorum çok iri cüssesi yoktu aslında. Sadece tüm kötülüklerin erkeklerden geldiğini bildiğim için öyle düşündüm.”
“Bir ilişki uzmanı için ne harika bir düşünce tarzı(!) Kutlarım seni. Bence yanılıyorsun, bazı kadınlar da bir erkeğin hayatını mahvedebilecek kadar kötü olabiliyorlar.”

Ceketinin cebine uzanıp bir sigara çıkardı ve bakışlarını yoldan ayırmadan aracın çakmağına uzandı. Emily onun hayatını mahveden bir kadını düşündüğüne yemin edebilirdi. Şu an tam olarak o kadını kutlamak hayır hayır alnından öpmek istiyordu.
“Ofiste bir şeyler bulabildin mi?” Genç kadın bu beklenmedik soru ile irkildi. Eğer bunu onu kurtardığı an sorsa cebine sıkıştırdığı faturayı tereddütsüz gösterirdi. Ama şimdi? Kendisini böyle aşağılarken varlığını daha da küçük düşüremezdi. Kâğıtta yazan her kim ise o kişiye kendisi ulaşmalıydı.
İçinden ‘O çok güvendiğin zekân ile çöz de görelim.’ diye geçirdi. Koltuğa biraz daha gömülüp aklındaki tek isim olan William Torres’i es geçti ve birkaç saniye sonra fısıldar gibi cevap verdi.
“Dikkatimi çeken hiç bir şey görmedim.”

<><><><><><>

Araç on beş dakika sonra New York Üniversitesi’nin yakınlarında sakin bir sokağa girdiğinde John bakışlarıyla etrafa kısaca göz attı.
“Şu kırmızı bina” John kadının gösterdiği binanın önünde aracı yavaşça durdurup farları kapattı. Issız sokaktan çektiği bakışlarını tek bir ışık bile yanmayan binanın katlarında gezdirdi.
Direksiyona dayanıp incelemeye devam ederken sordu. “Asistanına güvenebilir miyiz?”
Yanında oturan kadın konuşmadan önce bir şeyler homurdandı. “Tanrı aşkına! Jack’ten sonra şimdi de Lena mı şüpheli oldu? Bence doktora görünmelisin federal, paranoyak belirtiler gösteriyorsun.”
“Buranın güvenli olduğuna emin değilim? Sokak oldukça karanlık.”
“Ben eminim Bayım, bu sıradaki sokaklar genelde üniversitede okuyan öğrencilerin kiraladığı evlerle dolu. Yani üst kesimin yaşadığı işlek caddelerle kıyaslama.” Araçtan inmeye hazırlandığı sırada John ceketinin cebinden genç kadına ait olan beyaz el çantasını çıkardı.
“Sanırım bunlar senin.” Emily çantayı eline alıp göz ucuyla içine baktı. Cüzdanı ve kimliklerini gördüğü an rahatladı. Şuan alabileceği daha iyi bir hediye düşünemiyordu bile. Soğuk bir ifade ile basit bir teşekkür geveledi ve inmek için yeltendi.
“Çantadakiler için mi? Sorun değil.”
Emily derin bir nefes verdi. “Çantadakiler için, dahası hayatımı kurtardığın için, her ne tutuşturup yaktıysan yangın alarmlarını çalıştırmayı akıl ettiğin için ve beni buraya kadar getirdiğin için.”
“Sanırım bir gece için oldukça iyi iş çıkarmışım.”
Ah! İnsan gibi bir özrü bile özgüvenden patlayacak bünyesi kaldırmıyordu. “Kendini beğenmiş ukala.”
“Şimdi de ben teşekkür ederim Bayan Hebert.”
Emily sevimsizce gülümsedi ve hemen ardından araçtan indi ve indikten sonra adamın sesini işittiği halde umursamadan kaldırımda ilerleme devam etti. “Üzgünüm ama Kanada yolculuğunu birkaç gün için ertelemen gerekecek.”
Emily ona cevap vermek yerine arkasını dönüp sivri topuklarının hakkını vererek uzaklaştı ve sadece kendisinin duyabileceği bir sesle fısıldadı. “Sen öyle san.”

<><><><><><>

Lena aralık kapıdan uyku dolu gözlerle kendisine bakarken adını fısıldamıştı. Sesi daha çok bu saatte burada ne işi olduğunu sorgular gibi çıkmıştı.
“Girebilir miyim?” diye sorduğunda genç kız ufak bir özrün akabinde kapıyı kalabalık bir grubu ağırlar gibi sonuna kadar açtı. Emily –girişin tam karşısında- evin salonu olduğunu tahmin ettiği odaya doğru ilerledi. Lena üzerindeki tuhaf kıyafetiyle yanından geçip odanın ışıklarını açtı. Tuhaf diye düşündü, daha önce buraya bir kez bile gelmemişti. Odada pek eşya yoktu. Yeşil kumaşla kaplı geniş bir kanepe, duvarda eski bir televizyon, odanın bir köşesinde yere dağılmış kitap yığını ve ufak bir çalışma masası vardı.
“Şöyle geçin lütfen, kusura bakmayın etraf biraz dağınık. Ben sınavlardan dolayı bu ara pek temizlik yapamadım da.” Emily kanepeye oturup yanında duran meyve tabağına baktı. Bir kısmı yenmiş, kalanlarda çürümeye terk edilmişti.
“Siz iyi misiniz efendim? Bir sorun yok değil mi?”
Emily cevap vermek için ağzını açtığı sırada odanın kapısında tıpkı Lena gibi tuhaf gece kıyafetleri olan bir kız belirdi. Kâbustan farksız olan bu gecede birilerinin rahat bir uyku çektiği oldukça belliydi. “Lena bir sorun mu var?” diyen kızın sesi tıpkı üzerine geçirdiği pijamasında var olan geyiklerin çıkardıkları sesler gibi çıkmıştı.
“Hayır, hiçbir sorun yok Chloe. Bu benim patronum Bayan Hebert!” Hala kapının eşiğinde dikilmekte olan genç kız yüzüne düşen birkaç bukleyi geriye atıp o tuhaf ifade ile gülümsediğinde Emily hakkında ne tür dedikodular yaptıklarını merak etti. Oturduğu koltuktan yavaşça ayağa kalkıp odanın ortasında dikilerek uykusu iyice açılmış iki kıza baktı.
“Kızlar gece yarısı sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Ufak bir saldırıya uğradım ve…” Düşününce pek de ufak sayılmazdı. “Ve geceyi burada geçirmek zorundayım.”
“Saldırı mı? Ah, Aman Tanrım siz iyi misiniz?”
Emily eliyle kızın endişe dolu sözlerini geçiştirdi. “İyiyim merak edilecek bir şey yok. Sadece bilgisayarınıza ihtiyacım var.”
“Tabi.” Chloe arkadaşından önce davranıp kitap yığının olduğu tarafa yöneldi ve kısa bir süre sonra elinde diz üstü bir bilgisayarla karşısına dikildi.
“Teşekkür ederim. Sanırım artık yatmalısınız.”
“Siz!” Fazla meraklı Lena…
“Ben biraz araştırma yapacağım. Bakmam gereken bir iki şey var.” Ardından elini kalın perdelerle örtülü cama doğru uzattı. “Bu pencere sokağa mı bakıyor?”
Bukleleri her geçen saniye gözüne daha şirin gözüken Chloe söze atıldı. “Hayır Bayan Hebert.” Odanın kuzey tarafındaki diğerine göre daha ufak olan, tek kanatlı pencereyi gösterdi. “Sokağa bakan o.”
“Teşekkür ederim.” Emily kızın gösterdiği pencereye doğru ilerleyerek krem rengi kalın perdeyi yavaşça araladı. Siyah Jeep hala park ettiği yerde –binanın önünde- duruyordu. Emily perdeyi biraz daha açıp gözlerini kıstı ve aracın içini görebilmeye çabaladı. İşte tam o anda gördü. Aracın içindeki ışıkların açıldığını ve ona sırıtan kahrolası adamı. Dahası küstah adam ona el sallamaktaydı. “Lanet olası federaller.” Hışımla perdeyi kapattı ve karşısında asistanından bir adım önde dikilen kıza baktı. “İçecek bir şeyler var mı?”
Lena, patronunun içecek bir şeyler getir derken ne istediğini her zaman bilirdi. Şu yıllık ve pahalı şaraplardan birini istiyordu. Öyle bir şarabın bu eve en son ne zaman girdiğini bile hatırlamıyordu. Sanırım en son geçen Noel’de içmişlerdi. Lena başını olumsuz anlamda sallarken hayran olduğu kadını evinde ağırlamanın telaşı ile Chloe atıldı. “Biramız var Bayan Hebert.” Ardından sol boşluğuna şiddetli bir dirsek yedi.
“Bayan Hebert’a bira teklif ettiğine inanamıyorum seni sersem.”
“Ne var hem ucuz hem de kafa yapıyor. İçerken böyle söylemiyorsun ama.”
“Kes sesini.”
Chloe’nin de alttan almaya hiç niyeti yoktu. “Asıl sen kes.”
İki kız birbirini ayaküstü yemeye devam ederken Emily bilgisayarı alıp küçük masanın başına oturdu ve bu gereksiz tartışmaya bir son verdi.
“Bira gerçekten de harika olur kızlar.”

<><><><><><>

John’un geceden beri girişe sabitlenmiş bakışları binadan çıkan iki kız ile harekete geçti. Kızlardan birini kısa sürede tanıdı. Marc’ın, Emily ile hazırladığı dosyada kızın resmi vardı. Lena Bennett üç yılı aşkın bir süredir kadının asistanlığını yapıyordu. John elini hızla ceketinin cebine attı. Sonra bir diğerine ve en sonda iç cebini yokladı ardından aracın küçük gözüne ve elinin altındaki bölmeye baktı. “Nerede bu kahretsin!”
Aracın kapısını açarak indi. Kendisini gören kızlarda adımlarını yavaşlatmışlardı.
“Bayan Bennett iyi günler. Ben FBI’dan Ajan Parker.” Rozetini gösterememenin boşluğunu yaşayan elini cebine sakladı.
“Sizi tanıyorum… Şey malum haberden dolayı…”
“Evet, tabi gazete. Her neyse, Bayan Bennett, Bayan Hebert hala evde değil mi? Müsaadeniz olursa kendisi ile görüşmek istiyorum.” Konuşurken bile binaya doğru birkaç adım atmıştı.
Lena adama sabitlenmiş iri gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. “Üzgünüm efendim ama Bayan Hebert evde değil, gece gitmiş olmalı.”

<><><><><><>

Burası unutulmuş bir yerdi ve sadece unutulanların gitmesi gereken bir yer…
Manhattan’dan 214 mil uzakta bir otelin kapısı gürültüyle açıldı. Gürültüyü yapan, lobideki birkaç sarhoşa aldırmadan üzerindeki lacivert ceketin yakasını çekiştirerek emin adımlarla ‘resepsiyon’ denilen barakanın önüne ilerledi.
Elindeki kâğıdı bankonun arkasında alkole teslim olmuş adama gösterdi. “Bu adamı arıyorum adı William Torres”
Adam kalan birkaç dişini göstererek gülümsedi. “Git işine be!”
Bankonun diğer tarafındaki kişi ceketinin cebine uzandı ve elindeki parlak rozeti ensesini kavradığı önünü göremeyen adamın gözüne soktu. “Ben Ajan Parker. Şimdi o kıçını uçurmadan önce bana öğrenmek istediklerimi söylersen iyi edersin!” Arkalarında kalan lobi hızla boşaldı.
Adamın rozeti incelemesine fırsat vermeden kapatıp cebine attı ve ensesinden tuttuğu kafasını ahşap bankoda duran faturaya bastırdı. “Hemen!”
Adam gürültülü bir şekilde yutkundu ve bir süre sonra güçlükle konuştu.
“Peki peki, siz sakin olun Bayan Paker.”
Genç kadın adamı bırakıp sarı gözlüklerinin çıkardı ve adama en küçük hataya bile tahammül edemediğini gösterircesine salladı. “Paker değil tatlım Bayan Parker.”

Aşk Çarpar Gönül Kayar 9.Bölüm



Telefon gecenin sessizliğine kafa tutarcasına çalarken John gömüldüğü yastıktan kafasını güçlükle kaldırdı. Gözleri bir iki saniye sonra karanlığa alıştığında yatağında olduğunun da farkına varmıştı. Başını yastıkla tekrar buluşturdu. Üç günde kaç saat uyuduğunu bilmediği gibi şimdi de ne kadar süredir uyuduğunu bilmiyordu. Uzanıp çalmaya devam eden telefonu eline aldı ve arayana bile bakmadan hala uykuya teslim olan bedeninin izin verdiği kadarıyla kısa cevapladı. “Efendim?”
Karşı tarafın sesini işittiği anda yatakta hızla doğruldu. Ne uyku ne de yorgunluğu hissedemeyecek kadar hissizleşmişti şimdi. Komodinin üzerindeki lambayı yakıp işittiklerini algılamaya çalıştı. Kim olduğunu zaten anlamıştı fakat böyle kaskatı kesilmesine sebep olan duyduğu sesin her hecesinden korku akan tınısıydı.
“Ne olur yardım et bana. Öldürecekler, öldürecekler beni!”
Nihayet John kadının hıçkırıklarının arasında söylediklerinin bir kısmını yakalamayı başardı ve bu başarıya ulaştığı an yataktan hızla fırladı. Yerde duran pantolonuna uzandı. Kadın hipnoz olmuş gibi aynı şeyi söylemeye devam ederken John onun adını tok bir sesle haykırdı. “Emily!”
İşe yaramıştı. İzin verdiği sessizlik için ona şükretmeye hazırlanmıştı ki; kadının çığlığı aklında kalan son iyi ihtimalleri de alıp götürdü.
Genç adam sadece bir saniye sonra kör karanlığın ortasında elindeki pantolonla dikilmekteydi.

<><><><><><>

Emily karanlık üzerine çöktüğü anda bütün kâbuslarının gerçeğe dönüştüğünü hissetti. Hızla aşağı inen asansör aniden durduğunda telefon elinden kaydı ve sırtını sertçe kabine çarptı. Genç kadın geçirdiği şok sebebiyle canının yandığını bile hissetmemişti. “Hayır hayır olamaz.” Tuş takımının olduğu tarafa yöneldi ve el yordamıyla bulduğu her tuşa tek tek dokundu. Hiç biri asansörü tekrar harekete geçirmiyor üstelik ışığı da geri getirmiyordu. Titriyordu ve titrerken sayıklamaya da devam etti.
“Öl-öldürecekler, be-beni de öldürecekler…” Emily az önce gözlerinin önünde ölen korumasını düşündü ve asansör kapanmadan önce hala sağ olduğunu gördüğü bir diğer korumasının da muhtemel şuan ki durumunu.
“Emily? İyi misin? Ses ver bana… “
Başını yasladığı tuş takımından kaldırıp birkaç saniye karanlığa baktı.
“Emily, Emily!”
Adını işitmek daha önce hiç bu kadar güzel hissettirmemişti. Bir tılsım gibiydi. Sanki herkesin unuttuğu kör bir kuyunun dibindeydi. Hiç kimse yıllardır ismini söylememiş ve artık o bile kim olduğunu unutmuş bir haldeydi. Adam yılmadan adını söylemeye devam ederken Emily sesin yardımı ile yerdeki telefonu buldu.
“E-evet.”
John süratle evden çıktığı sırada gelen yanıtla derin bir nefes verdi. Şükürler olsun ki hala hayattaydı. Bir daha şansı olmayabileceğini hesaba katarak ona en önemli şeyi sordu. “Nerdesin? Evde …”
Emily soluksuz cevapladı. “Ha-hayır. Wall Street üzerinde 22.plazadayım. Jack…” Genç kadın artık elinde buharlaşmaya yüz tutmuş kâğıdı hissedip yutkundu. Hala avucunda sıkıca tutuyor olması ne tuhaftı. “Jack’in ofisine geldim. Senin yüzünden, senin de-dediklerin yüzünden ben yani ben.”
John aracına doğru ilerlerken biraz daha bilgi almak için sorular sormaya devam etti. “Saldırıya mı uğradın? İyi misin?”
Cevap olarak sadece kadının iç çekişini işitti.
“Tamam sakin ol lütfen. On dakika içinde orada olurum. Neden tek başına gittin ki, o adamlara boş yere mi para ödüyorsun?”
Genç kadın sesli bir hıçkırık daha koyuverdi. “Onlar öldü. Gözlerimin önünde öldü. Öylece... Ve ben sanırım artık haklarını parayla ödeyemem.” Kabinin bir köşesine geçip dizlerini kendine çekti. Tıpkı küçükken ormanda kaybolduğunda yaptığı gibi… Emily o bekleyişi her zaman sevmişti sonunda babasının gelip onu bulacağını bilirdi. Şimdi ise tam tersine kimsenin onu bulmaması için dua ediyordu. Onu bulurlarsa öldüreceklerini kesinlikle biliyordu.
John arabanın kapısını açtığı anda genç kadının sözlerini işitip kaskatı kesildi.
‘Onlar öldü. Gözlerimin önünde öldü.’
Elektriklerin kesildiği ilk an aklına gelen başına gelmek üzereydi. Ölüm yine bir yerlerde kol geziyordu. Hayır diye düşündü genç adam, tam olarak bir yerlerde sayılmazdı çünkü bu sefer ölümün gezindiği yeri biliyordu. Yirmi saniye sonra siyah ‘Jeep’ karanlık caddede hızla yol alırken kadınla irtibatın kesilmemesi için telefonu kulağından bir an olsun ayırmamıştı. Onu çok fazla konuşturarak sesini birilerinin duyup yerini bulmasını istemiyordu ama düzensiz nefes alıp verişleri hala korkunun etkisinde olduğunu fazlasıyla belli ediyordu. Tehlike çemberinin ortasında kalmış biri nasıl ise aynen öyleydi ve şimdi bir şeyler mırıldanıyordu, dua gibi!
“Etrafta kimseyi görüyor musun?” dedi gaza daha sert basarken.
“Hayır ben asansördeyim. Şey asansörde kaldım.” Sesi tam olarak -olduğu gibi- kapana kısılmış bir fare gibi çıkmıştı.
Jonh direksiyona sert bir yumruk geçirdi. “Hemen çıkman lazım oradan Emily. Hemen!”
“Size asansörde kaldım diyorum bayım. Kapıyı kırmamı mı istersiniz yoksa bu şeyin adı her neyse…”
“Kabin” diye tamamladı genç adam.
Emily öfkeyle devam etti. “Evet işte kabinin tepesine çıkıp iple yukarı tırmanmamı mı? Yardıma gelen biri varken bana on dakika burada beklemek daha akıllıca görünüyor.”
“On dakika daha zamanın olmayabilir ve seni temin ederim ki hiç akıllıca değil. Son zamanlarda Manhattan’da elektriğin kesildiği her gece bir cinayet işleniyor.”
Kadının hafifçe inlediğini işitti. “Sakin ol ve şimdi söyle bana, asansör çift kanatlı mı?”
“Ne demek kanatlı mı?”
“Yani iki tarafa doğru mu açılıyor?” Emily hiç dikkat etmediği bu detayı görmek için telefonu kapıya doğru tutup inceledi.
John “Evet” diye bezgin bir cevap geldiğini işittiğinde gülümsedi. “Tahmin ettiğim gibi şanslısın. Şimdi kapının arasına bir şey yerleştir ve iki yana doğru aç. Merak etme kapıdaki çelik yapı duvarlardan daha incedir.”
“Sen federal olduğuna emin misin? Farklı bir alanda eğitim almış gibisin.”
John aracı cadde üzerinden çıkarıp doğu kanadına doğru kestirme bir yola soktu. “Yerinizde olsam benim geçmişimle uğraşmayı bırakır bütün dikkatimi kapıya verirdim.”
Emily çoktan kapı ile ilgilenmeye başlamıştı bile. Bir süre dar aralığa soktuğu –eline yerden bulduğu ilk sivri şey olan- törpünün kırık ucuna hayal kırıklığı ile bakmaya devam etti. Sivri bir şeyler aramaya devam ettiği sırada ise her zaman giymekten hoşlandığı sivri burunlu ayakkabıları aklına geldi.
Genç kadın ayakkabılarını çıkarıp yeterli mesafe bırakarak incecik topukları aralığa yerleştirdi ardından eliyle vurarak topukların yarıdan fazlasını aralığa soktu. Kabindeki zifiri karanlığın dağılması ile Emily koridordan gelen incecik ışığın içeriye vurduğunu fark etti.
Bundan aldığı cesaretle elindeki telefonu yere bırakıp önce neredeyse hiç hareket imkânı sağlamayan eteğini kalçalarına kadar kaldırdı sonrada bacağını kapının yan duvarına kaldırarak dayadı. “Haydi, bakalım Emily göster kendini.” derin bir nefes alıp kapının sağ kanadını tüm kuvveti ile ittirdi. Kapı sandığından daha kolay açıldığında ise genç kadın gördüğü manzara ile korkuyla sıçradı.
“Üzgünüm bayan korkutmak istemedim.” Emily bir eli hala kalbini tutarken elli yaşlarında olan adamın yüzüne korkuyla bakmaya devam etti. Adam yaşına göre oldukça yerinde olan kuvvetiyle kapının sol tarafını tek hamlede açtı ve elini genç kadına doğru uzattı. Emily mahcup bir ifade ile eteğini indirip yerdeki telefonu aldı ve adamın çıkması için yardım etmesine izin verdi.
Yaşlı adam -Emily’nin şimdi fark ettiği- arkasındaki genç çifte dönüp “Bu binaları yaparken son model diyorlar, sizden milyon dolarlar istiyorlar ama şu düştüğümüz duruma bir bakın. Her zaman diyorum katlı binada oturmak ahmaklıktır.”
Ardından Emily’e dönüp gülümsedi. “Ben Jonathan Smith Bayan. Emlak danışmanıyım.”
Emily bakışlarını elleri katalog dolu olan çiftten yaşlı adamın yüzüne doğru kaydırdı. Hiç birinin yüzü katil ifadesi taşımamaktaydı, aksine son derece düzgün ve sevecen bir ifadeleri vardı. Emily koridorda gezinen bir kaç kişiyi fark etti, kendine güvenenler beklemek yerine karanlıkta merdivenlerden inmeyi göze almışlardı. Tekrar karşısındaki şirin gruba döndü.
"Çok memnun oldum, üzgünüm gitmem lazım."
Bir cevap beklemeden yanlarından uzaklaşarak merdivenlere yöneldi.
Elindeki telefonun ilerlemeye devam eden konuşma süresini görüp gülümsedi ardından kulağına dayadı. "Asansörden çıkınca ilk seni göreceğimi sanıyordum. Hala varamamış olman ne kötü."
"Asansörden çıkabileceğine artık ihtimal vermiyordum. Hala hayatta olman ne kadar güzel!"
Kısasa kısas işte bu hoşuna gitmişti!
John arabayı plazanın önünde acı bir frenle durdurup kendini dışarı attı. Aracın kapısını hızla geri çarptı. Silahını çıkarıp ehemmiyetini açtı ve hızlı adımlarla plazaya doğru koşmaya başladı. “İçeri giriyorum.”
Ne yazık ki adamın binaya vardığını bilmek genç kadın için kurtulduğunu sanmış olmak demekti. Emily adama neşe içinde veda etti. “Aşağıda görüşürüz o zaman.”
“Hayır, kıpırdama Emily.” John girişte bir an duraksadı. “Lanet olsun.” Ardından deli gibi koşmaya başladı.
Genç kadın telefonu kapattığında adamın son sözlerini duymamıştı. Hayal meyal görebildiği korkuluklara doğru ilerledi. İlk basamağı bulduğunda ise yavaşça inmeye başladı. Az önce inen grubun seslerini duyabiliyordu. Muhtemelen en fazla iki kat aşağıda olmalıydılar. Bir alt kata vardığında gözleriyle etrafı taradı ve o zaman gördü. Nasıl gördüğünü bilmiyordu? Gözlerinin karanlığa ne zaman alıştığının da farkında değildi. Tek bildiği karanlığın içinden kendisine doğru yaklaşan o pelerinli siluetti.
Emily güçlü bir çığlık attı. Çığlık çoğalarak devam etti. Şimdi gölge ile aralarındaki mesafede bulunan tüm ofislerden çığlık atan insanlar çıkıyordu. Ardından görüş tamamen silikleşti. Emily iliklerine kadar ıslandığını hissetti. Çılgınlar gibi koşturan kalabalığa katılmadan önce öylece dikilmeye devam edip gülümsedi.

“Yangın var, yangın, bu katlı binalar, hep bu katlı binalar…..” Bay Smith gerçekten yaşına göre oldukça iyiydi. Emily şimdi de adamın yanından bir koşucu gibi süratle geçtiğine yemin edebilirdi.

Lanet federal yanına varmadan bile onu mahvetmişti…