29 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 32


Ya ben değilim bu ya da bu değil yaşam.
Bırak cadı gitmem lazım!
Hayat zor ama pes etmemem lazım…*

BÖLÜM 32
“Cadılar Bayramı”

Söylediklerine göre sol yanım pek işlemez olmuştu. Gözlerim iki gündür salya sümük nezle, kalbimde en ateşli havale, hayallerimi bir çırpıda deviren katil ise vertigoydu. Ne biyopsi ne de sezaryen yaramazdı bu kadar hastalığa. Bu sefer canım çok fena yanacaktı zannımca.
Söyleyin bana, siz hiç saatlerce badanası eskimiş bir duvara bakarak gölgenizi aradınız mı?
Ben aradım! Üstelik duvar gölgemi seçebileceğim en zor renkteydi ve ben kılımı bile kıpırdatamıyordum…
Bugün üçüncü kez açılan kapıdan kimin girdiğini artık bakmaya bile gerek görmeden anlayabiliyordum. Ayağından çıkan naylon terlik seslerine bakılırsa bu sefer gelen şu genç ve güler yüzlü hemşire olmalıydı. Kadın cıvıl cıvıl sesiyle konuşmaya başladığında sadece beni haklı çıkarmakla kalmamış, uzun süredir baktığım duvardan da gözlerimi ayırmamı sağlamıştı.
“Bugün nasılsınız bakalım?” Elindeki tepsiyi yatağın ayakucundaki metal yemek masasına bıraktıktan sonra üzerindekilerle birlikte yavaşça bana doğru sürmeye başladı. Önüme kadar getirdiğinde ise tekerleklerini sabitleyerek durdurdu. Ardından kendisi de bir süre masa kadar sabit kalmaya devam etti. Gözlerimi önümdeki tabldotta duran üç çeşit yemekten ayırıp tepemde dikilen genç kadına çevirdim. Saçlarını bu gün atkuyruğu yapmış üstelik çokta yakışmıştı, bal rengi gözleri ortaya çıkmıştı ve gözleri bu gün ne kadar da canlıydı.
“Ben sizin yerinizde olsam böyle duvara bakmak yerine şu yemyeşil bahçeye dikerdim gözlerimi ya da…” iki saniye bekleyerek cümlesini tamamladı “ya da şu muhteşem gökyüzüne.” Karşısındaki sandalye de oturan benden herhangi bir tepki alamayınca kollarını göğsünde birleştirdi ve yüzünden ufak bir sitem yeli uçup gitti. “Farkında değilsiniz ama çok şanslısınız, Allah korumuş sizi.” Yüzünde sanki söylemek istediklerini iyice ölçüp biçen bir ifade vardı. “Ölebilirdiniz ya da bir düşünün ya sağ tarafınıza olsaydı. Şu çorbayı bile içemezdiniz belki. Lütfen artık kendinizi bu kadar üzmeyin.” Ardından kimseden uzun süre esirgeyemeyeceği kesin olan gülücüklerinden birini sundu.
“Lafa tuttum çorba buz oldu.” dedi ve bana başlamamı işaret ederken hastane yemekleri ilgili birkaç husus hakkında detaylı bilgi vermeye girişti. Genç kadını dinlerken elimi usulca tabldotun kenarındaki kaşığa uzattım. Eğer başarabilirsem -eğer birkaç kaşık yemeği başarabilirsem- diye düşünürken çorbayla kaşığı zor da olsa buluşturabilmiştim. Kaşığın kenarını süzüp yavaşça kaldırdım, havada ağzıma doğru yaklaştırırken elim her saniyede daha şiddetle sallanmaya başlamıştı fakat hedefe de çok az kalmıştı.
“Yemeklerin tuzu konusunda hastanemiz...” Tam kucağımdan geçerken ters dönerek üzerimdeki beyaz geceliği lekeleyen ve yere düşen kaşığa bakan hemşirenin ağzından çıkan sözler donmuştu. Şimdi bir eli ile sıkıca kapanmış görünmeyen ağzının üzerindeki iki iri bal rengi göz sonuna kadar açılmıştı. “Ah! Aman Allah’ım. Yoksa siz! Siz solaksınız.” dedi ve ardından hızla doktoru bulmakla ilgili bir şeyler geveleyerek dışarı koştu. Önce hemşirenin kaybolduğu kapıya baktım, sonra kirlenmiş geceliğime, gözlerim önümdeki masaya kaydığında çoktan buğulanmıştı. Yutkundum, başımı kaldırıp son beş saattir yaptığım gibi karşımda dikilen duvara baktım.
Ölüm beni kabul etmemişti, hayat ise benimle dalga geçerek en sevdiğime zarar vermiş ve bu bedeni bana öyle iade etmişti. İçimde biriken bütün öfkeyle masayı tekmeleyerek tek seferde devirdim. İşte şimdi duvarın hali de tıpkı sol yanım gibi perişandı…!
*****
Anıl Bey adında konusunda uzman bir kardiyolog yaklaşık beş kişilik ekibiyle beni bir dizi teste tabi tutmuştu. Benimle bu kadar ilgilenmeleri aslında biraz korkutucuydu ve korktuğum başıma ikinci günün sonunda gelmişti. Anıl Bey asistanı genç bir doktor hanımla birlikte gelerek durumu bana anlayabileceğim kadar basit bir dille açıkladı. Sonuç kalbe giden damarlarım olması gerekenden fazlaydı ve bu ritim bozukluğu denilen bir düzensizliğe sebep olmaktaydı. İşin buraya kadar gelmesinde muhtemelen yaşadığım bir dizi stresli olayında etkisi büyüktü. Anıl Bey; küçük bir operasyon ile fazla olan akım yolunun yakılabileceğinden bahsettiğinde kesin bir dille reddettim. Bu en az bir hafta hastanede yatmam demekti ve iki gündür Gaye Hanım’da kaldığımı bilen ailem için bu tam bir yıkım sebebiydi. Dedem ve anneannem seksen yaşına geçenlerde girmişti ve sağlık durumları pekte iyiye doğru gitmemekteydi. Annem ise tüm hayatını ikisine adamış durumdaydı ve kendisinin sağlığı da mükemmel sayılmazdı. Bunun eve aksetmesi ise beni torunlarından öte seven bu insanlar için yeni bir felaket olacaktı. Parmağıma iğne batsa benden çok canı yanan dedem ve sürekli çıkan uçuklarım için merhem koşturan anneanneme ben bunu yapamazdım. Tek çare, bunu kendi yöntemlerimle en kısa sürede halletmek olacaktı.
Nitekim yoğun ısrarlarımla cerrahiyi geçip, benim için asıl önemli olan şeye –koluma- önem verdik. Anıl Bey’in beni yönlendirdiği fizik tedavi merkezindeki onuncu günümde parmaklarımı az da olsa hareket ettirmeyi başarmıştım. Yirminci günde ise robot gibi kesik kesik hareketlerle kolumu az çok oynatıyordum. Bana biçilen iyileşme süreci en az altı aydı. Altı ay, tek kolla işe gidip gelmek ve evde “ben ofiste yedim anne” diyerek odaya kaçmak için oldukça fazla bir zamandı. Hele vücuduma üç günde bir takılan kabloları herkesten saklamak işte bu en zor olanıydı. Durumumu bilen sadece üç kişi vardı. Gaye Hanım, Harun Bey ve Berfin ellerinden gelen her şeyi yaparak bu sırrı saklamama canı gönülden yardımcı olmuşlardı.
Kırk beş yaşında bir Amerikalı’nın bu süreci daha kısa sürede atlattığını ve başarı öyküsünün tamamını okuyarak internet başında geçirdiğim yirmi birinci gecenin sabahında evden kimseye haber vermeden çıktım. O yaptıysa bende yapardım üstelik ben ondan yaklaşık yirmi yaş daha genç, daha dayanaklı ve kesinlikle daha manyaktım!
Öğlen olmuştu; güneş tepede, bu mevsim de kendini en güzel gösterdiği son pozlarından biri vermekteydi. Evden dört beş semt uzakta bir binanın cam kapısından oldukça kararsız adımlarla içeri girdim. İki saniye sonra kapı hala hareket halindeyken tekrar dışarı çıktım. Kararsızlıkta da bu kadar kararlı olmak derimden sonra giydiğim ikinci kıyafetim gibiydi. Çaktırmadan önce sağa sonra sola baktım ve sonra hızla tekrar sağa sola. Korkmayın canım tabi ki de şu önümdeki işlek caddeden geçen bir arabanın önüne kendimi atmayacaktım. Ben şimdi burada, hayatın dokuz sekiz öne geçtiği bu maçta beraberliği yakalamak için dikiliyordum. İzlenmediğime emin olduktan sonra başımı tepemdeki siyah tabelaya kaldırdım. Şuanda tanıdık birini görmek en son istediğim şeydi ve bu yüzden kendimce küçük çaplı dedektifçilik oynuyordum. Doktorum Anıl Bey'in spor tavsiyesine uyuyordum bunu kimse inkâr edemezdi ama bana hangi dalı seçmem gerektiğini söylememişti. Hah! O Hipokrat yemini etmiş olabilirdi fakat benim uslu durmak adına verdiğim söz sadece koca bir yalandan ibaretti ve beni tanıyan herkesin bunu bilmesi gerekirdi, Aslıhan ne olursa olsun asla pes etmezdi.
Çünkü Aslıhan hiç Yılmaz'dı...
Kendi kendime verdiğim bu gazla içeri girip soyunma odasına doğru ilerledim. Üzerimi yaklaşık yirmi gündür olduğu gibi acı içinde değiştirip kıyafetlerimi sabah bana anahtarını verdikleri dolaba yerleştirdim. Şimdi takmam gereken son bir aksesuarım kalmıştı. Onu da soyunma odasının kirli aynasından yararlanarak zor da olsa hallettim. Daha kolumu zar zor oynatabiliyor olsam da deli cesaretime ben bile hayrandım. İşte olmuştu, artık maça hazırdım bekle beni hayat canına okumama az kalmıştı.
Salonun kapısından başındaki tuhaf şeyle koşan kıza bakan cüsseli adam bir anlık dalgınlığından ötürü rakibinden sıkı bir tekme yiyerek kıç üstü yuvarlandı. Sanırım bunu çok sık yaşamıyor olmalıydı ki; suratı kıpkırmızı bir hal almıştı. Adam öfkeyle ayağa kalkarak sanki tekmeyi yanında dikilen genç oğlan değil de ben atmışım gibi bana bağırdı. "Hey genç bayan o kafanızdaki ne?" dediğinde elim kafamdakine gitmişti.
"Kuşak hocam" dedim sonra içimden devam ettim. Kör galiba ya da bu işte acemi daha kuşağın ne olduğunu bilmiyor.
Adamın küçük bir tövbe çektiğini işittim. Ardından ellerini beline koyarak başını yere eğip söylenmeye devam etti. Az önce onu bir güzel tekmeleyen genç tuhaf bir selam vererek diğer oğlanların yanına geçti. Oda ne! Kumralı, sarışını ben cennete düşmüştüm yahu bir de şu çatık kaşlı hoca olmasaydı tadı balla kaymak olacaktı. Aman neyse ben tatlı acı sosları da severdim onların da tatları hiç fena sayılmazdı. Hayatın kaderime ektiği bol tuz ve karabiberi de katarsak Meksika mutfağına girmemiz için ortaya iyi bir lezzet çıkardı.
"Onu neden kafanıza taktınız" Çatık ve gür kaşlarını böyle yukarı aşağı oynatmayı nasıl başarmıştı.
"Şey, Nereme takacaktım ki?" dedim kafamdakinin sarkan ucunu sanki bir saç buklesi gibi elime dolayarak.
Hocanın arkasında kalan Amerikan Güreşi topluluğu sıkı bir kahkaha attı. Adının Zafer olduğunu kayıt olurken öğrendiğim gülümsemeyi en son yedi yaşında bırakmış hoca arkasındakilere "Hia, Hua" gibi bir şeyler bağırdıktan sonra tekrar bana döndü. İnanmayacaksınız ama bir grup Herkül'ün sesi aynı anda kesilmişti. Adamın adını nerden aldığı belliydi zira bu kesinlikle bir zaferdi.
Yanıma gelin dediğinde paçalarım yerleri süpürerek yanına gittim. Aslında kıyafetin boyu sabah satın alırken oldukça iyiydi ama sonra düşününce dolgu topuklarla pek kombine durmadığını ve bir çiftte pisi satın alıp durumu kurtardığımı sanmıştım. Galiba kurtaramamıştım ki adam şimdi de gözlerini dehşetle açmış beyaz pisilerime bakıyordu. Altımdaki bol pantolonu oynatarak pisilerimi sakladım. Sakın, sakın ayakların büyük deme hele bunu şu topluluğun önünde hiç deme.
Zafer Hoca derin bir nefes alarak "Hemen çıkarın şu kafanızdakini." dedi.
Bu da taktı şuna hee!
Dediğini yapmıştım ki; iki adımda mesafeyi kapatarak yanıma geldi ve elimdekini koparırcasına aldı. Ardından kolunu kaldırarak elindekini salladı. "Bunun adı kuşak değil kurdele ve lohusa iseniz kafanıza gelin iseniz de belinize takarsınız. Gördüğüm kadarıyla ikisi de değilsiniz ve bakın burası da ne bir hastane odası ne de bir düğün salonu." Ardından burnumun dibine kadar girerek dişlerini gıcırdattı. "Burası bir karate salonu Bayan"
Ardından grupta yine küçük çaplı bir kıkırdama oldu. Bizim semtteki salona kaydolmadığım için bir kez daha kendimle gurur duydum.
"Cihan bir kuşak getir" diye arkasındaki topluluktan sarışın bir çocuğa seslendi ve aldığı emirle çocuk bir fişek gibi fırladı. Ben bir daha geri gelmeyeceğini düşünürken o beyaz bornoz ipi gibi bir şeyi getirerek hocanın eline verdi. Adam katlı şeyi açarak elinde çamaşır ipi gibi gerdi ve üzerime doğru gelmeye başladı. Adam beni kesin boğarak öldürecekti. Hani karate sanattı hocam en önemlisi de barışçıl bir spordu. Hey ne yapıyordu bu!
Adam belime uzanmışken bir an durup yüzüme baktı. "Kuşak olmadan bunu nasıl kapattınız." dedi üzerimdeki deli gömleğinden farksız giysiyi işaret ederek.
Şimdi zafer sırası bendeydi. Gömleğin bir ucunu kaldırarak gülümsedim. "Çengelli iğneyle tabi ki" dedim ve çok mantıklı bir soruyla devam ettim. "Neden bunun düğmesi yok ki?"
Hoca hayatında hiç çengelli iğne görmemiş gibi gömleğe ardından da hiç benim kadar yaratıcı bir zekâ görmemiş gibi yüzüme baktı.
"Yemin ederim siz kaçıksınız! Düğmeymiş düğme müğme yok kuşak var. Kuşak…!" Elindeki kuşağı biraz daha çekerse kesinlikle kopacaktı ve daha kötüsü adam ondan da gergin görünüyordu.
Çengelli iğneyi çıkarmamı emrettiğinde usulca dediğini yaptım ardından o saçma şeyi belime dolarken karnımı içime çekerek nefesimi tuttum.
"Önce şuradan geçireceksiniz ama dikkat edin iki ucu birbirine eşit olsun sonra da şöyle... Siz nereye bakıyorsunuz?"
Cevap vermek yerine tuttuğum nefesi bırakmadan başımı salladım. Sanki bu adamı iyice delirtmişti ki kuşağa sonuna kadar asıldı. Artık nefes almama gerek yoktu zaten çünkü muhtemelen şu sihirbaz gösterilerindeki güzel kadınlar gibi iki parçaya ayrılmıştım. Benimle işi bitince nefesimi bir solukta bıraktım ve on santim kalan belimle yürümeye çabaladım.
"Bale yapmayacaksanız da o ayakkabıları çıkarın." derken ben kenardaki tahta banka ulaşmıştım. Ne yani çıplak ayakla mı dövüşecektim? Yedi çift çıplak ayağa bakarken tatlı pisilerimi çıkarıp oturduğum sıraya koymuştum.
"Siz çalışın" diye gruba saçma sapan bir kaç hareket gösterip eliyle gelmemi işaret etti. Yanına gitmek artık kaçınılmazdı bende kaçmadım. Çıplak ayaklarımın ucuna basarak salonun ortasında –tam karşısındaki- yerimi aldım. Bana neyim olduğunu sorduğumda ise sol kolumu tutmakta olduğumu fark etmiş ve bu hareketimden hızlıca vazgeçmiştim. Başıma gelenleri tam olarak doktor dili ile olmasa da en insancıl şekilde Zafer Hoca’ya anlattığım da bana “wing chun” adı verilen bir yakın dövüş sporunu önerdi.
“Kaç ay?” dedim. “Kaç ay sonra eski halime dönebilirim?”
“Beş” Ardından dayanıklılığımı ölçmek ister gibi beni baştan aşağı süzdü. “En iyi ihtimalle dört.” diyerek de ekledi. Bu bir aylık kısaltmayı bendeki hangi olumlu izlenimden edinmişti inanın hiç bilmiyorum.
Yüzümün aldığı ifadeden memnuniyetsizlik aktığını gören Zafer Hoca “Pekâlâ, daha iyisi için benimle gel” diyerek kendisini takip etmemi istedi. Salondan çıkmadan önce ise aniden arkasını dönerek elimdeki pisiler ile dikilen bana baktı. “Canın çok acıyacak.” dediğinde ifadesi sanki beni mahcup edersen senin canına okurum diyordu.
“Biliyorum” dedim. Canımın acıyacağını tabi ki biliyordum, Nasıl bilmem ki(?) Tüm gece gözyaşları ile okuduğum şu Amerika’lının hikâyesi beynime kazınmıştı. Zafer Hoca sabah salona kayıt olduğum küçük ofise girdiğinde bende çıplak ayakla mermer zeminden geçip onun peşinden içeri girmiştim. Masanın başına vardığında çekmeceden telefonunu çıkardı ardından bana “Sen dışarı da bekle.” diyerek seslendi. Ben ofisin kapısından bir adım geri atmıştım ki gelip bir de cam kapıyı hızla yüzüme kapattı. Sonra telefonda biriyle tuhaf el kol hareketleri ile bana bir asır kadar uzun gelen beş dakika konuştu. Telefonu kapatınca masa da duran kartvizitlerden birini elini alıp arkasına bir şeyler karaladı. İşi bitince masanın etrafından dönerek zaten küçücük olan ofisini bir adımda tamamladı. Cam kapıyı açarak bana az önce bir şeyler karaladığı kartı uzattı.
“Bu benim arkadaşım Bora. Kendisi bir boksör. Sana ondan başkası yardım edemez. ”
Uzattığı kâğıdı alırken ağzımdan çıkan ilk hece de “bok” olmuştu. Sorumu düzelterek tamamladım. “Bok-sör mü?”
Tek kaşını manidar bir hava ile kaldırdı. “Ne oldu pes mi ettin?”
Kartvizitin ucunu adama doğru sallayarak cevap verdim. “Ben asla pes etmem.” dedim ve ardından soyunma odasına doğru hızlı adımlarla ilerledim…
-01 Ekim 2011-
Ertesi gün gelmem söylenen şu Bora Hoca’nın spor salonu işyerime oldukça yakın bir semtteydi. Bu yüzden yerini kolayca bulduğum salona girip gözüme çarpan ilk kişiye -genç bir oğlana- gülümseyerek selam verdim.
“İyi günler ben Zafer Hoca vasıtasıyla geliyorum. Kendisi beni Bora Hoca’ya yönlendirmişti.” dedim.
“Merhaba Ali ben. Bora Hoca geleceğinizi söylemişti, şuan bir dersi var, bir saat sonra sizi alacak, önce size kıyafet ve eldiven hazırlayalım. Yanınızda kıyafetiniz var mı?” Bu kıyafet takıntıları da beni sinir ediyordu doğrusu. “Evet kıyafetim var.” dedim genç oğlanı takip ederken. Soyunma odası benzeri çeşitli aletlerle dolu bir odaya girdik. İki gündür soyunma odalarında geziyor ama henüz koluma iyi geleceğini düşündüğüm tek bir hareket bile öğrenemiyordum. Hah! İşte bu harikaydı doğrusu.
“Evet neleriniz var?” dediğinde oğlanın suratına tuhaf tuhaf baktım. Ben iyiyim senin neyin var dememek için kendimi çok zor tutuyordum. Ama bu cevap muhtemelen zafere giden yolda kendime atacağım sıkı bir çelme olacaktı. O yüzden susarak sırtımdaki çantayı çıkarmaya uğraştım. Ali yanıma gelerek sol kolumdaki çanta askısını çıkarmama kibarca yardım ettiğinde durumumdan haberdar olduğunu anlamıştım. Çantamı açarak ona şortumu, t-shirt ve ayakkabılarımı gösterdim. Başını tamam anlamında salladı ve odadaki kapalı dolaplardan birine yan yan ilerlerken küçük bir sohbet açtı. “Bora Hoca ile çalışacağın için çok şanslısın.”
Ah! Ne demezsin, şans benim göbek adım zaten. İçimden bendeki bu şansa bilumum sitem sıraladım. Dolaptan bana doğru eli kolu dolu gelen çocuğa hayretler içinde baktım. Yahu! Ben onları takana kadar akşam olurdu. “Bunların hepsini mi takacağım?” derken oğlan elindekileri yanımda duran sandalyeye yığmıştı bile.
“Tabi ki ilk şart güvenlik. Bu dişlik, bunlar bandajların” İçlerinde Sylvester Stallone filmlerinden aşina olduğum tek şeyi bana doğru salladı. “Bu da eldivenlerin” dedi.
“İki kolumu oynatacağım diye bu kadar şeye ne gerek var ringe mi çıkacağım ben!”
Ali kısa bir kahkaha atarak başını salladığında bende ona eşlik etsem de içimi sebepsiz ve derin bir korku kaplamıştı bile…
*****
Yaklaşık kırk beş dakika sonra Ali bir kapıyı açarak başıyla içeri girmemi işaret etti. Yüzünde öyle bir sevecenlik vardı ki sanki beni çocuk parkına yolcu ediyordu. İçeri girdiğimde ufak bir şaşkınlık yaşadım. Aman Allah’ım! Gözlerime inanamıyordum burası tam olarak bir ring gibi döşenmişti. Demek Ali denilen şu çocuğun gülümsemesi bundandı. Salonun ortasına doğru ilerlediğimde bir köşede arkası dönük bir adam elindekilerle uğraşmaktaydı. Üzerine giydiği şey herhalde yırtılmış olmalıydı çünkü üst gövdesinin büyük çoğunluğu sanki açıktaydı. Bacaklarındaki kasları gördüğümde ağzım beş karış açık kalmıştı ve bu Ali’nin ağzıma taktığı şu şeyin sanki damağımda oturduğu yerden biraz kaymasına sebep olmuştu. Adam bana döndüğünde ise Jason Statham’ın Türkiye versiyonu ile karşı karşıyaydım. Tek elinde iri bir eldiven takılıydı ve diğerini koltuk altına sıkıştırmıştı. Adam bana doğru gelirken Rocky filminin efsane müziği “Eye of the tiger” sanki kulağımda çınlıyordu. Konuşmadan önce yutkundum. “Şöy Bön böön”
Adam yanımdan geçerek arkamda kalan kapıyı kilitlediğinde gözlerimi sonuna kadar açtım. “Böön bön” diyerek çırpınmaya devam ediyordum. Tek istediğim beni Zafer Hoca yolladı. Lütfen beni öldürmek demekti. Ayrıca o üzerindekinin de neden parçalandığını anlamıştım. Muhtemelen kurbanları ile boğuşurken bu hale gelmişti. Benden önceki adam ölmüş müydü acaba? Peki ben, beni de öldürecek miydi? Yüzüme böyle sinirli bakması bu sebeple miydi?
“Dişliği çıkar.” diye emretti ki, elimdeki koca eldivenlerle üzgünüm ama sayın aygır bunu yapmam pek mümkün değildi. Ettiğim hakareti hissetmiş gibi hızlıca yanıma gelerek koca elini ağzıma sokup neredeyse dişlerimi de sökecek kadar hızla çıkardı. Dişlerimi birbirine vurduğumda hala yerinde olduklarını hissetmek gerçekten mükemmeldi. Adam ağzımdan çıkardı şeyi hala elinde tuttuğu anahtar ile birlikte şortunun cebine koydu. İğyy! Bu gerçekten iğrençti. Bir daha o şeyi ağzıma takmayacağımı birisi bu adama söylemeliydi.
“Şey, be-beni Zafer Hoca gönderdi. Maalesef bir kolumu kullanamıyorum.”
“Öyle mi hangisini?” İşte biraz olsun bir kadına kibar olmayı başarabilmişti. O, boşta kalan elini de eldivene sokarken ben “Sol kolum.” dedim. Başını sağa sola yatırarak karşımda hafifçe zıpladı ve ellerini çenesinin altına gelecek kadar kaldırdı. “Tam olarak neresi?”
Sağ elimle sol omzumu işaret ederek elime kadar uzanan kolumun tamamını gösterdim. “Aslını isterseniz tam olarak şuradan başlıyor ve elime kadar. Maalesef hiç his yok.”
“Demek öyle”
“Evet ve aslında be……… Aaaaah!” Sol omzuma attığı sıkı bir yumrukla yere sırtüstü yapıştım. “Kolum kırıldı, Allah’ım kolum kırıldı. Gitti, kolum gitti.” Yerde cenin pozisyonuna geçmiş ve hıçkırarak ağlamaya başlamıştım.
“Bence his var.” dedi. Tek söyleyeceği bu muydu? His var, aman ne güzel. Yerde iki büklüm yatarken sağ elimde çalışmayan kolumun yerinde olup olmadığını kontrol ettim. Sanırım hala bir şekilde olması gerektiği yerdeydi. “Seni pislik.” derken yerde hıçkırarak ağlamaya ve tek kolumla yeri yumruklamaya devam ediyordum.
Dizlerini kırarak yanıma eğildi. “Bak kızım burası dans okulu değil, canın yanıyor ve daha da yanacak ama ben ne dersem yine de onu yapacaksın duydun mu beni!”
Ona cevap vermek yerine ağlamaya devam etmemden ötürü sinirlenerek beni kolumdan tutarak yere oturttu. “Dokunma lütfen kahretsin çok acıyor.” dedim koluma değen eldivenli eline bakarak.
“Bir ay. Seni bir ayda toparlarım.” dediğinde yüzümden hala acı aksa da ağlamayı kesip yüzüne bakıştım.
“Bir ay mı?” Bunu bana tıp bile vaat edememişti ve şimdi karşımdaki bu yarı deli beni bir ayda iyi edebileceğini iddia ediyordu.
“Dört dakika sana. Düşünmek için.” Ayağa kalkıp onu ilk gördüğüm köşesine doğru ilerledi.
“Neden dört?” diye sordum, sanki şu an tek önemli şey neden üç ya da beş dakika değil de dört dakika olduğuydu. “Fazla vaktim yok cadı.” dediğinde kıçını yerine yeni koymuştu.
Dört dakika, tam dört dakika deli gibi düşündüm. Şu kapıdan çıkıp gidebilirdim. Bir korkak gibi en az altı ay daha insanlardan en önemlisi ailemden her şeyi saklayarak yaşayabilirdim ya da bir ay boyunca daha ilk dakika da tattığım bu inanılmaz acıya elimden geldiği kadar dayanmaya çalışabilirdim.
“Kabul ediyorum aygır.” dedim. Adamın oturduğu yerden kalkmadan önce güldüğüne yemin edebilirdim…
(1.gün- 2 Ekim 2011)
Adam tam arkamda duruyordu, nefesini ensemde hissedebiliyordum. Kolumu tavana bakacak şekilde kaldırdığında acıyla inledim. Şimdi öne doğru uzatırken kaçmak için boşuna bir harekete giriştim ve yana doğru açtığında ise bildiğim tüm küfürleri ettim. Fizik tedavi merkezinde kolumu bir kuş gibi tutan, yavaşça sağa sola oynatan ve ben ah! dediğimde iyi olup olmadığımı soran Pervin Hanım doğrusu burnumda tütüyordu.
“Bugün gard almayı öğreteceğim. Bu aynı zamanda kolunu kırmanı sağlayacak.”
“Neee?” Bir adım geri kaçtım.
Yüzüme bakarak –kırmak- kelimesini sinirle açıkladı. “Dirsekten tam olarak şöyle bükebilmeyi yani, gard hareketi için kolunu bilekten kırman ve çenene yakın tutman gerek.”
“O dediğinizi tek başına yapmam mümkün değil.”
“Öyle mi? Pekâlâ” Arkasını dönerek havada boşluğa birkaç afili yumruk salladı ve aniden dönerek beni hedef aldı. Bu gün bir kez daha yerdeydim.
“Şimdi dört dakika.” dedi.
“Ne için lanet olası.” tek dizimin üzerine kalkmaya çalışıyordum.
“Gardın ne kadar önemli olduğunu anlaman için.” Gösteriş budalası dün yaptığı gibi bu günde köşesine çekilmişti.
(10.gün- 11 Ekim 2011)
Cadılar!
Siyah pelerinli, sivri başlıklı ve süpürgesiyle uçan kötü kadınlardır onlar. Mitoloji ve mistik bilimler cadıları kabul eder. Günümüzde ise cadı denildiğinde birçoklarının aklına sadece Harry Potter gelir. Ben cadıları severdim aslında en azından her zaman bir tarzları ve iyi kötü arasında net olarak tercih ettiği bir tarafları vardı.
“Hazır mısın cadı!” Sevmesine severdim ama bu adamın on gündür adımı dahi sormadan bana cadı diye hitap etmesine kafam bozuluyordu artık. Gel cadı git cadı. Yarın ders yedide cadı. Bu ne kardeşim ya! Karar vermiştim artık şu boks denilen mereti adam akıllı öğrenince ilk şu adamın ağzını burnunu kıracaktım.
“Hey gözlerime bak gözlerime!”
“Bakıyorum hocam.” Hem de öyle bir bakıyorum ki, mıh gibi aklıma kazıdım.
Ellerine taktığı korumalıkları sallayarak başlamamı işaret ettiğinde dediğini yaptım. Artık kolum büyük ölçüde bükülebiliyordu üstelik parmaklarımın tamamını da rahatça hareket ettirebiliyordum. Fakat bu külçe gibi ağır eldivenler kısa sürede gücümü kesiyordu. Bir kuş kadar zayıf yumruklarımla ona vururken adam bir o yana bir bu yana kaçarak zor toplayabildiğim dikkatimi de dağıtıyordu.
“Haydi cadı sert ol biraz.” dedi bir adım daha geri kaçarak. O kaçtıkça kolumu daha da ileri uzatmak zorunda kalıyordum ve bu iki kat canımı yakıyordu. Yüzüm çektiğim tüm acıyı gösterircesine buruşmuştu. Aslında akşamları evde yaptığım hareketlerde bence gayet başarılıydım. Fakat bu adam bir türlü yetinmek nedir bilmiyordu ve dahası için beni durmadan zorluyordu. Derin bir nefes alarak sol tarafa yumruğumu geçirdim. Beğenmediği belliydi ki; beni gerisin geri yere itti.
“Allah cezanı versin senin.” diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Sesim tüm salonda yankılanmıştı ve koca bir yumru boğazımda takılı kalmıştı.
Cebindeki anahtarı kilide sokarken cevapladı. “Dört dakika. Tek başına ağlaman için.”
(20.gün- 21 Ekim 2011)
Bora Hoca uzun boyu yetmezmiş gibi bir de kollarını kaldırarak benden bir buçuk metre yukarıya zıplamamı ve bir de zıplarken yumruk atmamı istiyordu.
Ya bir git! Diyeceğim gelse de bu gün yere serilmemeye ant içmiştim o yüzden benden istediği şeylere harfiyen uyacaktım. Aslında şu tepesindeki elleri bırakıp yüzüne iyi bir yumruk atabilsem içimdeki bütün öfke tereyağı gibi bak nasıl eriyecekti.
“Daha zıpla, daha zıpla!”
Dizlerimi tutmak için eğildim ardından soluklanarak doğruldum. “Tavşan mıyım ben, he tavşan mıyım? Zıpla, zıpla yetti be! Yetti artık.”
Burnunu çekerek yüzüme baktı, ta gözlerimin içine. Sol ayağını sağ omzuna doğru götürüp hafifçe döndüğü an sıkı bir kroşenin geleceğini anlamıştım. Bora Hoca’yı tanıdığım kadarıyla o bir hareketi yapmadan önce hafifçe pozisyon alır sonra hiçbir şey yokmuş gibi dikkati dağıtır ve ardından da yumruğu yapıştırırdı. Yerlerden kalkmakla geçen yirmi günlük sürede biz de eşek olmadığımız için bir şeyler öğrenebilmiştik kendisinden.
Bu sefer işler tahmin ettiği gibi olmamıştı. Adam yumruğu attığı an sol taraftan aldığım gardıma takılı kalmıştı. Kolumu biraz daha zorlasa da yumruk atmayı başaramamıştı. Üstelik yüzünde ilk kez gördüğüm bu saf şaşkınlık ifadesi de ona pek bir yakışmıştı.
İki adım gerileyerek elindekileri çıkardı.
“Gel cadı” dediğinde ise önce gülümsedim ardından gittim bende, artık Allah ne verdiyse…
(30.gün- 31 Ekim 2011)
“Bu ne hocam?” Elimdeki bezden cadı bebeğe dehşetle bakıyordum.
“Bana seni hatırlattı. Satın aldım bende.” Yaptığı ufak bir kinaye değildi, adam bana doğrudan hakaret ediyordu.
“Yani açıkçası bu hayatımda aldığım en anlamlı hediye. Teşekkür ederim.” Gülümseyerek sol kolumu uzattığımda Bora Hoca tokalaşmak için havada duran elimi fazla bekletmedi.
“Seni ilk gördüğüm gün tam bir cadı olduğunu anlamıştım.” Göz kırptığında bende katıldığımı belli etmek istercesine elimdeki bebeği salladım. “Senin yaptığını herkes yapamazdı. Birçokları annesinin eteğinin altına saklanır ve kendini acındırırdı. Ama sen otuz gün boyunca tek başına mücadele ettin. Seni bayrama yetiştireceğime daha ilk gün karar vermiştim ve biliyor musun sadece bu yüzden otuz gün dedim. Bayramın kutlu olsun cadı.”
“Sanırım bunlar ağzınızdan duyabileceğim ilk ve son güzel sözler hocam.”
“Yani, sanırım”
“Kurban Bayramı’na daha beş gün var hocam. Yani yanlış hesap yaptınız. Otuz değil, otuz beş gün demeliydiniz.”
Bir elini omzuma koyarak fısıldadı. “Ben bu günden bahsetmiştim cadı.”
O, onu hep görmeye alışık olduğum küçük ringine doğru giderken cep telefonumu çantamdan çıkardım. Tek kolla bir aydır çözmeye çalıştığım şu yeni aletle savaşım geçen hafta bitmişti. İnternete girip arama motorunu açtım, bir süre ne yazacağımı düşündükten sonra bir karara vardım.
“31 Ekim ne bayramı?” Evet ve ara bakalım.
Beş saniye sonra açılan ve yaklaşık yüz on altı bin sayfanın verdiği tek bir cevap vardı.
31 Ekim Cadılar Bayramı’ydı.
Ve ne tesadüftür ki; aynı akşam o cadılardan bir başkasıyla sıkı bir ring de karşılaşacaktım.
Üstelik bunun; şapkası, pelerini ya da süpürgesi olmayacaktı!


*Şarkı sözü Grup Şarap-Cadı

22 Haziran 2014 Pazar

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 31

 
 
Hep güzel kadınlar uğruna söylenir süslü sözler, en edebi şiirler. Ve asla unutulmayan kitaplar da hep bu kadınlar için yazılanlardır, çirkin olanlarsa kendileri karalayıp dururlar demişti bir hocam.

Gurur duydum bu gün bir kez daha kendi ...romanımı yazabilmekten…

Çünkü çok tuhaftı, hayatta beni kimse o çirkinlerin elinden çıkan kitaplarda ki benimsediğim cümleler kadar anlatamazdı ve hiç kimse o cümleleri benim için kullanmazdı, hocam da beni anlamazdı. Çünkü çok güzel bir kadındı…

BÖLÜM 31
“Yüksek Volüm”

Mum ışığı ile aydınlatılmış loş bir ortam da altı kişiyle birlikte küçük bir çemberin en zayıf halkasını oluşturuyordum. “Şimdi herkes dileğini söylüyor” dedi Burçin Hanım. Yanımda dikilen Gaye Hanım sözlerini beden dili ile birleştirerek isteklerini sıralamaya başladığında kadının yarısı karanlıkta kalan yüzüne odaklanmaya çalıştım. “Ben” diyerek söze başladı ve derin bir nefes alarak bir süre bekledi “Ben bolluk ve bereket istiyorum. Evrenin tüm güzellikleri üzerime bir yağmur gibi yağsın istiyorum.”
Biraz genel olsa da bence iyi bir dilekti. En azından bir önceki kız gibi ulu orta zengin bir koca istememişti ya da ondan önceki adam gibi karısından kurtulmayı pardon en hayırlısı ile kurtulmayı seçmemişti. Sıra bana geldiğinde heyecandan ölecektim. Bu benim ilk kozmik enerji seansımdı ve Burçin Hanım ağzımızdan çıkan her söz evrende bir yer bulur dediğinden beri sesimi çıkartamıyordum. Acaba içimizden konuştuklarımız da evrenin bir köşesinde kendine yer ediniyor muydu? Peh! Öyle olsa ettiğim o günahkâr sözlerle evren çoktan kirlenmişti.
Seansa başlamadan önce Burçin Hanım elindeki tuhaf çubuklarla “çakra” adı verilen yerlerim de ölçümler yapmıştı. Herkeste fıldır fıldır dönen o çubuklar ne hikmetse sıra bana geldiğinde ucu bana bakar şekilde önümde donup kalmıştı. Kadın olumsuz anlam da başını sallayarak yanıma gelmiş ve “tepe çakranız hariç her yeriniz kapalı” demişti sonra da peşi sıra öldürücü darbeyi indirmişti. Ayaklarımın dibini göstererek “işte sizin yayabildiğiniz enerji ancak buraya kadar” demişti. Bu sadece kendime hayrım var mı demekti? Bende diyordum ki kimse niye beni görmüyor? Yahu ben görünmezliğin sırrını bulmuş gitmiş Casper’a rakip olmuştum.
Artık içeriye seansı bekleyenlerin yanına geçmemiz için kapıyı açtığında tek düşündüğüm kapının da içinden geçip geçemeyeceğimdi. Aslında kimsenin beni fark etmediğinden içten içe hep emindim. Sokakta laf atılan kızlardan hiç olmamıştım. Kimse benimle tanışmak için bir adım bile atmazdı. Hatta bir gün görünüp görünmediğimi test etmek için Haydarpaşa- Gebze banliyösüne binip soyunmayı bile düşünmüştüm. Anneannem “yerde para arayanlar gibi yürüyorsun kızım” dediğinde hatamı da anlamıştım. Ardından yüzümü yine yere eğince “Aferin ağır kızlar işte böyle olur” demişti.
Ne ağırı anneanne kırk yedi kiloyum ben. Bu da canımı sıkan son ergenlik fobilerimden biriydi. Boyuma göre oldukça zayıftım. Eda sürekli “Kanlı kürdan” diyerek benimle alay ettiğinde her ne kadar takmadığımı ifade etmek için omzumu silksem de içimde biriken sinirle vücuduma meydan okuyordum. Gece evde herkes uyuduktan sonra kimseye belli etmeden mutfakta içtiğim yarım litre yağlı inek sütlerinin sebebi hep buydu. Ah! Tabi bir de maaşımı yatırdığım kuruyemişlerim vardı. Söylesenize kim parayı kuruyemişe yatırırdı ki? Kuruyemiş kilo aldırır, uzak durun diyen şu beslenme uzmanlarının canı cennete gitsin ki kilo alamıyordum.
Ve tek kalkanım büyük çantalarımdı. Genç kızlıktan beri incecik belimi kapatmak için kullandığım şu boyum kadar çantalar. Keşke insanlar iki tane çanta takabiliyor olsalardı. Olsalardı da sol tarafımı da kapatabilseydim. İşte benim bünyemle savaşım bu kadardı ve tam da buraya kadardı.
“Evet dileğiniz nedir Aslıhan Hanım?” Burçin Hanım’ın benden bir cevap beklerken odanın karanlıkta kalan köşesinden gelen sesini işittim. Bu enerji ve benzeri tüm giriştiğim işlerde bana göre şöyle bir durum vardı. Siz kendinizi değiştirmek ve iyileştirmek istemezseniz size hiç kimse yardım edemezdi. Bunun için işe kendinizi sevmekle başlamanız gerekirdi. Bu incecik belimi, gel git aklımı, koca ayaklarımı en önemlisi hala göğsümün altında atan bu kalbi sevmem gerekirdi. Bu yüzden bende dilemem gereken ilk şeyi istedim.
“Düşünce tarzımın değişmesini istiyorum ve içimdeki tüm kilitleri bir bir sökmek. Artık kendimi sevmek istiyorum.” dedim. Burçin Hanım işe nereden başlamam gerektiğini anladığımı görmenin mutluluğu ile bana doğru birkaç adım attığında kadının yüzündeki gülümsemeyi de gördüm. Onun harika bir enerjisi vardı, gördüğüm hiçbir psikolog bana bu etkiyi vermemişti. Gaye Hanım sırtıma hafifçe dokunarak her zaman verdiği desteği o günde esirgemedi. Benden sonraki iki kişi de güzel dileklerini sunduktan sonra seansa başlamamız için gözlerimizi kapamamızı söyledi.
Ve ben bir saat boyunca yüksek volümlü bir müzik eşliğinde hep saklamaya çalıştığım o incecik belimle cesurca dikilirken ilk defa sevdim. Kadın hangi kanalı açmıştı önemli değildi ve hangi çakram işlemeye başlamıştı umurumda da değildi. Kendime ilk defa inanmıştım ve ilk defa sevmiştim. Bu bir erkeği sevmek gibi değildi, bir eşyayı ya da hep kıymetini bildiğimizi sandığımız hayatı sevmekten farklıydı. Ben o gün bir kadını sevmeye başlamıştım. Örselenmiş bir kalbi olan ve eksik hikâyeli bir kadını. Bu özüne dönmekti ve bu aslını sevmekti.
Anlamıştım işte! Sanırım biraz canına okunmuştu sevdiğim aslımın, çocukluk hayallerimin, büyük ümitlerimin!
Bir metropol de yaşıyor olabilirdim, sevmediğim bir işi yapıyor ya da sevmediğim bir adamla birlikte oluyor da olabilirdim.
Aklıma neden şimdi geldi bilmiyorum. Hep güzel kadınlar uğruna söylenir süslü sözler, en edebi şiirler. Ve asla unutulmayan kitaplarda hep bu kadınlar için yazılanlardır, çirkin olanlarsa kendileri karalayıp dururlar demişti bir hocam. Gurur duydum bu gün bir kez daha kendi romanımı yazabilmekten… Çünkü çok tuhaftı, hayatta beni kimse o çirkinlerin elinden çıkan kitaplardaki benimsediğim cümleler kadar anlatamazdı ve hiç kimse o cümleleri benim için kullanmazdı, hocam da beni anlamazdı. Çünkü çok güzel bir kadındı…
Ama şimdi o güzel kadının da bilmediği bir şey vardı.
Ben sevgi dolu öleceğimi biliyorum mesela. Başkalarını boşver de en önemlisi kendimle küs gitmeyecektim bu dünyadan. Gözlerim hala kapalıyken gülümsedim. Derken bir hayal ya da rüya arasında bir şey gördüm. Uzakta yüzü tanıdık bir kadın vardı, sanırım denize yakın bir yerdeydi ki deniz sesi kulağıma kadar gelmişti, ayaklarım beni ona doğru götürdü, çekinmeden yürüdüm ben de tahta bir sandalyeye yaslanmış kadına. Yanına kadar gittiğimde gözlerini gördüm. Başı yana düşmüştü ve gözleri hafif açıktı. Gözleri kucağından yere düşmüş okuduğu son kitabındaydı…
“Aslıhan gözlerini açabilirsin.” Burçin Hanım’ın sesiyle gözlerimi açtım, bir pencerenin önünde dikiliyordum. Arkamı döndüğümde herkesin benden iki metre uzakta ki yerlerinde dikilmeye devam ettiklerini gördüm. Bu mümkün değildi; fiziksel anlamda yürüdüğümü hissetmemiştim bile. Ben şaşkın şaşkın mesafeyi ölçerken o “Ne gördün?” dedi. Sesinin tınısında tuhaf bir şefkat vardı. Seanslar da görülenlerle ilgili en az beş kitap devirmiştim ama gördüğüm şeye anlam verememiştim.
“Bu gördüğüm en güzel rüyaydı.” dedim. Belki de insanın gözlerini sadece gerçek sevgi açabilirdi ve körler de buna dâhildi.

-Bir hafta sonra-

Harun Bey “Seni almamı ister misin?” dediğinde muzipçe gülümsedim. O malum geceden sonra sadece üç kez telefonda görüşmüştük. Ve dördüncüsü de bu sabah taze mali müşaviri tebrik etmek için aradığında olmuştu. O zaman bu beşinci telefon görüşmemizdi. Tam tamına dokuz gün ve yedi saate beş görüşme hiçbir şey ifade etmezdi. Biz sadece ortak arkadaşları olan iki tanıdıktık. Berfin kendimi kandırdığımı söylese de yanılıyordu. Başka bir anlamı yoktu, olmamalıydı.
“Hayır hiç gerek yok. Benim için zahmet etmeyin. Eski bir arkadaşımla görüşeceğim, oradan eve uğrayıp akşam geçerim.” Karşıda kısa süreli bir sessizlik oldu ardından konuşmaya başladı. “Pekala beni boğazın ortasındaki bir adada bu deliler ile yalnız bırakma. Seni teknelerin orada bekleyeceğim. Saat sekizde.”
“Pekala, sekizde” diyerek onayladım.
“İyi tamam” diye devam etti.
“Oldu o zaman” dedim.
“Görüşürüz”dedi.
“Görüşürüz”dedim.
Telefonu kapatıp az önce masaya bıraktığım kitabımı elime adım. Serin bir eylül akşamıydı. Evime yakın semtteki kafeterya da böyle keyifle otururken bir adam tepeme dikilip adımı fısıldadı. Okuduğum kitaptan başımı kaldırıp yüzüne baktım. Saçları uzun, yüzünde kirli bir sakal ve daima kendini gösteren gamzesi ile bana bakıyordu tanıdık yüz. O da tanıdığımı anlamış olacak ki selam sabah vermeden on yıldır içinde kilitli o soruyu bir kez daha tekrarladı.
“Ben ne yaptım akılsız kız.” dedi. Bu sefer kendi yaptığından pişman konuşur gibiydi. Kilitli kalbimin ben bile şifresini unutmuşken başımın sol tarafında bir acı hissettim. O an tek doğru cevap geldi aklıma.
“Hiç, hiçbir şey yapmadın.” Omuz silktim gülerek tepemdeki şaşkın adama. ”Sorunda bu.”
Adam aldığı küstah cevap karşında yanımdan kaçarak uzaklaşırken kafeteryanın kapısı açıldı. İçeri şen şakrak hoş bir bayan girdi. Masamdan henüz ayrılan adama bir bakış atıp karşıma oturdu. Tamamen içgüdüsel olarak başımı tutan elim genç kadının sorusu ile kucağıma düştü.
“Başına ne oldu?” dedi yerine yerleşirken.
“Nurhayat çarptı şekerim.”
“Hay Allah nerden geldi aklına ya? O kim kız ben gelince kaçtı, sevgilimi yaptın?” dedi Nurhayat neşeyle.
“O mu?” dedim elimi sallayarak. “O akılsız bir erkek. Haydi, sen ver benim davetiyemi.”Elindeki davetiyeyi tam uzatmışken hızla geri çekti. “Ay dur bakayım şey değil mi o? İnanmıyorum.”
“Sercan” dedim gülerek.
“Ay tipe bak göbeklenmiş mi o, saçları da dökülmüş, babam bile daha genç gözüküyor.”
“İlahi Nurhayat ver şu davetiyeyi çatlıyorum meraktan.”
Davetiyeyi kaptığım gibi her detayını inceledim. Gözlerinden mutluluk akan genç kadından düğünün tüm detaylarını da öğrendikten sonra dedikodular kısmına geçtik. Görümce kısmını yeni geçmiş, balayı konusunu irdelemek üzereydik ki çalan telefonum muhabbete turp çıkmakta gecikmedi.
Bu sefer erteleyemeyeceğim bir görüşmenin öncesindeydim. Nurhayat solan yüzüme bakıp tek kaşını havaya kaldırdı. “Ne oldu? Yeni enişte mi?”
“Hayır” dedim. “Bu eskisi. Ben anlamıyorum Nurhayat bu adamlar hayatımdayken bana değer vermezler sonra neden bana geri dönerler.” Nurhayat arkasına yaslanarak eline aldığı çay kaşığı ile masada gelişi güzel ritim tutturmaya başladı.
“Cevap basit hayatım sen adamları kendini kaybedecek kadar seviyorsun. Ve gittiklerinde senin yerine koydukları yeni aşkları senin boşluğunu dolduramıyor. Sen onları kendine mecbur bırakıyorsun.”
“Saçmalama ben ne hissediyorsam öyle davranıyorum. Suçlu ben miyim şimdi?”
“Suçlu hala hatta. Haydi aç bakalım neler sıralayacak.” Tamam dercesine başımı salladım ve tüm söyleyeceklerine hazırlıklı olarak çalmaya devam eden telefonu cevapladım.
“Efendim Taner?”
“Merhaba Aslıhan nasılsın?”
“İyiyim, seni dinliyorum.” Sen nasılsın bile demeden konuya girmekle soğuk tavrımı ortaya koymuştum. Bu sırada kaş göz işareti ile istediği cevabı alamayan Nurhayat yerinden kalkarak yanımdaki sandalyeye oturdu. Taner tekrar konuşmaya başladığında ise o da kulağını telefona yapıştırdı.
“Seninle görüşmek istiyorum lütfen hemen hayır deme sana bir şey göstereceğim.”
“Görüşecek bir şey yok Taner, lütfen beni aramaktan vazgeç.”
“Aslıhan eğer gelmezsen ben sizin eve geleceğim.” Al başına belayı. Bir ikinci Uğur vakası daha yaşayacak kadar tecrübesiz değildim fakat bir erkek reddedilince neden hep ısrarcı ve tehditkâr bir karaktere bürünürdü!
“Ne diyor ne diyor?” Telefonu elimle kapatıp Nurhayat’a sessiz olmasını işaret ettim. Ardından konuşmaya devam eden Taner’i duyabilmek için elimi az önce koyduğum yerden hızlıca çektim.
“Bak adresi vereyim sen gel.”
“Hayır” dedim öfkeyle ve aynı öfkeyle telefonu kapatıp masaya fırlattım. Bana telefonda bitti diyen bir adam son bir randevu için ısrar ediyordu. Böyle bir hakkı kendinde nasıl bulabiliyordu. Evime gelmesi bile şu anda umurum da değildi. Umurumda olduğu an ise yarım saat sonra Nurhayat’ın yanından ayrılmış ve bizim sokakta yürümeye başladığım sıralardı. Bir araç önümü kesercesine durup Taner içinden fırladığında günlerdir ertelediğim karşılaşma yaşanmıştı. Aracın ön tarafından hızla geçip kaldırıma çıkarak karşımda dikildi.
“Biliyorum ben hayvanın tekiyim. Şu hayatta pul kadar değeri olmayan kadınlara neler yaptığımı düşününce…” benden tek bir tepki bulamayınca konuşmaya devam etti. “Ben sana hiçbir şey yapamadım.”
“Şimdi bir şey yapabilirsin mesela Taner, önümden çekilip gidebilirsin.” Bir adım ilerleyip doğrudan gözlerinin içine bakarak konuştum. “Bu bana, bu zamana kadar yaptığın en büyük iyilik olur.”
“Tamam gideceğim ama son bir şey göstermeme izin ver. Sonra yemin ederim hayatından çıkıp gideceğim.”
“Lanet olsun ne göstereceksin göster!”
Cevap yerine yanımdan geçerek arabanın kapısını açtı. Ağır adımlarla ilerleyip açık kapıya yürüdüm. Elimi kapıya koyduğumda başımı kaldırıp yüzüne baktım. Binlerce duygu geçen yüzde bir tek huzur bulamadım. Ne tuhaf en zor zamanlar da hep bu yüzde huzur bulmuştum. Zaman acımasızdı ve asla yarım kalmış aşklara ilaç olmazdı.

*****
Bir saat sonra Avrupa Yakası’nın boğaza yakın en nezih semtlerinden birinde yüksek binaların oluşturduğu bir sitenin girişindeydik.
“Neden geldik buraya?” dedim. Herhalde yine bir yardım gecesine falan gitmeyi bekliyordum ya da bir fotoğraf çekimi. Aslında göstereceği şeyi hiç düşünmemiştim bile.
“Gel” derken elimi çoktan tutmuştu. Bizim tüm ailenin tek seferde sığabileceği kadar geniş bir asansörle aklımın alamayacağı kadar yükseğe çıktık. Asansör çıkabileceği en üst katta -yirmi altıncı katta- durduğunda onuncu kattan beri tuttuğum nefesimi bıraktım. Taner koşar adım bir dairenin kapısı açıp “Gel haydi” dediğinde arkasından süzülen ışığa bakakalmıştım. İçeriye doğru ilerledim. O kapıyı kapatıp yanıma geldiğinde ben içerinin büyüklüğünden dolayı hala şaşkındım. Kendi etrafımda bir tur dönerken o çoktan salonun önündeki devasa terasın kapısına varmıştı. Ortasında durarak iki eliyle kapıyı ayırırcasına kaydırdığında zaten tüm odaya hâkim olan gün ışığı boşta kalan birkaç noktayı da doldurdu. Terasa çıktığımda nutkum tutulmuştu. Neredeyse tüm İstanbul ayaklarımın altındaydı. Yükseklik korkumu yenebildiğim kadarıyla korkuluklara yaklaştım. Manzara nefes kesiciydi. Boğaz, Hisar, Üsküdar ve Su Ada… Hepsi ayaklarımın altındaydı. Biraz uğraşsam bizim evi bile görebilirdim belki. Aklımı topladığım ilk an Taner’e dönerek sordum.
“Taner kimin burası? Neden geldik?” Yanıma yaklaşarak omuzlarımı tuttu. “Burası benim yeni evim Aslıhan?”
“An-anlamadım?” Bir adım geriledim. “Hani sen batmıştın. Hani seni artık kimse kurtaramazdı?” Benim açtığım mesafeyi hızla kapattı. “Muğla’ya gittim. Oradaki çevremi sana anlatmıştım, güçlü bir ortak buldum. İlk işimiz tahmin ettiğimden iyi kazanç getirdi.”
“Orası öyle” dedim ellerimle etrafı göstererek ve sonra da kendimi gösterdim. “Benden ne istiyorsun?”
“Biz seninle çok zor zamanlar yaşadık Aslıhan ve eğer ….”
“Bak söz konusu borçlarsa, ben onları kapadım. Şans de talih de bir şekilde para buldum ve kapadım. Bana bir borcun yok artık. İçin rahat olsun ayrıca senden de nefret etmiyorum.” İçeri gitmek için hareket ettiğim sırada kolumu tuttu. “Bir gün zamanı geldiğinde senden beni affetmeni isteyeceğimi söylemiştim. O gün bu gün Aslıhan.”
“Seni affediyorum Taner, bırak kolumu artık gitmek istiyorum.”
“Anlamıyor musun Aslıhan ben hikâyendeki tek gerçek aşk olmak istiyorum. Sonsuza kadar.” Tam olarak kalbimi işaret ederek ekledi. “Sadece bunu istiyorum.”
“Bu mümkün değil Taner o bölümü geçtim ben.” Bu alaylı cevap onu biraz sinirlendirmişti.
“O zaman siler ve tekrar yazarsın. Beni öylece hayatından çıkaramazsın.” Şimdi sesi ondan duyduğum en yüksek volüme ulaşmıştı işte. “Bir şans vermek bu kadar mı zor?”
Üzerime gelmeye devam ettikçe bende mümkün olduğunca geri kaçıyordum. “Lüt-lütfen ısrar etme” dedim arkamı dönüp kalan mesafeye göz ucuyla bakarak ve devam ettim. “Bak biz arkadaşız tamam mı arkadaş olarak da kalalım.” Bir adım daha atmadan ağzımdan çıkacak en iyimser cümle bu olmuştu.
O bana doğru gelmeye devam ederken bağırmaya da devam ediyordu. “Ev aldım senin için. Bizim için.”
“Sen beni Rus sevgililerinle karıştırdın galiba! Hem biliyor musun ben bu eve hiç yakışmam iğreti dururum içinde, ben alışmışım iki göz odalı küçümsediğin o evlere.” Bana dokunduğu an çığlığı bastım. “Yeter gel-gelme korkuyorum yüksekten.”
“Sana metresim değil karım ol diyorum aptal. Sana her şeyi verebilirim.”
“Her şeyimi? Ya güven onu da verebilir misin? Artık sana güvenebilir miyim?” Şimdi bende sesim çıktığı kadar haykırıyordum. Taner ağzını açmıştı ki çantamdan gelen ses konuşmasını böldü. Elleriyle saçlarını yolarcasına karıştırırken öfkeyle yüzüme bağırdı. “Bak şu lanet olası telefona.”
Titreyerek çalan telefonu çıkardım ve gördüğüm isim ne yazık ki sadece titrememi daha da arttırmıştı. Taner’le göz göze geldiğim an ise birisi kafama kalın bir kitapla vurmuş gibi hissettim. Sol yanımda kalbim de bir aydır aralıklarla hissettiğim o muhteşem sancı bıçak gibi şu anda bir kez daha girmişti. Geçen hafta Gaye Hanım’ın uyarılarına kulak asmamak ve bir doktora gitmemekle belki de hata yapmıştım. Ben kalbimi sıkı sıkı tutarken o sorgulayan gözlerle bana baktı.
“Kim o?” dedi ve ardından aklına düşmüş ve canını yakan yeni bir düşünce ile üzerime geldi. “Senin hayatında biri mi var?” Konuşmak istiyordum kesinlikle cevap vermekti niyetim ama acıdan dolayı hareket edemiyordum. Elimdeki telefonu kapıp ekranına öfkeyle baktı. “Harun Kim? Kim diyorum? Cevap ver bana.”
“Nefes alamıyorum Taner(!) Yard-yardım et.”
Beni duymadı bile. Nasıl duyabilirdi ki haykırarak konuşan birisinin karşısında sesim duyulabilecek kadar çıkmıyordu. Ve o kıskanç bir adamın en tipik davranışını yaptı. Telefonu yirmi altı kattan aşağı fırlattı. Yapma demek için artık çok geç kalmıştım. Ayakta durmakta zorlandığım için şimdi iki büklüm durumdaydım. Yere çömeliyordum ki beni kollarımdan tutup havaya kaldırdı.
“Bir de beni sevdiğini söylüyordun.” dedi.
“Yapma kalbim.” dememle ayaklarım yerden kesildi ve sadece iki saniye sonra sırtım demir korkuluklara çarpmıştı. Kollarında deli gibi çırpınıyordum. Aşağı baktığımda gelirken geçtiğimiz caddenin ne kadar uzakta olduğunu gördüm ve o son model arabalar şimdi elimde tutabileceğim oyuncak otomobiller kadar ufaktı. Taner beni kendine geri çekerken başım tüm boğazda bir tur atıp onun omzuna düştü. Sonra elim düştü. Ve tüm bedenim güçten düştü.
“Aslıhan. İyi misin? Aslıhan!”
“Taner kalbim” diyebildim ikimiz birlikte terasta yere yığılırken.
“Hemen geliyorum.” dediğini duydum geri kalanında gözlerim kararmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ensemdeki bir el bana kuvvet uygulayarak sırtımı duvara yaslamamı sağladı. Çenem kilitlenmişti ve her yer kararmıştı belki de akşam olmuştu.
“İç şunu” diye emreden Taner’in sesini hayal meyal duyabiliyordum. “Aslıhan su”
Başımı kaldırıp yüzüne odaklanmaya çalıştım. “Su” dedim bende. Sihirli sözcük buydu.
“Evet su hayatım haydi iç.”
“Beni su adaya götür Taner, burada ölmek istemiyorum.”
“Ne ölmesi başın döndü saçmalama.”
Elindeki bardağı son gücümle ittim. “Beni su adaya götür lütfen.”
“Pe-peki” dedi. Yirmi altı katı kucağında indirip arabasına koyarken hala hastaneye gitmekle ilgili bir şeyler mırıldanıyordu. Direksiyona geçince pes ederek zaten beş dakika mesafede olduğumuz yeri uçarcasına tamamladı.
“Geldik” dediğinde gözlerimi açtım ve etrafa bakındım. Hava gerçekten kararmıştı. Üstelik göğsümdeki ağrı da tamamen geçmişti. “Teşekkür ederim git artık lütfen.” diye mırıldandım.
“Asla seni bu halde bırakmam.” diyerek araçtan çıktı. Derin bir nefes vererek aynısını yapmaya çalışırken o benim olduğum tarafa çoktan varmış ve kapıyı açmıştı. Elini uzatarak çıkmama yardım etti. Aracın kapısını kapatıp tek kolumu boynuna doladı. “Yaslan bana” dedi belime sarılırken.
Araçtan bir adım uzaklaşmıştık ki; bir kükreme sesi duydum. Bu kesinlikle Taner’den daha güçlü birisine aitti. Başımı kaldırdığımda onu gördüm. Harun Bey geçen sefer ki o muhteşem takımlarından biriyle karşımızda dikiliyordu. Adamın gözlerinden alev çıkıyordu ve ben yine düzgün bir elbise bile giyememiştim. Allah’ım ben bu adamın karşına düzgünce çıkamadan mı ölecektim? Harun Bey attığı her adımda yeri sallandırarak yanımıza geldi. Elleri iki yanında yumruk olmuştu ve bakışlarıyla baştan aşağı beni süzdükten sonra tüm dikkati yanımda ki Taner’e kaymıştı.
“Ne yaptın ona!” diye bağırdı. Bu kesinlikle ömrü hayatımda duyduğum en kalın erkek sesiydi ve aynı zamanda kulağa en melodik gelen bas sesiydi.
“Harun Bey ben iyiyim. Ufak bir kaza geçirdik. Sağolsun Taner de...”
Cümlem hava da, kolum da boşlukta kalmıştı. Çünkü altındaki adam artık yerinde durmuyordu. Başımı çevirdiğim de Taner’in yerde burnundan gelen kanı silerken ayağa kalkmaya çalıştığını gördüm. Harun Bey ise havada hala yumruk halinde duran elini sallandırırken arkasını döndü. O eli hiç açmadan dudaklarına götürdüğünü zar zor görebilmiştim. Hızla arkasını dönerek kolunu bana doğru uzattı. Şimdi az önce yumruk şeklindeki eli tam olarak beni işaret ediyordu.
“Sana bir şey olsaydı…”dedi, devamı onun titreyen çenesinden ve benim küçük hıçkırığımdan dolayı kesildi. Ve bir an daha bekleyemeye tahammülü olmayan bir adamın var gücüyle beni sardı. Hayatımda hiçbir adam beni bu kadar sarmamıştı. Ellerimi onun koltukaltlarından geçirerek iki omzunu sıkıcı kavradım. Sarılacağım son adam olduğunu bilseydim daha da uzatırdım ve şuanda da duyduğum tam gaz araba sesi muhtemelen Taner’in olmalıydı. Bu da benim Taner’i son görüşüm olmuştu. Gerçi kimin kimi son kez gördüğü belli olmayan bir gecedeydik ve gece henüz bitmemişti. Kollarımı gevşeterek kendimi geri çektim. “Ben iyiyim gerçekten.”
“Hemen hastaneye gidiyoruz.” dedi yine şu emrivaki ses tonuyla.
“Gerçekten iyiyim, bana inanın. Lütfen.”
“Gelip seni almalıydım. Lanet olsun!” dedi. Küçük teknelerden birini işaret ederek gülümsedim. “Merak etmeyin buraya gelmeden ölmezdim.”
“Böyle şakalar yapma lütfen.”diyerek söylendi ve ardından yüzüme bakarak ne kadar iyi olduğumu kestirmeye çalıştı. Sanırım daha iyi görünüyordum ki beni kendi tahsis ettiği bir tekneye doğru götürürken konuşmaya devam etti. “Vural’lar da az önce geldi.” Tekneye atlayarak elini uzattı. Uzattığım elimi adeta sarmaladı ve beni küçük tekne de en güvenli bulduğu yere oturtana kadar da bırakmadı.
Karşıdaki ışıklar ve kalabalık göz alıcıydı doğrusu. Sanırım bir de düğün vardı. Gelinlikli bir kız uzaktaki kalabalığın arasında ilk gözüme çarpandı. On dakika sonra küçük grupla buluştuğumuzda emin olmuştum.
Burası tam da adı gibi sulu insanlarla dolu bir yer.
Su ada.
Ana karadan kopmuş bu küçücük kara parçasının tıpkı kendisi gibi üzerindeki insanları da dünyadan kopardığı bir yer…
Gözünü sevdiğimin Kız Kulesi! Nerede senin o tarihin, naifliğin ve dilden dile geçen efsanelerin(?)
Burada tek hissedilen yüksek volüm! Omuzlara konan küçük ama baştan çıkarıcı öpücükleri görmek istemiyorum ve izinsiz saçlarda gezen ellerden nefret ediyorum. Kendimin artık içinde mutluluk hariç başka hiçbir duygu içermeyen gerçek gülüşlere hasret kaldığını hissediyorum.
Çok tuhaf değil mi; yaşı ilerlemiş insanlar geride kalan hayatları için “hızlı akan bir film gösterisi“ gibiydi derler; oysa bize bu film hiç bitmeyecekmiş gibi gelir.
Onlar öldükten sonra gidecekleri yeni yerde kuracakları hayatı düşlerken biz gençliğimize güvenip dünyaya çaktığımızı düşündüğümüz kazıklara tutunup işte böyle sahtece gülümseriz.
Ve bazen ölümün; bize bir nefes kadar yakınımızda olduğunu hatırlatması için kulağımıza en yüksek volümle bağırması gerekir. Tıpkı bu gece olduğu gibi…
Harun Bey kulağıma eğilerek “Bir iki görüşmem var sana söz hemen geleceğim” dediğinde yarım saat geçmişti.
“Peki” diyerek gülümsedim ardından onun kendisi gibi kibar giyinmiş üç tane adamın yanına gidişini hayranlıkla izledim. Bar tarafına baktığımda Vural ve Berfin kendilerinden geçmiş dans ediyorlardı. Uygar ise barmenliğe özenmiş olacaktı ki genç ve güzel kızlara içki servisine çoktan başlamıştı.
Yüksek! çok yüksek volüm vardı. Her tarafı devasa kolonlar sarmıştı ve şuan da başım bu kadar gürültüyü hiç kaldırmayacaktı. Kalabalığın arasından sıyrılarak barın uzağına doğru yürüdüm. Neyse ki bu tarafta ki mekân erken kapatmıştı. Dışarıdaki tahta sandalyelerden birine oturarak denizi seyre daldım. Güya İstanbul’luyum diye geçinirdim. Oysa buraya daha önce hiç gelmemiştim. Benim tercihim hep Kız Kulesi olmuştu. Bilmiyorum belki tarihinden belki de mistik bir havası olduğu için gönlüm hep oradaydı. Kendimi yeni yeni keşfediyordum bu doğaldı çünkü içimdeki benle barışalı daha bir hafta olmamıştı. Çantamı açıp içinden en sevdiğim kitabımı çıkardım. Sonuna yirmi sayfa kalmıştı. Gerçi sonunu bilsem de her seferinde aynı heyecanı hissetmek harikaydı. Okumaya başladıktan kısa bir süre sonra kendimi her seferinde olduğu gibi kaptırmıştım. Kulağıma denizin o muhteşem sesi geldiğinde bir rüzgâr saçlarımı dalgalandırdı. Anlamıştım, her hikâyenin bir sonu vardı ve sanırım benim hikâyemin de bu kitapla birlikte son bulacaktı. İyi ki yazdıklarımı saklamıştım. Bir gün ben ölsem bile birileri bunları bulup yazardı.

Ağlamayacaktım, hayır ben mutlu ölecektim.
Ölecektim de; sadece şu hayatta merak ettiğim ne kadar çok şey vardı;
Mesela bir erkeğin rüyasına girip girmediğimi çok merak ederdim.

Bir de söylerler ya uçurtma uçurmanın o deli keyfini hep merak etmiştim.

Ama ben en çok bir babanın atacağı tokadın ne kadar can yakacağını merak ederdim.

Kitap kucağımdan yere düşerken aklımda son kalan; yirmi yedi yaşın kendini sevmek için çok geç ama veda etmek için de çok erken bir yaş olduğuydu…!
 

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 30

 
"Her insan hata yapardı ve bazıları hatalarından ders alırdı…!"

BÖLÜM 30
“Can ile Canan”

Müzik beş saniye sonra sustuğunda artık sadece çığlık ve hangi yöne gittiği belli olmayan ayak sesleri duyuyordum. Herkes bir şekilde tepkisini gö...sterirken ben bu küçücük DJ kabininde yere oturmuş, dizlerimi kendime çekmiş ve tek bir şey bile duymamak için ellerimi kulaklarıma yapabildiğim en güçlü şekilde bastırıyordum. Olmuyordu, hiçbir işe yaramıyordu. Derken birisinin adımı söylediğini işittim. Ağzımı oynatmak bir yana sımsıkı yumduğum gözlerimi bile açamıyordum. Ardından aynı ses adeta kükredi.
“Aslıhan! Yardım et!”
Başımı sağ taraftaki küçük kapıya doğru çevirdiğimde Uygar’ı kucaklamaya çalışan elleri kan içindeki Harun Bey’i gördüm.
“Ne oldu ona ne oldu?” Cevabı almadan ben de diğerlerinden farksız bir çığlık koyuverdim.
“Merdi-merdivene kafasını çarptı.” dedi kucağındaki ağırlık sebebiyle nefes nefese.
Hızla yanımda duran dev kolondan destek alarak kalktım. Dizlerim titrese de ayakta durabilmem bir mucizeydi. Merdivenlerden kucağında Uygar ile inen adamın peşinden giderken kısa süreli beni terk eden hafızam da yerine gelmişti. İlk basamakta durup arkamda kalan küçük kabini gözlerimle taradım. Allah’ım az önce Mert’te orada değil miydi? Hayal mi görmüştüm? Ama sanki tam olarak şuradaydı ve her şeyden daha gerçekti.
“Aslıhan haydi! O gitti.”
“Gitti mi? Ne-nereye gitti.”
Harun Bey kucağındakinden daha ağır bir kalp yorgunluğu ile konuştu. “Kabinden atladı ve gitti.”
Hayır(!) Yanlış görmüştü. Bu olamazdı, Mert ilk aksilikte arkasına bakmadan gitmiş olamazdı. Başıma bir şey gelebileceğini bile bile beni ateşin ortasında bırakıp gitmiş olamazdı. Yanımda sahte bir kocam olsa bile seven hiç bir adam böyle yapamazdı. Can tabii ki her şeyden önemliydi. Peki ya canan? O bu kadar mı değersizdi. Asıl şimdi ayakta durmak oldukça güçtü. Merdivenlerin dibinde iki parçaya ayrılmış cep telefonumu alıp uzaklaşan adamın peşinden kalabalığa güçlükle daldım.
“Ambulans çağırın!” diye herkesten güçlü bağırdı genç bir kadın kucağında kanlar içinde yatan adamı sıkı sıkı tutarken. Feryadı tarif edilemezdi ve adam hareketsizdi. Görebildiğim kadarıyla kolundan vurulmuştu. Kalabalığın içinde bize doğru gelen Vural ve Berfin’i hayal meyal görebildim. Harun Bey deri bir koltuğa Uygar’ı bırakarak çocuğa bağırdı.
“Uygar ses ver bana! Haydi amcacım konuş benimle.” Uygar gözlerini kırpıştırsa da tam açamadan yeniden bayıldı.
“Polis çağırsanıza!” diye bağırdı müşterilerden biri şimdi içeri giren CIA kılıklı adamlara. Adamlar herkesin sakin olması ile ilgili bir şeyler gevelerken Berfin panikle saçımdaki peruğu çekip çıkardı ardından şaşkın yüzüme bakarken kendince mantıklı bir açıklama yaptığını sandı.
“Annem duyarsa biterim ben.”
Ne kadar güzel etrafta bunca yaralı ve baygın varken peruk aklına ilk gelen olmuştu. İşte benim arkadaşım bu kadar çok çevresindekileri umursadı.
Harun Bey Uygar’la ilgilenmeye kısa bir ara verip bana dönerek benim de kendimi düşünmem gerektiğini hatırlattı. “Aslıhan senin kimliğin yok.” Ardından beynimde sinyaller çalmaya başladı. Hayır olamaz! Ne yapacağım? Panik zamanlarında olduğundan daha hızlı düşünen beynime ne olmuştu. Durmuştu. Muhtemelen durmuştu çünkü gecenin başında göz kırptığım yapılı adam yanıma gelip öfkeyle yüzüme baktığında dahi aklıma tek bir fikir gelmiyordu.
“Hey sen içeriye nasıl girdin ufaklık!”
“Yirmi altı” dedim. Söylediğim sayının yaşım olduğunu anlamasını umarak. Fakat adam anlamamış olmalıydı ki; kolumu sertçe tutup beni götürmeye çalıştı.
“Bırak kolumu bırak” diye bağırıyordum. İnsanlar ne tuhaftı böyle asıl bakmaları gereken kişi yerde kanlar içinde yatarken yirmi altısında göstermeyen bir kızla ilgileniyorlardı. Bu geceki tek kurtarıcım Bay Darcy hızla gelip beni çekiştirerek götüren adamın önünde durdu ve ardından akla hayale gelmeyecek bir şeyi üstelik bağırarak hayır hayır haykırarak açıkladı.
“Karımın kolunu hemen bırak.” Kolum serbest kalmış bir kuş gibi havada bir iki kanat çırptı ardından olduğu yerde sol yanımda yerini aldı.
“Özür dilerim efendim” dedi yapılı adam. Hayret çok kibardı. Demek ki böyle bir adamın karısı olmam oldukça saygı uyandırmıştı ki; Berfin kendinden beklenen aptallığı yapmak üzere kafasındaki kırmızı perukla gelerek ellerini beline koyup sahnedeki yerini aldı. Daha kız ağzını açtığı anda sonumuzun geldiğini anlamıştım.
“Siz ne zaman evlendiniz? Yalancılar!” Allah’ım bu kız ya aptaldı ya da başrolü kapmak için elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaya hazırdı. Görevli, Berfin’e bakan şaşkın yüzünü öfkeyle Harun Bey’e çevirdi ardından da bana doğru atak yapmak için harekete geçti. Benim için artık yapılacak tek bir şey kalmıştı.
Kaçmak…
CIA bozuntusu beni yakalamadan kayıplara karışmak.
İşte şimdi aklım çalışmaya başlamıştı. Geriye doğru küçük adımlar atarken adam dev cüssesini tamamen bana dönmüştü ve ben bir saniye daha beklemeden yapmam gerekeni hızla yaptım.
Kulübün arka tarafında kalan kırmızı bir kapıyı açarken son kez arkamı dönüp baktığımda Harun Bey’in adamın ensesine yapıştığını görüp teşekkür olarak gülümsedim. Sahiplenilmek güzeldi ama hiç tanımadığı biri tarafından böyle korunmak işte bu insana kendini eşsiz hissettirirdi. Kapıyı yavaşça açıp kulüp çalışanlarına ait olduğunu tahmin ettiğim tarafa süzüldüm. İçeri birkaç adım atmıştım ki arkamdan birisinin adımı seslendiğini işittim.
“Aslıhan?” dedi yumuşacık bir ses. Elimle dağılmış saçlarımı yüzümden çekip koşmaya devam ederken arkama baktım. Oradaydı, az önce geçtiğim kapının tam arkasında. O üstünü mü değiştirmişti? Az önce üzerinde siyah bir t-shirt olduğuna yemin edebilirdim ama şimdi beyaz giyinmişti. Mert ikinci kez adımı söylemek için ağzını açtığı sırada kapı kendisinden daha hızlı açıldı. İri CIA tüm öfkesi ile kapıda dikilirken Mert yapıştığı duvardan yere doğru kaymakla meşguldü. Tek parmağı ise ona bir dakika ayırmamı ister gibi havada asılı kalmıştı.
Bilmiyordu ki; her insan hata yapardı ve bazıları hatalarından ders alırdı. Ve Aslıhan Yılmaz’da çok hata yapmıştı, hepsinden ayrı bir öykü çıkardı fakat aynı hatayı ikinci kez yapmazdı.

****
On dakika sonra kulübün olduğu sokağın başında bir taksinin içinde sessizce girişten giren çıkanı izliyordum. Az önce bir soyunma odasının camından atlamak zorunda kalmamı saymazsak bence o adamın elinden gayet güzel kurtulmuştum. Tabii ki bunda Harun Bey’in adamı oyalamasının bana kazandırdığı zaman ve Mert’in adamdan istediği yardımın da payı vardı. Ben böyleydim işte! Mert adamı öldürür ama hakkını da verirdim.
Kapıdan tanıdık yüzler çıkmaya başladığında taksiciye yavaşça ilerlemesini söyledim. Berfin kırmızı peruğu ile Vural’ın arkasında gizlenmeye çalışarak yürüyordu. Uygar ise patlayan kafasını amcasının omzuna dayamış güçlükle ilerliyordu. Hemen yanlarından hızla bir sedye de yatan adam ve peşinden koşan gözü yaşlı kadın çıktı. Sonra çok tuhaf bir şey oldu. Doğrusu gülsem mi yoksa ağlasam mı bilmiyordum. Ama görüntü kesinlikle komik görünüyordu. Bizim CIA kucağında baygın yatan Mert ile birlikte girişte boy gösterince daha fazla tutamadığım kahkahayı bastım. Adam beni göremeyeceği mesafeye ilerleyince taksi de tam olarak kapının önünde durmuştu. Kapıyı açarak aklıma gelen ilk isime seslendim. Belki de taksiye binip gitmeme engel olan tek şeye.
“Harun Bey, gelin lütfen.” Adam yüzüme öyle tuhaf baktı ki; ifadesinden binlerce duygu peşi sıra gitti. Son vagondakini yakalamıştım ama! Gülümsemişti!
Taksiye apar topar binip en yakın hastaneye gittik. Uygar’ın önemli bir şeyi olmadığını öğrenmek Harun Bey’i kendine getirmişti.
“Bu akşam yine de müşahede altında kalacaksınız.” diyen doktora Uygar cevap vermek üzere doğrulmuştu ki amcasının yüzünü görünce sesini kesip tekrar yatağa uzandı. Adamın kesinlikle saygı uyandıran bir ifadesi vardı. Tek bakışı bile buna yeterdi. Ben bu bakışa kilitlenmişken yüzünü dönerek gülümsedi.
“Siz gidin artık, zaten yeterince yorucu bir geceydi...”
Tuhaf; gitmek o anda aklıma gelmeyen tek şeydi. “Hayır” dedim. Bu seferde benden gelen cevap netti.
Berfin zıplayarak arkama gelip omzuma dokundu. “Evet ya hiçbir yere gitmiyoruz. Hem ben hiçbir şey anlamadım bu geceden.” Omzumdaki elini çekerken düşünüyordum acaba anlaması için başımıza daha ne gelmesi gerekiyordu.
“İnşallah gazeteler yazmaz.” dedi sırıtarak. Peruğa güvenerek sırıttığı belliydi. Merak etme gazeteler yazmazsa bile ben yazacağım hem de öyle bir yazacağım ki sana da bir bölümlük başrol var.
“Pekâlâ, sahile inelim zaten hemen şurası!” Bunu söyleyen Vural’da şimdi elini Berfin’in omzuna koymuştu. Sadece bir refakatçiye izin verdikleri için durum mantıklı görünse de basbayağı hastane bahçesinde de bekleyebilirdik. Harun Bey cebindeki elini çıkararak Vural’a doğru uzattı. İfadesinde tam da benim hissettiklerim vardı. Tanrım biz nasıl arkadaş olduk(?)
“Bayanları eve götür Vural” Bakışları Berfin’e kayınca ekledi. “Ve eve girdiklerinden emin ol.” Adamın emir verme gücü üst düzeydeydi herhalde bunu iş hayatında kazanmıştı. Kendi iş hayatımı düşününce sırtımda küçük bir ürperti hissettim.
Çalar saate öfkeyle bakan iki uyku dolu göz, ardından yataktan kayarak çıkan bir beden –ki çoğu zaman çarşafta benimle gelirdi- ve minibüste ite kaka şoföre ulaşmaya çalışan bir tip.
“Şunu uzatır mısınız lütfen?” Kötü kötü bakan teyzeye sırıtık bir gülümseme.
En sonuncusu ise muhteşemdi. Her gün üzerinde başka başka isimler yazan mavi klasörler. Neden bu klasörler hep mavi, kırmızı ve siyah? Niçin turuncu yok ya da mor. Hiç olmadı fuşya. Bence bu irdelenmesi gereken bir konu. Daha resmi olduğu için mi? İlla aynı renk olmaları mı gerekiyor? Bir de renkler karakterlerimizi yansıtır derler. Bırak yansıtayım bende… Mesela ben şu suratsız mükellefimiz Faruk Bey’e biraz sıcaklık getirmek için turuncu dosya kullanabilirdim. Ay! Pelin Hanım’ın firması için de mor. Tam kadına göre! Her yediği cezada da yüzü zaten bu hale gelmiyor muydu? Uyumlu olurdu doğrusu. Fuşyayı da bizim özel şirket dosyalarımıza ayırırdım. Her elime aldığımda kendime burada olduğum için rahatça küfredebilirdim. Evet! Fuşya bana her zaman küfür gibi gelirdi.
“Fuşya dosyayı alıp geliyorum Semih Bey.”
“Haldun Bey fuşya olanlara bakın lütfen, bizim faturalar onların içinde. Çünkü biz fuşyayız. Biz hepimiz birer fuşya doğduk ve fuşya öleceğiz.”

“Aslıhan! Aslıhaaan Hey!” Koluma yediğim küçük çimdikle kendime geldim.
“Biz hepimiz fuşyayız”
Berfin suratıma aklımı kaçırıp kaçırmadığı kontrol eder gibi bakıyordu. “Ne?”
“Şe-şey bence biz hepimiz gitmeliyiz.” Hızla yüzüme bakan Harun Bey’in yanından geçip koridorda kafama vurarak ilerlemeye başladım. “Aptalsın sen aptal! Seni ayakta uyuyan dengesiz fuşya.”
Hastane bahçesine çıkarak derin bir nefes aldım. Son zamanlarda ne zaman başımın belaya girmemesi için elimden geleni yapsam sanki özen göstermemişim gibi belaya dalıyor ve sonunda da kendimi işte böyle bir hastane bahçesinde “son bir şans” daha dilenirken buluyordum.
“Allah’ım lütfen son bir şans daha!” Pazarlık yapmaktan da geri kalmıyordum.
“Bak bir şans ver söz bu sefer adam olacağım.”
Berfin ve Vural kıkırdayarak kapıdan çıktıklarında duama devam ettim. “O şansı yarına sakla Allah’ım. Bu gece verirsen boşa gidecek gibi.”
Boşa gideceği hala kırmızı perukla gezen Berfin yanıma geldiği an belli olmuştu.
“Çıkar şu kafandakini!” dedim öfkeyle. Bana verdiğim otuz milyonu hatırlatıyordu dahası edepsiz bir göz kırpmayı, o korumaları ve bu gece önce bayıltıp sonra canlı canlı kalbime gömdüğüm ilk gerçek aşkımı!
Bir de çocuklara konulan isimler karakterlerini yansıtır derler. Peh! Mesela Mert. Ne kadar Mert bir insandı değil mi? Şeytan tut kolundan götür nüfus müdürlüğüne bu olmamış başına “Na” ekler misiniz de. Ya da benim adım? Ay benim adımın kaşesi bile vardı. Şimdi “İşlendi” kaşem alınmasın ama ben en çok bunu severdim.“Aslı Gibidir” Bir ağırlığı vardı bir kere. Ver bir stajyerin eline kendini Beyoğlu on ikinci noteri sanırdı. Peki, benim aslım neydi? Belki de bende adımı hak etmiyordum. Bir türlü kendim gibi olamıyordum. Hep bir arada kalmışlık; şeytanımsı melek havaları, böyle yaşayan ölü halleri. Of! Belki de kendim gibi olmaktan vazgeçip başkası gibi davranmalıydım. Mesela Harun Bey iyi bir örnekti. Nasıl yapmıştı öyle kolunu uzatıp?
Tamam, şimdi ilk denemeye hazırdım. Karşımdaki sırıtan iki yüze dönerek kaşlarımı çattım. Ardından gözleri yerine dudaklarına odaklandım. Ne yapayım gıdısı olan insanlar daha ciddiye alınır derler, benimki de ancak böyle çıkıyordu. Kolumu uzattım ve çifte kumrulara doğru yavaşça konuştum.
“Hemen eve gidiyoruz haydi!” Sanki ben bu kadar çalışma yapmamışım gibi kıkırdayarak yanımdan uzaklaşıp gittiler. Ayağımı yere vurarak öfkeyle bağırdım.
“Tabii ya affedersiniz beni ciddiye alın diye altı ay çalışıp kas yapmam ve bunu yaparken de bir takım elbise giymem gerekirdi. Değil mi? Cevap versenize! Hey kime diyorum.”
Tam dibimde biri hafifçe öksürdü. Yanılmıyorsam arkamdaki kişi tahmin ettiğim kişiydi. Öksürüğü bile buram buram otorite kokuyordu. Allah’ım hemen geri alıyorum. O şansı istiyorum hemen bu gece. Tam şuanda. Adam beni boğmadan önce. Lütfeeen!
Arkamı döndüğümde aklıma ilk gelen kesinlikle adamın altı aydan fazla süredir spor yaptığıydı. Tanrım! Bu altı aylık bir çalışmanın ürünü değildi. Bu gece bir kez daha sormam gereken soruyu çekinerek sordum.
“Ne kadarını duydunuz?”
Biraz düşünür gibi yaptı. Bunu yaparken karizma tavan yapmıştı.
“Kastan öncesini duymadım.” Gülümserken oda bu geceki ikinci yemin işaretini yapmıştı.
“Ah! Ondan sonrası en fazla kendim olduğum andı.” Gülümseyişine eşlik ettim. Derken gülümseme yüzümde dondu. Evet kesinlikle gülerken sabitlenmiştim. Ardından sonunu düşünmeden tek hamlede kendimi adamın boynuna doladım. Parmak uçlarım üzerinde dururken yüzümü de adamın geniş göğsüne gömmüştüm. Tam anlamıyla yapışmış durumdaydım. Harun Bey bir anlık şaşkınlıktan sonra bir iki adım gerilerken ben de ona asılı olarak parmak uçlarımda sürüklendim.
Omuzlarındaki kollarımı tuttu. “Aslıhan sen napıyor….”
“Şşşşt! Lütfen susun o burada! Lütfen.” Başım hala göğsünde olduğu için sesi boğuk çıkmıştı. Allah’ım şans nerede kaldı yarabbi!
Harun Bey’in göğsündeki hareketlilikten etrafa baktığını hissettim. Başımı hala arsızca gömdüğüm göğüsten çekmeden ensesinde birleşen ellerimden birini yanağı olduğunu sadece tahmin edebildiğim yere götürdüm. Teni pürüzsüzdü. Sakalı yok muydu bunun? Allah’ım yoksa ben adamın nerelerine dokunuyordum.
“Bakmayın lütfen.” Sesim bu seferde ağlamaklı çıkmıştı. Ensedeki kıskaçtan sayemde kurtulmuş olan adam belimden tutarak kendini geri çekti.
“Ne yapıyorsun bir anlayabilsem?”
Ve ardından kendisini hızla çeken bir kol sayesinde anladı. Kulüpteki CIA tüm öfkesi ile karşımızda dikiliyordu. Bir adım atarak Harun Bey’in arkasına gizlendim. Belki beni görmezse adamın öfkesi de geçerdi.
“Sizi öldüreceğim. Eğer Mert Bey’e bir şey olursa sizi polise vereceğim.” Hala Mert diyor ya, acaba bu gorilin adı ne? Onunda örtüşmeyen bir adı olduğuna her bahse girerim. Birde Allah’ım ben hala buradayım. Gizlendim ama sen beni görürsün.
Öfkeli adam ani bir hamle yapmak için kolunu kaldırdığında gözlerimi yumdum. “Ver artık şu şansı!!!”
Harun Bey adamın kolunu havada keserek diğer eliyle boğazına yapışmıştı. Şimdi yüzünü yüzüne daha da yaklaştırmıştı ve ben ayakaltında kalmamak için kendime yaşam alanı açmak adına dört beş adım gerilemiştim. “Herkes güçlüdür ama bazen gücümüzün de sınırları vardır.” derken iki güçlü kol hala havada restleşiyordu. Bilek güreşini kazanan sözünün de arkasında durduğunu gösteren Harun Bey olmuştu. Adamın kolunu arkasına kıvırdığında ise CIA bozması kesinlikle fiziksel açıdan çok düştüğü durum yüzünden acı çekiyordu.
Bir an, sadece bir an karşısına geçip nanik yapmak istesem de kendimi tuttum. Ardından hastane bahçesindeki birkaç kişi koşarak olaya müdahale ettiler. İkili birbirinden ayrıldığında bile öfkeli gözlerle kavgaya devam ediyorlardı. Adam eliyle koluyla sizi geberteceğim şeklinde birkaç işaret yaptıktan sonra etrafındakilere bağırarak uzaklaştı.
Harun Bey ceketini düzeltirken bende yerdeki otopark çizgilerini incelemekle meşguldüm.
“Sen Vural’lara yetiş lütfen. Ben Uygar’ı bırakamam o herif hala burada.”
“Gitmek istemiyorum.” Gözlerimin içine baktığında ise devam etmem gerektiğini anladım. “Çünkü eve gitmeyeceklerini biliyorum.” Evet çok güzel bir açıklama olmuştu doğrusu.
“Anladım.” Sustu tam ağzını açmıştı ki yine sustu. Arkasını dönüp hastane kapısından içeri girdi ve aynı hızla dışarı çıktı ve birkaç adım mesafe bırakarak durdu.
“Onu görmek istersen seni götürebilirim.”
“Uygar’ı mı doktor iyi olduğunu söyl…”
“Arkadaşını ya da her ne ise onu.”
“Mert’i mi?”
“Evet işte onu!”
Benden beklediği tepkiyi alamadan cep telefonu çaldı. Ceketinin iç cebindeki telefonunu çıkarıp cevapladı.
“Efendim Canan? Evet, biliyorum gelecektim ama bir aksilik oldu. Uğramaya çalışırım tamam.”
Aksilik bendim peki Canan kimdi? Karısı mı? Evli miydi? Aptal kafam. Belki de sevgilisiydi. Bir de sevgili ile konuşurken hala bana bakmıyor muydu? Ah bu katlanılmazdı!
“Kapatıyorum görüşürüz.” Telefonu açtığı hızla kapatarak ait olduğu yere koydu.
“Karar verdin mi? Görecek misin?” diye sorduğunda “Göreceğim” dedim öfkeyle. Niçin öfkeleniyordum ve neden hastane kapısına doğru hızla yürüyordum ve neden o Uygar’ın odasına girince hızla geri çıkıp sahile doğru içimde büyüyen öfkeyle yürüyordum inanın hiç bilmiyordum…

-İki saat sonra-

“Bu gece hiç bitmesin Hoppa! Haydi, kumsal dansı.”
Bu dakikalar Berfin’in çıktığı duvarın üzerinden balıklama denize düşmesini istediğim anlardı. Ancak soğuk suyu yiyince kafası kendisine gelecekti. Az önce beşinci kez yoldan geçen bir arabanın camına taş atmıştı ve ne şanslıydı ki tek bir tanesi bile inip yaptığının hesabını sormamıştı. Böyle bir şeyi ben yapsam muhakkak buz gibi suyun tadına bakmıştım. Ne içtiyse kafası daha ben gelmeden güzel olmuştu. Şimdi sonunu getirdiği bir başka şişeyi hızla denize savurdu. Üşümüştüm ve hallerine bakılırsa kalkmaya da hiç niyetleri yoktu.
İyi ki bir saat önce konsere gideceğimiz yalanını Berfin’in telefonundan annemlere yazmıştım. Zaten şu halde eve gitmemesi de kendi yararına olurdu. Yavaşça omzuma konan bir sıcak bir ceket düşüncelerimi böldü.
“Harun gelsene ya çok güzel burası.” Vural dilinin döndüğünce arkadaşına hoş geldin diyordu.
“Harun Bey siz.. Şey Uygar nasıl?”
“İyi. Arkadaşını başka hastaneye sevk ettiler. Bende son hallerini görmek için buraya geldim.”
“Gördüğünüz gibi” dedim karşımdaki manzarayı işaret ederek ve tam yanlış zamanda işaret ederek. Berfin Vural’a ateşli bir öpücük verip başını yana yatırdı ve arsızca sırıttı.
Oturduğum taştan hızla ayağa kalktım. “Sen iyice sapıttın artık. Haydi, kalk eve gidiyoruz.”
“Ya gitmiyorum ben. Sen nereye istersen git.” Bir kahkaha daha.
“Sana kalk dedim.” Berfin’in yanına gelip kolunu koparırcasına çektim. “Bir de ulu orta tövbe yarabbi.”
“Ne ya siz ikiniz öpüşmüyor musunuz? Kaç saat sonra geldin zaten anladıkta seni mi kırdık. Kalbin kırılmasın dedik senin şu yaptığına bak.” Kolunu şaşkınlıkla bırakınca Berfin hızla gerisin geri yere uzandı.
Birkaç saniye hareketsiz kaldıktan sonra karşı atağa geçtim. “Saçmalama kalk diyorum sana biz ne ile uğraşıyoruz haberin var mı? Sen burada neler saçmalıyorsun?” Vural’ın da desteği ile ayağa kaldırdığım Berfin dengesini sağladıktan kısa bir süre sonra çığlık çığlığa bağırdı. Sesi tüm sahil şeridi boyunca yankılanmıştı.
“Tanrım adamı göğsünden öpmüş.”
Berfin dengesizce zıplamaya devam ederken bakışlarım şimdi ceketi elinde duran ve bembeyaz gömleğindeki kocaman ruj izi ile dikilen adama kaydı. O da benimle aynı anda fark etmenin şaşkınlığı ile önce gömleğe sonra da yüzüme baktı. Nasıl olduğunu bilmemize rağmen sanki nasıl olduğunu birbirimize sorar gibiydik.
“Çok özür dilerim.” dedim. Ardından hala zıplamaya devam eden Berfin’in kolunu sertçe tutup yaptığı hareketi kestim. “Öpmedim yani sadece yanlışlıkla değdi. Asılırken olmuş olmalı.”
“Sen Harun’a mı asıldın?” Vural gözlerini kocaman açmıştı üstelik bir de benden cevap bekliyordu.
“Yeter” diye kükredi. Sesin sahibi fazla öfkeliydi. Vural’a doğru birkaç adım atmıştı ki yine çalan telefon sözünü kesti.
“Efendim? Tamam geliyorum.”
“Canan mı?” Vural sanki içimden geçen soruyu okumuştu. Harun Bey başını sallayarak onayladığında ise bu geceki tek dostum geri geldi. Öfke!
Berfin’i hızla kolundan çekerek caddeye doğru yürüdüm. O ise hala yeni sevgilisine öpücük atmakla meşguldü.
“Aslıhan!” sadece adımı söylemişti. Oysa sesindeki bir şey aynı zamanda bana durmamı da emretmişti.

Ben emirlere kulak asmazdım.
Ben Aslıhan Yılmaz’dım.
Onun personeli, arkadaşı ya da Canan’ı değil!

Caddeye çıktığım an tüm gece beklediğim şansın ayaklarımın önüne geldiğini gördüm. Boş yolda bir taksi yavaşlayarak önümde durdu. Harun Bey bize doğru hızla yaklaşırken Berfin’i arka koltuğa tıkıştırıp itekledim. Kızın sarhoş başı omzuma düşerken şoföre “Sür” dedim.
O emir öyle değil işte böyle verilirdi.

-Aynı sabah-

İnsanlar uyanırken yatıyor olmak tuhaftı. Hele benim gibi saati saatine yaşayan bir insan modeli için oldukça tuhaf. Gün aydınlanmıştı ve ben gün ışığında uyuyamazdım ki (?)

Lavaboda makyajımı çıkartırken hala ısrarla çıkmayan rimel ile içimde kalan son öfke kırıntılarını da atıyordum. Derken canı henüz çıkmamış telefonum çaldı. Ekranı çatlamış ve arka kapağının kenarı kırılmış olsa da hala iş görür olması harikaydı. Arayana baktığımda unutmuş olduğum birini tekrar hatırladım. Biri bitmeden öbürü başlıyordu işte.
“Taner Baki Güvener arıyor” Meşgule basıp musluğu sonuna kadar açtım ve yüzümü serin suya teslim ettim.
Bu sefer telefondan bir bildirim sesi geldi.
“Yeter ama Taner. Yeter ya!”
Telefon ekranında “bir mesaj alındı” yazısını görünce tuş kilidini açtım. İçimden ne geçiyorsa yazacağım cevapta saydıracaktım. Kim bilir neler yazmıştı sahtekâr. Gönderi tanımadığım bir numaradan geliyordu. Yeni numaramı almıştı hayır az önce kendi numarasından aramamış mıydı?

Mesajı açtığımda bir doğru ve bir yanlış tahminden ibaret tek bir cümle yazmaktaydı.

-Sanırım rujunun rengi şu bahsettiğin fuşya ve Canan çıkmayacağını söylüyor-

Evet, renk fuşyaydı ama Canan’cığı yanılıyordu bak ben o lekeyi nasıl kazıyacaktım…

Annem banyo kapısını tıklattı. Son günlerde çok fazla kendi kendime konuştuğum için kadının çıldırmış olduğumu düşünmesi de normaldi. Yirmi altı yaşında ve deli bir kız. İşte bu hiç çekilmezdi.
“Aslıhan kızım iyi misin ne yapıyorsun?”
Aynadaki ıslak yüzüme bakarak cevapladım.
“Fuşya yapıyorum anne” dedim "Fuşya!”

Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 29

 
Cennet’in iyileştiremeyeceği hiçbir acı yoktur bu dünyada…
MOORE


BÖLÜM 29
“Aşk Cenneti”...

“Aslıhan Hanım bu ne?” Az önce kendisine uzattığım dosyayı eline alan Haldun Bey gür kaşlarını çatarak önce elindeki dosyaya sonra da yüzüme bakarak sordu. Kaşlarını ne zaman tam olarak böyle çatsa yanaklarının bitimindeki çizgileri daha da derinleşiyordu. İşte yine harika bir hafta başlıyordu. Tüm hafta sonu üzerinde çalıştığım dosyayı kenara atan çok sevgili patronum hala yüzüme bakmakta ve sorusuna cevap aramaktaydı.
Acaba roman yazdım da fikrinizi almak için getirdim desem kovulur muydum? Belki…
O zaman iki hafta sonra sona erecek olan stajımda muhtemelen yanardı. Bu iki yıllık emeğimin çöpe gitmesi demekti. O yüzden elimdeki dolmakalemin kapağını açıp kapamaya devam ederken cevapladım. “İstediğiniz firma ile ilgili mali rapor.”
Haldun Bey sabah fırçasına tam gaz devam etti. “Ben sizden özet bir çalışma istiyorum siz bana kalkmış yüz sayfalık bir rapor sunuyorsunuz.”
“Ama Semih Bey bana detaylı bir çalışma yapmamı söyledi.” Semih Bey Haldun Bey’in ortağıydı. Yani diğer patronum ve bu iki zıt insan nasıl olup da bir araya gelerek şirket kurmuşlardı hiçbir zaman aklım almayacaktı. Herhalde tıpkı kadın erkek ilişkilerinde olduğu gibi birbirlerini tamamlayarak böyle sevgi dolu bir ilişki yaşıyorlardı. Bense onların mutsuz çocukları gibiydim. Annemi mutlu etsem işte bak babam böyle mutsuz oluyordu.
Dosyayı masanın benden tarafa olan ucuna fırlattı. “Öğlene kadar özet bir rapor istiyorum.”
Dolmakalemin kapağını son kez sertçe kapatıp kibarca cevapladım. “Tabi efendim.”
Masama oturduğumda yasemin çayımdan büyük bir yudum aldım. Bu kesinlikle iyi geliyordu ya da psikolojik olarak iyi geldiğini hissediyordum bilmiyorum. Ne fark ederdi ki? Sonuçta antidepresan kullanmaktan daha iyiydi. İki hafta önce Eda ve annem ile gittiğim kıvırcık saçlı psikiyatrın odasına girdiğimde bile yasemin çayına olan inancımı korumaktaydım.
“Oturun lütfen ve anlatın.” demişti lahana kafa.
“Şey ben kendimi biraz mutsuz hissediyorum.”
“İntihar etmek gibi fikirleriniz var mı?”O kadar insanın canını çektirircesine sormuştu ki kendisinin bunu yapmamı isteyip istemediğine emin olamadım. Başımı kaldırıp adamın yüzüne haykırdım. “Hayır, ben cehenneme gitmeyi garantilemek istemiyorum! Cenneti görmeden olmaz! En azından bu dünyadaki cenneti.”
“Asabiyet belirtileri. Evet ve öbür dünyayı düşünme evresi.” Adam önündeki deftere bunları kaydettikten sonra masadaki reçeteye okunması imkânsız bir şeyler karalayıp uzattı.
“Depresyon başlangıcındasınız şimdilik on miligram ile başlayalım.” Uzattığı reçeteyi aldım. Doktor bir sonraki hastayı çağırdığına emin olduğum zile bastı. Herhalde bu hızla günde beş yüz tane hastaya bakıyordu. İçeriye bir başka deli girdi. Eda meraktan çatlamak üzere olduğu her halinden belli bir ifade ile yanıma kadar geldi ve bir saniye daha dayanamadı.
“Ne oldu? Ne oldu?”
“Delirmişim” diye cevapladım.
Doktor önündeki defterinden başını kaldırmadan araya girdi. “Başlangıcı bayan.” Ne yazıyordu ki; tek bir soru sormuştu ve şimdi elli satır karalıyordu o lanet olası defterine.
“Evet delirmeye başlıyor muşum Eda.” İki elimle ağzımın kenarlarından tutup çekiştirirken dilimi de yukarı aşağı sallıyordum. Eda elini ağzına götürmüş sus işareti yaparken gülüyordu.
Üzülmüyordum çünkü bence deliler de cennete giderdi. Tıpkı yaptıklarından mesul olmayan bebekler gibi onların da öldüklerinde cennete gittiklerine inanırdım. Trilyoner bir insan için çekilmeyecek bir hayat yaşıyordum. Tabi iki hafta önce trilyoner olabilseydim…

-İki hafta önce-

Bir anne evladını bilerek öldürmek istemezdi herhalde(?)
Ama benim annem istiyordu.
Şimdi bir eliyle ağzımı sıkı sıkı kapatıp diğeriyle başımın arkasını tutarken benimle birlikte odanın ortasında zıplıyordu. Elini ağzımdan çekmeden önce son uyarısında bulundu. “Aslıhan ölümü öp bağırma kızım.” Sonra dediğini yaptı ve nihayet elini çekti. Birkaç saniye nefesimin eski düzenine girmesini bekledim.
“Nasıl üç gibi mübarek bir sayıyı yazmam da gidip kazık gibi bir sayısını yazarım. Nasıl? Nasıl? Nasıl?” Avuç içimle canımı fena acıtacak şekilde alnıma vuruyordum. İşimi bitirdiğimde yüzümün üst kısmı okkalı bir tokat yemiş gibi kızarmıştı. Belki de kapı çarpmış gibi görünüyordu. Evet evet, bana kesinlikle bir şey çarpmıştı. Ben odanın içinde kafamı kaşıyarak bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelirken annem ellerini kaldırmış, Allah’a kısa ama içten bir dua sarkıtıyordu. Bitince ise yüzümü merkezkaç sayıp dairesel kafa hareketleriyle etrafıma üfleyip odadan ayrıldı.
Kâğıt ve ekrandaki sayıların tamamının eşleştiğini sanan ben ne yazık ki bir sayının farkını anlayamamıştım. On dakika boyunca bireysel halay, sokak dansı biraz da bale gösterisi karışımı şovum boşunaydı demek! Sadece ve sadece beş tutturmuştum. Trilyonu kaçırmıştım.Trilyon!!! Ne güzel bir rakam püfür püfür…
Yüzümden anlık bir deli gülümsemesi geçti. Bu gülüşü severim. Bu dünyanın en doğal ve tabii ki en boş gülümsemelerinden biridir. En son böyle gülerken odaklandığım yerde sarı ve parlak bir ışık görmüştüm. Deliler hakkında bu kadar şeyi nereden mi biliyorum. Geçmişte tanıştıklarımı bir kenara koyarsak; hani bazen iç dünyası bizden daha karmaşık biri karşımıza çıkar ve bizi yorar. Sitemle karışık etrafımda akıllıdan çok deli var deriz ya, mecazen değil benim ki gerçekten de öyleydi.
Ah söylemedim dimi! Evimiz İstanbul’un ikinci büyük akıl hastanesinin dibindeydi. Birincisini ise birçok kez ziyaret etmiştim. Çıldırdığım için değil, yani çılgındım tabii ama kontrolü şimdilik elimde tutabilmeyi başarabiliyordum. Aslında pratikte fena değildim ama biraz daha zamanım olduğunu düşünerek uygulamaya henüz geçmemiştim. Orayı detaylı bilmemin sebebi ise; anneannemin üç sene önce geçirdiği beyin ameliyatının bu hastane ile aynı bahçeyi kullanan yan binada gerçekleşmiş olmasıydı. O yüzden her yerini –tecir bölümü dâhil- elimle koymuş gibi biliyordum.
“Muzur!” demişti beni koşarken yakalayan görevli adam. Merak etmeyin size muzurlukla girdiğim o kilitli bölümleri ve döner bıçakları ile kovalanışımı anlatmayacağım.
Anlatacağım şu; hani aşkta kaybeden kumarda kazanırdı ya? Şimdi ben kumarda kazandığımı zannedip aslında kaybetmiştim öyleyse aşkta da kaybettiğimi sanmış ve kazanmıştım. Durumum da kafam gibi biraz karışıktı aslında. Biraz mı? Hayır! Durumum gerçekten içler acısıydı.
Neyse ki; Ben yaşanan her talihsizlik sonrasında hayatın bize güzel bir şans sunarak gönlümüzü alacağına inanırım. Eh madem öyle; bu hayal kırıklığının sonrasında hayatın şansı ayaklarıma sereceği o gün bende gitmek isteyeceğim tek yerin cennet olduğunu söylerdim olur biterdi. Ama ben nereden bilebilirdim; aklı beş karış havada olan her kız için bu dünyadaki tek cennetin aşk cenneti olduğunu…
“Ah! Ah!” Başımı elime dayamış iç geçirirken yasemin çayının dumanında kurduğum yakın zaman turum da sona ermişti.
“Günaydın Bayanlar” Semih Bey’in sesi ile kendimi toparlayıp Gaye Hanım ile birlikte aynı anda cevapladım. “Günaydın Semih Bey.”
“Gaye Hanım odama gelir misiniz?” Gaye başıyla evet işareti yaparken Semih Bey arkasını dönünce yüzünü buruşturarak peşinden odadan çıktı. Gaye Hanım çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir insandı. Sevmeme sebep sıcakkanlı ve açık sözlü bir kadın olmasıydı. Saygı duymama sebep olan şey ise hayata karşı verdiği mücadelesiydi. Başarısız bir evlilik yapmış, eşinin tehditlerine boğun eğmemiş ve sonunda da kendi ayakları üzerinde durmayı bilmişti. Acaba aynı şeyler benim başıma gelse bu kadar sağlam durabilir miydim işte bunu hiç kestiremiyordum.
Nasıl kestirebilirdim ki? Hayatımdaki bütün erkekler gitmişti. Ufukta evlilik değil doğru dürüst bir ilişki bile yoktu. Oysa beni aşk cennetine götürecek olan limandan bineceğim gemiye birinin elini tutarak geçmek istemiştim.
Sıfır kilometre cep telefonum çaldığında artık bu günlük yeterince hayal kurduğumun farkına varmıştım. Arayan komşumuzun bilmiş kızı Berfin’di. Berfin Aydın’la aynı yaşta olmasına rağmen hayatı fazla erken tanımış bir kızdı. Öyle ki bazen onunla konuşurken benden beş yaş küçük olduğunu unutabiliyordum.
“Günaydın hayatım nasılsın bugün?” İşte her zamanki boş vermişim bu dünyayı neşesi.
“Fazla hayalperest. Pazartesiye pek yakışmıyor.”
Telefonun ucundan şen bir kahkaha patlattı. “Doğru hayal etmenin günü cumartesidir.”
Berfin bu saatte uyanmış ve sabah sabah bu kadar neşeli ise bunun tek bir anlamı vardır. A’dan Z’ye yirmi dokuz harfin en az yirmisinden sevgilisi olmuş bu küçük hanım yine eksik harflerinden birisini tamamlamak üzereydi. Kesin! Kendisini henüz altı aydır tanıyor olsam da bu tam da Berfin’in âşık olmak üzere olduğunda çıkan ses tonuydu. Yeni bir enişte adayı yoldaydı. Taner’le çıktığımız zamanlar kendisi ile pek ilgilenemediğim için o günlerin acısını içinde bulunduğumuz şu son zamanlarda çıkarmakta kararlıydı.
“Aslıhan bugün Vural’la görüşeceğim.” dedi mümkün olduğunca kısık bir sesle ve aynı tonda devam etti. “Sence kot pantolon ve beyaz bluz mu giysem yoksa şu mavi elbisemi mi?”
“Berfin pardon ama Vural kim?”
“Ya bizim Uygar yok mu, onun amcasının bir arkadaşı. Geçenlerde bir doğum günü partisinde karşılaştık. Tabi senin aklın hala şu üçkâğıtçı fotoğrafçı da olduğu için muhtemelen ben anlatırken sen onu düşünüyordun.” Çok güzel yine nasıl da üçkâğıda geldiğimi hatırlamıştım.
“Amcasının arkadaşı diyorsun Berfin! Allah aşkına bu adam kaç yaşında?”
“Çok değil otuz dört.” dediğinde sesi sanki kendisinden iki yaş büyük olduğunu söyler gibi çıkmıştı.
“Çok değil canım sadece senden on üç yaş büyük.” Cevap vermeden önce derinden bir of çekti. “Annemler gibi konuşuyorsun. Hem bu zamana kadar yaşıtlarımla çıktımda ne hayrını gördüm.” Benden destek istediği belliydi ya da mavi elbisesini giymesi gerektiğini söylememi istiyordu. Onu durdurmayacağını bilsem de destek yerine köstek olacak bir cevap verdim. “Belki de biraz ara verme zamanıdır ne dersin?”
“Mavi elbisemi giyeceğim. Akşam tüm detayları anlatacağım görüşürüz. Sakın erken yatma. Çok öpüldün…”
“Alo..Berf..Hey Allah’ım ya.” Kahretsin şimdi bu kafayla özet rapor hazırlamam gerekiyordu.

-Aynı akşam-

Berfin sigarasından bir nefes daha çekerek dumanını yavaş ve uzun bir şekilde bıraktı ve son yarım saattir devam eden konuşmasında temel oluşturan cümleyi beşinci kez tekrarladı.
“Bir kere kişiliği oturmuş bir erkek ben anlarım.”
“He he” Gözlerimi bir tur döndürerek devirdim.
“Bak caymak yok geliyoruz diye mesaj atacağım şimdi.” Daha caymak yok derken bile mesajın gönder tuşuna basmıştı.
“Berfin ben gelmesem, hafta içi çok yoruluyorum ve cumartesi gecesi benim tek özgür gecem.” Oturduğu koltukta pozisyon değiştirerek ayaklarını altına aldı. “Bundan daha özgür gece mi olur ya? Gece kulübüne gideceğiz diyorum sana.”
“Annene ne diyeceksin?”
“Dışarıda bir şeyler yiyip içeceğiz falan derim. Aslıhan sen gelirsen annem kesin izin verir.”
“Bilmiyorum canım hiç istemiyor.” Belki surat assam işe yarardı.
Berfin sigarasını tablaya bırakarak kollarını önünde kavuşturdu. “İyi tamam gelme, sen pijamalarını giy, şu aşk filmlerinden bir tanesini aç ve izle. Şu dokuzuncu kez izlediğini mesela sonunda aşk gurura galip geliyor saçmalığı olanı.”
“O bir klasik.”
“Sende bir klasiksin. Tahminen beş sene sonra da rafa kaldırılacaksın. Yirmi beş yaşını bitiriyorsun Aslıhan ve hayatından geçen tek düzgün bir adam yok.”
“Sen öyle san. Bir sürü düzgün adam tanıdım ben. Taner mesela aslına özünde düzgün biri sadece hayat şartları onu böyle davranmaya itmiş olmalı.”
“Pes!” Azimle geçmişi tarayarak aklıma gelen başka bir ismi öne çıkardım.
“Mesela Mert var, o benim ilk gerçek aşkımdı.”
“Hani nerede Mert, adı batsın Mert’miş peh!”
“Sen kendine bak benim yaşıma gelince korkarım Türkçe alfabeyi tamamlayıp başka dillerde isimlere geçersin.” Kabul ediyorum bu biraz ağır olmuştu. Berfin ağaya kalkarak banyonun yolunu tuttu. Kapıyı hızla kapatarak anahtarı sesli bir şekilde çevirdi.
“Kahretsin.” Tablada kendini yok eden sigarasını söndürdüm ve oturduğum sandalyeden kalkarak banyo kapısının önünde gittim. “Berfin aç kapıyı tamam özür dilerim. Öyle demek istemedim.”
Ses yoktu ama ben onun sesini neyin çıkaracağını çok iyi biliyordum. Çaresizce konuştum. “Tamam geleceğim. Söz”
Kilit hızla çevrildi ve kapı ardına kadar açıldı. Berfin tüm gücüyle boynuma atılmıştı.
“Seni seviyorum seni seviyorum.” Boynuma o kadar sarılmıştı ki kızı belinden çekip kutlamasını tek başına yapmasını seyrettim. Muhtemelen o kadar gürültülü yere en fazla yarım saat dayanabilecek olan ben pazar sabahı berbat bir baş ağrısı ile uyanacaktım.
Berfin dansına devam ederken sabahki ses tonuyla sordu. “Siyah askılı elbisemi? Kırmızı boyundan bağlı tulum mu?”

-Cumartesi Akşamı-

Berfin yanımda durmuş siyah askılı elbisesini çekiştiriyordu.
“Yapma şöyle sokak ortasında.” diye geveledim.
“Eteği yürürken yukarı çıkıyor ne yapayım?”
“Neden giydin o zaman?”
“Sen neden böyle giyindin? Saçına bir fön çektirseydin bari. Ah! Neyse ki makyaj yapmayı unutmamışsın bu da bir şey.” Altımdaki buz mavisi kot ve üzerine giydiğim beyaz badi ile oldukça rahattım. Umursamazca omuz silktim. “Ben böyle iyiyim.” Berfin süet topuklu ayakkabılarının ucunu yaklaşık on dakikadır dikildiğimiz kaldırımın kenarına vurdu. “Nerede kaldı bu Uygar?”
“Bilmem senin arkadaşın.”
Berfin Uygar’ı aramak için kuş kadar el çantasını açmıştı ki önümüzde siyah bir BMV aniden durdu.
“Geldi önümüzde durdu ayı.” Akşamdan beri içimde biriken sinirle ağzımdan düşünmeden ilk çıkan söz bu olmuştu. Başımı eğip ön açık cama doğru seslendim. “Kardeşim biraz ileri park etsene haydi haydi. Ama olacağı bu böyle yol kenarında durursak öküzü de gelir ayısı da.”
Sol karın boşluğuma hızlı bir dirsek yedim. “Ah!”
“Ne yapıyorsun Aslıhan delirdin mi bunlar onlar?”
“Kimler?”
“Uygarlar”
Laf aramızda kalsın uygar insan oldukları her hallederinden belliydi çünkü ettiğim hakaret karşısında iki -oldukça hoş- adam arabadan çıkıp sadece gülümsediler. Tabi bende. Hiçbir şey yokmuş gibi tıpkı bir şebek gibi gülümsedim.
Berfin’e doğru fısıltıyla konuştum. “Bu çocuk yirmi yaşında bu arabayı nasıl almış.”
“Uygar’ın ailesi oldukça zenginler. Şimdi sus da çaktırma.”
Berfin şoför tarafındaki daha genç olanına eliyle küçük bir selam verdi. “Selam Uygar”
“Selam Berfiş” diye cevapladı genç adam.
Ardından diğer kapıda dikilen oldukça hoş görünümlü adama doğru konuştu. “İyi akşamlar Harun.”
Vural değil miydi adı? Sayı hafızamın aksine isim hafızam pekiyi sayılmazdı ama ben yine de isminin Vural olduğuna o kadar emindim ki. Kafamdaki bu karışıklığı Berfin hemen oracıkta çözdü. “Harun Uygar’ın amcası.”
Amca mı? Ben ömrümce böyle bir amca görmemiştim. Adam hiç yaşlı görünmüyordu en fazla otuz iki civarı ve oldukça düzgün bir fiziğe sahipti. Sanki bunu ortaya çıkarmak için özellikle üstüne bu kadar oturan bir takım elbise gitmişti. Niye bu kadar klasik giyinmişti ve her şeyi niye bu kadar pahalı gözüküyordu.
Lanet olsun keşke fön çektirseydim! Şu halime bak! Acaba dört apartman ilerideki eve gidip üstüme hoş bir elbise giymek için on dakika istese miydim? Hayır, adam bunu kendisi için yaptığımı sanabilirdi? Sansa ne olurdu? Aman boşver bir elbiseye fit olan adamları çoktan arkamda bırakmıştım. İyi ki gri renkte hafif bir far ve bol rimel sürmüştüm.
Berfin’in “Bu da arkadaşım Aslıhan.” dediğini hayal meyal duydum.
“Çok memnun oldum” diye oldukça kibar bir selam veren amcasına karşın Uygar daha samimi bir tavır sergilemişti. “Selam Aslıhan haydi atla”
Kızlar olarak arabanın oldukça geniş arka bölümüne yerleşmiştik ki Berfin atıldı “Vural nerede?” Bir yavaş ol kızım ya.
Uygar “Yoldan alacağız” diye cevapladı ve gaza öyle bir bastı ki bizim sokağın asfaltı arkamızdan ağladı. Beş dakika sonra yakın bir semtte oturan Vural’ı da almıştık. Uygar, Berfin ve Vural birçok konudan sohbet ederlerken arabada sessizliğini koruyan benden hariç bir kişi daha vardı. Muhtemelen Uygar amcasını bir toplantının ortasında çıkarıp yanında sürüklemişti. Şuan ki yüzünün kasılmış ifadesinden anlayabildiğim bu kadardı. Bu geceki tek mahkûm ben değildim ve neden bilinmez kendimi o gün ilk kez yalnız hissetmedim.
-Yarım saat sonra-
Taksim’in merkezine yakın bir yerlerdeki gece kulübünün önünde aynı kendisine benzer takım elbise giymiş bir sürü adamla konuşan Harun Bey başını olumsuz anlamda sallayarak kendisi bekleyen dörtlüye doğru yöneldi. Berfin artık alışık olduğum ayak vurma hareketlerinden birisini daha yaptı. Bu sefer vurduğu zemin parlak ve oldukça pahalı görünüyordu.
“Kimliğini yanına almadığına inanamıyorum Aslıhan”
“Şey ben lazım olacağını hiç düşünmemiştim.”
Uygar göz kırptı. “Bu kadar genç göründüğün için şanslısın.” dedi. Evet, genç göstermek iyi bir şeydi ama şuan da pekte hoş bir durum gibi gözüme gözükmüyordu. Kapıdaki CIA benzeri adamlar reşit olmadığımı iddia ederek beni içeri almak istemiyorlardı. Anlaşılan az önce Harun Bey’in teklif ettiği para da bir işe yaramamıştı.
“Başka yere gidelim.” diye öneride bulundu Vural.
“Hayır, bu DJ performansı çok iyiymiş. Bu kulüpteki ilk gösterisi. Dinlemeyi çok istiyorum.” Berfin’in ikna olacağı yoktu. Sonra aklına bir fikir gelmiş gibi Uygar’a baktı “Eve gidip Aslıhan’ın kimliğini alamaz mısınız?” Uygar gidip geleceği yolu hesap etmek ister gibi kaşlarını kaldırdı.
“Lütfen gidip gelmeniz en fazla bir saat. Köprü açıktır zaten. Lütfen lütfen lütfen.”
“Hayır!” dedim biraz fazla yüksek sesle. Berfin’in çocuksu viyaklamasına tahammül edemediğim gibi benim yüzümden başka insanların da eğlenceden mahrum kalmasına hiç gerek yoktu. “Ben halledeceğim.” diyerek daha sakince ekledim.
Herkes tüm dikkatini bana vermiş şekilde yüzüme tuhaf tuhaf bakıyordu. Gülümseyerek “Haydi siz girin bende birazdan geleceğim.” dedim.
Berfin Uygar’ın koluna hafifçe vurarak harekete geçmelerini bildirdi. “İyi madem haydi girelim bir dakikasını bile kaçırmak istemiyorum.” Aslında biraz emri vaki gibiydi çünkü bir eliyle Vural’ı diğeriyle Uygar’ı tutmuş girişe doğru sürüklüyordu. O anda Harun Bey’le yalnız kaldığımızı fark ettim.
“Sizinle gelmeme izin verin” dedi. Tanrım tam olarak “Bay Darcy” gibi konuşmuştu ve aslında üzerinde de döneminin en asil kıyafetini taşıyordu.
Şirin bir gülümseme sundum. Umarım “Elizabeth” kadar başarılı olabilmişimdir. Bu gece en sevdiğim filmi onuncu kez izlemek yerine adeta yaşıyordum.
Gururlu bir kızdım ben ve o yüzden “Hayır, teşekkür ederim kendim halledebilirim” dedim. Kafamdaki hayal dünyasında yaşayan ben olaya kendimi o kadar kaptırmıştım ki yapılmaması gereken tek şeyi yaptım. Gerçekten inanamıyordum adamın yanından ayrılmadan önce reverans yaptığıma ve dahası Bay Darcy’nin de bana ufak bir baş selamı verdiğine…
İki dakika sonra İstiklal Caddesi’ne çıkmıştım. Saate rağmen tüm dükkânlar açık ve cadde inanılmaz kalabalıktı. Bayağı bir ilerlemiştim ki aradığım dükkânı bularak içeriye daldım. Gece kulübünün önüne döndüğümde ise gecenin programının yazdığı camekânın önünde durup kafamdakini son kez kontrol ettim. Aslında yakışmıştı en azından diğer mavi olanından daha doğal duruyordu. Kafamdakini son kez kontrol ederek makyajıma da göz attım ve aşk cennetine giden bu yolda Berfin’in görmek için sabırsızlandığı DJ’in adına bakmayı hiç akıl edemeden serili halının üzerinde girişe doğru catwalk yürüyüşümle ve elimdeki küçük el çantasını sallayarak ilerledim. O kadar da zor değildi aslında bir ayağınızı diğerinin hemen önünde atarak tıpkı bir ipte yürüyormuş gibi ahenkle yol almak ve girişe vardığımda ise bizim CIA’lara göz kırparak kapıdan kendimi eğlence dünyasının içine atmak.
“Bu gerçekten olağanüstüydü.” Kapının arkasındaki karanlık bölmeden gelen sesten bir saniye sonra karanlıklar prensi de kendini gösterdi.
“Harun Bey. Siz içeri girmediniz mi?”
“Hayır” Cevap netti. Hayır.
“Yakışmış.” Sonra anlamadığımı fark edip başımı işaret etti. “Size kızıl yakışıyor.”
“Ah! Lütfen Ne kadarını gördünüz bilmiyorum ama şuan gerçekten utanç içerisindeyim.”
“Göz kırptıktan önceki kısmı görmedim.” Elini kaldırarak komik bir yemin etti.
“O en kötü kısmıydı.” Kesin suratım kafamdaki ile aynı renkteydi ama neyse ki ortam loştu ve adam yüzümün bu halini muhtemelen görmüyordu. Şuan da tırnak yemeli ya da dudağımı ısırmalıydım veya herhangi bir psikolojik bir sorun belirtisi göstermeliydim. Acaba lavaboya gitmek için izin istesem? Orada yer öyle gelirdim. Ben bunları düşünürken zaman kaybetmiştim. Adam çoktan içeri tarafa doğru buyurun dercesine elini uzatmıştı ve ben bir kez daha arkamdaki -kapı önündekinin aynısı- afişi görmeden gösterdiği yoldan ilerlemiştim…
Tanrım! Bu ne gürültüydü böyle. Çiftlerden bazıları birbirine sarılmış dans ediyor, bazıları masalarında içkilerini içiyordu ve büyük bir grupta DJ kabinin önünde kendilerini müziğin ritmine kaptırmış gidiyorlardı. Kalabalığın içinde ilerlerken Harun Bey’in omzuma değen elini hissettim. “Şu taraftalar” dediğini zar zor işitebilmiştim. Kalabalığı yararak gösterdiği tarafa ben önde o da arka da ilerledik. Dans edenlerden birinin kolu kafama çarptı. Herhangi bir felaketi önlemek adına kafamı tutarak masaya kadar ilerledim.
Masaya ulaştığımızda üç çift göz sonuna kadar açılmış halde bana bakıyordu.
“Aman Tanrım” diyen ilk tepki tabi ki Berfin’den gelmişti.
“Elimden gelenin en iyisi buydu.” diyerek locada boş olan bir yere sıvıştım.
“Bence harika görünüyorsun.” Uygar’ın samimi olduğuna inanmak istiyordum.
“Sağol”
Vural’da elini yumruk yapmış ve başparmağını tavana bakacak şekilde kaldırmıştı. Tam tersini yapmadığı için şuan onun Berfin’e kur yapmasına izin verebilirdim. Uygar daha masaya oturduğum an ayağa kalkarak “Haydi dansa” dedi ve daha ağzımı açamadan beni dans pistine doğru sürükledi.
“İyi ki geldiniz şu muhabbet kuşlarından canım sıkılmaya başlamıştı. İki saattir cik cik de cik cik.”
Gülümsemeye çabalarken aynı zamanda saçma sapan figürler yaparak dans etmeye çalışıyordum. Bir martı gibi göründüğüme emindim. Deli gibi kanat çırpan bir martı. Derken başka bir martının sırtıma çarptığını hissettim.
İri yarı kaba sakallı bir adam arkasını dönerek “Affedersin” dedi.
Daha sakin bir martı gibi davranarak kendi partnerime odaklandım. Uygar kendini dansın ritmine oldukça kaptırmış görünüyordu. Biz gelene kadar ne içmişti böyle? Ardından ilkinden daha sert bir şekilde birinin arkadan vurduğunu hissettim. Bu hiçte yanlışlıkla durmuyordu çünkü adam şimdi resmen beni taciz etmeye çalışıyordu. Bu sefer affetmeyeceğimi söylemek için kaba sakala önümü dönmüştüm ki şimdi arkamda kalan bir başka beden beni önce kendine çekti sonra da arkasına itti ve hala kime sürtündüğünden habersiz arkası dönük gorili tek yumrukla yere serdi. Adam yere serilirken etrafındakilerde çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Harun Bey sertçe “Oturalım” dedi ve ardından hala eliyle tempo tutan Uygar’a ölümcül bir bakış attı. “Dans eşine sahip çıkamıyorsan etme!”

Berfin ve Vural aşklarına ara verip locada ayağa kalkmış bize bakıyorlardı. Oturduğumuzda Berfin beni yanına çekerek kıkırdadı. “O da neydi öyle?”
“Görmüyor musun adam beni taciz etmeye çalıştı.”
“Onu demiyorum aptal Harun Bey’in yaptığını.”
“Her normal erkek gibi yapması gereken şeyi…..”
“Bence seni kıskandı.” dedi pat diye.
“Saçmalama” Başımı istem dışı olduğu tarafa çevirince göz göze geldik ve bir alev topu tüm bedenimi kapladı. Sıcak, sıcak olmuştu.
“Be-ben içecek bir şeyler almaya gidiyorum.” dedim bir avazda.
Berfin “Masada var ya?” diyerek kolumu tuttu.
“Alkolsüz bir şeyler.” diyerek kelepçe gibi bileğimi sıkan elinden kurtuldum. Kalabalığa girmeden yuvarlak sahnenin etrafını duvar kenarından turladım. Tek amacım Dj kabinin önünden geçerek hemen yanındaki bara ulaşmak ve barmenden su dilenmek olacaktı. Çok kalabalıktı ve çok sıkışık. Biraz daha iteklerlerse duvarda pestilim çıkacaktı.
Ve o anda gördüm. Afişi. Bakmadığım o lanet olası afişi. Afişten önümdeki kabine kayan gözlerimden önce ben çoktan platformun üç basamağını çıkmıştım.
Oradaydı ve gerçekti. Şimdi aşağımızda eğlenen herkesten daha gerçek görünüyordu. Başını önündeki aletlerden kaldırarak yüzüme baktı. Gözleri gözlerimi o anda tanıdı. Bunu hissetmiştim. Kulaklığını boynuna asarak yüzüme daha dikkatle baktı ve ardından elini bana uzatarak dilinin ucundaki ismi hatırlamaya çalıştı.
Adımı hatırlaması için her şeyi yapardım. Eğer değecekse şu aptal peruğu çıkarmayı bile göze alırdım. Aradığı şeyi bulduğunda ise önce inanamayarak baktı sonra gülümsedi. Kaç sene geçmişti bilmiyordum beş belki de altı. Konuştuğunda sesi içimi acıttı. Eskisinden sert, eskisinden erkeksi çıkmıştı. Evet, o koca bir adam olmuştu ve bende koca bir kadın. Kırmızı kafalı koca bir kadın.
“İnanamıyorum Aslıhan?”
Elimle bir Uygar selamı verdim. “Selam Mert”
“Buraya gel” dedikten bir an sonra bana sarıldı. Kızıl saçlarımın arasından nefesini duyabilmiştim. “İyi misin?”
“Evet çok iyiyim. Ya sen?” Sorarken bende elimi usulca sırtına bıraktım. Sıcaktı.
Geri çekilip tekrar yüzüme baktı. “Ben de iyiyim. Şey seni görmek. “ Boğazını temizledi. “Yani bunca yıl sonra şuan ne kadar şaşkınım anlatamam. Beni dinlemeye mi geldin?”
“Aslında tesadüf oldu. Ama seni gördüğüme çok sevindim.” Hissettiklerim sadece sevinç miydi? Tanrım şuan duygu fırtınasının tam ortasında girdaba doğru sürükleniyordum.
“Eee neler yapıyorsun?” diye sordum. Sormaz olaydım.
“Evlendim.” Kimle diye sormaya cesaret bile edemezdim. Eğer bana tanıdık bir isim söylerse muhtemelen bu anın şokuyla kendimi kaybederdim.
“Peki sen?” dedi. Ne diyecektim. Evlenmedim. Evlendim. Evlenmedim. Evlendim. Başını öne eğerek cevap beklediğinde uzatmadan cevapladım. “Bende evlendim.”
“Sevindim. Benim ki yürümedi ama ben geçen sene boşandım.”
Ah! Lanet olsun. Allah beni kahretsin.
“Bir kızım var. Çok tatlı”
Eminim bana benziyordur diye düşünürken kibarca “Allah bağışlasın.” dedim.
Ardından hala ellerimizi tuttuğumuzu fark ettim. Bu özlem mi demekti? Neyi bekliyordum? Söyle Aslıhan ben evli değilim de!
“Mert ben aslında ben evlili…”
“Aslıhan?” Sözümü kesen kişiye bakmak için arkamı döndüğümde Harun Bey’in kabinin girişinde durmuş bana baktığını gördüm. Adamın gözleri ellerimize kaydığında ise ellerimi Mert’in elinden hızla çektim. Mert tedirgin gözlerle yüzüme bakarak ilgisini arkamdaki adama yöneltti. “Özür dilerim karınız benim üniversiteden arkadaşımdı.”
Açık kalan ağzımı kapatmam iki üç saniyemi almıştı. Arkamı döndüğümde ise Harun bey’in hala kapatamadığını gördüm. Kapattığında ise dişlerinin arasından tısladı. “Önemli değil.”
Ortam niye bu kadar gergindi. Birazdan içerisi kesinlikle alev alacaktı. Birbirlerine pekte dostça bakmayan bu iki adamın ortasında kalakalmıştım. Bir açıklama yapmam gerekse de hangi tarafa yalan söyleyeceğim konusunda hala kararsızdım.
DJ kabinin önünden Uygar zıplayarak bize sesleniyordu.
“Aslıhan telef….” Her zıpladığında bir şeyler gevelese de ne dediği anlaşılmıyordu.
Harun Bey sinirle aşağı bağırdı. “Şimdi olmaz Uygar.”
“Am-ama çok ısrarla çalıyor.” Uygar amcasının ikazına aldırmadan kabinin girişindeki merdivenlerin olduğu tarafa gelip soluklandı. İçtiği Allah bilir kaçıncı kadehten sonra zıplamak onu mahvetmiş olmalıydı. Söyleyeceklerini tam unutmuştu ki; çalan telefon ile tekrar aklı başına geldi.
“O elindeki benim telefonum mu?” dedim. Tabi ki benim telefonumdu. Uygar’ın elinde tuttuğu telefonumun ekranına kayan gözleri ismi okuyarak bana doğru döndü.
“Bu herif ısrarla arıyor. Taner Baki Güvener yazıyor. Bak lütfen şuna iki saattir başımızı yedi.”
Bir mucize beni artık sadece bir mucize kurtarabilirdi…
Yoksa bu kabin bana mezar olacaktı.
Mezar demişken beklenen mucize tam o anda geldi.
Tek el silah sesi tüm kulübü çığlık çığlığa dağıttı!

Şimdi cevap ver bana daha ne kadar sınayacaksın beni Hayat!
Ne kadar daha değiştireceksin bu bedenimi ve kör olası hislerimi…
Kaç kez daha aklım şaşacak ve neden hep içim böyle acıyacak;
Şarkısız ve sessiz kaç akşam daha sabaha çıkacak;
Kaç satır edecek asıl anlatmak istediklerim.
Bana kalk cennete yolculuk var diyorsun;
Ama Hayat’ım(?)
Ben aşk cennetine tek bilet istedim sen niye üç veriyorsun…!
*****
Ve o gece, o kulüpten;
Bolca kişi kuş sürüsü misali,
Bir kişi yaralı,
Bir kişi baygın,
Birinin telefonu kırılmış,
Birinin kalbi kırılmış
Birinin kafası dağılmış
Ve bir kişi kafasında kırmızı perukla çıktı…

Moore ne demişti; Cennet’in iyileştiremeyeceği hiçbir acı yoktur bu dünyada…
Hele bütün sevdiklerim bir arada olduktan sonra….